Aşkın  ‘’Z’’  Hali   

                                           

kirmizilar.com 

  Geçenlerde bir psikiyatr arkadaşımla sohbet ediyorduk aşk üzerine. Bana dedi ki ‘’Bu odadan çıktığın andan itibaren vazifen aşkın bilimsel boyutunu araştırmak olsun’’ Aşk ve bilim… aynı cümlede eğreti durdular, yakışmadılar sanki yan yana. Her tezattan uyum çıkacak diye bir kural mı var? Akla kara birbirine karışır muhakkak. Kurşunî derelere benzer manzara. Kızıl bir parça sarıya bulaşır, işte nur topu gökte! Tuz şekere karışır, ecza olur yaraya. Aşk bilime nasıl karışır ki, ya da bilim aşka? Hangisi diğerine ne oranda etki eder? Bir hafta boyunca elimdeki eski kaynakları tekrar karıştırarak, internette de çeşitli araştırmalar yaparak ödevime hazırlandım. Ancak önce kendimi inandırmam gerekiyordu aşkın bilimle olan ülfetine. Bunu da başaramadım. Aşk bana göre tanımlanamaz ruhani bir gezegenin tek kişilik cehennemiydi. Bu fikrim hiç değişmediği gibi; okudukça, gördükçe, yaşadıkça daha çok sabitlendi kişisel sözlüğümde. Bir hafta sonra akşamüzeri kırık not alacağını bilen bir öğrenci gibi muayenehanesinin yolunu tuttum. Sırt çantamda olabildiğince çoklukta kaynak kitap… Kapısını tıklatıp ‘’İyi günler doktor, sıra bende galiba’’ diyerek başımı odasına uzattım. Her zamanki tombul gülümsemesiyle karşıladı beni. Kalkıp yanıma geldi, sarıldı ve sekreterine ‘’Nazan Hanım bize şöyle bol köpüklü iki Türk kahvesi…’’ dedi. Statüyü ve sınırları yıkmış tüm mütevazi insanlar gibi mevki koltuğuna değil tam karşımdaki hasta koltuğuna ilişti. 

    ‘’Ee sayın muhabir neler buldun bakalım?’’

    ‘’Sen de kitaplar da ne derseniz deyin aşk ile bilim aynı potada eritilemez.’’

    ‘’Dur bakalım hele kahvelerimiz gelsin can!’’

    Kahveler gerçekten bol köpüklüydü. Aşkla çırpınan göğsümüzün kıyılarını döverek adam etmeye çalışan bir denizin köpüğü kadar boldu. Tadını çıkarmak için höpürdeterek içtik. Ben daha ağzımı açmadan o başladı konuşmaya. 

    ‘’Hatırlıyorsun değil mi öğrenciyken gittiğimiz dergahın bir Hocası vardı. Şimdi konumuzla ne alakası var deme. Senin ilk görev yerin doğuya çıktığında, ben uzun süre onunla görüşmeye devam ettim. Bir gün aynı ödevi bana o vermişti. Senin gibi günlerce düşündüm ve araştırdım. Tıpkı şimdi senin gibi ikna olmamaya kararlı bir şekilde gittim yanına. O da bana yine o efsunlu sesiyle tane tane anlattı. Ben de sana anlatayım.’’

    ‘’…’’

    ‘’Yaratılış aşk üzeredir, doğa aşk üzere, bir ağacın kayayı yarıp gövde vermesi aşk üzere, yerin cazibesi aşk üzere, yağmurun kaybolacağını bile bile toprağa karışması aşk üzere. Aşk bir akıştır. Tıpkı elektrik gibi. Bir kaynaktan bir kaynağa transferdir. Zayıf kaynak, büyük kaynağa akmak ve ona karışıp tamam olmak ister. Kuşlar mesela, bazıları şakıyarak kaynağa ulaşmak ister, bazısı tüylerindeki renk sihrini kullanarak kendini fark ettirmek ister diğerine. Pervane dairesini her daralttığında vücudundan gelen cızırtıların mestliğiyle daha çok akar kaynağa. Bu dairenin çapı hesaplandığında ortaya muazzam ve kusursuz bir matematik ortaya çıkar. Bunun için internetten ‘’Pervane Teorisine’’ bakabilirsin. Aşk sadece acı çekme hali değildir. Aşk aynı zamanda ölme halidir. Burada kastım vuslattır. Vuslata ermemiş aşk uzun müddet Araf’ın ateşinde kalır. Yanmak sadece yanmak olarak kalır. Anlamını bulmaz, boyut atlamaz, daha kötüsü seveni ‘’Aşık’’ yapmaz. Kendi kuyusunu kazmış bir aşığa ne mutlu, başka kabristan bekçilerine minnet etmemiştir. Kendi darını kendi kurmuştur.’’

    ‘’Aşk nasip işidir hekimim, hesap işi değil.’’

    ‘’Aşk nasibin mesafesini hesaplamaktır can! Bilmektir ne kadar yaklaşırsan o kadar yanacağını. Hesapsız nasip vuslata erdirmez’’

    ‘’Peki bana söyle, aşk zahirden batına çıkarken de hesap edilir mi?’’

    ‘’Edilmeseydi sen şimdi hangi hükümle burada duruyor olurdun? Aşkın tutuşması için çakan ilk  kıvılcım nasiptir, sonra ne kadar hektarı yakacağı hesaptır. O yüzden Leyla’dan çok Mecnun tanınır. Söylemek istediğini anladım; lakin sen insanın insanda yanmasından bahsediyorsan ısrarla, sana Yunus’un kelimeleriyle karşılık vereyim ‘’Ölümlünün ölümlüye olan aşkı, rüzgarda kuma yazı yazmaya benzer.’’

    Konu derin, sohbet tatlı, kahve köpüklü, dost ciğerde nefes… Lakin hâlâ kafam karışık. Bunca aşk üzereyken yerküre, aşka kurulan tuzaklar neden çok? Bunu dostuma sormadım, hatırı kırk yılla sınırlandırılamayacak sohbetine beni derinden etkileyen bir olayı anlatmakla ben devam ettim. 

    ‘’Öyle ise söyle bana aşk neden ölmezden evvel öldürür, neden katilini de yine kendi cinsinden seçer? Elini kana bulamak istemediğinden mi yoksa kendine inanmayanları kendiyle sınamak istediğinden mi?’’

    ‘’…’’

      *   *   *

    Zenan altı kızın en büyüğüydü. On altı yaşındaki bedeninde altmış yaşında bir ağırlık vardı. Bu ağırlık hem ailenin manevi yüklerinden, hem de yaşadığı coğrafyanın ananevî geleneklerinden kaynaklanıyordu. Zenan’dan sonraki kardeşleri de aynı ağırlık merkezine tabii tutulmuş kızlardı. Evîn, Rıhan, Xezal, Gülistan, Adar. Hepsi elâ gözlüydü. Baharın sunduğu yeşil, bütün kontrastlarıyla bu kızların gözlerinde harelenmişti. İzohipsi çıkarılsa safî yeşil ve kahverenginden müteşekkil göz coğrafyası… Anneleri Lisa’nın gözleri de böyleydi. Ananın yazgısıyla beraber, bedeni de kızlarına aktarılmıştı genetik olarak. Ama en çok yazgı genetiğe direnemiyordu Doğu’nun rahminde. Haşim ile evlendiğinde Lisa da on beş yaşından henüz gün almıştı. İlk çocuğu olan Zenan’dan sonra sırayla hep kız doğurdu. Haşim, başını omuzlarında dik tutabilmek için Lisa’nın karnını boş bırakmadı. Hep kız, hep kız… İşe yaramaz kadın, beceriksiz kadın, kız anası kadın, kız babası Haşim, fırında erkek adam lazım, benim suçum yok Allah’ın dediği budur, Allah’a yalvar o zaman yoksa kızlarınla gömerim seni.

    Haşim kasabanın ekmek fırınını işletiyordu. Babası Bekir’den aldığı mesleği yanındaki birkaç usta ile yapıyordu. En çok da Bekir oğlunu bu konuyla yoruyor ve nefsinin taşında bileyliyordu ‘’Lisa’nın sana erkek vereceği yok, al başka bir kadın, haktır dinde, sünnettir.’’ Dini hep yanlış ağızlardan dinleyip, sünnet-i seniyyeyi hep kıt akıllardan almaya alışmış bir toplumun çekirdeği çürük olur. En bereketli topraklarda bile meyve vermez, dal budak salmaz. Haşim iyice keskinleşmiş tarafıyla doğruyordu hem Lisa’yı hem kızlarını. Bekir ise arkadan sürekli sufle veriyordu Haşim’e, hiddetini körüklemek için. Doğu’da erkeklere de babadan öfke miras kalıyordu. Erkeğin izohipsinde de kırağı tutmuş kalplerden, çoraklaşmış maneviyattan, çöle dönmüş bir akıldan coğrafya… Oysa en makbul sünnet ‘’Kızlarınızı çok sevin; çünkü ben kızlar babasıyım’’ diyen Hz. Muhammed (S.A.V.) sözüdür. Bir kadına söylenebilecek en tesirli ve en romantik söz ‘’Cennetin kokusunu özlediğimde Fatıma’yı öperim’’dir. Ne Bekir’in ne de Haşim’in haberi yoktu sevginin sünnetinden. En küçük kız Adar bir gün fırına gidip sarıldı babasına ‘’Ez jî te pir hezdikim (Seni çok seviyorum baba)’’ Öpmek istedi babasını, uzandı. Eliyle itti Haşim kızını ‘’Ne diye geldin, ben size bu dükkâna böyle canınız her istediğinde gelmeyin demedim mi?’’ Kız meramını anlatamadan eve geri döndü. Haşim her dayağa uygun bahaneler bulmakta zorlanmadığı gibi bu defa da kızları fırına gönderdiği için dövdü Lisa’yı. Bekir bahçede oturmuş tütün içiyordu. Lisa’nın çığlıkları duvarlara çarpıp kırıldıkça Bekir daha şevkle emiyordu sigarasının ucunu. Annesinin canı çekilmiş uzuvlarını sağaltmak yine Zenan’a kalıyordu. Her gün farklı bahaneler, her gün aynı netice. Her sebep diğerinden daha pespaye, her sonuç bir öncekinden daha feci. Durum gittikçe yordu evdeki kadınları, acıttı, ezdi, çiğnedi, tükürdü, aldı yeniden çiğnedi, sonra kanlı tükürdü. Aldığı kısa süreli eğitim Zenan’ın ufkunu parlatmaya yetmişti. Hani mümkün olsaydı da devamı gelseydi; lakin Bekir’in kendince ulu aklı Haşim’in beynine lazerle nakşoluyordu. Kimse görmeden, kimse hissetmeden binlerce kez Haşim’in beynine cerrahi müdahale yapıyor ve kendi aklını ona naklediyordu Bekir : ‘’Kız çocuğu okumaz, haramdır erkeğe görünmek!’’

    Zenan ilk çocuk olması sebebiyle yine de diğerlerine göre şanslı sayılırdı; çünkü ilk okulu bitirebilmişti. Ne şans ama! Diğer kızlardan üçü babalarının zoruyla alıkonulmuştu eğitimden. Sonrakiler henüz küçüktü; ama akıbetlerini tahmin etmek zor değildi. Ufku biraz olsun açılmış olan Zenan bir gün babasını polise şikayet etti ‘’Alîkarî kirin !’’ diye ağlayarak girdi karakola. Bağırıyor, aman diliyordu ‘’Alîkarî kirin!’’ Kürtçe bilen polislerden biri omuzundan tutup oturttu onu bir sandalyeye, su getirin diye bağırdı dışarı. Zenan hâlâ yaralı hayvan gibi derin derin soluyor ve yalvarıyordu ‘’Yardım edin!’’ Haşim, Lisa’yı bu defa tekmeleyerek dövmüştü. Hem de ne için? Lisa yemeği biraz tuzlu yapmıştı. Tekmeledikçe kıvrılmıştı kadın. Kuyruğunu yutmuş yılan gibi yusyuvarlak yerde yatıyordu. Polislerle eve dönen Zenan bu halde bulmuştu anasını. ‘’Dayê kalk! Dayê kalk!’’ diye kaldırmaya çalıştı anasını. Haşim polislerin önünde, elleri secdeye durmuş gibi karnı üstünde… Haydi Haşim sövsene! Haydi nerede tekmelerin, ayakkabına yaraşır et mi yok önünde, vursana kadınının kaba yerlerine. Akıl hocası Bekir aldı sözü :

    ‘’Aman komiserim bu kadın pek cazgırdır, kocasına hizmet etmez, hep karşı gelir, bakmayın siz kızın lafına’’

    ‘’Kocasına karşı geldi diye bir kadın bu şekilde dövülmez, alın adamı!’’ diye emir verdi komiser yanındaki memura.

    Haşim birkaç gün nezarethanede yattı ve çıktı. O ne çıkış öyle! Lisa dayak yemedi bu kez; ama Zenan on sekiz gün su içerken bile inledi yaralarından.  Hangi kıt aklıyla babasını şikayet etmişti, ne olmuştu işte bak yine gelmişti, hak değil miydi dayak? Bekir on sekiz gün boyunca bahçede keyifle tütün sardı, keyifle dumanını savurdu. Ama on sekiz gün birisini yaktı kavurdu merak ve hasretten. Mehmet.

    Mehmet… Kara kaşlarına kılıç bilemiş mavi gözlerinde çakmak çakmak aşkla Zenan’a bakan Mehmet. Bakkal Remzi’nin oğlu Mehmet… Zenan’ı kucağındaki ekmeklerle yokuş aşağı inerken görüp, kalbini yokuş aşağı yuvarlayan Mehmet… Ekmek… Yokuş… Mavi çığa dönmüş gözler… Her gün beklenen yokuş başları… Ez de hezdıkım… Ez de pır hezdıkım… Seni çok seviyorum… Yokuş başları boş, kucağında ekmekle eve dönen her yüz onunki. 

    Tesadüfü bilinçli karşılaşmalara dönüştürmek için çok bekledi Mehmet. Uzunca zaman sonra yine bir akşam üstü Zenan kucağında ekmeklerle babasının fırıncı dükkânından dönerken Mehmet’i yine o yokuşun başında kendisine mavi mavi bakarken buldu. Zenan fıtratının gereği, aşkın gereği, pervanenin vazifesi gereği yönünü çevirdi Mehmet’e. Bir telaşlı adım… Durdu. Bir ürkek adım daha… Etrafa bakındı. Bir titrek adım daha… Gülümsüyor. Aldım verdim oynar gibi, yavaş ve ölçülü adımlarla yaklaştı ateşine Zenan. 

    ‘’Çima hûn li min digerin?’’ (Bana neden bakıyorsun?)

    ‘’Tu bedew î’’ (Çok güzelsin)

    ‘’Ji min dûr!’’ (Benden uzak dur!)

    ‘’Tu ji min re vedigot, mirî ye’’ (Bana öl diyorsun)

    Gülümsedi Zenan, dağ taş gülümsedi, tomurcuklar patladı, İbrahim bir kez daha gül bağına düştü, Nemrut bir kez daha mancınıkla cehenneme fırlatıldı. Zenan artık Mehmet oldu. Mehmet bir çift elâ göz oldu. Maviye döndü yeryüzünde ne varsa. Seyduna ve Şahrud birleşti, ufuk çizgisi diye bir şey kalmadı ortada. Kuşlar mavi uçtu, güneş mavi doğdu, Kâhta Tanrıçalarının başlarına mavi haleler donandı. Kommagene, Herkül, Antiochos, Zeus, Thyce, Apollo ve Herakles’in yanaklarına ilahi bir el mavi allıklar sürdü, gözlerine Zenan elâsı sürme çekti. Böylece çemberin ilk ve en geniş halkasında dönmeye ’’Bismillah’’ dedi Zenan. 

    Mehmet bir süre sonra yokuş başlarında değil, ikisine aşiyan olmuş kagir evin yanındaki ceviz ağacının gölgesinde beklemeye başladı. Zenan ne vakit yolun ucunda belirse Mehmet’in gözlerinden ciyak ciyak serçe yavruları havalandı. On dokuz yaşındaydı. On dokuz sene taşıdığı kalbini şu birkaç hafta içinde keşfetmişti. On dokuz yaşına ayarlanmış bir saat gibi, aşkın gelip kapıyı çaldığı o dakika çalışmaya başlamıştı kalbi. Damarları tarlaları sulayan arklar gibi kan taşıdı etlerine, kemikleri ayrık otlarını biçen tırpanlar gibi temizleyip açtı ruhunu aşk tohumlarına. Zenan’ın elleri ekmek kokuyor. Zenan’ın gözleri korkuyor. Zenan’ın kalbi taze ekmek gibi… Ya duyarlarsa… El ağzı torba değil. 

    Ceviz ağacı birkaç ay gölgesinde serinletti onları. Korkularını emdi. Acı kokuyorsa yaprağı, iz kalıyorsa kabuğundan geriye bundandır. Ceviz ağacı Zenan ile Mehmet’in korkularını emdi. Yerine serin hayaller verdi. Tuzlu kahveyi o gölgede içti Mehmet, Zenan’ın kınası yine o cevizin gölgesinde karıldı, Mehmet onun altında damat tıraşı oldu, sülüsünü ceviz ağacından aldı, yapraklarına asker ocağından mektuplar yazdı, bebelerinin salıncağını cevizin dallarına kurdu Zenan. 

    Lisa, kızını gizliden bin kere uyardı. Öldürürler seni dedi, vururlar. Dinlemedi Zenan; daralttıkça çemberini daha çok sevdi. 

    Yine bir gün Mehmet’le buluşmasından dönerken gördü Bekir’i. Sigara içmekten sararmış bıyıklarını avcunun içiyle sıvazlayarak bakıyordu Zenan’a. Önüne bakıp, hızlı adımlarla eve gitti, koştu anasının arkasına, sarıldı ‘’Daye xilas min!’’ (Beni kurtar anne!) 

    Haşim ile Bekir o akşam tütün sararken Lisa büyük kızının inlemelerini duymamak için ha bire erkeklere çay taşıdı. Eline sağlık dedi Bekir. Eline sağlık oğlum, namus mühim. 

    Mehmet kendi etleri mengenedeymiş gibi günlerce acı çekti. Her şey yolunca yordamınca olsun diye ana babasını yolladıysa da Haşim avlunun kapısından içeri dahi sokmadı onları. Yoktu onlara verecek kızı. Yoktu. Onun altı kızı da gelinlik değil, eziyetlikti çünkü. Erkek çocuk olaydı böyle mi olurdu? 

    Çember daraldıkça aşk daha çok keyif verir pervaneye. Canı yandıkça daha çok koştu Mehmet’e Zenan. Daha az durdu yanında, daha geç gitti, daha erken döndü; ama vazgeçmedi. Mehmet’in ana babası defalarca arşınladı Haşim’in evine giden yolu. Defalarca avlu kapısında kaldı Allah’ın izni ile peygamberin kavli. Çocuklar birbirini görüp beğenmiş demek için adım atamadılar o kapıdan içeri. Zenan da bir daha o kapının diğer tarafına adım atmasın diye hüküm verildi. Bekir sarı bıyıklarının altında görünmeyen ağzını yine Haşim’in kulağına yaklaştırdı. O ağızdan kulağa akanlar Zenan’ın çemberinde sadece küçük çakıl taşlarıydı. Sarı bıyıklardan süzülen tütün kokulu emirler ile Zenan ahıra kapatıldı. Lisa sabahları ve akşamüzerleri Haşim ve Bekir’in olmadığı saatlerde besledi kızını. Zedelenen bilekleri dinlensin diye gevşetti ipleri.

                                                                           *   *   *

    ‘’Neden sustun?’’

    ‘’Bundan sonrası çok acı, korkunç, vahşice. Zenan iplerden kurtulduğu gibi doğru Mehmet’in evine gitmiş. Haşim eve gelip kızı ahırda bulamayınca koşmuş Mehmetlerin evine. Zenan’ı sürükleye sürükleye eve getirmiş. Ne Mehmet, ne babası, ne anası, ne de yolda karşılarına çıkan insanlar durduramamışlar Haşim’i. Bu kez daha sıkı bağlamış kızı ahırın ortasındaki direğe. Direğin bedeni de ceviz ağacı mıydı acaba? Zenan’ın burnuna ceviz ıtırı gelmiş keskin keskin. Bekir avlu girişindeki sedire oturmuş sarı bıyıklarının arasına sigara sıkıştırırken bir yandan da Haşim’in volta atan adımlarını gözleriyle takip etmiş. Sonra hükmü açıklamak için divanına çağırmış celladı. Namusun kirlendiğini ve bunun ancak ölümle aklanacağını, namus lekesinin bulaştığı gömleği giymenin acziyetini ve daha bilmem ne teraneleri fısıldamış sarı bıyıklarıyla Haşim’in sağır kulağına. Ahırın girişindeki bakır güğüm sadece tek bir darbe ile kırmızıya boyamış Zenan’ın kumral saçlarını. Namussuzluğa mermer taş da neymiş deyip evin arkasındaki eski tuvalet çukuruna gömmüşler on altı yıllık bir fidanı. Üstüne bir de kızımız kayıptır diye polise gitmişler. Günlerce arama yapıldı. Ben o yıl işte ilk görev yerim olarak orada bulunuyordum. Lisa’nın bildiği halde sustuğu ortadaydı. Haşim ve Bekir hınçla Mehmet’i hedef gösterdiler. Yavrucak daha sevdiğinin acısını kafasında daha doğrusu yüreğinde tartamamışken bir de sürekli karakola ifade için çağırılıyordu. Hani neredeyse içeri tıkılacaktı. Haftalar geçiyor ama Zenan’ın ne ölüsü ne dirisi bulunuyordu. Bir gün Lisa, saçı başı perişan bir şekilde karakola geldi. Ben de baş komiser ile başka bir kasabada arazi yüzünden çıkan kavgada öldürülen birinin haber takibini konuşuyordum. Lisa figan ile girdi komiser odasına.

    ‘Haşim kuştin, Bekir kuştin! ( Haşim öldürdü, Bekir öldürdü!) Zenan gorî! Zenan rabe ser piyan! (Zenan uyan! Zenan ayağa kalk!)’

    Lisa’nın ne dediğini anlamak uzun sürmedi. Evin arkasındaki kagir tuvalet iki kürek ile bir metre derinlikte açılınca Zenan’ın taş ve toprakla kirlenip zedelenmiş, kan kızılına boyalı başı çıktı ortaya. Lisa anlamadığım kelimelerle çığlıklar atıyor, o çığlık attıkça sanki gök yırtılıyordu. Lisa bacaklarını çimdikliyor, etlerini dişliyordu. Kapsamlı bir otopsiye gerek bile yoktu. Çünkü haftalar geçse de elbisesinin sırtındaki kanın kaynağı kafasında açık bir şekilde görünüyordu. Benden adli kayıt için fotoğraf istediklerinde Haşim ve Bekir ekip arabasına bindiriliyordu.’’

    ‘’Konunun buraya kadar geleceğini tahmin edemezdim kusura bakma’’ dedi psikiyatr arkadaşım. İkimiz de sustuk. O pencereden dışarı uzun uzun bakmaya başladı, bense yedi yıl öncesinde yaşadığım bir olayın hâlâ aklımda nasıl bu kadar taze kaldığının şaşkınlığı içerisindeydim.

     Mesleğimi seçerken ilk yıllarımdaki bir haberin omuzlarıma bu kadar ağır bir sorumluluk yükleyeceğini, ömrüm boyunca beni gölge gibi takip edeceğini tahmin edemezdim elbette. Objektif gördüklerinden utandı, kalemim el açıp ‘’yazma’’ diye yalvardı. Hangisiydi etik olan? Yazmak mı, unutmak mı? İkisinden de kurtulamadım. Anı demek mi daha doğru olur, haber demek mi? Bir gazeteci için sadece haber malzemesi olamazdı yaşananlar. Kaldı ki ‘’gerçek’’ hiçbir zaman sadece malzeme olamazdı. O, tamı tamına hayatın kendisiydi. Her gün bu coğrafyanın farklı yerlerinde, kara kazanlarda kaynayan ve çirkef mideleri besleyen bir aş. Zenan ise bu aşın içinde kaynayan etin kendisiydi. Hakkında ‘’etin de kemiğin de bizim’’ hükmü verilen Zenan… Afiyet oldu mu tadına bakanlara? Ya sen Zenan… Afiyette misin oralarda? Ben Zenan, ben yedi yıl toprak olup seni ısıtmak istedim kendimi soğutup. Nemrutlarına İbrahim olamadım Zenan! Adı gibi yaman bu şehirde seni sığdıracak yer bulamadım. Adının ‘’kadınlar’’ anlamına geldiğini biliyor muydun? Yoksa hepimiz birimiz için olamayız; ama ben hepiniz için ölürüm mü demek istedin? Ağır ağır solurken ciğerinde son kalanları, ekmek kokusu geldi mi burnuna? Ceviz kokusu geldi mi? Sahi Zenan, açken mi kolay ölünür yoksa tokken mi? Ölüm her türlü zor mu gerçekten?

    Şimdi A’dan Z’ye tekrar okunmalı aşk kitapları. Türü ne olursa olsun ucunda ölümü hak eden aşk vardır diyen beri gelsin.

    Birer kahve daha içelim mi diye bakışlarını boşluktan alıp bana uzattı arkadaşım. Cevabımı asıl sormak istediği soruya karşılık verdim :

    ‘’Aşk belki bilimle açıklanabilir; ama bilimsel yollarla âşık olunmaz’’

Ayşe YAZICI YAVUZ

TRABZON

28/3/2016

    

Yazar
Ayşe YAZICI YAVUZ

1980 Niksar doğumlu. 2003 yılı, Osmangazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı üniversite bünyesinde 2004 yılında Tezsiz Yüksek Lisans diploması aldı. Üniversiteyi kazanmasına vesile olan dershanede uzun yıllar bu defa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen