Muhafazakâr Milliyetçilik ve Problemleri

Milliyetçilik kavramı “telaffuzu kolay grameri zor” bir kavramdır. Her yer ve zaman diliminde farklı şekillerde tezahür etme özelliği, kavramın yapısı ve hayatın dinamik olması yanında; her milletin karakteristik özelliklerini oluşturan unsurlardaki farklılıklar ve bunların zaman içinde değişmesinden kaynaklanmaktadır. Hiçbir sosyal olgu sürgit aynı kalıp içinde devam etmez. Gerek sosyal âlemde, gerekse fizik dünyada her şey bitevî olarak değişir. Bu ister diyalektik ilişkiler yumağı, isterse meydan okuma cevap verme şeklinde formüle edilsin, fark etmez, neticede olan olur ve hayatın değişmez yasası hükmünü icra eder.

Türk Milliyetçiliğinin teşekkülü ve çeşitli kalıplar halindeki tezahürleri üzerine kısa bir atfı nazar, onun da yeknesak bir bütün halinde gelişmediği; Batıcı ve seküler olandan, saldırgan ve antidemokratik olana, oradan da sivil ve muhafazakâr olana kadar farklı şekillere büründüğünü gösterir. Batıcı, seküler ve jakoben nitelikli resmi milliyetçilik anlayışının arkeolojik araştırmalarla da desteklenen bazı yönelişleri, her ne kadar köklere kadar inmeyi amaçlayan ve kan bağını da önemseyen bir arayışı çağrıştırsa bile; orada bile kendini zaman zaman aryani-Batılı bir menşee dayandırma ve “uygar dünya” ile bir tutma endişeleri sezilir[1]. Fakat bu söylem ve yönelişlerin günün hal ve icabına göre zaman zaman şekil değiştirdiği görülmektedir. Bu bazen siyasal aidiyet bağlamında ülkede yaşayan herkesi içine alan anayasal bir vatandaşlık tanımına sokulurken, bazen de sadece Türk dilli toplulukları değil, Bulgar ve Macarları bile içine alacak şekilde genişletilmiş bir şekilde karşımıza çıkar(Parla, III, 206). Anadolu Medeniyetleri ve bunlara ait arkeolojik kalıntıların devlet tarafından birinci elden sahiplenilmesi ve ders kitaplarına varıncaya kadar girebilmesiyle, bazı önemli kuruluşlara verilen isimlere kadar her şey, yukarıda bahsedilen yönelişlerin tabii birer uzantısı olarak değerlendirilebilir. Tarih, coğrafya ve değişen jeopolitik şartlarla kültür değişmelerinin zorunlu biçimde dayattığı şartlara göre zaman içinde farklı şekillere bürünen resmî tez, Batıcı karakterini daima muhafaza etmiştir.

Resmî tez medeniyetçilikte[2] kelimenin tam anlamıyla Batıcı bir karaktere sahip olmasıyla Gökalp çizgisinden kesin bir kopmayı ifade eder. Buradaki medeniyetçilik kavramı kültürel değerleri de içine alan bir yönelişi ifade ettiği içindir ki, Tanzimatçı aydın ve bürokratların getirdiği dual yapıya nihai olarak son vermek ve Batılı değerlere göre şekillenmiş homojen bir topluluk yaratmayı ifade etmektedir. Oysa Gökalp’ın temsil ettiği çizgi, bazı istisnalarıyla kültürel anlamda bizim olan bütün bir tarihî hamuleyi sahiplenmeyi amaçlayan, daha muhafazakâr bir çizgiyi temsil etmekteydi. Resmî tezin muhafazakâr çizgiyi sistemin dışına itmesi ve gayrı meşru bir zemine çekmesi, bir anda biz istiyoruz diye teşekkülü imkânsız kültürel kod ve değerlerin sentetik biçimde devlet eliyle üretilmesi gibi bir tuhaflığa teslim olmamızı zorunlu hale getirdi. Oysa ihtiyaçlardan ilham alan yeni hayatın rengi ve tonu, mutlak hürriyet ve devamlılık içinde kendiliğinden oluşacak fikir ve sanat hareketleri üzerinde yükselebilse ve ona göre şekillenseydi, asırlar içinde biriken tarihi tecrübe ve Batıyla temastan çok daha farklı sentezler ortaya çıkarabilir ve insanlık ailesine kendi modelimizi sunabilirdik. Türkiye’de bir türlü yapılmayan maalesef budur.

İçinde bulunduğumuz coğrafya ve tarihi tecrübenin amir hükümlerine karşı çıkmak, yel değirmenlerine savaş ilan etmekten farksızdır. Yüzlerce yıldır sadece Anadolu coğrafyasıyla değil, komşu bütün kültürel ve fiziki coğrafyalarla temas hâlinde olan bir dünya devleti ve büyük bir milletin, daha yeni ortaya çıkmış devletçikler gibi ithal modellerle şekillendirilme çabaları muhali talepten başka bir şey değildir. Sadece ıstırap ve üzüntüleri değil, teselli ve mukavemet çarelerini bile “Üzülme, hepsi düzelir, bu da geçer…” biçiminde kalıp cümleler halinde ifade eden bir milletin tepkileri de kültürel ve tarihi mirasının bakıyyeleridir. Bunlar genetik şifreler gibi, milletimizin benliğine nakşedilmiş ve sürekli gelişme halinde olan kültürel kodlarımızdır. Güzel sanatlardan mimariye, devlet nizamından hukuk sistemine, adabı muaşeretten yemek kültürüne, masallarımızdan türkülerimize velhâsıl her şeyimize şekil veren şey bu kültürel devamlılık ve bütünlük fikriydi. Bizden önceki atalarımız da sürekli değişme halindeydiler. Onlar da elbette bulundukları coğrafyadan etkileniyor, etkiliyor ve yeni şekiller alıyorlardı. Ama bu değişme yozlaşma haline gelmiyor, kültür dairemize giren her şeyi bizden bir şey haline getiriyordu. Böyle olduğu için de “yere konan bir taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul ettiriyordu.”(Tanpınar, Yaşadığım Gibi; 27).

Tanzimat ve sonrasında girilen yeni süreçte değişimin dinamizmini daha öncekilerden ayıran temel faktör, “varlık ve tarih cevherimizi kaybetmiş gibi” Batı’dan aldığımız hiçbir şeyi “kendimize ilave etmeden kabul etmek” ve “her kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde adeta kilit altında saklamak” şeklinde tanımlanabilir (Tanpınar, Yaşadığım Gibi; 25). Daha da açık söylemek gerekir ve bazı dönemler istisna edilirse, o dönemden sonra girdiğimiz bütün yenilik hareketleri ve bunlara karşı gösterilen dirençlerin tamamında, bu tereddüdün izlerini görmek pekâlâ mümkün olabilir. Evet, Tanpınar’ın çok yerinde bir sezgiyle fark ettiği varlık ve tarih cevherimizi kaybetme derecesindeki bu boşalma ve dağınıklık hâli, kademe kademe her şeye sirayet ederek gittikçe şiddetini artırmış ve âdeta iç âhengimizin zembereğini boşaltmıştır. Bugün en önce yapılması gereken şeylerin başında, bu ahengi oluşturan dinamiklerin yeniden harekete geçirilerek bir senfoni halinde tekrar devreye sokulması ve böylece içeriden veyahut dışarıdan bünyemize giren her türlü maddî ve manevî kültür unsurunu dönüştürebilecek bir güce ulaştırılmasıdır.         

Büyük milletler de aynen fizik âlemdeki eko sistemler gibidir. Bütünü dikkate almadan yapılacak her harici müdahale, nasıl eko sistemi tahrip ederse, millet hayatını da o derece, hatta daha fazla tahrip eder. Millet hayatı denilen bu âlemin merkezi hiç şüphesiz şehirlerdir. Türklük denilen hadise de esas itibarıyla şehirlerde kıvamını bulmuş, oralarda kemale ermiştir. Millî hayatın olgunluk devirleri, Yahya Kemal’in deyimiyle bir “imtidad” devridir[3]. Orada mazi, hal ve istikbal değil, hepsini birden mezceden ve her mevsim tazelenen yeni baharların müjdesi, hamle gücü vardır. Türklüğün ta Asya bozkırlarından İran ve Anadolu yaylasına, oradan da yeşil tuna havzası, bütün bir Balkan ve Avrupa ortalarına kadar taşıdığı mucizevi birikimin kristal bir avize hâlinde billurlaştığı kent, bir şehrâyin olan İstanbul’dur. Her bir semtine farklı bir çeşni halinde nakşedilen ebedi mühürlerimiz, asırlara meydan okuyarak günümüze kadar gelmiş, Türk’ün dehasını taşa toprağa nakşetmiştir. Orada sanki bütün devir ve vatan topraklarının bir muhassalası var gibidir. Türk kültür ve medeniyetinin damıtılmış bir hülasası olan bu kent ve ona ait zenginlikler, Türklüğün zirvesidir.

Bir kentli ve entelektüel işi olan milliyetçilik de asıl kıvamını, taşralı, ürkek ve tereddütlü hâlinden kurtulduğu gün bulacaktır. Büyük mimar ve musikişinaslar yetiştiremeyen, sanat, kültür ve edebiyat sahasında kendi şaheserlerini meydana getiremeyen bir camianın milliyetçilik davası, maalesef reaksiyon olmanın ötesine geçemeyecektir. Milliyetçilik rafine bir eylem biçimi olması hasebiyle, bir anlamda ince işçilik, hassasiyet demektir. Özgül ağırlığı yüksek rafine bir münevver kitle, yozlaşmış kozmopolit aydınlar karşısında ağırlığını hissettirip, özgün ve bize ait modeller geliştirmedikçe, kendileri de dâhil olmak üzere arkadan gelen büyük çoğunluğun belli bir süre sonra başka eksenlere kaymasına mani olamayacaktır. Nitekim bizden önceki nesillerden birçoğunun, artan irtifa haddine bağlı olarak yön ve taraf değiştirmesi, bunun en açık göstergelerinden biridir. Buna maalesef kendilerini hâlâ milliyetçilik davasının önünde gören, ve fakat, gerek davranış ve tüketim kalıpları, gerekse içinde bulundukları ilişkiler ağı ve fikri dağınıklıkları göz önüne alındığında, hiçbir şekilde güven vermeyen bazı tipler de dâhildir.

İlhamını kendi özgün tarihi birikimden değil de, şurada burada dağınık vaziyetteki kültür kırıntılarından inşa etme gayretinde, hatta bir kısmı itibarıyla onlarla yetinme eğilimindeki bazı yarı aydınlarımız, sadece kendilerine değil önünde göründükleri nesillere de çok büyük bir zarar vermekte, âdeta bindikleri dalı kesmektedirler. Meselenin bir kültürel gelişmişlik ve medeniyet projesi olduğunu algılayamayanlar ise, reaksiyonlarla suları yokuşa akıtma yolunu tercih ediyorlar. Köyden kente göçün dalgalar hâlinde medeniyetimizin prototipi diyebileceğimiz vahaları da gettolardan oluşmuş çöllere çevirme istidadını taşıdığı günümüz Türkiye’sinde, birbirinden yalıtılmış bölgesel, dini, etnik ve mezhebe dayalı küçük küçük cemaatlerin kenti esir alması; köylülüğü aşılması gereken sosyolojik bir aşama olmaktan çıkarıp yapısal ve kalıcı bir duruma getiriyor. Kapitalizmin her şeyi meta haline getiren ve tek-tipleştiren hâkim havasının bu yapıyı kırma konusunda etkili olduğu kısmen de olsa görülmekle birlikte, geniş kitleleri bir anlamda savrulma diyebileceğimiz çok daha farklı yerlere sürüklemesi millî bünyeyi iyiden iyiye korunaksız hale getiriyor. Kendilerini milliyetçi hisseden aydın ve düşünürlerimizle aklı başında herkesin bu konu üzerinde hassasiyetle durması gerekmektedir.     

Burada üzerinde düşünülmesi ve bizim de titizlikle üzerinde durmamız gereken mesele, Hareket ekolüne mensup yazar ve düşünürler tarafından ifade edilen ve Anadoluculuk akımına da ilham veren kültürel altyapıya ilişkin vurguları görmezden gelme veya onları küçümseme şeklinde bir tavır alış değildir[4]. Bizim kastettiğimiz, bilakis, bu orijinden gelen, yani içeriden olanların daha iyi hissedebileceği kültürel özün ham ve işlenmemiş şekilleriyle değil, işlenmiş ve rafine biçimde hâlihazır ve gelecekteki nesillere sunularak yapısal hale getirilmesi ve yeni sentezlere ulaşılmasıdır. Bu şekliyle bakıldığında muhafazakâr milliyetçilik olarak tanımlamaya çalıştığımız hadise, her ne kadar bir münevver hareketi olsa bile, asla seçkinci ve jakoben bir hareket değil, halka ve tarihe dayanan özellikleriyle tabiatı icabı halkçı ve demokrat bir karakter arz eder. Aslında ülkemizdeki sivil kökenli bütün milliyetçilik hareketlerinin dayandığı kültürel temel, hemen hemen aynı damardan beslenmekle birlikte, kavramlara netlik kazandırılamadığı için, ilerleyen safhada ayrışmalar da kaçınılmaz olmuştur.

Türkiye’de Batılı kültür değerlerine dayalı kozmopolit bir aydınlar kuşağı ile onların yarım yamalak aydınlattığı yolda yürümeye çalışan genç kuşaklar, sadece kendimize ait kültürel özden koparılmakla değil, yerine yenisinin ikame edilemeyişinden dolayı, eskiden olduğu gibi belli rol modellerini doğrudan doğruya çevresinden iktibas etme avantajından da mahrum olarak yetişiyorlar. Günümüzde sıkça tekrarlanan ve kuşak çatışması gibi sunulan uyuşmazlıkların altında yatan sebeplerden biri ve belki de en önemlisi, “toz” hâline gelmeye başlayan kapitalist bir cemiyetteki kültürel parçalanmışlık halinin, değerler üzerinde yaptığı tahribat ve rölativizmin terviç edilmesinden kaynaklanan iptidai davranış kalıplarının, normalleştirilmesi ve hatta teşvik edilmesinden başka bir şey değildir. Belli bir emek mahsulü ve birikime dayalı değer ve davranış kalıplarının değil, nevzuhur ve ne idüğü belirsiz kalıpların bedavadan dağıtılan modeller halinde piyasaya sürülmesi, marka ve kalitesi meçhul işporta malların piyasayı kaplaması gibi, cemiyet hayatının ahengini bozmakta ve hayatımızı çekilmez hale getirmektedir.   

Eskiden memleketin herhangi bir köşesinden İstanbul’a gelen bir aile, orijini her ne olursa olsun bir veya iki nesil sonra, şehrin hâkim havasına giriyor ve oradaki kültürü farkına varmadan benimsiyordu. Bu durum diğer şehirlerimiz için de aynıydı. Bugünse, dalgalar halinde şehre gelenler, şehrin havasına uymaktan ziyade, yerel kültüre ait ilkel değerleri noktasına virgülüne dokunmadan aynen kente taşıyarak, orada gittikçe büyüyen karadelikler oluşturuyorlar. Bu tarz bir çevrede yetişen gençlerin temsil ettiği şeyin adı her ne olursa olsun (milliyetçilik, Müslümanlık, sosyalizm vs.), maalesef sağlıklı bir gelişmeyi değil, marazî ve tepkisel aşırılıklarla malul kültürel bir az gelişmişliği yansıttığı için, çözümden ziyade problem üretiyor. Çatışma şu ya da bu ideoloji veya dünya görüşünden ziyade, ilkel ve işlenmemiş kültürle daha ileri bir kültürün çatışması noktasına kayıyor. Bizde, belli bir süre sonra, hangi ideolojik çevreden gelirse gelsin, gençlik yıllarındaki ideallerini çocuksu bir tuhaflık şeklinde değerlendirerek, başka yerlere kayanların anlayamadıkları husus, köylü kültürüne dayalı ilkel algılamalarını, bizatihi savunulan ideallerle özdeş tutmalarından kaynaklanıyor[5].

Türkler tarihî süreç içinde kendi üslubunu yaratabilmiş nadir milletlerden biridir. Bu üslup ve tarzımızdır ki, ana bünyeye katılan unsurlara kendi rengimizi vermiş ve zaman içinde bunları Türk yapmıştır. Türklük denilen hadise, bazılarının zannettiği gibi biyolojik bir hâdise değil, ondan çok daha ötede, kendi kendini sürekli üreten ve her dem yeniden doğan; bunu yaparken de tarihi ve kültürel dinamiklerinden beslenerek asli çizgisini koruyan bir medeniyet hamlesinin tezahüründen başka bir şey değildir. Bizim de burada muhafazakâr milliyetçilik olarak kastettiğimiz şey, asıl olarak eskinin tekrarı veya tarihin herhangi bir dönemine hasretle kuru kuruya bir soy ve tarihi övünme meselesi olarak karşımıza çıkan pasif bir tavır alış şekli değildir. Burada kastedilen şey, bilakis yukarıda kastedilenin tam tersi bir tavrı, aktif ve üretken bir yenilenmeyi amaçlamaktadır. Yapılması gereken şey, millî bünyemizde dağınık ve ilkel halde bulunan değer ve hazineleri yeniden üreterek, dağılma ve hatta toz haline gelme istidadındaki kültürel yapıyı yeniden inşa etmedir. Bu tür bir milliyetçilik, karakteri icabı sivil ve demokrattır. İnsanı yaşat ki devlet de yaşasın, âlemin nizamına tecavüz, ibadullahın hukukuna tecavüzdür gibi ince bir espriyle, sadece insan haklarını değil, ekolojik duyarlılığı da en üst düzeyde temsil eden bir medeniyetin çocukları, “ustanın bıraktığı öksüz yapıyı” kemâle erdiremeyişin, daha da tuhafı, bu türden bir sorumlulukla karşı karşıya bulunup bulunmadıklarının şaşkınlığı ve arayışı içindedirler.

İnsana, tabiata, tarihe ve çevresine dost olamayan bir düşüncenin milliyetçi olduğu söylenemez. Batı’da ortaya çıkan milliyetçilik hareketlerinin temelinde bireyin ve dolayısıyla o bireyin ait olduğu muhayyel cemaatin menfaatini her şeyin üstüne çıkartan ve gücünü de muhayyel biçimde yarattığı öteki veya ötekilere karşı kışkırttığı hayalî karşıtlıktan alan acımasız, egosantrik bir anlayış vardır. Seküler içerikli bir kavram olan hümanizma da, ilk bakışta insanî ve sıcak yani doğal olan şeyleri çağrıştırsa bile, dayandığı temeller itibarıyla doğaya ve çevreye dost bir kavramı değil, hırs ve iştihası kışkırtılmış bencil ve çıkarcı bir ihtiras küpünü idealize etmiştir. Yaratılanı severiz yaratandan ötürü ilkesiyle bütün bir varlığa kardeş ve dost gözüyle bakan bir geleneğin mirasçılarınca temsil edilen bizim milliyetçilik telakkimiz de tabiatı icabı, yukarıda bahsedilen anlayıştan çok daha farklı bir çizgiyi temsil eder. Bu çizgi, başkalarına düşmanlık üzerine kurulmuş negatif bir noktayı değil, her şeye dost olmayı prensip haline getirmiş pozitif bir noktayı esas aldığı içindir ki, ayrımcı ve ırkçı değil kucaklayıcı ve merhamet eksenli bir dünya görüşünden beslenir. Bu sebeple, kendi ürettiğimiz değerlere saygı ve bunları geliştirme davası biçiminde tezahür eden bizim milliyetçilik anlayışımızın, ırkçılık vs. gibi nitelendirilmelerle damgalanma ve görmezden gelinme gayretleri, bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir davranış türü veya algılama bozukluğundan ileri gelmiyorsa, ancak art niyetle açıklanabilecek bir kategoriye sokulabilir.       

Bizim milliyetçilik anlayışımızın temelinde, öteki veya ötekilerden beslenen bir karşıtlık veyahut düşmanlıktan ziyade, kendi öz dinamiklerinden beslenen aksiyoner (reaksiyoner değil) bir olma, oluşma veya yeniden şekillenme dinamiği vardır. Karşıtından beslenen bir akım, ister istemez, ötekini de tanımlama gibi, aslında hiç de hakkı olmayan ve dolayısıyla zihninde inşa ettiği ötekinden de bir biçimde etkilenen çarpık bir anlayışı beraberinde getirdiğinden, daha işin başında sağlıksız bir temele dayanmış oluyor. Karşıtını yaratmadan ayakta kalamayan bir şeyin varlık sebebi, taşıdığı değerler dolayısıyla bizatihi kendisi değil, hâricin etkisiyle şekillenmiş geçici ve tepkisel bir yapıyı temsil ettiği içindir ki; doğası gereği yapıcı, üretken, serinkanlı, özgüvenli ve mutedil olmayı değil, tam tersine; tahripkâr, kaprisli, vehimli, özgüvenden mahrum saldırgan davranışlar üretmeye meyillidir. Bugünlerde ülkemizde de sıkça karşımıza çıkan ve kendilerini milliyetçi/ulusalcı vs. şeklinde tanımlayan bazı sergerdelerin hareketleri pekâlâ bu guruba sokulabilir. Kendi öz dinamiklerinden beslenen veya beslenmesi gereken Türk milliyetçilik hareketinin, bu vb. tepkisel hareketlerden ziyade olgun ve yapıcı bir niteliğe büründürülmesi, sloganlarla değil, soğukkanlı düşünce ve değerlerle ancak mümkün olabilir. 

Milliyetçilik düşüncesinde yapısı icabı bulunması gayet doğal olan bir şey olan kendini koruma refleksi, şayet doğru biçimde yönlendirilemezse, neticesi itibarıyla çok da hoş olmayan gelişmelere sebep olabilir. Bu husus gayet önemlidir. Küreselleşen günümüz dünyasındaki meydan okuma ve tehditlerin en önemlisi, askeri sahadakilerden ziyade kültürel ve ekonomik içerikli bir mahiyet kazanmış bulunuyorlar. Aslında bu durum eskiden de daha farklı bir şekilde işlemiyordu. Sözgelimi Roma’yı işgal eden Kuzeyin Barbarları, belli bir süre sonra Roma tarafından fethedilirken, aynı şey kuzeyden gelen göçebeleri eriten Çin için de geçerli olmuştur. Hâkim kültürler ilkel ve işlenmemiş olanları daima kendi içlerinde eritmiş, onlara her zaman kendi renklerini vermiştir. Bugünse bu durum, küreselleşmenin gittikçe artan etkisiyle daha da etkin ve tehlikeli bir hal almaya başlayarak, siyasi sınır ve gümrük tanımadan dilediği yeri dilediği gibi etkileyebilme gücüne ulaşmıştır. Mal ve hizmetler için de bu durum geçerlidir. Bugünün dünyasında ayakta kalmanın yegâne şartı değer ve bilgi üretmekten geçiyor. Kendi marka ve değerlerini üretemeyen bir toplumun, bu türden artan düşmanları sınırlama gibi bir şansı olmadığına göre, sadece içine kapanarak bunlardan korunmak gibi anlaşılması güç bir tavır sergilemesini beklemek rasyonel bir davranış olarak değerlendirilemez. Güvenlik reflekslerini askeri konseptlere göre değil, bilgi ve değer üretmek gibi daha aktüel ve geçerli konseptlere göre ayarlaması gereken milliyetçi camianın önündeki en önemli görev kültürel, siyasi ve tarihi mirasımızı yeniden okumak, anlamlandırmak, üretmek ve bunu derhal eylem sahasına koyabilmektir.

         

         

NOTLAR

[1] Yabancı bir gazeteci ile mülakatında, “Yunandan evvel İzmir taraflarında sâkin bir millet olduğumuzu ilmî bir surette ispat etmeğe çalışıyoruz.” diyen Atatürk; devamında ise, sözü musiki inkılâbına getirerek Bizans’tan kalma şeyleri bırakarak garp musikisini almakta olduklarını ifade ediyor. Aynı kökten gelen milletlerden birinin Bizans ve Osmanlı dönemiyle kesintiye uğrayan kültürel devamlılığını, aryani ırka mensup Avrupa kültürel birikimi üzerine aynen inşa etme denemesi, anlaşılan, asıl kaynaklara dönme şeklinde değerlendirilmektedir. Bk. Parla,(1997-II; 260).

[2] Falih Rıfkı İzmir suikastıyla itham edilen Cavid Beyin yargılama esnasında uğradığı hakaretleri değerlendirme sadedinde, “Bu hakaret, Cavid’in medeniyetçilikte bizden ayrı olmayan kafasında idi.” demek suretiyle, koyu Türkçü olan mahkeme reisi Ali Beyin tavrını, geri bir ittihatçının ileri bir ittihatçıya saldırısı olarak nitelendirir. Bk. Atay, (1969; 360-2, 404). 

[3] Yahya Kemal bu meseleye temas ederken “Türklük, millî şuuruna sahip olursa, hayat ve varlık manzarası, eskisinden başka bir üslupta, fakat gene güzel olabilir. Bahsettiğimiz ‘imtidâd’ içinde değişiklik budur.” derken  garp medeniyetinin üzerimizdeki ağır baskısının tabii ki farkında olarak konuşuyordu. Devamla, nasılki eski İstanbul Şark medeniyeti içinde bize özgü bir üslupta vücut bulmuş Türk İstanbul olmuşsa, girmek üzere bulunduğumuz Garp medeniyetinin kendine özgü şartları içinde de, “millî şuur tam bir derecede tecelli etmek kaydıyla” kendi üslübumuzu yaratabilir, ona farklı bir çeşni katarak eski İstanbul’da olduğu kadar yeni bir şehir inşa edebiliriz temennisinde bulunmuştur. Bk. Bayatlı, (1985;65-66).  

[4] “Anadolu’nun yüzyıllardan beri çile dolduran insanını hakkıyla tanımak, seyirci gözlere mümkün olmayan şeydir. Sadece ilim gözüyle de onun kalbini görmek kabil değildir. Onun çilesine dalmak için sanatçı bakış da yetersizdir. Yanan içi, yanan gönülle görebilirsiniz. “ şeklinde duygularını dile getiren ve yazdığı hikâyeleri de “Taşralı” ismini verdiği bir kitapta toplayan asrımızın en büyük mütefekkirlerinden birisinin, merhum Topçu ve ardıllarının hassasiyeti de değildir yukarıda yadırgadığımız husus. Sözgelimi yine Hareket ekolünden bir büyük hikâyeci olan Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm isimli hikâyesinde anlatılan çilekeş insanların sürdürdüğü değer yargıları ve beslendikleri kaynak da değildir yadırganan. Burada yadırganan husus, sahicilikten uzak ve sentetik bir mahiyet alan ilkel davranış kalıplarının hayatımızı kontrolsüz seylaplar halinde istila etmesi ve asırlık birikimleri berhava etmesidir. 

[5] Yakın geçmişimizde inandıkları idealler uğruna bir araya gelen nesillerin; nasıl dağıldıkları, şahsiyetlerinden ve bulunmaları gereken yerlerden nasıl uzaklara sürüklendiklerine dair çarpıcı çözümleme ve tasvirlerin hikâye edildiği “Ya Tahammül Ya Sefer” adlı eser, sosyal bilimcilerimizin bu sahada bıraktığı boşluğu ehliyetle ele alması bakımından kayda değer nitelikte edebi bir eser olarak zikredilmeye değer. Bkz. Kutlu, (Ekim 1983, Dergah Yayınları). Burada Tanpınar’ın Yahya Kemal’le ilgili söylediklerini de zikretmeden geçemeyiz. Uzun yıllar Paris’te kaldıktan sonra yuvaya dönüşünü, “-sanki evin içindekilerini uykunun gurbetinden döner dönmez kucaklar gibi” Üsküdar’ın ışıklarında bulduğu çocukluk sabahlarını, Bayram sabahlarının ve iftar vakitlerinin ruhanî şiirini, ezan, Itrî’nin tekbirini, bütün o ışıklar altında giyinen, düşünen ve günün ağır kaderine hazırlanan insanları şefkatle kucaklar…Hülasa saatlerimizi ve “ruh manzaralarımızı” yapan ve ölülerimizle olduğu kadar yaşayan kalabalığımızla da bizi birleştiren o dinî, içtimaî biraz da estetik yüzüyle yansıyan manzumelerini yazmaya koyulur.Bkz. Tanpınar, (Yahya Kemal, 1982;50.) Dikkat edilirse burada çizilen portre, çocukluk ve gençlik yıllarıyla bütün bir maziye burun kıvırarak değil, hasret ve biraz da yitirdiği bazı değerlerden dolayı gıptayla bakan bir aydın profili vardır. Çünkü ait olduğu büyük medeniyet hamulesinin kendiliğinden özümsendiği bir muhitin çocuğu olan Yahya Kemal, kökleriyle alakası kesilmiş nevzuhur biri değildi. Maalesef şimdilerde kaybedilen şey o altın zincirin kopması, koparılması hadisesinden başka bir şey değildir.   

Yayımlandığı Kaynak: Türk Yurdu Dergisi, Ekim 2006, Yıl 95, Sayı 230

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen