Mor Kitaptan Meseller, Üçüncü Hikâye: Vefa Denen Mücevher – Suzan ÇATALOLUK

Karlı dağların ormanlarla kaplı eteklerinden, dalları nakış nakış işlenmiş oyalar gibi görünen, ışıl ışıl parlayan buz parçacıklarıyla sarılmış meyve ağaçlarıyla dolu ovalardan, mahzun köylerden, bacaları zorlukla tüten küçük kasabalardan, boynu bükük şehirciklerden geçen eski, yorgun tren fakir durağa doğru yaklaşırken düdüğünü öttürüp inleyen sesini ovaya saldı.

Hava o kadar soğuktu ki emekliliğine az zaman kalmış olan umarsız görevlinin kır bıyıkları, kaşları, hatta kirpikleri bile buz tutmuştu. Soluğunu bırakınca nefesi duman gibi havaya yayılıyordu. Elindeki sisli fenerin ölgün ışığı geceye sinen hüzne ağıt yakıyor gibi yavaşça azalıp birden çoğalıyordu.

Sabah başlayan deli tipi ve uğultulu rüzgâr durmuş, yerini sakin bir kar yağışına bırakmıştı.

Gecenin ilerleyen saatinde üç beş yolcunun dışında etrafta kimsecikler yoktu. Zayıflıktan kemik torbasına dönmüş, yaşlı, emektar köpek birkaç eski vagondan oluşan istasyon binasının kapısının hemen önüne yatmış ısınmaya çalışıyordu.

Tren yavaş yavaş, inleyerek dururken boş yataklı vagonlardan birinde çok parlak mavi ışık neredeyse salisenin binde birinde yandı, söndü.

Ve…

Birdenbire kendini o vagonda oturur buldu. Hayretle söylendi:

“-Hey Yüce Rabbim! Yine neredeyim ben?” 

Bir müddet etrafa şaşkın şaşkın baktı. Küçücük bir odaya benziyordu bulunduğu yer ve iki katlı yataklar vardı.

Kendi kendine söylendi:

“- Ne tuhaf şu insanoğlu. Bakalım bu defa neleri öğreneceğim, hangi bilinmezleri.”

Artık bedenine de alışmaya başlamıştı. Pek çok insandan daha uzun boyluydu. Kimi insanlar gibi şişman da değildi. Ama Âdemoğlunun çok garip ve karmaşık olan duygularını henüz tam anlayamamıştı. Neredeyse her şeyi içinden çıkılmaz hale getirmekte pek mahirdiler.

Üstündekilere baktı. Hepsi siyah renkliydi. Çok eski, kışlık uzun paltosu, dizlerine kadar uzanan örselenmiş deri çizmeleri, kalın atkısı ve yer yer tüyleri dökülmüş kürklü kalpağı vardı, elinde de yün eldivenleri.

Ayağa kalktı. Pencereden dışarı baktı. Gecenin karanlığına sanki pırıltılı, bembeyaz bir örtü çekilmişti. Kelebekler gibi uçuşan kar tanelerini görünce şaşırdı. Bu mevsimde kendisi çoktan kış uykusuna yatmış olurdu, hem de yerin altında, sıcacık deliğinde. İçi titredi. Kalbi ürküntüyle doldu. “Ya bir yerlerde donuverirsem,” diye düşündü. Ama hemen kovdu o düşünceyi, zihninden. Şimdilik böyle bir tehlike yoktu.

Yataklardan birine yatmayı düşünüp tam üstteki yatağa karar kılmışken kapı açılıverdi. Önce kocaman bir baş göründü. Ablak yüzü, sivri burnu, seyrek sakalı vardı. Odayı hızla kolaçan eden gözleri onda karar kıldı. Beş on saniye dikkatle baktı. Ardından koca gövdesiyle içeri girdi. Elinde bir çuval vardı. İki ranza arasında durup umursamaz bir ifade ile konuştu:

“-Arkadaş nereye gidiyorsun sen? Son şehre kadar gidecek misin?”

Düşündü hayretle: “Sahi nereye kadar gidecekti? Bu oda bir yerlere mi gidiyordu?” Ardından aklına gelen fikre sımsıkı sarıldı. Bu karda, kışta bu odada son şehre kadar gitmek hiç de kötü bir fikir değildi. Soğuktan, donmaktan korunmuş olurdu. Adama bakıp başını salladı.

“-İyi, iyi, dedi adam duygusuz bir ses tonu ile. Bizimkine de göz kulak olursan iyi olur.”

Geri döndü, eliyle işaret edip koridora doğru çekildi. Az sonra iki genç kız koltuk altlarına girerek taşıdıkları baygın kadını sürükleyerek içeri soktular. Kapıya en yakın yatağa boş bir çuval gibi bıraktılar.

Ablak yüzlü adam onlara çıkıştı:

“- Ne aptalsınız be! Düzeltin şunu! Doğru dürüst yatırın!”

Kızın biri baygın kadının kollarından, diğeri ayaklarından tuttu.  Düz sopa niyetine onu güya düzelttiler. Önü açılan eski mi eski mantosunu çekiştirip kapattılar.  Hiç beklemeyip hemen çıkıp gittiler.

Çok iş yapmış da yorulmuş gibi derin bir nefes alan adam ona döndü. Büyük bir yükten kurtulmuş gibi ellerini birbirine sürüp konuştu:

“- Bana bak hemşerim, bu kadın benim hanımdı. Şimdi babasının evine gönderiyorum. Çok hasta. Öldü, ölecek. Anlayacağın yarı canda…”

Kadına baktı birkaç saniye. Başını iki yana sallayıp yanaklarını şişirdi. Sustu bir müddet. Sonra pufladı:

“-Çok çürük çıktı çok. Üç çocuk doğurdu, işi bitti.”

Yine sustu. Yere baktı uzunca bir süre.  Konuştuğunda sözleri çok acımasızdı:

“- Madem son şehre kadar gidiyorsun. Gel seninle anlaşalım.”

Adamın yüzüne dikkatle bakınca tuhaf bir duyguya kapıldı. O güne kadar yaşamadığı bu duygu içini oydu adeta. Onun gözlerine bakmaktan yoruldu. Sıkılıp başını yere eğdi.

“- Garip, fakir bir adama benziyorsun, dedi adam. Şuna mukayyet ol. Buna karşılık ben de seni memnun ederim. İçim rahat olur. Gerçi içimin huzursuz olacağı bir şey de yok ya. Neyse…”

Sustuğunu görünce üsteledi adam:

“-Ne dersin? Olur mu dostum?”

Kadına baktı. Gençti, uzun boyluydu. Başörtüsünün altından bir tutam sarı buklesi çıkmıştı. Bu defa daha farklı bir duyguya kapıldı. Birileri yüreğini bin bir taşın üstüne koyup bin bir bıçakla doğradılar sanki. Hissettiklerini anlayamadı. Bu duygudan kaçmak isteyip alelacele sordu:

“-Ben ne yapacağım ki?”

“-Arada sırada kendine gelirse su ister. İçiriverirsin. Ölürse de kimseye belli etme. Son şehre kadar yanında kal. Kardeşi karşılamaya gelecek. Ona teslim edersin.”

Şaşkınlıkla cevap verdi:

“-Ölürse mi? Ölürse öyle mi? Siz her öleni kardeşine mi teslim edersiniz?”

Adam sinirlendi:

“-Evet, ölürse!  Arkadaş! Senden insanlık namına bir yardım istedik. Tren hareket etmek üzere… Yardım edecek misin, yoksa başka birini bulayım mı?”

Tekrar kadına baktı, sonra da adama. Sanki kocaman bir avuç yüreğini eziverdi. Konuşamadı. Sadece başını salladı.

Adam cebinden çıkardığı keseyi onun avucuna bırakırken trenin tiz sesli düdüğü duyuldu.

“-Allah kolaylık versin, dedi adam. Paramın hakkını ver. Şu aptala sahip ol.”

Elindeki çuvalı onun ayaklarının dibine bıraktı. Konuşmasına umursamaz bir hava ile omuzlarını sallayarak devam etti:

“-Şunun içinde birkaç şişe su ve yiyecek var. Gereğini yaparsın artık.”

Başka da bir şey demedi. Çıktı gitti.

Az sonra trenin düdüğü tekrar ovaya seslendi. Düdük sesi değil de acı bir çığlık, gecenin ayazında üşümüş karlara çektiği ıstırabı anlatan ölümcül hastaların sesi gibiydi.

Önce ayaklarının altında bir titreme, ardından hareket hissetti. Gidip pencereden dışarı baktı. Tahmin ettiği gibi oda yürüyordu! Ardından kapıya yöneldi, dışarı çıktı. Upuzun bir koridoru ve ona açılan kapıların bulunduğu bir sürü oda gördü, peş peşe gidiyorlardı. “Ne tuhaf şu insanoğlu,” diye düşündü. “Rahatına ne kadar da düşkün… Neler, neler bulmuş kendini yormamak için.”

Dikkatle etrafa baktı. Çok ileride bir adam camdan dışarı bakıyordu. İki kadın da hızla uzaklaşıyordu. Çok az insan olması iyiydi. “Ne kadar çok insan, o kadar çok tehlike,” dedi kendi kendine. “Kandırılmamak için çok dikkatli olmalıyım.”

Tekrar içeri girdi. Kadının yattığı yatağın karşısına uzandı. İnsanlar gibi uyumaya daha alışamamıştı. Gözlerini kapattı.

Ama kapatmasıyla açması bir oldu. İnilti ve fısıltılar bir aradaydı:

“-Ah… Ah Ağabey… Su… Yanıyorum…”

Fırladı yerinden. Istırapla inleyen kadına baktı. Masmavi, iri gözleri, kahverengi uzun kaşları ve kirpikleri, küçücük burnu ve gonca güller gibi ağzı vardı. Solgun, iyice zayıflamış yüzü çok güzeldi.

Şaşırdı, çok şaşırdı. Yavaşça başını ona yanaştırdı. Kadın dalgın gözlerle ona baktı. Yüzünü acıyla buruşturdu. Zorlukla konuştu:

“-Ağabey, sen misin? Ne zaman geldin? Hani gelemeyecektin? Ama geldin, geldin işte.”

Gözleri ışıl ışıl parladı ve o parıltılar yavaşça yanaklarından aşağı akmaya başladı.

“-Hoş geldin Ağabey… Hoş geldin… Beni bırakmadın, bırakmadın beni… Su… Ağabey, yanıyorum, su…  Bir yudum su…”

Kayalar, koca koca taşlar göğsüne çarptı sanki. Nefesi kesildi.  Acı içinde ayağa fırladı. Dışarı kaçmak istedi. Ama kadının iniltisi onu durdurdu.

Hemen zorla nefes alan kadının başını yavaşça kaldırdı. Diğer yataklardan aldığı yastıkları arkasına yerleştirdi. Ardından adamın bıraktığı çuvala saldırdı. Deli hızıyla iplerini çözdü. Su kabını kaptı, bardağa boşalttı.

Kadın acının adeta bedenleştiği bakışlarla onu takip ediyordu. Suyu görünce gayretlenip kalkmak istedi. Ama yapamadı. Başını kaldıramadı, inledi.

Bardağı ağzına dayayıp birkaç yudum içirdi. Daha fazla yudumlayamadı kadın. Ona derin derin baktı ve sayıkladı:

“-Ağabey… Bağda mıyız? Şu yeşil yeşil dallar da ne güzel çiçek açmış. Bak, senin bana aldığın pembe elbiseyi giydim. Ama etekleri yırtıldı Ağabey. Fark edemedim. Affet beni.”

Hıçkırdı sonra, gözyaşları şakaklarından akmaya, boncuklaşan terlerine karışmaya başladı. Başını zorlukla sağa sola salladı. Fısıltısı sanki bilinmezlerden gelen bir sesti de yankılanıyordu:

“-Ben onu çok sevdim Ağabey ne çok, ne çok. Bildin mi böyle sevdayı? Sen hep karşı çıktın… Ah, bilemezsin! İçim yanıyor, içim deliniyor, içimde deli yangınlar var Ağabey…”

Sonra o mavi gözleri birden kapandı.

Onun gözleri kapanırken kara arzın kara bağrında, bilinmeyen bir yerde, tepeleri karlarla, etekleri yemyeşil ormanlarla kaplı dağlarda o mavi ışık salisenin binde biri kadar kısa bir anda yandı, söndü.

Ulu bir ağaca sarılmış bir şekilde buldu kendini. Sımsıkı yumduğu gözlerini birden açtı ve büyük bir şaşkınlıkla tısladı:

“-Yine neredeyim ben? Hangi garip maceranın içindeyim?”

Etrafına baktı. Ulu bir çınarın tepesine yakın olan dallardan birindeydi. Etrafa bakmak istedi ama kuyruğunda hissettiği şiddetli acı ile bu istek başlamadan bitti. Ardından incecik bir ses duydu:

“-Ey duygusuz, acımasız yılan! Git buradan! Benim yavrularımdan başka yiyecek yok mu şu ormanda?”

Sese dönüp baktığında karşısında küçücük bir kuş gördü. Rengârenkti. Güneş ışığını tüylerinde altın gibi parlayarak yansıtıyor, ışın taneleri onun ufacık vücudunda adeta raks ediyordu.  Upuzun incecik gagası vardı. Öyle hızlı kanat çırpıyordu ki o zarif, o incecik kanatları görünmüyor, yerinde çok renkli bir sis perdesi uzayıp kısalıyordu.

Kuş uzun gagasıyla bir daha saldırdı ona ve dedi ki:

“-Buraya bakasın a yılan! Bu kuşçuk canıma bakıp beni hafife alma. Biraz sonra bütün dostlarım gelecek buraya. Seni gagalayıp bu ulu çınardan def edeceğiz. Ölmeden git buradan!”

Şaşkın şaşkın tısladı:

“-Behey akılsız kuş! Ne yavrusu ne yemesi! Şaşırdın mı sen? Buraya nasıl geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Git başımdan, beni rahat bırak.”

“- Vay, vay, vay! Yalan söylemeyi de öğrenmişsin, dedi küçük kuş hayretle. Senin deliğin insanlara çok mu yakın? Sana kim inanır ki? Kıvrana büküle tırmanmışsın ağaca, yuvamın ta dibine gelmişsin, nasıl geldiğini bilmiyorsun, öyle mi?”

Acıyan kuyruğuna, ağaca sarılı uzun vücuduna bakınca yine hayıflandı:

“-Ah! Ah! Dilim tutulsaydı da o anlaşmayı kabul etmeseydim. Şu küçücük kuş gagasıyla yaralanmak da varmış kaderde. Ey anlayışı kıt kuş! Çekil git, benim sana fenalığım dokunmaz.”

Kuş şüpheyle cıvıldadı:

“-Kesinlikle eminim ki sen insanların yanında yaşadın! Sirk diye bir yere hayvanları kapatıp canlarını yakıyorlar, onlara kendi lisanlarını, huylarını öğretiyorlarmış. Yoksa öyle bir yerden mi kaçtın?”

Aşağıya baktı.  Ne kadar yüksekte olduğunu görünce başı döndü, korktu. Besbelliydi ki bu küçük kuş da canını yakmaya devam edecekti. Şimdi ne yapacaktı? “Allah’ım, dedi kendi kendine, bana bir yol göster.”

Düşündü hemen. Bu kuşla uzlaşmalıydı. Tıslayarak konuştu:

“-Ey güzeller güzeli kuş! Dinle beni. Gel, seninle dost olalım. Sen beni gagalama, ben de sana zarar vermeyeyim. Sana söz veriyorum. Bu ağaçtan inmeye çalışacağım.”

Burnunun dibinden yıldırım hızıyla uçtu kuş. Yakın dallardan birine kondu. Pırıl pırıl parlayan altın tüylerini titretti. Havaya saçılan ışın taneleri gözlerini kamaştırdı.

“-Seninle dost olmak mı, diye cıvıldadı. Kuş ve yılan dost olacak, öyle mi?”

Kuşun güneş ışığıyla bin bir renge dönen kanatlarına hayranlıkla baktı. Kendi dünyasında böyle renkler görmemişti, böyle kuş da.

“-Söyle bana ey kuşçuk, dedi. Ne güzel renklerin var. Adın ne senin? Bu renkler cennetten mi geldi?”

Kuş uçup biraz daha uzaktaki dala kondu:

“-Esrüdün mü sen? Garip garip konuşursun, diye cevapladı soruyu.  En çok avladığın kuşu tanımadın öyle mi? Ben arı kuşuyum. Yüce Rabbim beni böyle renkli yaratmış.  İyilik renklerle bilinseydi sen de çok iyi olurdun. Sendeki renkler de pek güzel. Ama bu iltifat tuzağına artık düşmüyorum ben. Aklınca beni lafa tutacaksın, değil mi?”

“-Öyle bir niyetim yok sevgili kuş, zor durumdayım. Buraya nasıl tırmandığımı da aşağıya nasıl ineceğimi de bilmiyorum. Gel, şu dostluk teklifimi kabul et, sen de rahat et, ben edeyim. Beni gagalayıp durma. Canım yanıyor.”

“-İnsan olsam sana kahkahalarla gülerdim diye konuştu kuş hal diliyle. Dostluk kim, sen kim! Dostluk öyle kolay kurulmaz. Kolay da yıkılmamalı. Dostluk öyle bir saraydır ki oraya sadece ve sadece ihlas, sevgi, güven, vefa, sadakat, hikmet girer. Hepsi dostlukta iç içedir. Dost dediğin arkandaysa ardına şüpheyle bakmamalısın. Önündeyse önüne geçmemelisin. Yanındaysa sağından, solundan emin olmalısın. Dostun ellerine kendini bıraktığın zaman tilki uykuları çok uzakta olmalı, mutluluk rüyaları görmelisin. Senin ellerin yok ki? Hem kendi hayatını düşünsene! Kendi cinsini de yiyen bir canavarsın sen. Sen nefsine yenik düşmüş, keyfine pek düşkün olan azgın insanlar gibisin.”

İstemeden kendi hayatını düşündü: Şu küçücük kuş ne kadar da haklıydı. Hatıralarına daldı bir an. Kimilerinden çok utandı.

Kuş onun bu dalgınlığından faydalandı. Yıldırım hızıyla geldi, küçücük gagasıyla boynuna bir darbe daha indirdi. Aynı hızla dala kondu, cıvıldadı:

“-Haydi git buradan. Yavrularımı yedirtmem sana!”

Acıyla kıvranınca vücudu az daha ağaçtan kurtulacak, yere düşecekti. Zor bela tekrar ağaca sarılıp inleyerek yalvardı:

“-Ey merhametli, güzel kuş! Yapma, dur! Bak, kanım akıyor.  Gel dost olalım. Yalvarıyorum sana. Haklısın, çok haklısın. Ama bana bir kerecik güven, ne olur!”

Kuş havada daireler çizip, ışıl ışıl parlayarak uçup daha yakın bir dala kondu:

“-Ey garip yılan dedi. Sen güvenden nasıl söz edersin ki? Güven dostluk sarayının altın kapısıdır ki anahtarı gönül ehlindedir. Ey yılan, sen gönül ehli misin?”

Tam o sırada trenin inleyen ezgisi karlı dağ yamacına yayıldı, küçük bir çığ yuvarlana yuvarlana geldi, rayların üstüne düştü. Birkaç vagonun camları bembeyaz karlarla doldu. Ama trenin acımasız tekerleri hüzünlü ayrılık ağıtları çığırarak onları ezip geçti.

Ve…

Kadın yavaşça gözlerini açıp karşısında durana baktı, fısıldadı:

“-Ağabey… Sana anlatacağım ne çok şey var. Ama önce sevdamı anlatmalıyım. Anlatmalıyım ki beni affedesin.”

Yavaşça yüzünü ona çevirdi ve hıçkırıklara boğuldu. Kekeleyerek o yaz akşamını anlattı: Kocası olacak adam yüreği yanık sevdalar vadederek ne güzel sözlerle kandırmıştı onu. Bir yaz gecesinde, mehtabın gümüş ayna gibi gökte durduğu, yıldızların sessizce zikre daldığı, uzakta bülbüllerin demiyle hüthütün ilahilerinin birbirine karıştığı, hafif esen rüzgârın dallara nağmeler söylettiği o gecede umutsuz aşklarına kırmızı saçlı adam yeni kapılar açmıştı:

“-Kaçalım. Madem baban beni sana lâyık bulmuyor, biz de aşkımızı görücü göndeririz.”

Gözüne dünyanın en yakışıklı delikanlısı gibi görünen o kırmızı saçlı adam kaç mehtaplı gecede ona kanlılar gibi yalvarmıştı. Sonunda olan olmuş, hem de bir öğle vakti, babası kendisinden yemek beklerken nakışlı bohçasına koyduğu üç beş çeyiziyle anızları aşmış, erik ağaçlarının arasından bademli yola geçmiş, yüreği deli gibi çarparak olanca gücüyle koşmuş, sevdiği adama kaçmıştı.

Kadın yavaş yavaş, kesik kesik cümlelerle, neredeyse hıçkırıklarını duyacağı kelimelerle, hece hece nakışladığı sevdasını o incecik, güzel sesiyle anlatırken aşkının en zarif ispatı olan gözyaşları küçük pınarlar gibi şakaklarından aşağı süzülüyordu.

Ne yapacağını bilemeden öylece duruyor, bütün gücüyle kadını anlamaya çalışıyordu. O an bildiği, hissettiği şey yılan yüreğine ne çok yabancıydı. Ama o yabancı duyguyu okyanuslar kadar derin, gökler kadar engin olarak yaşadığı da şaşırtıcı bir gerçekti. Sürünerek yaşadığı hayatına yabancı olan o duygu çektiği acıydı. Ucu sonsuza uzanan bir bıçak durmadan kalbine giriyor, bitemiyordu.

“-Ben, diye fısıldadı kadın. Ben öylesine bir aşk deryasındaydım ki, “ömrünü bana ver” dese hemen verirdim. Dahası var mı? Akşam eve geldiğinde dünyalar benim olurdu. Gözlerime baktığında içim erirdi. Bir yol olsa da derdim, onun gözlerinde yaşasam. Sadece gözlerinde. Hep beni görsün. Başkaları olmasın.”

Derin bir nefes aldı kadın. Bir müddet sustu. Öylece tavana baktı.

“Eyvah” dedi içinden. “ Ölüyor mu?” Telaşlandı.  Ama kadın başını ona çevirdi. Yüzü acıdan kaskatıydı. Hüzünle fısıldadı:

“-Ama oldu… Başkalarına da bana söylediklerini söylemiş. Üstelik evlenmişken, babam bizi affetmişken… Tam mutlu oldum artık, diyecekken. Böylece ben, sevda denizinde boğulan ben, kendini ona feda eden ben meğer bir yalan dünyanın içindeymişim…”

suzan121220

 

Kadının bu sözleri nedense onu çok sinirlendirdi. İnsanı sokmayı hiç düşünmemişti şimdiye kadar. Ama şu an o adamı görse bütün hışmıyla saldırır, onu şah damarından sokar, bütün zehrini de akıtırdı. Bu hırsına çok şaşırdı ve bunaldı. Ayağa kalktı, kendini dışarı atmak istedi.

Ama… Ama kadının küçük çığlığı onu yerine oturttu:

“-Ağabey! Nereye? Yoksa beni affetmeyecek misin?”

Çılgın rüzgârda bir o tarafa bir bu tarafa savrulan, dalından koparılmış yemyeşil yapraklar gibi hissetti kendini. İlk defa konuştu:

“-Anlat kardeşim, anlat derdini… Seni çoktan affettim. Dök içini.”

Söylediği sözlere çok şaşırdı. Birinin acısını hissetmek, merhamet, affetmek, yardım etmek… Bütün bunlar o zamana kadar kendi hayatında yaşamadıklarıydı. Ama hepsini şimdi yaşıyordu.

Kadının mavi gözleri onun yüzünde gezindi, sonra gözlerinde durdu. Acıyla yüzünü buruşturdu. Kesik kesik konuşmaya devam etti.

“-Kalbimdeki o derin sevgi ilk yavrumu kucağıma aldığımda daha da çoğaldı. Onun gülücükleri bana dünyayı unutturuyordu. Her şeyi unutuyordum. Kulağıma gelen söylentileri, kaynanamın ağır laflarını, fesat görümcelerimi… Ne kadar kötü şey varsa hayatımda, onu kucağıma aldığım zaman yok oluyordu.”

Derin bir nefes aldı, bir daha, bir daha… Tekrar konuşmak istedi. Ama gücü yetmedi. Şiddetli ve devamlı bir öksürük onu yine nefessiz bıraktı.  Su bardağını işaret etti.

Hemen yerinden fırlayıp su bardağını kadının kederli dudaklarına götürdü. Kadın yine birkaç yudum aldı. Gerisini içemedi. Gözlerini yumdu. Nefesleri sıklaştı.

Büyük bir telaşla kadının hemen öleceğini düşündü. Farkında olmadan konuştu:

“-Kardeşim, yorma kendini. Azıcık dinlen. Vakit var nasıl olsa.”

Ama birden gözlerini açtı kadın. Kekeledi:

“-Ah… Ah… Vakit yok… Yok. Ko… Konuşmam lazım. Dinle beni.”

Sıkıntısını atmak için ayağa kalktı. Pencereden dışarı baktı. Tren geniş bir ırmağın kenarında yavaş yavaş gidiyordu.  Kar yağışı durmuş, bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde soğuğa inat, insana sıcacık sevgileri düşündüren muhteşem bir mehtap vardı. Uzaklarda göğe doğru yükselen söğüt ağaçları zikreden dervişler gibi görünüyordu. Bu güzel manzara derin, durgun, sessiz akan ırmağa yansıyor, masalsı bir güzellik trenle birlikte yol alıyordu.

İnleyerek yalvaran kadının artık mırıltı haline dönüşen sesi yavaş yavaş sönmekte olan mum gibiydi:

“-Ağabey, otur karşıma.  Dinle beni, ne olur. Bak, sonra neler neler oldu… Sonra iki çocuğum daha oldu. Tuhaf bir şekilde hayatı bir gün bitecek olan bir dehliz gibi görüyordum. Sonu belli idi. Evliliğim de bir dehlizdi. Durmadan sağımdan, solumdan gölgeler geçiyordu. O gölgelerden bir kısmı ilk görüşte sahici gibiydi. Ama sonra hayal olup kayboluyorlardı. Sevgileri de hayaldi, sevdaları da yalandı, yoktu… Ama benim sevdam yakıcı bir gerçekti. Eşime duyduğum sevdam, çocuklarıma duyduğum o anlatılmaz sevgim beni cayır cayır yakıyordu. “

Gözleri daldı, bakışları onu geçti, ranzanın köşesindeki küçücük ışıltıya takıldı kaldı bir müddet. Gülümsüyordu. Fısıldadı:

“-Büyük oğlum ağırbaşlı bir sarışın, ela gözleri var. Ortancam haşarı, kumral. Küçüğüm, ah küçüğüm, memede daha.”

Ve… Dayanamadı, hıçkırdı bir müddet.

Kadının terli alnına yapışmış sarışın bukleleri de ağlıyordu ya da ona öyle geldi. Dalarak seyretti onu. Birden dudaklarında tuzlu bir yaşlık hissetti. Farkında olmadan elini yüzüne götürdü. Yüzü de yaştı. Büyük bir şaşkınlıkla fark etti ki kendisi de ağlıyordu.

Dehşetle düşündü: Ama onun yüreği yılan yüreği idi. Kendi kendine sordu: “Yüce Rabbim, bu ne hal? Bütün bu hissettiklerimden sonra nasıl yaşarım ben?”

İçten bir “ah!” sesi ile kendine geldi.

“-Sonra neler neler oldu Ağabey, dedi kadın. Aslında çok şey olmadı. Olması gereken oldu. Beni çok sevdiğini söyleyen adam benden uzaklaştı, başkalarına yar oldu. Ben artık evde azat kabul etmez bir köleydim. Kim ne iş istiyorsa yapıyordum. İçimde bir şeyler ölüyor, bir şeyler de doğuyordu. Ne olduğunu anlayamıyordum.”

Gözleri yavaşça kapandı kadının ve nefesi de hafifledi. Onu öyle görünce yine büyük bir telaşla öldüğünü düşündü. Ama inceden inceye devam eden muntazam nefeslerini duyunca yorgunluktan uyuduğunu anladı.

İşte tam da o anda, kara arzın kara bağrının başka köşesinde ulu ağaca dolanmış vücuduyla inleyerek dedi ki:

“- Ey benim güzeller güzeli küçük dostum! Dur! Sakin ol! Anlaşılan senden de ders alacağım. Yoruldum. Sözü uzatma da sen söyle, İnsanoğlu için gönül ehli nedir?”

Altın pırıltılarıyla onun etrafında bir daire çizen kuş en yakın dala konup ona tereddütle baktı:

“-Ey acayip yılan, iyice insanlaşmışsın sen!  Sen istedin, ben de söyleyeyim: Hikmeti hiç düşünmeden yaşayan Âdemoğlu gibisin, diye cevap verdi. Sen bilmez misin ki Yüce Rabbimiz en çok seven olduğuna göre yarattığı zerreden kâinatlara kadar her şeyi sevgi ile halk etmiştir. İşte bu sırra erenler, bu hakikati yaşayanlar gönül ehlidir, deryadildir. Gönül ehli hem kendi gönlüne hem de bütün evrenlere aşk ile emek verendir, canlı ya da cansız zannettiğin, ama her daim zikirde olan dağı taşı, kurdu, kuşu Allah aşkı ile Allah için seven, saygı gösterendir. Zira her şey ama her şey O’nu söyler, O’nun ile olmak ister, bütün yollar O’nun için vardır.”

Şaşırdı, hem de ne çok! Serçe parmağı kadar küçücük kuş onu hem gagalayıp yaralıyor hem de çok derin manaları olan sözlerle ders veriyordu.

Daha evvel de ufacık mavi çiçekten buna benzer dersler almıştı. Büyük bir merakla sordu:

“- Söyle bana altından da değerli arı kuşu, nasıl olacak bu dediklerin?”

“-Ahde vefa ile,” dedi arı kuşu.

“Vefa mı? Vefa öyle mi,” diye hayretle hayatını düşündü.  Hayatından geçen ve etrafında bulunanlar tek tek gözünün önünden geçti. Hüzünle yüzünü buruşturmak istedi. Ama yapamadı. Sadece çatallı dilini dışarı çıkarabildi. Sıkıntıyla sordu:

“-Ahde vefa mı?”

Altın telli, rengârenk arı kuşu cıvıldadı:

“-Evet, vefa!  İnsanoğlunun Bezm-i elest’te Yüce Rabbe verdiği söze vefa. O söze ne kadar bağlıysa o kadar o kadar vefalıdır insanoğlu! Vefa, yani sevgide, saygıda bağlılık, verdiği sözü yerine getirmede bağlılık.”

İçi daraldı düşününce. Söz verip de yerine getirmediği neler, neler vardı!  “Ya kendime verdiğim sözler,” diye düşündü. “Ya Allah adına yemin edip verdiğim sözler? Hani bendeki bana vefa?”

“- Of ki ne of! Ey kuşların bilgesi, diye inledi. Az da olsa hata yapmaz mı insan? Hemen vefasızlıkla suçlanmak da neyin nesi?”

“-Vefada hata olmaz, olamaz, diye cevap verdi kuş. Vefada hata yaparsan güven denen altın zincirin en kıymetli halkasını koparmış olursun. O altın zincir ki her halkasında ehl-i dilin gönül defterinden sırlarla dolu yapraklar vardır. Okudukça Hakka giden ilahi yolda bir nikap daha açılmış, bir perde daha aralanmış olur.”

Yine hayatında hiç duymadığı sözleri dinliyor, şu küçük kuş yine hakikat âleminin sırlı pencerelerinin esrarlı perdelerini hafifçe aralıyordu.

Heyecanla sordu:

“-Haydi de bana, ey arı kuşu!  Gözümün nuru ol, aydınlat dünyamı. Perde ne demek, sır ne demek? Bütün bunların hakikatini göster bana. Altın zincirin halkalarındaki yapraklarda ne var?”

Kuş cıvıldadı yine:

“-Ah! bilsen neler, neler var!  Bak, gör ki neler var, duy ki neler söyler, Hisset ki ne güzellikler ne sevdalar var!”

Çok uzaklardan bir kartalın tiz çığlığı duyuldu. Yemyeşil yaprakları titreten rüzgâr kuşun tüylerini, onun çatallı dilini okşayıp geçti. Ulu ağaçların arasından kaçıveren bir demet ışın onun yanar döner pullarında yansıdı.

İşte tam o an tren hüzünlü avazını salarak süratle tünele girdi. Kısa bir müddet zifiri karanlık sinsi bir düşman gibi her tarafı sarıverdi.

Kadın bu karanlıkta tuhaf bir aydınlık buldu sanki. Yavaşça gözlerini açtı, fısıldadı:

“-Ağabey?”

Gözyaşlarını elini tersiyle silip cevap verdi ona:

“-Korkma, buradayım kardeşim, yanı başındayım. Tren tünele girdi. Çıkacağız birazdan. Bak ışık göründü bile.”

“-Ah Ağabey, diye inledi kadın. Ama ben… Ben hâlâ şu dünya denen tüneldeyim. Yoruldum, çok yoruldum. Ama bitiyor artık…”

İnsan neden bu kadar yorulurdu ki? İçi acıyla doldu yine. Hüzünle sordu:

“-Niye? Ne oldu, anlat bana.”

”-Rabbime şükürler olsun… Çile zannettiğim şeyler aslında nimetmiş. Bak, dinle. Çok sıcak bir yaz günü inekleri sağmış, iki koca bakraç ile ahırdan dönüyordum. Yorgunluktan ölecek haldeydim. Ayağım taşa takıldı, sendeledim. Bakracın birinden birkaç avuç süt döküldü, yerdeki çukura doldu.  Takatim kalmamıştı. Azıcık dinlenmek için koca taşın üstüne oturdum… Ah… Gözlerim kapanmış. Derken ayağıma bir şeyin süründüğünü hissettim. Gözlerimi açınca korkudan dondum kaldım. Bir yeşil çayır yılanı ayağımın üstünden geçiyordu. Hiç kıpırdamadan bekledim. Biraz sonra korkum büyük bir hayrete dönüştü.”

Kendisi de dondu, kaldı. Hayretle düşündü: “Yılan… Benim cinsim. Şimdi bana yabancılaşıyor. Ama anlattığı benim. Yüce Rabbim, nasıl bir ders bu?”

Kadın susup derin derin nefesler alıp zorlanarak konuşmasına devam etti:

“-Yılan yavaşça o çukura yaklaştı. Sütü bitirene kadar içti… Ardından kafasını bana doğru çevirdi. Sanki bana bakar gibiydi, sanki teşekkür ediyordu. Sonra başını göğe çevirip birkaç sefer salladı. Benim için dua eder gibiydi. Ya da bana öyle geldi. İçimi büyük bir coşku kapladı.  O günden sonra hep baktım, görmek, gördüğümün arkasındakini sezmek için. Neler görmedim ki… Neler neler sezmedim ki. Rüyalarım değişti, ben değiştim, ruhum sakinledi, sanki enginlerde, göklerin en derininde çok hafif bulutlar gibi uçuyor, çok yükseklerden dünyayı seyrediyordum. İnsanoğlu ne manasız şeyler için birbirine fenalık ediyor, şu muhteşem kâinatı, onun ardındaki güzellikleri göremiyordu…”

Susmak zorunda kaldı yine kadın.  Üç beş dakika gözlerini yumarken onu kederle seyretti.  Ne zordu insan olmak, ne zordu nefsini yenmek, ne zordu fedakârlık etmek. Ne zordu insan dünyasında vefa ile yaşamak.

Başını sağa sola salladı kadın. Sarı buklesi yine terli alnına düştü. Güzel yüzünü buruşturdu. Derin bir iç çekti ve fısıldadı:

“- Sonra bir gün kaynatamın ahbabı geldi. Pir nur bir ihtiyardı. Sırtımda kocaman ot çuvalı, ahıra gidiyordum. Beni iki büklüm görünce seslendi. “Behey gelin, ne çok yorarsın kendini.” Parmağımla göğü işaret edip “kader” dedim. Adam “kaderin Sahibi,” dedi. “O Sahibe güven, vefalı ol. Boş gitme” O günlerde öğrendiğim, sonra dilimde hiç düşürmediğim sözleri söyleyiverdim: “ Tevekkeltü Tealallah.” Adam gülümsedi, yanına gitmemi istedi. Çuvalı attım sırtımdan yere, koştum dizinin dibine. Bana büyük bir hüzünle baktığını gördüm. Sesi iyice hafifledi benimle konuşurken: “Gelin, görürüm ki kendini bilmişsin. Nefsinle yüzleşmişsin. Kendini O tek Bir olana teslim etme yolundasın. Bir adımın kaldı. Vefanı sonuna kadar götür, Tek bir hakikatin olduğunu, bunu keşfetmenin de Allah aşkı ile olacağını bil… Her şey rüyadan ibaret. Çoluk, çocuk, her şey. Haydi yolun açık olsun. Sırtla otlarını, hayvanlarla muhabbet et.” O anda içimde kopan fırtınada sadece düşündüğüm evlatlarımdı… Onlar da mı elimden kayıverecekti? İhtiyara şaşkınlıkla baktım. Adam kederle gülümsedi. Başını iki yana salladı. “Çocukların iyi, iyi olur inşallah” dedi. Hayretle düşünüp çok uzaklarda hayal gibi duran gerçeği birden keşfettim. Benim yalancı dünya rüyam bitiyordu.”

Bu sözler yüreğine işledi. Hele o “vefa” ve “yalancı dünya rüyası” aklını iyice karıştırdı. Kendini tutamadı, hıçkırdı. Gözyaşları bereketli iri yağmur damlaları gibi yanaklarından süzülürken sordu:

“-Öyle deme kardeşim, öyle deme. Daha çok gençsin. Sen hikâyeni anlat bana.”

Kadına kederle kasılan yüzünü göstermek istemedi, son akan gözyaşlarını da. Pencereden dışarı baktı.

Tam o sırada tren tünelden çıktı. Bir dağ yamacında yol almaya başladı. Gecenin sessizliğinde raylarda koşan tekerlekler sanki aynı ağıtı durmadan söylüyordu. Gökte bir yıldız kaydı, yavaşça gözden kayboldu. Semada ışıl ışıl yanan yıldızlar sırlarla dolu başka âlemden esrarlı haberleri müjdeliyor gibiydi.

Istırap dolu bakışlarını duvarlarda gezdirdi kadın. Yine inledi. Fısıltıyla konuşmasına devam etti:

“-O akşam günlerdir yüzünü çok az gördüğüm kocam yanıma geldi. O yakışıklı adam gitmiş, durmadan beni azarlayan, aşağılayan bir zorba gelmişti. Bana başka şehre gidip lokanta açacağını, çocuklarımı alıp babamın evine gitmemi söyledi. Babamla konuşmuş. Sonra beni, çocuklarımı o şehre aldıracakmış, öyle dedi.”

Nefes nefese kalan kadının kıpkırmızı kesildi. Birden ter bastı yüzünü. Öksürüklerle boğulurken ince, zarif, solgun parmağıyla su bardağını işaret etti.

Birkaç yudum içirdi kadına ve kendini toplamaya çalışıp konuşmaya cesaret etti:

“-Az dinlen kardeş, konuşma istersen.”

Kadın şiddetle itiraz etti:

“-Hayır Ağabey, hikâyemi dinlemelisin. Sonuna geldim zaten. Kocam ertesi gün gitti. Ben de babamın çiftliğine döndüm. Kardeşimin hanımı çok iyi bir gelindi. Bana çok iyi davrandı. Annem de babam da torunlarını çok sevdiler. Genç kızlığımdaki huzurum yine benimleydi. Ama çok sürmedi. Kocamın kardeşi geldi. O zorba beni, çocuklarımızı çok özlemiş. Ona bizi alıp gelmesini söylemiş. Biz giderken babam dedi ki “yavrum çok dikkatli ol. Bu hal hiç iyiye işaret değil. Altından bir çapanoğlu çıkarsa al çocukları, dön.”

Ona öyle geldi ki bu eski tren, kompartımanları, şu bölümdeki derme çatma ranzalar ve kadının yattığı yatak, duvarlar da dâhil her şey ama her şey, ara ara kesilen ışık bile duyduklarından acı çekiyor, hatta bilinmeyen kederli çığlıklar atıyordu.

Ruhu sıkıldı, gönlü daraldı, kalbi sıkıştı, yüreği sanki paramparça oldu. Canının çıkmakta olduğunu zannetti bir an ve fısıldadı:

“-Dur kardeşim, dur. Sus ne olur, dinlen artık.”

“-Hayır, diye inledi kadın. Bitiyor hikâyem Ağabey. Sonra… Gittim… Gittim ki evde bir kadın var. Bir buçuk ay bana çok eziyet ettiklerini zannettiler. Oysa o eziyet kendilerine idi. Yavrularımı alıp gitmek istedim, vermediler. Onlar da eteklerimden ayrılmayıp ağlaştılar. Ben hep, Allah vekilimdir, dedim. İçimden bir ses “hazırlan,” diyordu. “Hazırlan, Rabbe tam yönel. O’nun dışında her şey geçici… Su akar, yolunu bulur, evlatlarını da Allah’a emanet et.” Beni hazırladı Rabbim o güne. Bir ayın sonunda vücudum iflas etti. Çamaşır yıkarken bayılıp kalmışım. Gözümü açtığımda başka bir evde, yapayalnız, kötü bir yatakta idim. Akşam kapı açıldı, o zorba geldi. Bir torba içinde yiyecek getirdi. Çocuklarımı sordum ağlayarak. Cevap dahi vermedi. İki gün gelmedi. On beşinci gün iki kadınla geldi. Beni torba gibi bir faytona atıp bu trene bindirdiler. Yavrularımdan ayırdılar. Sarışınımın, haylazımın, memedeki küçüğümün yüzünü göstermediler Ağabey… Ama onlar bana değil, kendilerine yaptılar. Ana yüreğinin acısının karşılığı vardır elbet Mahkeme-i Kübrâ’nın Hâkiminde. Ben Ona yöneldim Ağabey… Sen de Ona yönel, O’na vefada kusur etme Ağabey, sen de Ona yönel… Ona…”

Birden sustu kadın. Gözleri tavanda öylece kaldı. Onu öldü zannedip acıyla yerinden fırladı. Ama kadın çok derin bir nefes alıp gözlerini kapadı. Giderek hafifleyen nefes alışlarıyla derin bir uykuya daldı.

İçinden çığlık çığlığa ağlamak istiyordu. Kendini koridora dar attı. Kulaklarında hep o fısıltı çınlıyordu:

“-Sen de Ona yönel, O’na vefada kusur etme Ağabey…”

İşte tam da o anda kara arzın kara bağrında, o ulu ağacın tepe dallarının birinde arı kuşu cıvıldadı:

“- Ah neler, neler var! Ama… Önce vefa!”

Birden rüzgâr sert esmeye, ağacın dallarını sallamaya başladı.  Düşebilme ihtimali yüreğini daralttı. Korka korka kuyruğunu en yakın dala uzatmak istedi. Ama kuş feryat etti:

“-Kıpırdama Ey destursuz yılan! Yine neyin peşindesin? Senin derdin benim bir lokmacık, tüysüz yavrularımı yutmak mı?”

Şaşırdı, ardından sinirlendi. Bu kadar konuşma ve yalvarma boşa mı gitmişti?

“-Behey güzel kuş! Ne kadar da şüphecisin, diye tısladı. Ben senden ders almaya çalışıyorum, sen beni neyle suçluyorsun? Hani bana vefayı anlatıyordun?”

Sinirlendi arı kuşu da ve dedi ki:

“-Ah be akılsız yılan! İyice insanlaşmışsın. Vefa nadide bir mücevher, ama sende ne gezer? Gez, diyarları, dolaş insan gibi, gör ki neler var. Bak bakalım o nadide mücevher kaç insanın gönlünde var!”

O an binlerce küçük arı kuşu gagası yüreğine hançer gibi saplandı sanki. Düşündü, ne kadar çok insana vefasızlık etmişti? “Ne çok,” dedi kendi kendine. “Ne çok… İlk âşık olduğumu zannettiğim kızdan selam vermeye tenezzül etmediğim garibana kadar, ne çok!”

Bir gaga daha yedi arı kuşundan. İnledi:

“-Ah be dünya güzeli, sadece bedenimi değil, ruhumu da yaralıyorsun! Dur! Yapma, dur. Dertlerime dert katma! Hayatımı yüzüme tokat gibi çarptığın yetmezmiş gibi yüreğimi de deldin, geçtin. Hani bana o mücevherin altın halkalarındaki esrarlı sayfalardan sırlar anlatacaktın?”

Kuş görünmez kanatlarıyla havada daireler çizdi, yakın dallardan birine yavaşça kondu:

“- Dinle ey alık yılan, diye cıvıldadı. Derviş gönlü için hikmetli söz gerek. Dervişliğe soyunan kul olabilir misin, senin haddine mi? Neye talip olduğunun farkında mısın?”

“- Bak a dili bülbül arı kulu! Kalbimi yaralıyorsun, diye fısıldadı. Evet, dervişliğe talibim. Haydi, anlat şu esrarı.”

 Arı kuşu en yakın dala konu. Nokta gözlerini ona dikip manalı manalı baktı ve dedi ki:

“Ey şaşkın yılan! Vefanın dilinden konuşayım sana! İşte ilk sır: Bilmek isteyen için kâinat sonsuz bir ilim deryası, O’nun eseri. Duymak isteyen için şu dünyanın sesi ile sessizliği O’nu anlatan ilahilerin altın madeni.  Görmek isteyen için O’nun yarattığı renk ve ışık, cevherlerin şahı. Hissedip yaşayan için aşk keşfedişin, O’na giden yolların tek ve en kıymetli meşalesi. Ama unutma, hepsi ama hepsi için zaman ne büyük hazine! Bütün bu güzellikleri bilip yaşarsan bütün yollar O’na gider, O tek Sevgiliye.”

Yine o tiz çığlığı duydular, artık yaklaşmakta olan kartalın çığlığını. Arı kuşu tüylerini kabarttı. Başını kaldırıp göğe baktı ve küçük gagasını korkuyla açtı.

İşte tam o sırada tren yalçın dağların eteklerindeki mahzun ve yalnız tek tük çamların olduğu makilik bayırdan geçip düz ovaya inmeye başladı. Şimendiferin dumanı sis basmış ovada lacivert göğe doğru hafif bir kurşuni iz bırakarak yükseliyor, uzaklarda derin uykulara dalmış küçücük şehrin birkaç fersiz ışığı belli belirsiz parlıyordu.

Tekerleklerin biteviye aynı hüzünlü seslerle ilerlemesi uykusunu getirmişti. Göz kapakları kapanmaya başlayıp başı önüne düşmek üzereydi ki kadın inledi.

Hemen toparlandı. Kadına bakınca onun da gözlerini açmış olduğunu gördü. Şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu.

 Tam konuşacaktı ki kadın ondan evvel davranıp hayretle sordu:

“-Sen de kimsin?”

Hayretler içinde karşısındakine baktı. Ona durmadan “Ağabey” diyen kadın kendisini tanımıyordu.

“-Ağabeyinim, dedi şaşkın şaşkın, Ağabeyinim ya?”

Kadın güzel kaşlarını çatıp ona büyük bir şüphe ile baktı:

“-Ağabeyim yok ki benim!”

Ardından yorgunlukla inleyerek tane tane konuştu. Onu hayret dağlarının şahikasına çıkaracak sözleri etti:

“-Ben ablayım. Benim küçüğüm olan kardeşim istasyonda karşılayacak beni.”

Gözleri tavanda gezindi üç beş saniye. Sonra solgun yüzünü ona çevirdi:

“-Anladım… O kocam olacak adamın beni emanet ettiği kişi sensin galiba.”

Sesini çıkarmadı, sadece başını salladı. Kadın derin derin nefesler alıp tekrar konuştu:

“-Çok hastayım. Hep başımda mıydın kardeş?”

Yine başını salladı sadece. Sustu, hep sustu.

“-Günlerdir ilk defa bu kadar uyudum, dedi kadın. Uykumda sayıklamam. Ama şayet sayıklamışsam söylediklerimi unut, duymamış ol.”

Sonra o soruyu sordu:

“-Son şehre geldik mi kardeş?”

Gidip koridordaki camdan başını dışarı uzattı, şehre yaklaştıklarını gördü. Gecenin ayazı yüzüne vururken düşündü: “Bir de insanoğlu bize sinsi yılan der. Ya bu zavallının kocası ne tür bir yaratık?”

İçeri dönünce kadın yine şaşırttı onu:

“-Kardeş, sen beni indirdikten sonra hemen git. Dilin kemiği yok, elin de dili çok. Her şey beklerim insanoğlundan. Yanımda görünme.”

Acının ilmik ilmik işlendiği o kısa müddet içinde kadınının gözlerini yumup düşündüğünü anladı. Kendisi de düşündü: İnsan olmanın ne ağır bedelleri vardı. Ama bu zavallı kadın bedellerin hepsini ödeyerek hayatında ona ait olduğunu sandığı her şeyi geride bırakmış, hakikati yakalamış, belki de hakikatin ta kendisi olmuştu.

Tren son istasyona varırken o acılı seda uykuda olan şehre dalga dalga yayıldı.

Kadın tekerlekler durunca gözlerini açtı, etrafa baktı. Aceleyle doğrulmak istedi. Yapamadı.

Hemen uzandı ona. Beline sarıldı. Kadının başı göğsüne düştü, gözleri kapandı. İnledi.

Çok şaşırdı. Kadın ne kadar da zayıftı, ne kadar da hafif.

Ve… Nasıl da çaresizdi…

Bir tüy gibi kaldırdı onu ve aceleyle koridorun çıkış kapısını buldu. Trenin merdivenlerinden inerken kadın derin bir nefes alıp inledi. Gözlerini açtı, fısıldadı:

“- Ne vefalı insanmışsın sen. Allah senden razı olsun. Beni yere bırak ve hemen git. Hakkını da helal et kardeş.”

Artık tutamadı kendini, insanlar gibi acı çekiyordu. Derinden bir “ah” çekti. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendini zor tuttu. Yavaşça mırıldandı:

“-Helâl olsun. Ötelere gidişin çok güzel, çok mutlu olsun kardeş.”

Dediğini yapıp onu yavaşça yere bıraktı. Bir koşu gidip kompartımandan battaniyeleri aldı. İkisini altına, birini üstüne serdi.

Ama… Ama gidemedi. Beş on metre ilerideki duvarın dibine sinip beklemeye başladı.

Trenden inen beş on yolcu sessizce istasyondan ayrıldı. Aradan geçen sürede kimse gelmedi. Büyük bir ümitsizliğe kapıldı. Yoksa… Yoksa kadının kardeşi de mi yoktu?

Sindiği yerden tam çıkacaktı ki uzaktan koşarak gelen boylu poslu adamı gördü. Adam kadının yanına geldi. Onu görünce haline inanamadı. Acıyla karışık hayretle sordu:

“-Abla, Ablam, sen misin?”

Kadın inleyerek cevap verdi:

“-Tut kolumdan kardeşim. Ayağa kaldır beni.”

Adam uzanıp kucağına aldı onu. Kadının başı geriye, elleri, ayakları aşağıya kaydı. Kendinden geçti.

Saklandığı duvarın kenarında düşündü büyük bir ıstırapla: “Hayır, onu bırakamam, sonunu bilmeliyim. Onları takip etmeliyim. Yoksa vefadan nasibimi almamış olurum. Ben vefalıyım, vefalıyım ben.”

Ve… Takip başladı.

İşte tam o anda kara arzın kapkara bağrında, o ulu ağacın tepesinde o tiz çığlığı tekrar duydular. Bu defa çok yakındaydı.

Başını kaldırıp bakınca hayretler içinde dondu kaldı.  Tepelerinde kendilerine doğru hızla gelen kocaman bir altın kartal vardı. Işıl ışıl parlayan devasa kanatlarının kınları zebercet idi.  Lâl pençeleri açılmış, sarı safir gözleriyle onlara bakıyordu.

Arı kuşu korkuyla çığlık attı:

“Ey yılan! Vefadan bahsediyor, dostluktan dem vuruyordun. Şimdi ispatlama zamanıdır. Kurtar beni!”

O anda kendi yavruları aklına geldi. Biri oğlan, kapkara gözlü, diğeri kız, anası gibi yeşil gözlü. Arı kuşunun da yavruları vardı, üstelik tüysüzdüler. Anneleri olmazsa üşüyerek öleceklerdi! Bu hali yüreği artık kabul etmedi.

Altın kartal pırıltılarla ve yıldırım hızıyla kendilerine doğru pençe atarken arı kuşu ile onun arasına girdi.

Ve…  İşte o an zaman durdu!

Kartal öylece havada dondu, arı kuşunun görünmeyen kanatları, küçücük ayakları belirdi havada ve onlar da dondu.  Her şey ama her şey dondu kaldı.

O sırada kardeşi kadını bir atlı arabaya yavaşça yerleştirdi. Belli ki hazırlıklıydı. Başının altına yastıklar koyup üstünü örttü. Ardından araba hareket etti. Gecenin karanlığında yaylı arabanın tentelerine takılı çanlar hisli nağmeleri söyleme başladı.

O nağmeleri takip edince arabanın bir çiftliğin kapısında durduğunu gördü. Kapıda çok yaşlı bir kadın karşıladı onları. Titrek elleriyle uzanıp oğlunun kucağında gelen baygın kadının başını okşadı.

Bütün bu olanları çaresizce seyrederken acımasız bir el kalbinin en derininde bilmediği bir yeri sıkıp duruyordu.

Hava aydınlanmadan, gecenin son karanlığında içeri sızdı. Evin etrafını dolaştı.  Kadının yattığı odanın penceresini buldu.

Perdenin kıvrık ucundan kimselere görünmeden baktı. Baygındı kadın. Başucunda bekleyen genç kadın ikide bir gözlerini siliyordu.

Bütün olanları sessizce izledi tam bir hafta. Kimi zaman ağlayarak, kimi zaman kederle çığlık atmamak için yumruğunu ısırarak.

Son gece kadın gözü yaşlı annesinin uzattığı bir kaşık çorbayı dahi içemedi. Ama bir müddet sonra vücuduna güzel bir kuvvet geldi sanki. Arkasına dayalı yastıklardan doğruldu. Yüzünde çok mutlu bir ifade vardı. Gülümsüyordu. Uzandı, ona kederle bakan yaşlı anacığının elini tutup öptü. Dedi ki:

“-Sen de gülümse anam. Benim için hiç üzülme.”

Gözlerini tavana dikip parmağıyla işaret etti:

“-Ah anam, ah! Bak, benim köşkümü bitirdiler. Tahtımı kurdular. Bir bilsen ne kadar güzel. Şimdi oraya gideceğim. Öleceğim az sonra. Benim için hiç ama hiç üzülme. Ah benim vefalı anam.”

Sonra yavaş yavaş yastığa düştü başı. Gözleri ötelerde kurulu köşkünü ve tahtını seyrediyor gibiydi. Dudaklarında çok mutlu bir tebessüm vardı.

Yaşlı kadın dehşet içinde uzandı, omuzlarından tutup sarstı kızını. Sonra kaçınılmaz gerçeği hemen kavradı. Yavaşça başını onun göğsüne koydu, hıçkırdı:

“-Ah talihsiz kızım! Bir gün olsun gün yüzü göremeden giden kızım…”

Kadının gülümseyerek gidişini perdenin kıvrık ucundan seyretti ve sözlerini de duydu. İçine zehirli bir hançer saplandı sanki.

Derin bir acıyla sarsıla sarsıla ağlamaya başladığı sırada şakağında bir soğukluk hissetti ve sert bir ses duydu:

“- Bre namussuz! Bre ahlaksız! Evimin içini gözetlemek neyin nesidir ha???”

Sese döndü. Kadının kardeşi kocaman bir tabancayı şakağına dayamış, şimşek çakan gözleriyle ona bakıyordu.

Yılan kıvraklığıyla tabancalı ele vurup silahı yere düşürdü, gecenin karanlığında deliler gibi kaçmaya başladı.

Ama diğeri de çok çevikti. Hemen silahı buldu ve ayak seslerini takibe başladı. Ay ışığında gördüğü gölgeye ateş etmek için tetiğe dokundu.

Mermi son sürat ona doğru gelirken ihtiyar kadının feryadı gecenin karanlığında yankılandı.

Silah adamın parmaklarından kayıp yere düştü. Yere diz çöken kardeş acısıyla inledi:

“-Ah ablam. Kadersiz ablam!”

 Ve… Mavi ışık salisenin binde biri zamanda yandı, söndü.

Tam da o anda, kara arzın kara bağrında o ulu çınarın tepe dallarında zamanın tiktakları yine başladı.

Arı kuşunun kanatları yine görünmez oldu, yıldırım hızıyla yuvasına doğru uçarken seslendi:

“-Ey vefalı yılan! Seni böyle bilmezdim. Kuşçuk canımı kurtardın. Hakkını helal et.”

Altın kartal kahverengi akik göz bebeklerini ona dikip lâl pençeleriyle saldırırken arı kuşu yuvasında korkudan titriyordu.

Çok parlak mavi bir ışık görür gibi oldu o muhteşem kartal. Çok şaşırdı. Hayret deryalarında yüzdü. Zira ağaçta ne yılan vardı ne de arı kuşu. Tekrar tekrar bakındı, ağacın ebruli gövdesinden, bin bir çeşit yeşilinden başka hiçbir şey göremedi. İrkilerek tiz sesiyle çığlık attı:

“-Ey Yüce Rabbim! Şimdi buradalardı! Yoksa ben rüya mı gördüm? Yoksa hayat bir rüya mı? Rüya ise aslında ben yok muyum?”

İşte o zaman altın kartal birden dalga dalga toz yığınına dönüşüp hızla yok olurken o tozlar ışıltılı bir yağmur halinde aşağıya, rengârenk ormana yağmaya başladı.

Ve… Serüven devam ediyordu!

Başlama: 22.11.2020

Saat: 2.57

BİTİŞ: 08.12.2020

SAAT: 00:07

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen