Kudüs’ün Kısaca Tarihi ve Bölgede Osmanlı Hâkimiyetinin Sonu

Oktay BERBER*

Kudüs İsmi ve Semavî Dinlerdeki Yeri

Semavî dinlerde önemli bir yere sahip olan Kudüs, beşeriyet açısından son derece kıymeti haizdir. Hz. İbrahim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı ve mücadele ettiği yer olması, önemli ibadet yerlerini barındırması, Hz. Muhammed’in miracında (isrâ ve mirac) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi ve Müslümanların ilk kıblesi olması gibi pek çok özellik nedeniyle Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal, sembol değeri çok yüksek bir yerdir.

MÖ XIX. ve XVIII. yüzyıllardaki eski Mısır metinlerinde ilk defa adı geçmeye başlayan Kudüs şehri Urusalim, Urusilimmu, Yruşim, Yerûşâlem, Hierosolyma, Jerusalem, Jerosolyma ve pek çok çeşitli isimlerle farklı kaynaklarda bahsi geçmektedir. Müslümanlarca verilen Kudüs şeklindeki isim ise “bereket, mübarek olmak” anlamlarında kullanılan kuds kelimesinden gelmektedir. Bu kelime Ârâmîce kudşadan gelmekte ve mabedi ifade etmektedir.[1]

Kudüs şehrinin Tevrat’ta yalnızca bir defa ve Salem şeklinde geçtiği ifade edilmektedir. Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu ise Hz. Dâvûd ile başlamaktadır. Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi ise Yahudi devletinin Mesih tarafından bu topraklarda kurulacağına inanılmasından kaynaklanmaktadır. Hıristiyanlık açısından da önem arz eden Kudüs, Markos İncili’ne göre Hz. İsa’nın tebliğ faaliyetine başladığı Galile bölgesinde halkın olumsuz tepkisi üzerine geldiği yerdir. Kudüs’te Yahudilerin tepkisiyle karşılaşınca şehrin cezalandırılacağını, mabedin ise kirletileceğini bildirmiştir. Kudüs aynı zamanda Hz. İsa’nın dünyevî hayatının bittiği yerdir. Kudüs şehrinin ismi ise Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte mukaddes toprak olarak buradan söz edilmektedir. Buradaki Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram ve Mescid-i Resûlullah ile birlikte ziyaret edilebilecek üç mescit arasında sayılmaktadır, Mescid-i Haram’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu belirtilmektedir.[2]

Erken Dönemlerden Müslümanların Fethine Şehrin Kısaca Tarihi

Kudüs şehrinin tarihi oldukça eskidir. Şehirdeki çeşitli kalıntılar buranın Erken Bronz Çağı’nda (MÖ 3000-2500) ortaya çıktığını işaret etmektedir. İslam tarihçilerine göre şehrin ilk kurucuları en eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî Sâmî topluluk olan Amâlika’dır.[3] Geç Bronz Çağı’nda Hurrîler[4] Filistin bölgesine gelerek Kudüs’te yeni yapılar inşa etmişlerdir. İsrailoğulları’nın lideri sayılan Yeşu’nun ölümü ardından Yahuda ve Simeon kabileleri Kudüs şehrine saldırarak şehri tahrip etmişlerdir. Bu dönemde şehir Yebusiler hakimiyetindedir. Kudüs şehri daha sonra Dâvûd’un bütün İsrail bölgesine kral oluşu ile onun hakimiyetine geçmiş, Hz. Süleyman’ın vefatından sonra ise Yahuda Krallığı’nın merkezi haline gelmiştir.

MÖ 600-400 yılları Yahudi tarihi açısından oldukça önemli sayılmaktadır. Bu dönemde Yahudiler üzerinde oldukça önemli izler bırakan Asur ve Babil sürgünleri yaşanmış, nihayet Kudüs de Babillerce işgal edilmiştir. Tanrı tarafından dokunulmazlığı olduğu düşünülen şehir ve mabet bu dönemde yıkılmış Yahudalar da Babil’e sürgün edilmişlerdir. Yahudilerin Babil esaretinden dönüşü sırasında ve döndükten sonra gerçekleştirdiği reformlarla onlara önderlik eden kâhin ve yazıcı Ezra[5], Hz. Musa’nın kurallarını yeniden benimseterek Kudüs’ü Yahudiliğin dini merkezi haline getirmiştir.

MÖ 538 yılında Kudüs Pers hakimiyetine girmiş, daha sonra Büyük İskender tarafından fethedilmiş, İskender’in ölümü sonrası önce Mısırlı Ptolemaioslar, sonra Selefkiler, Partlar gibi çeşitli siyasi yapıların hakimiyeti altına girmiştir. Birbirinden farklı grupların hakimiyeti altında kalması Kudüs’ün zaman zaman tahrip olmasına da neden olmuştur.  İmparator Hadrien zamanında Romalılar şehirde çeşitli yeni yapılar inşa edip, düzenlemeler gerçekleştirmiştir. Şehirdeki yeni düzenlemelere karşı çıkan Yahudi ayaklanmasının MS 135 yılından bastırılmasından sonra şehrin inşası tamamlanmış ve şehre Colonia Aelia Capitolina adı verilmiştir. Aelia adı uzun bir dönem devam etmiştir. İmparator Konstantinos’un emri ile Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği kabul edilen yerde 333 yılında Merkad’i Îsâ Kilisesi inşa edilmeye başlanmış ve kilise 335 yılında tamamlanmıştır. Konstantinos’un Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra da Kudüs’te kiliseler yapılmıştır. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın sözlerine hürmeten harabe haldeki Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etmeyi reddetmişler, burası Müslümanların Kudüs’ü fethine kadar da harabe halde kalmıştır. Kudüs 614 yılında Sasaniler tarafından ele geçirilmiş, Bizans İmparatoru Herakleios şehri 629 yılında geri alarak kutsal haçı Kudüs’teki yerine koymuştur. Kudüs 638 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir.[6]

Emevîlerden Osmanlı Hakimiyetine Kadar Kudüs

Emevî döneminde (661-749) Halife Abdülmelik İbn Maravan tarafından yaptırılan Kubbetü’s-Sahra, Kudüs şehrindeki sembol yapılardan biri olup dünyadaki en eski İslam yapılarından da biri sayılmaktadır. Hz. Muhammed’in ayak izi ve Cebrail A.S.’ın da el izini taşıdığına inanılan ve Hz. Musa’nın kıblesi sayılan kutsal kayayı barındıran ortası kubbeli, sekizgen bu eser şehrin sembol yapılarından birisidir. Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer tarafından yaptırılan mescidin yerine yapılması nedeniyle Ömer Camii olarak da bilinmektedir.[7] Bu cami Abbasi döneminde (750-969) Ebû Cafer el-Mansur tarafından yeniden yaptırılmıştır.

Kendilerini Hz. Muhammed’in kızı Fatıma’ya bağlayanlar tarafından Kudüs 966 yılında alındı. 1033 yılında gerçekleşen şiddetli deprem El-Aksa’nın yıkılmasına sebep oldu ve cami Fatımîler tarafından yeniden yaptırıldı. Selçuklular Malazgirt Savaşı ardından Anadolu’ya girişinden altı yıl sonra 1077 yılında Kudüs ve Filistin bölgesini aldı. İlk Haçlı Seferi ile birlikte 15 Temmuz 1099 tarihinde Kudüs Türklerin elinden çıkmış ve tarihin büyük katliamlarından biri yapılmıştır. Yahudiler havralarıyla birlikte yakılırken bazı Hıristiyanlar da aynı akıbete uğramıştır. El-Aksa Camii üzerine bir haç oturtulması suretiyle kiliseye çevrilmiş, kutsal taştan parçalar koparanlar taşın ağırlığı tutarında altın karşılığında bu taşları satmışlardır. Daha sonra Halep’teki Türk atabeyi İmameddin Zengî tarafından Kudüs bölgesi tekrar Türk hakimiyetine girmiştir. Ancak bu kez de ikinci Haçlı seferi gerçekleşmiştir. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü tekrar geri almıştır. Onun döneminde Yahya b. Hamid’e yaptırılan ve camiye yerleştirilen minber 12. yüzyılın en iyi ahşap örneklerinden biri olarak sayılmaktadır. Ancak bu minber ve caminin başka bölümleri 1967 yılında İsrail’in saldırısı ile yanmıştır. Haçlıların elindeki Kudüs Memlük komutanı Baybars tarafından geri alınmıştır.[8]

Osmanlı Yönetiminde Kudüs

Kudüs 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı hakimiyetine dahil edilmiştir. Filistin bölgesinin çevresi de Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Osmanlı dönemi içerisinde Müslümanların Harem veya Eski Şehir olarak nitelendirdikleri 868 dönümlük kısım etrafında kalan duvarlar yeniden inşa ettirilmiştir. Hz. Dâvûd’un türbesi ile Kubbetü’s-Sahre’nin duvarları ve kapısı yenilenmiştir. I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan Arz-ı Filistin adı verilen ve Şam eyaletine bağlı olan bölgede dört sancak oluşturulmuştur. Gazze, Nablus, Safed ile birlikte sancak olan Kudüs, 1887 yılında bir sancak olarak merkeze bağlı bir şekilde yönetilmeye başlanmıştır. Osmanlı’da bu tip sancaklar herhangi bir eyalete bağlı olmadan doğrudan merkeze bağlı mutasarrıflar yani mülki amir tarafından yönetilmekteydi.[9] 1888 yılında Beyrut Vilayeti teşkil edildiğinde Filistin iki bölüme ayrılmış, Filistin’in kuzeyi bu vilayetin idaresine bırakılırken, Kudüs’ün güneyi de daha önce oluşturulan mutasarrıflığa bırakılmıştır. Bu ayrım doğrultusunda Kudüs sancağına bağlı önemli şehirler Kudüs, Yafa, Gazze, Halîlürrahman olmuş; Akka sancağına bağlı olanlar Akka, Hayfa, Safed, Nâsıra, Taberiye şehirleri; Nablus sancağına bağlı şehirler ise Nablus Benîsâb, Cemmâîn, Cenîn şeklinde belirlenmiştir. Bu doğrultuda Ürdün Nehri (veya Şeria Nehri) sınır kabul edildiğinde bu taksimat içerisindeki Osmanlı Filistin’i az bir farkla daha sonraki İngiliz Mandası döneminde de devam ettirilmiştir.[10]

Osmanlı yönetimindeki Kudüs’ün idaresi için atanan kadılarda mevleviyet derecesi aranmaktaydı. Bilindiği üzere mevleviyet dereceli kadılar, Osmanlı Devleti’nde yüksek dereceli kadılıklar için kullanılmıştır. Bu yüksek dereceli kadılıklar başkent denilen payitahttan ayrı olarak dinî, içtimaî, stratejik önemi haiz şehirler için söz konusu idi. Dolayısıyla mevleviyet dereceli kadılık, kaza kadılıkları denilen ikinci derece kadılıktan çok daha önemli bir konumdaydı.[11] Kudüs’e mevleviyet dereceli kadı tayin edilmesi Osmanlı yönetiminin buraya verdiği değeri gösteren önemli bir uygulamadır. Bu değerin bir başka göstergesi de Osmanlı kroniklerinde görülebilir. Bu kroniklerde Kudüs isminin umumiyetle itibarlı, şerefli, saygın, namuslu anlamlarını kendisinde barındıran şerif sıfatıyla birlikte kullanılması verilen değerin bir göstergesidir.[12] Osmanlı yönetimi tarafından Kudüs’e verilen değerin hiçbir zaman azalmadığını da belirtmek gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra kurulan kara ve demir yolu ağı vasıtası ile Filistin bölgesinde büyük şehirler birbirine bağlanmış oldu. Yafa-Kudüs, Nablus-Yafa, Kudüs-Nablus, Kudüs-Eriha gibi yollar bu dönemde yapılmıştır. Şehirler arasındaki bağlantılar Filistin’in sahil limanları olan Yafa, Gazze, Hayfa, Akka’da ithalat ve ihracatın gelişmesine vesile olmuş, böylece bölgenin iktisadî açıdan canlanmasına olanak sağlamıştır. Ulaşım ağının kurulması bölgenin merkezle bağının arttırılmasını da amaçlamıştır.[13] Devletin en problemli dönemi olan 20. yüzyıl başlarında bile Kudüs’e ve burada bulunan kutsal mekanların korunmasına, tarihi mekanların çevresine yabancılar tarafından bina yapılmaması için bu mekanların tespit edilmesine ve daha pek çok konuya dair arşiv belgeleri söz konusudur.[14]

Filistin bölgesinin Osmanlı hakimiyetinde olduğu zamanlarda yaşanan en önemli sorunlardan biri buradaki nüfuzlu ailelerin isyan hareketleri idi. Devletin merkezi otoritesinin azaldığı dönemlerde bu aileler bölgede kendi hakimiyetlerini oluşturma gayretinde idiler. Bu bağlamda genellikle Akka bölgesi ön plana çıkmakta ve burada idare emirlerin eline geçmekteydi. Bu hareketlerin en bilinenlerden ikisi Manoğlu Fahreddin ve Zâhir el-Ömer’e aittir. Napolyon da bölgeye ulaştığında Akka’yı kuşattıktan sonra Safed ve Nâsıra’ya kadar ilerlemiş, lakin Cezzar Ahmed Paşa’nın gayretleriyle çekilmek zorunda kalmıştır. 1832 yılında ise Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından ele geçirilen Filistin bölgesi İngiltere ve Avusturya’nın yardımları ile 1840 yılında tekrar Osmanlı hakimiyetine alınabilmiştir. Bu olaydan sonra Filistin bölgesi İngiltere ve Fransa gibi büyük güçlerin ilgi odağı haline gelmiştir.[15]

Kudüs Osmanlı hakimiyeti altında kaldığı sürece Osmanlı millet sistemi içerisinde yönetildi. Zamanına göre oldukça ileri bir sistem olduğu çeşitli araştırmalarla ifade edilen Osmanlı millet sistemine göre Yahudiler ve Hıristiyanlar Ehl-i Kitap’tı. Üç dine mensup herkesin hakkı teamüle dayalı olarak olduğu gibi korunmaktaydı ve bu durum zaman içerisinde yazılı hale de getirilmişti. Osmanlı yönetiminde Kudüs’teki Arapların Türklerle eşit olması durumu yalnız Kudüs’te değil, devletin içerisindeki her yerde geçerli idi. Kudüs’te kendi kendilerini yönetmelerine izin verildiği gibi, devlet idaresinde merkezde veya taşrada her türlü makama da getiriliyorlardı.[16]

Ancak Osmanlı’nın uyguladığı kapsamlı millet sisteminin Kudüs’te problemlerin ortaya çıkmasında etkili olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim bu sistem içerisinde gerek Hıristiyanların gerekse Yahudilerin kurumlaşmaları ve bu çerçevedeki talepleri günden güne artmıştır. 19. yüzyıl ikinci yarısı içinde ise özellikle bölgenin stratejik konumu nedeniyle büyük güçlerin artan ilgisi neticesinde burada kiliseler, dini okullar, misyoner cemiyetleri gibi pek çok kurum ortaya çıkmıştır. Bu kurumlar vasıtası ile bölgede büyük güçlerin çıkar çatışmaları yaşanmaya başladı. Yüzyıl sonunda ise farklı ülkelerde dağınık şekilde yaşayan Yahudiler için tarihi yurtlarına dönüş ve Yahudi devleti kurmayı hedefleyen Siyonizm hareketi ortaya çıktı.[17]

Kudüs ve Filistin’in Osmanlı Hakimiyetinden Çıkışı

Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçi akımın son derece etkili olduğu dönemde söz konusu olan antisemitizm denilen Yahudi karşıtlığı Siyonizm akımının gelişiminde önemli bir unsur olmuştur. Nitekim antisemitizm akımı ile Filistin topraklarına Yahudi göçleri başlatılmıştır. Bu kapsamda ilk göç 1880-1890’lı yıllarda Rusya’da Yahudilere karşı yapılan bir takım uygulamalar neticesinde gerçekleşmiştir. Aliyah ismi ile terimleşen ilk göç 1882-1903 yılları içerisinde olmuştu. Sayı bakımından fazla olmayan bu göç hareketi bilhassa Filistin’deki kırsal alanlara yapılmıştır. Sonraki göç dalgası sayı ve bölgedeki etkinliği bakımından daha fazla olarak 1905-1914 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bu göç dalgası ile bölgeye gelenler özellikle Hayfa’dan Gazze’ye kadarki kıyı bölgesine yerleşmişlerdir. Neticede 1909 yılında Yafa’nın kuzeyinde Tel Aviv ismiyle yeni bir şehir ortaya çıkmıştır. Göçler neticesinde 1881 yılında yaklaşık 14.000 olan Yahudi nüfusu 1901’de 23.662’ye çıkarken, 1914’te ise 39.000’e yaklaşmıştır. Siyonizm faaliyeti ile sistemli bir şekilde gerçekleşen bu göçlerle birlikte Siyonistlerin bütün faaliyetleri Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu kapsamda önceleri II. Abdülhamid ile başlayan görüşmeler daha sonra da devam etmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki heyet II. Abdülhamid ile iki kez görüşmüş, belirli bir miktar karşılığında Filistin’in Yahudilerce satın alınması ve Osmanlı borçlarının kendileri tarafından konsolidasyonu teklif edilmiştir. Bilindiği üzere bu dönemde Osmanlı Devleti’nin dış borçlarının düzenli bir şekilde ödenmesi için Avrupalı ülkeler ve Osmanlı temsilcilerinin yer aldığı Düyûn-ı Umûmiye idaresi mevcuttu ve dış borçlar mevzusu devletin bütün politikalarında etkili idi.[18] II. Abdülhamid Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerine izin verdiyse de yurt kurmaları ile ilgili tasarıyı kabul etmemiştir. Filistin’de Yahudilerin toprak satın almaları yasaklanmış, ancak Kudüs’ü ziyaretleri hac kapsamında ve geçici olarak kabul edilmiştir. Yahudiler, İttihat Terakki döneminde bir süre toprak satın alma hakkı elde etseler de 31 Mart Vakası’ndan sonra bu haklarını kaybetmişlerdir. Yine aynı dönemde Filistin’deki kolonizasyon faaliyetinin engellenmesi için büyük çaba sarf edilmiştir. Bütün bunlara rağmen 1901 yılında meydana getirilen Yahudi Milli Fonu başta olmak üzere çeşitli oluşumlar vasıtasıyla Filistin bölgesine büyük bir maddi kaynak aktarılmıştır. Böylelikle paranın cazibesine kapılan bazı Arap mülk sahipleri ellerindeki toprakları satmaya başlamıştır. Merkezi hükümet ise bu gelişmelerden haberdar olmakla birlikte iç ve dış sorunlarla uğraşmaktan Yahudilerin mülk satın almalarına engel olamamıştır. Aynı zamanda Avrupalı büyük güçler bir yandan Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliğini diğer yandan Siyonizm faaliyetlerini destekleri neticesinde devlet içerisinde kendi nüfuz alanlarının oluşmasını sağlamıştı. Böylelikle Osmanlı Devleti dağıldığında bu nüfuz bölgeleri üzerinden toprakların paylaşılması mümkün olacaktı.[19]

İngiltere’nin Osmanlı toprakları ile ilgili düşünceleri I. Dünya Savaşı sırasında dış işlerinde müsteşar yardımcısı olan Sir Mauricio Bunsen başkanlığında oluşturulan komisyonda ortaya konulmuştur. Bu çerçevede oluşturulan rapor 30 Haziran 1915 tarihinde sunulmuş ve İngiltere’nin Ortadoğu ile ilgili politikası belirlenmiş oldu. Rapora göre Filistin ve Kudüs’ün özel statüsü nedeniyle uluslararası bir yapıya kavuşturulması kararlaştırılmıştır.[20]

Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında İngiltere, Fransa ve Rusya bir dizi gizli görüşmeler gerçekleştirmişti. Neticede 16 Mayıs 1916 yılında Rusya’nın da onayıyla İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması çerçevesinde Osmanlı idaresine bağlı Arap vilayetleri İngiliz ve Fransız nüfuz bölgelerine geçerek bölünmüştür.[21] Ortadoğu’nun taksimini öngören haritalarda Filistin kahverengi bölge olarak tarafsız bir şekilde bırakılmıştır. Ancak savaş sonrasında Avrupa denetiminde özel bir uluslararası rejime çevrildiğinden Filistin’in siyasi birliği de bu dönemde oluşturulmuş oldu. Antlaşmaya göre; İngilizlere Ürdün, Irak ve Filistin üzerinde, Fransızlara da Suriye ve Lübnan üzerinde egemenlik kurma hakkı veriliyordu. Ayrıca Hayfa ve limanı Akka ile birlikte İngilizlere ait olacak, kıyıda Hayfa’nın 15 mil kuzeyinden başlayıp Taberiye Gölü’ne, Şeria’ya, Lut Gölü ve Gazze’ye uzanan bir sınır içinde kalan Filistin ise tarafsız ilan edilerek Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya ve Müslümanların temsilcilerinden oluşan bir uluslararası idarenin denetimine bırakılacaktı.[22]

İngiltere’deki Siyonistlerin emellerinin ve Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikri ilk defa Sir Herbert Samuel tarafından İngiliz hükümetine iletilmiş, bu kapsamda Filistin’in Geleceği başlıklı bir muhtıra yayınlanmıştır. Dönem şartları ve Ortadoğu’da böyle bir girişimin oluşturacağı etkiden çekinen İngiltere bu öneriyi ilk zamanlarda hayata geçirmemiştir. Ancak daha sonra Loyd George’un başbakanlığındaki İngiltere hükümetinde dış işleri bakanı olarak görev yapan Arthur Balfour’un imzasını taşıyan Balfour Delarasyonu (Bildirisi) ile İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi ülkesinin kurulmasını desteklediği ilan edilmiş olur. 2 Kasım 1917’de İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rothschild’e gönderilen mektupta yer alan ifadeler şu şekildedir:

Saygıdeğer Lord Rothschild,

Yahudilerin Siyonist özlemlerine sempatisini dile getiren aşağıdaki deklarasyonun Kabine’ye sunulmuş ve onun tarafından onanmış olduğunu, Majestelerinin hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyuyorum; Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır ve Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir başka ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasal statüye zarar verebilecek herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe erişilmesi için elinden gelen tüm çabaları harcayacaktır. Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız, size minnettar olacağım.

Saygılarımla,

Arthur James Balfour

Söz konusu vaadin aslında bölge gerçekliği ile uyuşmadığını belirtmek gerekir. Çünkü bu bildirinin kaleme alındığı dönemde Filistin bölgesinin yalnızca %2’sinde Yahudiler toprak sahibi idi. Buna karşın nüfusun %90’ı Arap’tı. Dolayısıyla İngiltere bir yandan da Araplara yalnızca bir tek Arap devleti kurulacağının ve bu bildirinin Yahudi devleti kurulacağı anlamına gelmediğinin teminatını veriyordu.[23]

İngiliz Savaş Kabinesi Şef Sekreteri Mark Sykes söz konusu mektubun sevincini Rus Yahudisi ve batıdaki en etkili Siyonizm taraftarı olan Dr. Haim Weizmann’a, “Dr. Weizmann bir oğlunuz oldu” şeklinde bildirmiş, Weizmann da bu haberin gelecek adına önemini “Eh… İlk önce çocuğu sevmedim. Benim beklediğim değildi. Fakat bunun büyük bir olay olduğunu biliyordum. Önümüzde yeni dertlerle ancak büyük hazlarla dolu yeni bir dönem açılıyordu” şeklinde dile getirmiştir.[24]

31 Ekim 1917 tarihinde Mareşal Albeny komutasındaki İngiliz askerleri Filistin’in Bi’rüssebi bölgesini ele geçirdiler. Osmanlı Devleti pek çok açıdan sıkıntı yaşadığı bu dönemde Kudüs’ü savunmak için yeni bir ordu oluşturmuş olsa da İngilizlere karşı başarı sağlayamamıştır. Netice itibarıyla Mareşal Albeny 11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e girmiş ve Haçlı seferlerinin neticelendiğini halka duyurmuştur. Kudüs düştükten sonra Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının tamamı İngilizlerin eline geçmiş, böylece bölgedeki Türk hakimiyeti de son bulmuştur.[25] Ocak 1918’de toplanan Paris Barış Konferansı ardından Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Filistin ve Arabistan’ın Osmanlı Devleti’nden tamamen ayrılmasında İtilaf Devletleri anlaşmaya varmış, Wilson ve General Smuts’un hazırladığı planlar doğrultusunda Türkiye’den ayrılan bölgelerde manda idaresi tesis edilmiştir. Bu bölgeler kendi başlarına hareket edebilecek hale gelinceye kadar da manda yönetimi altında bulunmaları kararlaştırılmıştır.[26]

Birinci Dünya Savaşı sonrasında büyük oranda galip devletlerin etkisi ile oluşturulan Milletler Cemiyeti, yenik durumdaki Osmanlı Devleti’nin bazı eski topraklarında manda ismiyle yeni bir sistem kurmuştur. Bu çerçevede Kudüs’ü içine alacak şekilde Filistin topraklarında İngiliz Mandası tesis edilmiştir. Yani bu topraklar birinden alınıp bir başkasına verilmiştir. Esas itibarıyla 1789 Fransız İhtilali’nin ürünü olan ve Birinci Dünya Savaşı ardından önemli bir unsur haline gelen, ulusların veya halkların kendi geleceklerini kendileri tayin etme hakkı denilen self-determination ilkesi Filistin toprakları için söz konusu edilmemiştir. Dolayısıyla bu topraklar İngiliz Mandası haline dönüştürülürken Filistin halkına sorulmamış, self-determination ilkesi kapsamında uluslararası hukuk ihlal edilmiştir.

Filistin’de manda yönetiminin tesis edilmesinde söz konusu ilke doğrultusunda Filistin halkının oyuna başvurulmamasının yanı sıra burada manda yönetimini oluşturan kararların 13. ve 14. maddesinde kutsal yerlere dair bulunan yükümlülükler de daha sonra görmezden gelinmiştir. 13. maddede kutsal yerlere dair manda yönetimine bir takım sorumluluklar yüklenmişti:

“…Mevcut hakların korunması ve (Kutsal Yerler’e) özgürce girebilme de dahil olmak üzere, Kutsal Yerler’e ilişkin tüm sorumluluk Mandater devlete aittir. Bu Mandada hiçbir şey Mandater otoriteye Müslümanlar için kutsal olan ve dokunulmazlıkları garanti edilmiş bulunan anıtların kuruluşuna ve yönetimine karışma biçiminde yorumlanamaz.”

  1. maddede ise çeşitli dinsel toplulukların Kutsal Yerler’deki hak ve savlarını inceleyerek tanımlamak ve belirlemek üzere özel bir komisyon kurulması öngörülmüştü.[27]

Filistin topraklarında manda yönetiminin tesisi ile birlikte bölgeye çok büyük oranda Yahudi göçü başlamıştır. Manda yöneticilerinin daha çok Siyonistler arasından seçilmesi bu durumdaki en önemli unsur olarak kabul edilmektedir. Birden bire ortaya çıkan bu göç dalgası ise bu topraklara yeni gelenler ile eski halk arasında huzursuzlukların yaşanmasına sebep olmuştur. Geçmişte Kutsal Yerler ile ilgili tarafların hak ve hukuku karşılıklı saygı ve teamüller üzerine korunurken Manda yönetimi vasıtası ile Siyonistler haklarından çok daha fazlasını talep etmişlerdir.

Sykes-Picot Antlaşmasına göre paylaşılan bölgeler

 

İngiltere Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour ve Lord Rothschild’e 2 Kasım 1917 tarihli mektubu

 

 

Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER*

 

* Eskişehir Osmangazi Üniv. Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. El-mek: [email protected]

[1] Kudüs’ün tarih boyunca aldığı isimler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muammer Gül, “Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler”, Fırat Üniv. Sosyal Bilimler Dergisi, c. 11, S. 2 (2001), s. 305-312.

[2] Ömer Faruk Harman, “Kudüs”, DİA, c. 26, Ankara 2002, s. 326.

[3] Amâlika terimi Kur’an’da yer almamakla birlikte İslâmî kaynaklara Benî İsrâil ile ilgili rivayetlerden geçmiştir. Eski Ahid’de şahıs ve kavim adı olarak yirmi dört defa zikredilip Yahudîlerin ezeli düşmanı olarak tanıtılmaktadır. Tevrat’taki nesep şeceresinde Amâlika topluluğunun atası, Hz. İshak’ın torunu Elifaz’ın cariyesi Timna’dan doğan Amalek adındaki kişidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sargon Erdem, “Amâlika”, DİA, c. 2, İstanbul 1989, s. 556-558.

[4] Hurrî adıyla isimlendirilen bu topluluk MÖ III. binyılın ortalarından itibaren Mezopotamya’nın Yukarı Dicle kıyısında ortaya çıkmış ve zamanla eski Ön Asya’ya yayılmıştır. Burada MÖ VII. yüzyıla kadar varlığını devam ettiren Hurrîlerin dili de Asya kökenli olduklarını işaret etmektedir. Bkz. Adil Alpman, “Hurriler”, Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 14, S. 25 (1981), s. 283 vd.

[5] Kutsal kitap Tevrat’ı yazıya geçirerek onu yorumlama geleneği başlatan Ezra, Yahudiler arasında “Kutsal Soy” geleneği başlatarak dış evliliklere yasak getirmiş, böylelikle soya dayalı bir Yahudi kimliğinin oluşmasını sağlamıştır. Onun döneminde Yahudilik tam anlamıyla geliştiğinden ikinci bir Musa gibi algılanmıştır. Yahudilerin Babil sürgünü, sürgünden dönüşleri ve Ezra’nın faaliyetleri için bkz. Ali Osman Kurt, Babil Sürgünü Sonrası Ezra Önderliğinde Yahudiliğin Yeniden Yapılandırılması, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2006, s. 15 vd.

[6] Ömer Faruk Harman, “Kudüs”, DİA, c. 26, Ankara 2002, s. 325.

[7] Nebi Bozkurt, “Kubbetü’s-Sahre”, DİA, s. 26, Ankara 2002, s. 304.

[8] Türkkaya Ataöv, “Kudüs ve Devletler Hukuku”, Ankara Üniv. SBF Dergisi, c. 35, S. 1 (1980), s. 33-34.

[9] Ali Fuat Örenç, “Mutasarrıf”, DİA, c. 31, İstanbul 2006, s. 388.

[10] M. Lütfullah Karaman, “Filistin”, DİA, c. 13, İstanbul 1996, s. 92.

[11] Mevleviyet hakkında daha fazla bilgi için bkz. Fahri Unan, “Mevleviyet”, DİA, c. 29, Ankara 2004, s. 467-468.

[12] Osmanlı kroniklerinde Kudüs için kutsal ev/toprak anlamlarında beytü’l mukaddes, beytü’l-makdis; güzel ve kutsal belde anlamında belde-i tayyibe, belde-i kuds; Mekke ve Medine’den sonra üçüncü harem olması nedeniyle de sâlis-i haremullah gibi adlandırmalar kullanılmıştır. Kroniklerdeki adlandırmalar ve Kudüs şehrine dair anlatımların bir özeti için bkz. Alattin Dolu, “Osmanlı Kroniklerinde Kudüs Algısı”, Pamukkale Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 25/1 (2016), s. 21-46.

[13] Orhan Hülagü, “Osmanlı’nın Son Döneminde Filistin’in İktisadi ve İçtimai Durumuna Bakış”, OTAM, S. 9 (1998), s. 512.

[14] Kudüs’teki tarihi mekanların tespiti ile ilgili bir belge için bkz. Osmanlı Belgelerinde Filistin, Haz. Hüseyin Özdemir vd., Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., İstanbul 2009, s. 541-544.

[15] M. Lütfullah Karaman, a.g.m., s. 92.

[16] Türkkaya Ataöv, a.g.m., s. 34-35.

[17] Siyonizm terimi, Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümünü ihtiva eden Ahd-i Atîk’te Kral Dâvûd tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılan Kudüs şehri için kullanılmış “siyon” isminden türetilmiştir. Hareketin ortaya çıkışı ve gelişim süreci hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. M. Lütfullah Karaman, “Siyonizm”, DİA, c. 37, İstanbul 2009, s. 329-335.

[18] Düyûn-ı Umûmiye hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Bedri Gürsoy, “100. Yılında Düyun-u Umumiye İdaresi Üzerine Bir Değerlendirme”, İstanbul Üniv. İktisat Fakültesi Mecmuası, c. 40, S. 1-4 (1984), s. 17-59; İsmail Yıldırım, “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme (1838- 1918)”, Fırat Üniv. Sosyal Bilimler Dergisi, c. 11, S. 2 (2001), s. 313-326.

[19] M. Lütfullah Karaman, “Filistin”, s. 93-94.

[20] Kadir Kasalak, “İngilizlerin Filistin Politikası ve Filistin Mandası”, SDU Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 25 (2016), s. 66.

[21] Sykes-Picot Antlaşması ve öncesindeki görüşmeler ile ilgili bkz. İsmail Şahin-Cemile Şahin-İsmail Şükür, “Ortadoğu’da Emperyalist Güçlerin Gizli Oyunu: Sykes-Picot Antlaşması”, The Journal of Academic Social Science Studies, S. 38 (2015), s. 241-262.

[22] Kadir Kasalak, a.g.m., s. 68.

[23] Kadir Kasalak, a.g.m., s. 67; M. Lütfullah Karaman, “Filistin”, s. 94.

[24] Sedat Kızıloğlu, “İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler ve Siyonizm’in Gelişimi”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. 2, S. 1 (2012), s. 49-50.

[25] M. Lütfullah Karaman, “Filistin”, s. 94.

[26] Kadir Kasalak, a.g.m., s. 70.

[27] Türkkaya Ataöv, a.g.m., s. 35-36.

* Eskişehir Osmangazi Üniv. Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. El-mek: [email protected]

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen