Boynu Bükük Lâle… Suzan ÇATALOLUK

 

Suzan ÇATALOLUK

“-Nereye?”

“-Çok uzaklara… Hemen peşimden gelme ama…”

Kadın kocasına şaşkınlıkla baktı. Kocaman kara gözleri endişeyle irileşti. Birkaç saniye öylece kaldı. Dudakları titremeye başladı.

Adam büyük bir aşkla süzdü onu, onun o güzel şaşkınlığını ve sevimli bir kahkaha ile konuştu:

“- Şaka, şaka! Amma da korktun. Ben kara sevdamı bırakır mıyım hiç. Bırakır mıyım boynu bükük lâlemi? Karşıdan iki şişe su alıp geleyim. Semaverde su azalmış.”

Güzel, ılık bir yel esiyordu. Karı koca ormanın hemen yanındaki mesire alanına sabahleyin gelip tahta masaya yerleşmişti.

Pastırma yazı hüküm sürüyordu. Sonbaharın o muhteşem renkleri artık sultanlığını ilan etmişti. Kimi ağaçlar söz dinleyip yapraklarını döküvermişler, kimileri de inatla sert rüzgârlarla savaşmayı bekliyorlardı.

O gün hava pek güzeldi. Gök adeta güzü unutmuştu, yazın maviliğine bürünmüştü, bulutlar da beyaza.

Kocası pek severdi bu orman kıyısını. Neredeyse her ayda bir sabah saatlerinde gelip akşama kadar vakit geçirirlerdi. Önceleri çocuklarla, şimdi baş başa.

Her seferinde aynı heyecanı yaşamak neredeyse kural haline gelmişti. Yine aynı coşkuyla, şakalaşarak akşamdan nevaleler pişirilip düzenlenmiş, sazdan örülme iki sepete dizilmiş, kenarları oyalı masa örtüsünden dantelli peçetelere, süslü havlulara, bakır semaverden ince belli bardaklara kadar her şey hazırlanmıştı.

Yavaş yavaş uzaklaşmakta olan kocasının arkasından baktı kadın. Lise aşkıydı. Aynı mahalledendiler. Kendisinden tam on beş yaş büyüktü. Herkesin müzmin bekâr olarak kabul etmeye başladığı genç adama uzaktan uzağa sevdalandığında lise son sınıfa gidiyordu. Neredeyse mahallenin bütün kızları bu genç, yakışıklı inşaat mühendisine aşıktı.

Kasıntı bir genç olarak bilinirdi sevdalandığı. Bir gün sokakta karşılaşıp göz göze gelince onun kendisine hafiften gülümsediğini görüp, utancından kulaklarına kadar kızarmış, başını yere eğip hızla uzaklaşmak istemişti. Ama ayağı taşa takılınca dizlerinin üstüne düşmüştü. Heyecandandı elbette.

Genç adam hemen yanına geliverip kolundan tutup kaldırmak isteyince de diklenmişti:

“-Kalkarım ben!”

Karşısındaki dikkatle yüzüne bakmış, ciddi bir ifade ile konuşmuştu:

“-Ellerin de dizin de kanıyor. Yardım edeyim.”

Onun gözlerine bakamamış, kekelemişti:

“-Ha… Hayır… Evimiz yakında.”

Liseyi bitirdiği gün eve diploma ile geldiğinde annesi tuhaf bir heyecan içindeydi. Etekleri zil çalıyordu. Ne olduğunu sorduğunda aldığı cevap karşısında o kadar şaşırmıştı ki birkaç dakika konuşamamıştı. Annesi konuşup duruyordu:

“- Zengin, görgülü, tahsilli kızları beğenmeyen o kasıntı genç adam… Annesi bugün geldi. Sana talip olduklarını söyledi. Sakın okuyacağım diye tutturma. Bak, ne güzel kısmet işte.”

Annesi onun suskunluğunu ret cevabı vermeye yormuş, telaşla sormuştu:

“-Benim güzel kızım, ne diyorsun? Bence bu çok iyi bir kısmet. Konuşsana be kızım!”

Derin bir nefes alıp fısıldamıştı:

“-Tamam anne, babamla siz ne diyorsanız o olsun.”

Bu defa annesi çok şaşırmıştı. Tekrar tekrar sormuştu:

“-Vaz geçmeyeceksin değil mi? Bak, annesine yarın gelmelerini söyleyeceğim ve üniversite sevdasını da unutacaksın. Anlatabildim mi?”

Yaşlı kadın sevinçle odasından çıkınca heyecandan ve mutluluktan sevinç göz yaşları döküyor kendi kendine mırıldanıyordu:

“-Allah’ım! O beni beğenmiş demek ki… Beni beğenmiş… Kimin umurunda üniversite.”

Bir ay sonra sade bir nişanla yüzükler takılmıştı. Nişan gecesi sevdiğinin koluna girdiğinde heyecandan ve mutluluktan göz yaşlarını tutamayıp kimse görmesin diye de başını iyice önüne eğmişti. Nişanlısı kulağına eğilip fısıldamıştı:

“-Boynu bükük lâlem, böyle durursan sırrını herkese söylerim.”

Ve… O günden sonra adı “boynu bükük lâle” kalmıştı.

*****

Sevdiğinin Libya’da çalıştığı şirketin işlerini bitirip dönüşü iki seneyi bulmuştu.

Şimdi kırk dokuz yaşındaydı. Kızı resim öğretmeniydi, yeni evlenmişti. Oğlu da üniversite üçüncü sınıftaydı.

Yirmi sekiz yıllık evliliğinde kocası onu hiç üzmemişti. Hep sevgi dolu, çok kibar bir insandı. Çok iyi keman çalar, güzel sesi ile sanat müziği söylerdi. Belli bir arkadaş gurubu vardı. Bir araya geldikleri zaman vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlardı.

Yurt dışındaki inşaat işini memlekette de devam ettirmiş, çok güzel işler, çok büyük sayılan inşaatlar yapmıştı kocası. Aile şirketi haline getirdiği firmasında iki yüzü aşan işçi çalışıyordu.

Gösterişi sevmeyen, derviş ruhlu kocası hiçbir şeyde aşırıya kaçmamıştı. Okuttuğu öğrenciler vardı. Ama kapılarının önünde üç beş çok pahalı araba yoktu.

Bütün lüksü ara ara yurt dışına çıkan sevdiğinin kendisini de götürmesiydi.  Böylece başka kültürleri de tanımıştı.

Her şey güzel gitmiş, kızı resim öğretmenliğini sevmiş, oğlu baba mesleğini tercih etmişti. Güzel okumuşlar, hiç dert çıkarmamışlardı.

Dünya hali deyip kendisine mütevazı sayılan küçük bahçeli evi almıştı.  Burada oturuyorlardı. Beş senedir kullandığı orta karar bir arabası vardı.  Güneyde bir de portakal bahçesinin ortasında bulunan köy evini yazlık olarak kullanıyorlardı. Galiba bankada biraz da paraları vardı.

 Ama… Ama canından çok sevdiği, kocası son zamanlarda pek durgunlaşmıştı. Çok düşünceliydi, dalgındı. Sorduğu soruları geçiştiriyor, gülümseyerek önemli bir şey olmadığını söylüyordu. Ancak altı aydır harcamalarında gözle görülür bir azalma vardı. Onu da memleketin haline bağlıyordu.

 Hafta sonu kocası eve geldiğinde çok sevinçliydi. Sıkıntısının sebebini ona anlatıp demişti ki:

“-Kara sevdam! Boynu bükük lâlem, durmadan soruyordun ya niye sıkıntılısın diye. Seni üzmek istememiştim. Ama şirketimiz çok kötü durumdaydı. Neyse bugün banka ile anlaştım.  Önümüzdeki hafta nefes alabileceğiz. Birkaç gün içinde imzaları atarız inşallah.”

*****

Hafif esen o yumuşacık yel güzel buklelerini alnına düşürünce düşüncelerinden ayrılır gibi oldu. Hafif bir üşüme hissetti. Omuzlarındaki şala daha bir sıkı sarıldı. Başını çevirip orman tarafına baktı. Küçük bir bebek düşe kalka koşuyordu.

Ama gözleri birden bebeğin önünde yükselen büyük bir ağacın yanındaki tek başına duran eflatun lâleyi fark etti. Farkında olmadan düşündü: “Allah Allah… Bu renkte, bu lâle, tek başına, bu ormanın kenarında, bu büyük ağacın dibinde! Nasıl olmuş ki?”

Bebek de lâleye doğru koştu. Ellerini çırparak kahkahalar attı, o çok şirin bebek kahkahalarını. Küçük ellerini uzattı. İşaret parmakları çiçeğe değdi, okşar gibi gezindi.

Kadının içi gitti. “Eyvah” dedi kendi kendine. “Koparacak şimdi.” Tam ağzını açacaktı ki bebek ona döndü. Yüzü ciddileşti. Göz göze geldiler.

Onu anlamış gibi ellerini geri çekti bebek. İleri bir adım attı. Ayağı tam lâlenin üstüne doğru inip onu kıracakken sanki bir çığlık duydu bebecik. Lâleye basmamak için ayağını uzattı. Ama dengesini kaybetti. Yumuşacık çayırın üstüne düşüverdi.

İleride oturan genç bir kadın çığlık attı. Yerinden fırladı. Koşarak geldi, onu kaptı. Sımsıkı sarıldı. Ağlamasına fırsat vermemek için gıdıkladı yavrusunu. Bebek yine o çok güzel kahkahalarına devam etti.

Onları seyrederken gözü yine lâleye kaydı kadının. Bu sefer biri daha yaklaşıyordu lâleye. Bir çift koca ayak. Hiç acımadan kalktı ayağın biri…

Kadın da ayağa fırladı. Elini uzattı, seslenmek için ağzını açtı ama çok geç kalmıştı. Koca kalın çizmesiyle indi ayak ve lâlenin tam üstüne bastı, eziverdi.

O an kadın yüreğinde büyük bir acı hissetti. İçinde bir volkan patladı sanki, acısı beyninde yankılandı, dayanamadı yere çöktü ve aklına ilk gelen sözler boğazından çıkan acı bir çığlıkla diline gelip duraladı. Sonra yayından boşalan ok gibi dudaklarından fırladı:

“-Canım, sevdiğim!”

Hemen fırladı yerinden. Caddeye doğru hızla birkaç adım attı ve kocasını gördü. Elinde torba ile karşıya geçiyordu.

Kocası tekrar sağa sola baktı. Yol müsaitti. Yürümeye devam etti. Tam karşıya geçmişti ki küçük bir çocuk caddeye fırladı.

İşte o andan itibaren kadın için zaman yavaşladı sanki, hatta durma noktasına geldi! Sesler duyulmaz oldu. Sadece kulaklarında korkunç bir uğultu başladı beynini oyan.

Caddenin ucunda bir araba belirdi, geldi, geldi, geldi… Çocuğa yanaşmaya başladı.

Kocası yavaş yavaş çevirdi başını geriye, çocuğu gördü. Bağırmaya çalıştı. Ama çocuk onu duymadı. Yönünü şaşırmıştı. Kaçacağı yerde arabaya koştu yavaş yavaş.  Sanki ayakları havada yüzüyordu.

Adamın elinden su şişeleri yavaşça kaydı, yavaşça yere düştü, yavaşça parçalandı, sular yavaşça yere çarptı, damlalar önce yavaşça havaya yükseldi, sonra yavaşça yerlere saçıldı, yavaşça kayboldu.

Koşarken yanakları sallandı adamın yavaşça ve çocuğu yakaladı yavaşça, kaldırıma doğru yavaşça fırlattı.

Ama… Ama araba ona yavaşça vurmadı. Olanca hızıyla çarptı.

İşte o an kadın için zaman tekrar hızlandı, sesleri de bütün şiddetiyle duymaya başladı.

Sersemlemiş bir vaziyette, göz çukurlarına dolmaya başlayan yaşlarla o birkaç saniyeyi taş gibi donarak yaşadı elinde olmadan.

Önce çok sert bir fren sesi duydu, neredeyse kâinatı inleten çığlıkları da. Sonra kocasının birkaç metre havaya fırlayıp baş üstü yere vurduğunu.

Çığlık çığlığa koştu, etrafındakileri iterek kocasına yetişti. Evinin direği   bir ayağı bükülmüş, yüz üstü öylece yatıyordu.

Avaz avaz bağırarak çevirdi sırt üstü. Gördükleri onu dehşete kaptırdı. Sevdiğinin ağzından, burnundan kan geliyordu. Alnı parçalanmıştı, saçlarının arasından akmaya başlayan kan yavaş yavaş yeri ıslatmaya başlamıştı.

 Farkında olmadan bağdaş kurup onu kucağına aldı. Göz yaşları içinde seslendi:

“-Allah’ım! Onu bize bağışla! Allah’ım, Allah’ım!”

Adamın göğsüne dayalı yüzünü okşadı. Gözyaşları sevdiğinin kanlı topraklara bürünmüş yanaklarına akıyor, düştüğü yeri yol yol temizliyordu. Çılgınlar gibi konuşmaya devam etti:

“-Canım, ses ver bana, ölmeyeceksin, bizi yalnız bırakmayacaksın değil mi? Konuş benimle, ne olur konuş!”

Gözlerini zorla açtı adam, yavaşça kekeleyerek birkaç kelime konuştu:

“-Boynu… Bükük… Lâlem…Sen …Çocuklar Allah’a … e…ma.. net…Sen…Çocuklar… sana e…ma… net…”

Sonra gözlerini masmavi göğe dikti, birkaç sefer titredi, ardından öylece kalıverdi…

Sonrası korkunç bir kâbus gibiydi. Ambülans, hastane, morg, savcı, polis,  cenaze namazını iki evladı ve duyup gelenlerle eda ediş, yaşama sevincini kara toprağa emanet bırakış…

Akrabaların, eşin dostun taziyeye gelişi…

Sonrası da ağır bir boşluktu onun için. Ne tarafa baksa onu görüyordu.  Ne tarafa gitse yanında hep o vardı. Ama o yoktu işte.

Üç gün durmadan ağladı, ağzından bir lokma ekmek geçmedi.  İnatla hiçbir ilaç almadı, inatla sustu, sadece gözleri hep onu aradı. Sanki kötü bir rüya, manasız bir düştü de bu ağır uykudan onun şakalarıyla uyanacaktı.

Kızı da   oğlu da hiç seslerini çıkarmadan, için için ağlayıp annelerinin yanında vakur bir şekilde durdular.

Ama aradan çok zaman geçmemişti ki kadıncağız hiç beklemediği ve anlamadığı yerden ağır bir darbe daha aldı. Şirketin avukatı geldi. Süslü taziye sözlerinden sonra üç kederli insanın karşısına oturdu üzüntüyle. Açıklaması çok acıydı:

“-Beyefendi size söyledi mi bilmiyorum. Ama borçluları onun ölümünden sonra icra işlemleri başlatacaklarını bildirdiler bana. Altı aydır borçlar durmadan ertelenmiş.”

Kadıncağız birkaç günlük süre istedi. O akşam iki evladı gibi kendisi de çok ama çok şaşkındı.Baş başa verip uzun uzun konuştular. Keder denizinin içinde yüzdüler ve boğulmamak için birbirine tutundular o gece. Sanki yüce dağlar gibi büyük olan acıları dibe vurmuş, onları da boğmak için durmadan aşağıya çekiyordu.

Evlatlarını odalarına gönderdiğinde, gece yarısını çoktan geçmişti. Ellerini başının arasına alıp uzun uzun düşünmeye çalıştı. Ama beyni durmuştu…

O zamana kadar kocası şirket hakkında hiçbir zaman açık bir bilgi vermeye gerek duymamıştı. Son altı aya kadar da her şey çok iyiydi. Sonra ne olmuştu? Bu konuda üçü de hiçbir şey bilmiyorlardı. Borç neydi, alacak var mıydı, eldeki mallar nelerdi, bu borçları karşılar mıydı, yoksa ne var ne yoksa ellerinden gidecek miydi?

O gece sabah ezanını duyana kadar kapkara düşünceler arasında boğuldu. Sonra kalktı yataktan ağlayarak. Ağlayarak abdest aldı, ağlayarak namaz kıldı. Dua etti ağlayarak ve bir yol göstermesini diledi Rabbinden.

Ardından dipsiz bir kuyuya düşer gibi uykuya daldı.  Rüyasında sevgili eşinin ölüm anını tekrar tekrar yaşadı, son sözlerini dinledi. Ama o rüyada sevdiği son sözlerine bir cümle daha ilave ediyordu:

“-Yalnız, boynu bükük lâlem, her şeyi sen yalnız başına yapacaksın, her şeyi sen…”

Birden uyandı. Güneş ışığı gözlerini, yüzünü okşuyordu. İki evladı da kapının önünde durmuş ona bakıyordu.

Hemen kalktı. Yüzünü yıkarken düşündü. Artık kararı vermişti ve çocuklarına söylemeye hazırdı.

Kızının hazırladığı kahvaltı masasına oturdular. Her ikisine de uzun uzun baktı. Sonra kararlı bir şekilde konuştu:

“-Kızım, sen yuvana dön, eşin çok yalnız kaldı. Oğlum, senin de güz dönemin çoktan başladı. İstanbul’a dön. Ben bütün bu meseleleri avukatla hallederim. İkiniz de bana vekalet bırakın. Çok dikkatli olurum. Bilmediğim şeyleri size danışırım. Birlikte karar veririz.”

Kızı itiraz edecek oldu:

 “-Anne, çok yalnız kalacaksın. Tek başına nasıl boğuşacaksın bu kadar insanla?”

“-Telaş etme yavrum, dedi sakin bir şekilde. Bilirsin baban gösterişi, lüksü sevmezdi. Arayacağımız çok şey olmayacak bu sebeple. Yuvanı sensiz bırakma. Yuva dişi kuşun sahiplenmesi ile yürür. Haydi yavrum, kocanı ara. Gelsin, seni alsın. Kardeşini de götürürsünüz. Ben kendimi idare ederim..”

Ertesi gün evlatlarını gönderdi kadın. Öğleden sonra da şirket binasına geçti. Mali müşavir ve avukatla uzun bir görüşme yaptı. Banka kocasının ölümünü bahane ederek yeni şartlar teklif etti.  Ona göre bu şartlar çok ağırdı.

Bir mola verip tekrar tekrar düşündü. Şirket ağır bir çıkmazda idi. Ama iki blok olan çok katlı inşaatın sadece sıvası kalmıştı. Eldeki malzeme ile tamamlanacaktı.  Satılması gereken üç daireye de talip vardı. Şirketin demirbaşında bulunan çok yeni dev gibi makinalar da satılacaktı.

Sonunda borçların tamamının ödenmesine karar verdi. Elde o dairelere ilaveten portakal bahçesini ve içindeki evi de satmaya karar verdi. Oturdukları küçük bahçeli ev ile arabasını bıraktı.

Bir ay sürmedi, dediğini yaptı. Borçların tamamı ödendi.  Elinde kalan para da çocuğunun fakülteyi bitirmesine ve bir yıllık mutfağa yetecek kadardı…

O gün eve geldiğinde yorgunluktan sadece vücudu sızlamıyordu, ruhu da sızlıyordu.  Zorlanarak oturduğu koltukta düşündü, acaba sevdiği kendi yerinde olsa ne yapardı? Cevap bulamadı soruna.

Tekrar tekrar düşündü ense kökü zonklayana, içi geçene kadar. Ama o fısıltıyla birden gözlerini açtı. Kocası yine aynı koltukta oturuyor, kendisine gülümseyip fısıldıyordu:

“-Ben de aynı şeyi yapardım boynu bükük lâlem. Her şeyi çok güzel hallettin. Sakın telaşlanma. Ne yapacaksan hep çok iyi, pek güzel olacak. Yeter ki sen yılma, ye’se kapılma benim kara sevdam. Haydi şimdi kalk, iki güzel kahve yap. Birini benim yerime iç. Sakın yakanı hüzne kaptırma. Sakın yaşamaktan vaz geçme. Sonra torunlarımızı kim sever? Haydi uyan!”

Sıçradı, gözlerini açtı. Hüzünle de olsa günlerden sonra ilk defa gülümsedi. Hemen kalktı.  İki kahve yaptı, yanına iki bardak su ve çikolata koydu. Yavaş yavaş içti. Gülümseyerek çok mutlu geçen evlilik yıllarını düşündü, birlikte attıkları kahkahaları, yıldızlaşan gülümsemelerini, ağladığında başını koyduğu güçlü omuzu, saçlarını okşayan sevgi dolu elleri, şiirleşen o güzel sevda dolu sözlerini.

Tahta masaya damlayan göz yaşlarını fark etmiyor, gülümsüyordu. Birlikte geçirdikleri bayramları, gittikleri düğünlerde karşılıklı zeybek oynayışlarını, müzeleri gezerken ona yavaş yavaş konuşup bilgi verişini, Ramazan aylarında arkasında durup çocuklarda birlikte teravih namazı kılışlarını…

Başını yukarı kaldırdı, göz yaşları içinde fısıldadı:

“-Şükürler olsun Yüce Allah’ım… Bunları bana sevdiğimle yaşattın. Bu mutluluk bundan sonra da yeter bana. Bana artık direnme gücü bahşet Allah’ım, bunlarla yaşama sevinci ver. Evlatlarıma sahip çıkma gücü nasip et.”

Sonraki günlerde hayat kadına çok farklı bir ders daha verdi. Dost bildikleri artık aramaz sormaz olmuştu. Karşılaştıkları da neredeyse selam verip kaçıyorlar, bazı hanım arkadaşları da görmezden geliyordu.

Kendisini çok sevdiğini söyleyen iki komşu hanım da yavaş yavaş ayaklarını azaltmışlar, artık gelmez olmuşlardı.

Hiç isyan etmeden kabul etti bu durumu. Öyle ya sevdiği her şeyi tek başına yapacağını söylememiş miydi? İyi gün dostlarına ne hacet vardı ki? Hayat yolunu artık gönlünde sevgili eşi, tek başına adımlayacaktı.

Yirmi yıldır oturduğu küçük bahçeli evi ona yetiyordu. Beş yıllık arabası ile alışverişini yapmaya başlamış, haftada bir gelen yardımcıya da özür dileyip yol vermişti.

Artık bahar geliyordu. O da yavaş yavaş yalnızlığa daha da alışıyordu. Ama içinden bir şeyler yapmak isteği de giderek artıyordu. Sadece ev işi yapmak onu eğlendirmiyordu. Daha farklı, daha güzel bir şey yapmak, nasıl olabilirdi?

O gün yine kahvesini içiyordu ikinci katın terasında, elleriyle yetiştirdiği çiçeklerinin yanında. Ne de güzel olmuşlardı. Mum çiçeğinden sardunyasına, yaz güzelinden mercan çiçeğine kadar bütün çiçekler coşmuşlardı kışa rağmen. Atlas çiçeği de hep mevsiminde, Temmuz ayında coşardı.

Aşağıya baktı. Küçük bahçede çim vardı. Ama artık iyice bakımsız görünüyordu.  Toprağa gübre atılması, yeniden çim tohumu ekilmesi gerekiyordu. Eski bahçıvana sormuş, fiyat istemişti. Adam dünya bir paradan bahsetmiş, onu kandırmaya kalkmıştı.

“Buna da bir çare bulmam gerekiyor,” diye düşündü. “Ama ben bu masraflı işi niye yapayım ki. Öyle bir şey olmalı ki işime yarasın.”

Birden yerinden doğruldu aklına gelen yeni düşünce ile. Çimden vaz geçecekti. Onun yerine neden sebze ekmeyeydi ki?

Gözünün önüne domatesler, salatalıklar, biberler fasulyeler geldi.

Bir koşu aşağıya indi. Oğlunun odasındaki eski bilgisayarı kaptı. Terasa döndü.  Bir yandan kahvesini içti, bir yandan da organik sebze araştırması yaptı.

Heyecanla çocuklarını aradı. Kızı çok sevindi. Oğlu “fidelerin ilk çapalarını illa ben yapacağım” diye tutturdu. Aylardan sonra ana oğul ilk defa küçük kahkahalar attılar.

O akşam ilk defa hemen uyudu. Sabah ilk defa uyanınca heyecanlandı. Artık yapması gereken bir işi, bir hedefi vardı. Yüz metre karelik bahçede organik sebze yetiştirmek!

İki üç lokmalık acele kahvaltıdan sonra çarşıya indi ve yerli domates tohumu buldu. Sonra biber, sonra fasulye, sonra salatalık, kabak…

Bir de fide yetiştiren dükkân buldu. Adam dedi ki:

“-Bacım, ne edeceksin tohumu. Ben sana patlıcan ile karpuz, kavun fidesi veririm. Telefon et, sor arada bir telaş etme.”

Ardından yana yakıla mor lâle soğanları aradı. Gözleri dolarak, içi yanarak, gönlü bulanarak, yüreği tutuşarak, kalbi ağrıyarak aradı.  Tohum satan dükkânda buldu. Lâle soğanlarını okşayarak seçti, tek tek seçti, sevgiyle, sevdayla, göz yaşlarıyla, büyük bir aşkla seçti…

Sonraki günlerde sırayla tohumları ekti, çimlenmesini seyretti. Büyük bir titizlikle fideye dönüşmelerini gözetledi gün gün, neredeyse saat saat…

Tohumların çimlenmesine, toprağı yarıp her baş kaldırışlarına çocuklar gibi sevindi. Evlatlarına haber verip onları da güldürdü.

Ardından iki işçi tutup bütün bahçeyi belletti, temizletti, gübre döktürdü. Arklar yapıldı. Geriye sadece dikim kaldı.

Artık yalnızlığını unutmuştu. Kimsenin onu aramaması, sorması aklına bile gelmiyordu.

Artık bahar gelmişti. Telefon ettiği fide satan adamdan haber gelince bir koşu fideleri satın aldı.

Ertesi sabah sevinçle kalktı. Fideleri bekletmemeli, toprağına, yuvasına kavuşmalıydı.

Öğlene doğru satın aldığı fidelerin can sularını bile vermişti. Kendini işine öylesine vermişti ki arkasında dikileni fark etmedi.

Aslında arkasındaki orta yaşlı kadın dakikalardır oradaydı. Dudaklarında hin bir gülümseme, yüzünde meraklı bir ifade ile aklınca keyifli bir seyirlik yakalamıştı. Konuşmaya karar verdiğinde sesi alaycı olduğu kadar acımasızdı:

“-Kolay gelsin komşu! Tarıma mı başladın? Domatesleri senden alırız artık!”

Beklemediği bu ses karşısında sıçradı kadın. Sonra elini kalbine koyup doğruldu, şaşkınlıkla konuştu:

“-Hay Allah! Korkuttunuz beni. Hoş geldiniz. Kusuruma bakmayınız, fark edemedim.”

“-Hoş bulduk, dedi diğeri hin hin. Kız, bu ne hal? İşin gücün yok mu bu otlarla uğraşıyorsun?”

“Kız” kelimesi tokat gibi çarptı yüzüne kadının. Birden eskilere gitti. Evine gelmek için can atan bu komşusu zengin günlerinde onunla bir yere gittiği zaman öteki komşulara övünürdü. “Hanım” demeden konuşmazdı. On yaş büyük olduğu halde aşırıya kaçan saygı gösterilerinde bulunurdu. Paraya sıkıştığı günlerde kaç sefer borç almıştı.

Yutkundu. Üst dudağı seyirmeye başladı. Sabırla gülümsemeye çalıştı:

“-Otları, çiçekleri seviyorum. Dinlendiriyor beni.”

Öteki damarına basmaya niyetliydi:

“-Kız, diye sırnaştı. Rahmetlin de ot severdi değil mi? Aman! Ne yoruluyorsun da dinleniyorsun ki? Koca yok, çocuklar da… Keyfine bak kız.”

Derin bir nefes aldı kadın, orta yaşlının yüzüne baktı. Öteki konuşmasını sürdürdü:

“-Söylesene. Bu sebzeleri ne yapacaksın? Dur kız? Yoksa domates alacak paran mı kalmadı? Ay söyle, sırt veririz icabında!”

Birden bütün sabrının sabun köpüğünden yapılma balonlar gibi patlamak üzere olduğunu hissetti. Gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı. Allahtan sabır diledi.

İşte o an çok şaşırdı. Sanki sevdiğinin fısıltısını duydu:

“Sakin ol boynu bükük lâlem. Kalp kırma, sakin ol…”

Gözlerini açtı, bütün siniri geçmişti. Sabır ummanları onundu artık. Gülümsedi:

“-Elbette satmayacağım, sevgili hanımefendi. Telaşlanmayınız. Ölümüme yetecek kadar bir şeyler var elimde. Ama dediğim gibi, güzel işlerle uğraşmayı seviyorum. Bundan güzel keyif olur mu? Yalnızlığıma gelince, hiç yalnız değilim. Öyle büyük bir dostum var ki o bana yetiyor.”

Şaşırdı orta yaşlı kadın, sonra da sinirlendi. Eskiden kalma eziklik duygusunun intikamını almaya kalkmış ama yine ezilmişti. O telaşla son anda hin bir saldırı fırsatını yakaladığını sandı. Hemen değerlendirmeye çalıştı:

“-Dost mu? Ne dostu? Kim o?”

Bu defa ciddileşti kadın:

“- O senin de dostun, dedi. O hepimizin dostu olan Allah.”

Orta yaşlı kadın bu zarif sabra kendisinin sabrının yetmeyeceğini hırsla fark etti.  Ne yaparsa yapsın şu kadına karşı hep yenik kalacaktı. Yüzünü buruşturdu. Hızlı hızlı konuştu.

“-Haydi, haydi, çok vakit harcadım, gideyim ben. Sen de işine bak!”

Ardından güzel terliklerini tıkırdatarak hızla uzaklaştı. Sinsi bir sessizlikle açtığı bahçe kapısını gürültüyle vurarak çıktı, gitti.

Kadın onun ardından düşündü. Nasıl müthiş bir imtihan dünyasındaydılar. Bu imtihanda en büyük düşman yine insanın kendisiydi, nefsiydi ve insan anlık hırsları, nefretleri, bir anda gelişen intikam merakı, uçuşan nefsani duyguları yenmek zorundaydı. Bu vahim saldırıları yenmeli ve onları arkada bırakıp hayat yoluna devam edebilmeliydi ki iyiye, güzele, mutluluğa, mutluluğun sebebine ve bütün sebeplerin esas sahibine ulaşabilsin.

Yollar süslü çakıl taşları görünümünde olan bir sürü yapışkan hata ve günahlarla, kabahatlerle doluydu.

Yollar sıkıntı örtüleri ile örtülmüş sabırlarla, göz yaşartan hüzünlerle, yürek burkan kederlerle, kaldırılamayacağı zannedilen acılarla doluydu.

Ve…. Yine yollar büyük sevdalarla, cam kırıklarıyla dolu aşk hüzünleriyle, sımsıcacık sevgilerle basamak basamak yükseliyor, ilahi aşkın kapısını çalıyordu.

Bütün bunları yaşıyordu insan oğlu, dayanamayacağını sandığı anlar bazen bir sis gibi, bazen deli bir rüzgâr gibi, bazen çılgın fırtınalar gibi, bazen her şeyi ve her hâtırayı yerle bir eden zelzele gibi, bazen benzersiz volkanlar gibi gelip vuruyordu. Ama zaman durmuyordu ki. Savrulan, yerlerde ezilen, paramparça edilen her şey ve elbette insan başka bir hale dönüşerek verilen nefes sayısınca yaşıyordu. Bu acı veya mutlu olarak yaşananlar insanı erdeme ulaştırıyor muydu?

Derin nefes alıp mırıldandı: “Galiba esas sır burada. Benim daha çok okumam lazım. Sevdiğim ne güzel kitaplar verirdi bana. Sonra da kahvelerimizi içerken ne güzel sorular sorar, ne güzel cevaplar verir, ufkumu açardı. Baş ucu kitaplarımı çoğaltmalıyım.”

Aradan geçen günlerde bahar bütün güzelliğiyle kendini gösterdi. Kızı ve damadı ve oğlu ara ara ziyaretine gelip güzel baharı daha da hoş hale getirdi.

Birlikte çapa yaptılar, çiçekleri, fideleri suladılar. Artık gülümsüyor, birbirlerine mutlu şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Kızının da oğlunun da “babam şöyle derdi, babam şunu tavsiye ederdi” diye başladıkları sözler yüzlerde sadece hüzünlü gülümseme meydana getiriyor, ara  ara gözlerde yağmur bulutları oluşturuyordu.

O dehşetli acı, hiç beklenmedik büyük kayıp yerini demlenen büyük bir hasrete bırakmıştı.

Kadın o yazı çok çalışarak geçirdi. Salçasını, konservelerini hazırladı. Fasulyesini, biberlerini, nanesini, reyhanını, kekiğini, biberiyesini kuruttu. Çeşit çeşit çorbaları, türlü türlü reçelleri hazırladı. Turşularını kurdu.  Hatta ev makarnalarını yapıp paketledi. Bunlarla uğraştıkça yeni yöntemler buluyor, onlar da çok güzel oluyor, büyük bir sevinçle kışı rahat geçireceklerini düşünüyordu.

Ama…

Ama yaz sonu ile parası da suyunu çekmeye başladı… Ufukta sanki kara bulutlar vardı da ona sel basmaması için çare aramasını fısıldıyordu yavaş yavaş artan hüzünlü rüzgârlarla.

İçi sıkılmaya, yüreği daralmaya başladı. Bankadan para alsa nasıl ödeyecekti? Bir geliri yoktu ki.

Oğlunun tahsili için ayırdığı paraya dokunamazdı. Sonunda üç güzel halıyı satmaya karar verdi. Ama hazıra dağlar dayanmazdı. Gelir getirecek bir çare bulmalıydı.

Boğulacak gibi olduğu, başının döndüğü bir anda banyoya attı kendini. Yüzüne bol bol su çarpmak istiyordu. Ama kapıyı açar açmaz gözü karardı, sendeledi, dizlerinin üstüne düştü. Kolu hızla kirli sepetine çarptı. 

Sepet sanki biri fırlatmış gibi adeta uçtu, gidip duvara çarptı, parçaları yerlere saçıldı.

Derin nefesler alıp kendine gelmeye çalıştı. O soğuk seramik zeminin üstünde bir müddet dermansız bir şekilde yattı ve düşündü:

“-Hayır! Yenilmek yok ye’se… Rabbim beni bilir, beni korur. Kalk boynu bükük lâle. Utandırma sevdiğini. Haydi gayret.”

İnleyerek kalktı. Parçalanan kirli sepetini topladı. Kaç yıllıktı. Oğlu doğduğunda almıştı. Şimdi yenisini alabilecek miydi?

Düşündü yine elinde olmadan: “Şimdi buna para veremem. Evde ne malzeme varsa bakayım bir. Bunun benzerini yapmaya çalışayım.”

Bir saat sonra kocasının ölümünden beri ilk defa cesaret edip bodruma indi. Onun itina ile yerleştirdiği eşyalara tekrar tekrar baktı.  Sevdiği ne çok şey koymuştu buraya.  Nasıl da düzenlemişti, sıra sıra, neredeyse isim isim.

Tutamadı kendini. Farkında olmadan yere bağdaş kurup hıçkıra hıçkıra ağladı bir müddet. Ardından yavaşça kalktı. Tek tek, adeta okşayarak eşyalara el değdirdi. Kirli çamaşır sepeti yapacağı bir şey yok gibiydi.

Ama o küçük tahta dolabı görünce çok sevindi. Has ceviz ağacından olan bu dolap aslında çok eskimişti. Ama sevdiği atmaya kıyamamıştı. Şimdi de kimi yerleri çatlamış, kimi yerleri küflenmişti.

Oturdu yere, dolabın tam karşısına. Akan göz yaşlarını silerek kendi kendine konuştu:

“-Neden olmasın? Ben şimdi bunu bir zımparalarım, iyice elden geçiririm, bir de cilalarım güzelce. Plastik ayak da taktım mı pekâlâ da olur.”

Küçük dolap ağırdı. Zorlanarak yukarı çıkardığında ter içinde kaldı. Ama geniş banyoya sokmayı da başardı.

Sonrası ona çok kolay geldi. Tam üç gün uğraştı, tozunu toprağını sildi, zımparaladı, raflarının yerini değiştirdi.

Tertemiz bir dolap ortaya çıktı. Ama o da boynu bükük lâleler gibiydi. Sanki durmadan eksiği olduğunu söylüyordu.

Karşısına geçip, her zaman ki gibi iki kahve içti. Durmadan ona baktı. Bu eksik neydi?

Sonra birden gülümsedi. Evet, dolabın bir eksiği vardı. Süsü, evet, süsü eksikti.

Yine indi bodruma bir koşu. Kızının akrilik boyalarını, o incecik fırçalarını aldı. Banyoya taşıdığı küçük sehpanın üstüne dizdi.

Kızı güzel sanatlarda okurken onun ödevlerine çok yardımcı olmuştu. “Elim fırça tutmasını biliyor” diye düşündü sevinçle. “Yapabilirim herhalde.”

Ardından kızını aradı. Büyük bir heyecanla konuştular. Kızı ona telefonla bir sürü Selçuklu deseni gönderdi, hepsi geometrikti.

O geceden başladı kadın. Tam on beş gün uğraştı. Bütün desenleri geometri aletleriyle ölçtü, biçti. Önce kağıtlara çizdi, fotoğraflarını kızına gönderdi. Kızı heyecanla onu teşvik etti.

O on beş günde kalbini koydu ortaya, aşkını, yüreğindeki derin ve engin hasreti koydu, bitmeyen, asla bitmeyecek olan ezeli ve ebedi sevdasını koydu.

Kimi zaman hıçkırıklarla ağlayarak kimi zaman hüzünle gülümseyerek sabahlara kadar çalıştı. Büyük bir coşkuyla, sevgiyle, emekler vererek çalıştı, her şeyi unutarak çalıştı. Sanki yanında sevdiği vardı da tavsiyeler veriyordu, o da dinleyip o incecik fırçalarla dünyanın en güzel eserini yapıyordu. Zarif geometrik desenleri Selçuklu renkleriyle boyadı. Zemini patlıcan moru, beşgenleri Türk mavisi, üçgenleri mercan, dörtgenleri firuze renkleriyle boyadı. Tahrirleri siyaha yakın kahverengi ile çekti. Beyaz bıraktığı yerlere lâleleri, rumileri çizdi.

Sonunda bitti dolap.  Ona gülümsedi sanki ve dedi ki:

“-Ben tamamım artık. Ağır başlı bir güzelliğim var. Artık güzellikte benim bir eşim daha yok.”

Karşısına geçip hüzünle kahvelerini içti. Sonra sardı sarmaladı, zorlanarak arabasına taşıdı. Ona banyoda su değmemesi için plastik ayak alacaktı. Yanında götürmeliydi ki deneyerek yakışanı bulabilsin.

Öğlene kadar gezindi, içine sinen hiçbir şey bulamadı. Sonunda mobilya satan dükkanlara sormaya karar verdi. Neredeyse hepsi lüzumsuz şeyler söyleyip başından savdılar.

Sonunda çok büyük bir dükkânın önünde durdu. Ümitsiz ve cesaretsiz bir şekilde içeri girdi. Mobilyalara baktı. Kendi dolabına benzer hiçbir şey göremedi. Tam çıkacaktı ki yaşlı bir adam ona doğru geldi.  Göz göze geldiler. İhtiyarın bakışlarında önce büyük bir şaşkınlık, sonra ağır bir keder dolaştı birkaç saniye. Yorgun bir sesle sordu:

“-Buyur kızım. Ne istedin?”

Kendisi de yorgundu artık.  Dolabına ayak aradığını söyledi.

“-Görebilir miyim dolabını, dedi adam. Kırık bir dolap var içeride onun ayaklarını vereyim işini görecekse.”

Yaşlı adam arabanın arka koltuğundaki dolabı iki çalışanına getirtti. Kadın örtüleri elleri titreyerek açınca yaşlı adam hayretle baktı. Şaşkınlıkla sordu:

“-Hanım kızım, bunu nereden buldun?”

Sıkıntıyla düşündü kadın: “Eyvah… Bunun için ayağa gerek yok, boşuna para harcama, diyecek!”

Aceleyle ve ümitsizce sordu:

“-Çok mu kötü olmuş? Desenlerde yanlışlık mı yaptım acaba? Ama buna ayak bulmam gerek.”

Yaşlı adamın şaşkınlığı daha da arttı:

“- Bu dolabı… Sen mi boyadın? Şu hikâyeyi anlatır mısın bana?”

Ardından çalışana iki çay getirmesini söyledi. Birlikte çalışma odasına gittiler. Oymalı kakmalı masasına geçti. Onu da karşısındaki süslü koltuğa oturttu.

 Olanı dinleyince kadını sevinçten havalara zıplatacak teklifini yaptı:

“- Hanım kızım. Bu dolabı sat bana. Eğer yapabilirsen yenilerini de yap. Ama eskitilmiş bir görüntü isterim. Ama bu dolabı satarsan.”

Göz yaşlarını tutamadı kadın. İhtiyar adam ondaki sağanağın dinmesini hüzünle bekledi. Konuyu değiştirmek için yavaş yavaş konuştu:

“- Kısmet… Kime niyet, kime kısmet. Bilir misin ki her eşyanın da insanlar gibi ömrü vardır. Bu dolabın ömrü bitmemiş demek ki. Senin maharetli parmaklarını vesile kıldı Yüce Rabbim. Hastalığı tedavi edilen insanlar gibi gülümseyerek hayata döndü.”

Kadın hüzünle düşündü beş on saniye. Sonra tekrar hıçkırıklara boğuldu:

“-Ama bunu satamam ki! Ona benim sevdiğimin elleri değdi…”

Yaşlı adam kederli bir sesle onun sözünü kesti:

“-Bak kızım… Bu sözlerin derin bir hasreti ifade ediyor. Belli ki eşini kaybettin. Ama şu da belli. Parasız kaldın. Sakın yanlış anlama. Bu dolabı gerçekten çok beğendim. Sanat eseri olmuş. Bunu bir tarafa koy. Ama kirli sepetine ayıracak paran olsaydı bu eser de meydana gelmezdi. Ben bunu satın almak istiyorum. Biliyorum ki iyi para edecek. Biraz canını acıtacağım. Ama… Şimdi sor kendine, rahmetli kocan sana ne tavsiye ederdi bu haline uygun olarak?”

Kadın gözlerini yumdu, düşünmek istedi. Ancak gerek kalmadı. Sevdiğinin sesi fısıltı halinde kulaklarına geldi sanki:

“-Boynu bükük lâlem, çocuklarım… Sen… Sana e… manet..”

Ellerinin tersiyle sildi göz yaşlarını. Sevdiği onun parasız kalmasını hiç istemezdi. Sonra oğlunu düşündü. Bu çaresizliği onu da etkileyecekti. İnatlaşıp fakülteyi bırakabilir, durumunu bilirse iş aramaya başlardı.

Kaldırdı başını ve üç beş saniye kararlılıkla yaşlı adamın gözlerine baktı ve sordu:

“-O dediğiniz malzemeleri nereden alacağım?”

Adam ciddi yüz ifadesini hiç değiştirmedi:

“-Onları ben temin edeceğim sana. Altın varak da dahil olmak üzere bütün malzeme benden. Sen sadece bu güzelliği çalış. Bu işi daha da ilerleteceğinden eminim. Şimdi söyle bana. Bu dolaba ne kadar istiyorsun?”

“-Bilmiyorum, dedi kadın şaşkınlıkla. Siz karar verin.”

Adam masasının çekmecesini çekti. Arkadaki raftan aldığı zarfa paralar koydu, kadına uzattı, sordu:

“-İstersen say. Sence uygunsa bu fiyat üzerinden anlaşalım. Yarın malzemeleri adresine göndereyim.”

İç geçirdi kadın:

“-Gerek yok! Demin siz eşyaların da bir ömrü var dediniz. Evet, doğru. Ayrıca onların seyahatleri ve kısmetleri de var demek ki. Bende dolabın kısmeti bitmiş. Hayat yolculuğuna sizde devam edecek bu hale göre, sonra başkasında. Size hayırlar, uğurlar getirsin.”

İlk defa gülümsedi ihtiyar. Ama bu gülümseme pek buruktu:

“-Evet, dedi. Şu imtihan dünyasında her şey seyahat ediyor. Ama bu seyahatin ne kadarı asla dönerek bitiyor? Mesele şu ki insan oğlunun kaçta kaçı aslın ne olduğunu düşünüyor? İlk sebebin sahibinin, şu alemlerin yaratılış gayesinin kaç kişi farkında. Doğanın doğduğu andan itibaren aslına dönüş yolculuğuna başladığının kaç âdem farkında? Ve… Bir çoğumuz ölümün bitiş olduğunu sanıyoruz. Oysa o bir geçiş. Bu dünya bir tohumun toprağa düşünce orada hayata yol bulup kendini büyütmek gayesi var hep. İşte… İşte meyve veren, sonra d kendi sırrını taşıyan tohumlarını yere hediye eden bu koca ağaçlar misali kişinin de kâmil insana dönüşmesi için gereken bir safha hayat dediğimiz hızla geçen rüya… Bu safhada olgunlaşmayı nasip etsin Allah bize.”

Çok şaşırdı kadın bu sözler karşısında. Farkında olmadan sordu:

“-Ama… Ama ben para için sevdiğimin dolabını size sattım. Bunun neresinde kâmil insana, erdemli olmaya gidiş var ki?”

Yaşlı adam gözlerini yumdu bir müddet. Kadın ihtiyara bakınca ondaki tevekkülün, sakinliğin ve yüzündeki kendisi ile barışıklığın neredeyse elle tutulur halini keşfetti ve çok şaşırdı. Sanki sadece olması gereken oluyordu ve olması gereken de o dolabın yapılarak geçimine bir kapının açılmasıydı. Kocasının o dolaba kıymamasının sebebi elbette buydu.

Tam ağzını açıp bu durumu soracaktı ki adam çok yavaş bir sesle tane tane konuştu:

“- Her şeyin bir sebebi, sebebin meydana gelmesi için de vesilesi var. Ama bu keşiflerin yavaş olmalı ki hazmedebilesin. Birden boyamadın bu dolabı. Adım adım gittin. Önce bunu düşün…”

Sonra derin bir nefes aldı. Durdu birkaç saniye. Konuşmakta zorlanıyor gibiydi:

“- Soruna gelince, vaz geçiş, diye devam etti hüzünlü sesle.  Başkaları için sevilen, bazen en sevilen şeylerden vaz geçmek. Nefsin bir adım daha ileri gitmesini engellemek… Bu ne kadar zordur, bilemezsin. Şimdi… Eminim ki çocuk okutuyorsun. Telaşından ve kararsızlığından belli. Boşuna ağlamadın. Sadece rahmetlin için ağlamadın. Geride kalan sen değilsin belli ki. Nefsinin esiri olsaydın rahata kaçar,” ne yapalım kaderimiz böyleymiş” derdin. Oysa sen zor işi seçtin. Gece gündüz demeden çalışacaksın. Bana beğendirmek için çok uğraşacaksın. Niye? Arkandakileri düşünüyorsun. Bu durumda fedakârlık sana düşüyor. Bu ne demektir? Kendini terk etmek demektir. Kolay gelsin sana.“

Sonra sustu. Soğumuş çayından son yudumu içti.

Kadın konuşmanın bittiğini anladı. Beyninde içini kemiren bir soru tekrarlayıp duruyordu. Bu adam niye kendine yardım ediyordu ki?

Adresini yazdırdı adama ve malzemeyi beklediğini söyledi. Tam dükkândan çıkıyordu ki adam seslendi ona:

“-Hanım kızım, dur hele.”

Yanına geldi. Uzun sayılacak bir süre gözlerine baktı ve dedi ki:

“-Şimdi sen “bu adam niye bana yardım ediyor ki” diye kendine sorabilirsin. Allah’ın vesile ettiği kullardan olalım, bu bize yeter. Bir sebep, bir vesile yaratır Yüce Rabbim çaresiz kaldığını sanan kuluna ve o vesile seni de beni de bulur işte böyle.  Kızım dedim sana. Başka bir sebep geçmesin aklından. Ama dikkatli ol. Güvenini tasarruflu kullan. Dünya denen bu yer itimatta cimrilik etmeni farz kılıyor. Bu konuşmayı da kimseye söylemen gerekmez. Haydi şimdi yolun açık olsun.”

Utancından kulaklarına kadar kızaran kadın bir o kadar da rahatladı. Yavaşça çıktı dükkândan.

Eve geldiğinde hâlâ şaşkındı. Yaşlı adamın verdiği zarfı açınca şaşkınlığı yüce dağların şahikalarına çıktı. Beklemediği kadar para vardı.

Göz yaşları arasında şükretti.

Ertesi gün malzemeleri getirdi bir minibüs. İçeriye taşıyıp gitti iki kibar genç. Paketleri açınca yine çok şaşırdı kadın. Sonra da hüzünlü bir gülümseme geçti dudaklarından. Paketlerin birinden bir kirli çamaşır sepeti çıkmıştı ve pek güzeldi. İçine küçük bir not konmuştu ve şöyle yazıyordu:

“-Hayırla kullan hanım kızım. Geçen ay toprağa verdiğim masum kızımın yerine geldin, hoş geldin. Ama sanattan taviz yok, bilesin. Hayat yolculuğun hep hayırlı olsun. Rabbimiz seni hep hayırlara vesile kılsın.”

Bereketli yağmur bulutları gibi geldi yaşları, gözlerini yumdu. Sanki yine sevdası yanındaydı ve fısıldıyordu:

“-Boynu bükük lâlem, yeni imtihanlara hoş geldin…”

Bitiş: 11.09.2018

Saat:03.25

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen