Emine Özgenç’in “PKK Kampında Bir Ülkücü” Romanının Düşündürdükleri

kirmizilar.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PKK Kampında Bir Ülkücü

Türü: Roman (Gerçek olayları anlatan bir roman)

Yazarı: Emine ÖZGENÇ

Yayınevi: Kripto Yayınevi

Musa SERİN

“PKK Kampında bir Ülkücü”; Emine Özgenç’in Kripto yayınları arasında çıkan ve gerçek bir hayat hikâyesini anlatan bir romanı.

Ülkücü Türk Gençliğinin cemaatler vasıtasıyla din iman adına parça parça edilip yem edilerek Türkiye’yi bölmenin yollarının arandığı bir zamanda okunması gereken bir eser. Ülkücü Türk Gençliği din iman adına bölünmeye çalışılırken, ben ülkücüyüm diyenlerin “sosyal medya” da dedikodudan başka bir şey üretmediği/ üretemediği, ülkücülüğün ayaklar altına alındığı bir zaman da mutlaka ama mutlaka okunması gereken bir roman. Güzel bir eser dedim de: Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak yazılmış, kendisini davasına adamış “yiğit bir ülkücü”nün hayat hikâyesi.

Edindiğim bilgilere göre; uzun bir araştırma yapılmış, hikâyenin kahramanı ve yakınlarıyla uzun uzun konuşulmuş, notlar alınmış, kahramanımızı tanıyanlarla görüşülmüş ve ondan sonra da roman yazılmış. Anlayacağımız şu ki, roman gerçek bir hayat hikâyesini anlatıyor. Bir güzel tarafı da roman tamamlanıp, kahramanımıza taktim edilip okuması sağlanmış ama kitabı( kendi hayat hikâyesini) okuduktan kısa bir süre sonra da Rahmet-i Rahmana göçmüştür.

Günümüzde kitap okumadan, araştırma yapılmada, orada-burada duyduklarıyla amel edenlere karşı: “Ankara’da okuduğu süre boyunca mütemadiyen okuyup, araştırıp tartışan Halil hem Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, hem de kominizim hakkında çok şey biliyor” olması ve “karşı olduğum fikri iyi bilmeliyim” düşüncesiyle bütün sol yayınları okumuş, kendi ülküsüyle mukayesesini yapmış, gittiği yoldan, inandığı fikirden şüphesi olmayan bir Türk Milliyetçisi olması” gıpta edilip örnek alınacak bir davranış değil mi? İşte kitap bu yiğit Türk milliyetçisinin hayat hikâyesi.

“Gezdiği, gördüğü ve şahit olduğu olaylar karşısında zaman zaman ut duygusunun al rengiyle kızaran yüzleri… Yüzünün kızarmasına sebep olan şeyler özgürlük adına ahlaksızlığın, inançsızlığın sanat adına işlenmesi” ve buna benzer hareketlere karşı gelmesi güzel bir hareket değil mi?

Zaman zaman yaşadıkları olaylar karşısında “ Peygamberinin çektiği çileler geliyor hatırına. Zekeriya Peygamberi, Yahya Peygamberi, İsa’yı, Musa’yı Lut’u düşündü. Düşündükçe derin derin nefes aldı. Ve ardından: “Ama bir onların başını yere eğdirmedik. Utanacakları hiçbir şey yapmadık ki. Hırsızlık yapmadık. Eşkıyalıktan, uyuşturucudan, gasptan değil vatana sevdadan çektik ne çektiysek. Olsun be! Gelen sevdamızdan gelsin. Eyvallah!” diyerek gülebilmesi, yüzünde tebessümlerin yayılması saf ve tertemiz duygunun nişanesi değil mi?

“ON İKİDEN VURAN EYLÜL’ÜN” ülkücülerin üzerinden silindir gibi geçtiği, ezdiği, kimini sakat, kimini yetim bıraktığı, kimisini de; yıllarca aç susuz yabancı ülkelerde yaşamaya mahkûm ettiği” insanlardan birisi de Halil( kaçmasa belki de idam edilecekti) kaçak olarak yıllarca Suriye’de, Lübnan’da yaşar. Geride bıraktığı bir eş ve iki yavru, ana, baba ve birçok kendini seven dostlardan ayrı kalır. Hem de şehadet şerbetini içen kardeşinin kabrine hasret kalarak. 

“Lübnan’da yaşarken pkk’lilerin eline düşmesi, işkenceden yüz küsur kiloluk gövdenin ellili kilolara inmesi, ayaklarının yara bere içinde kalması, günlerce aç susuz bırakılıp kendi “dışkısı” üzerinde yatmaya mahkûm edilmesi, akıl almaz işkencelere tabi tutulması, ellerinden, ayaklarında, boynundan zincirle bağlanması…” düşünebilir misiniz? Düşünebilirseniz siz okuyucu sizde ne gibi tesir bırakır dersiniz?

Geride bıraktığı eş ve çocukların çektiği çileler…

Eşinin yolda, sokakta gördüğü arkadaşı diye dertleşmek istedikleri kişilerin görür görmez kaçmaları…

Günlerce evinde yemeğini yedirdiği, suyunu içirdiği şahısların kaçmaları karşısında tepeden tırnağa buz kesmesini nasıl karşılarsınız?

Kaçak olduğu yıllarda bunları arkadaşlarından öğrenmesi: “Darbe dostlukları sığaya çekiyor ve dostlar patır patır sökülüp döküldüğünü” düşünmesi…. Ve buna benzer hadiseler siz okuyucuların başından geçse siz nasıl düşünürdünüz?

Lübnan’da bulunduğu sırada: “Bir Cuma akşamı Kur’an-ı Kerim okumak için toplanıldığında ‘Sen okuyabilir misin?’ sorusuna hiç tereddüt etmeden ‘okurum’ demesi ve ardından meraklı bakışlar arasında Kur’an okumaya başladığında odayı saran hayretin büyümesi…

Yıllarca iblislerin propagandaları sonucu ( Türkiye’de Kur’an-ın kaldırıldığı, Kur’an okumanın yasaklandığı, Kur’an-ın Türkçe olduğu vs) hayret elbette normaldi. Ama bunun böyle olmadığını Halil’in Kur’an okuması ve sonra sorulan sorulara verdiği cevaplar…

“Tekrar sürükleyerek yukarı çıkarıp bir direğe bağladılar. Önce ellerini arkaya, sonra ayaklarını yukarıya baş aşağı gelecek şekilde direğe bağlanmıştı. ‘Sabaha kadar buradasın’ deyip gitmişlerdi. Daha beş dakika olmadan beyninin dışarı akmak için kulaklarını, gözlerini ve başının tepe noktasını zorlaması dayanılmazdı. Sabaha kadar kesin ölürdü. Zaman geçmiyordu. Sabaha kadar ne demek, bir yıl vardı sabaha. Çarmıha gerilmiş İsa heykeli Hali’ninkinden daha katlanır bir görüntüydü. Dört beş saat sonra ayaklarından başına inen kan burnundan damlamaya başladığında sonunu geldiğini hükmetti.” Siz okuyucu bu durumu hayal edebilir misiniz?

İşte bu ve buna benzer işkencelere maruz kalan birisi; ellerinden, ayaklarından ve boynundan zincirlerle bağlanması üzerine giydirilen elbisenin cebinde bulduğu tek bir kabak çekirdeğine sevincini anlatırken: “Vay çekirdek!” diyerek sevinç çığlığı atmasının sebebini nasıl yorumlarsınız?

Günlerce bağlı bulunduğu ranzada dışarıdan gelen yaban kedisiyle arkadaşlık yapması, verilen yiyeceğin yarısını yaban kedisine vererek onu evcilleştirip arkadaş eylemesinin nasıl bir şey olduğunu anlayabilir misiniz?

Boyun, el, ayaklardan bağlı zincirleri kırıp, el ve ayaklarında zincir parçalarıyla kaçmayı başarması, gittiği yerlerde kendisine itimat edilecek hareketlerle herkesi kendisine hayran bırakması nasıl bir duygudur düşündünüz mü?

Çalıştığı yerlerde iş arkadaşlarıyla kurduğu samimi dostluklar sonucu arkadaşlarının “evlen veya evine bir hizmetçi alalım” demelerine rağmen eşine verdiği söze karşı saygıdan dolayı reddetmesi; Türk erkeğinin Türk kadınına, eşe gösterilen sadakatin zirvesi değil mi? Sadakatin zirvesi olduğu gibi örnek bir davranış olsa gerekir.

Türkiye’de ONİKİDEN VURAN ihtilalin hızını kesmesi sonucu Türkiye’ye, aziz vatan topraklarına ayak basması, karakola giderken  “ay-yıldızlı” bayrağı görünce hemen polis arabasını durdurup uzun uzun öpmesi ve öperken hıçkırıklarla ağlaması ve teslim olunca; ana, baba, eşi ve çocuklarıyla karşılaşmasının insanın üzerinde nasıl bir duygu yarattığını düşünebilir misiniz?

Evet, kitap okumayı sevenler, mutlaka okumalısınız. 

Teşekkürler Emine ÖZGENÇ.  Kalemin, yüreğin dert görmesin.

Sözüme son vermeden birkaç söz söylemek gerekir diye düşünüyorum. Bu güzel insanlar( en az beş bin olduğu söyleniyor) acaba niçin öldüler. Bizler birbirimize sövelim diye mi?  Siz her gün sosyal paylaşım sitelerinde, gazetelerin köşelerinde yer bulup birbirlerine “ülkücülük” adına söven beyler siz bu işkenceleri yaşasaydınız ne yapardınız? Bu ve daha binlerce vatan evladının hatırı için “sövme yarışın”, “sövme seansını” bırakamaz mıyız?

Hala sövmeye devam mı diyeceksiniz? Yoksa birliğe, dirliğe giden yol mu aranmalı? Ne dersiniz?

 

 

Yazar
Musa SERİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen