Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – XIII

Hilmi ÖZDEN

Mustafa Kemâl’in sabah ilk işi kendi maaşından yahut gerekirse borç alarak Arabacı İsmail Efendiye bir at alıp hediye etmekti[1]. Sabah ona zor olmuştu. Saman pazarında atların satıldığı bir hana gitmiş hayli yüklü paraya güzel bir at almıştı. Akşama vakit geciktirmeden götürmek isteyecekti. Fakat her taraftan isyan ve savaş haberleri geliyor, meclis toplantı üstüne toplantı yapıyordu. Atı yaveri ile hediye olarak kabul etmesini söyleyerek Ankaralı Arabacı İsmail’e gönderdi. Kendisi de en kısa zamanda uğrayacaktı.

Arabacı zorla da olsa Paşa’nın hediyesi olan atı kabul etmişti. Bunda ananın da etkisi olmuştu. “Bak darılır Paşamız” demişti. “Onu kırmaya hakkımız var mı? Üstelik ihtiyacımız da var”. Bir Gün Mustafa Kemâl çıka geldi. Her seferinde olduğu gibi Arabacı İsmail’i ve anayı görmek onu dinlendiriyordu. O gün Arabacı Tevilat çalışmasından bir bahis anlatacaktı. Bu, Mustafa Kemâl’inde üstünde düşündüğü Zülkarneyn kıssası idi. Söze Arabacı İsmail Arap coğrafyacıların, Türklere Yecüc-Mecuc demesinin yanlışlığı ile başladı. Çünkü bir kısım Ön Asya kaynakları gibi, Arap kaynakları da, Zülkarneyn tarafından bir seddin ötesine atılan çapulcu Yecüc-Mecücleri Türk sayarlardı. Oysa doğrudan Zülkarneyn’in bir Türk, hatta Oğuz Han olduğunu ileri süren Türk bilginleri de vardı. VI. yüzyıldan itibaren doğrudan Türk adıyla öne çıkan bu kavim, VIII-IX. yüzyıldan sonra Müslüman olmaya başlayarak, İslam için de bir ümit olmuştu. Böylece bir kısım Arapların Türklere bakışı yumuşamış, hatta bir kısım Araplar Türklerin Hz. İbrahim’in Kantûra adlı cariyesinin neslinden geldiğine de inanmışlardır. Bir kayda göre Hz. İbrahim Türk hakanının kızı Kantûra ile evlenmiş imiş. Bu sebeple olsa gerek bazı Arap kaynaklarında Türklere Benu Kantura da denilmekte idi[2].

“İlave olarak Zülkarney’in İskender benzetmeleri ise İskit Destanlarının Yunan destanlarını etkilemesindendir oğul” “Heredot Tarihi dikkatle okunursa bu fark edilir. 1. Öykü (Herodotos,IV. 5-7) Zeus’un, Borysthenes’in (Dinyeper) Kızı ile evliliğinden Targitaos (Oğuz Han) Dünyaya gelir. Onun Lipoxais (Gün Han), Arpoxais (Ay Han), Kolaxais(Yıldız Han) isimli oğulları doğar. Hikâye’de şöyledir: Gökyüzünde altın bir sapan, bir boyunduruk, bir balta ve bir kupa düşer. Büyük ve ortanca kardeşler bu kutsal altına yaklaşınca ateş saçar, alamazlar, Küçük kardeş gelir altın soğur. Bu mucize üzerine büyükler iktidarı en küçük kardeşe bırakırlar. Kral Kolaxais’in üç oğlu olur, ülkesini üçe taksim eder. Kutsal altın en büyük ülkede saklanır (sapan ve boyunduruk: toprağa bağlanmasının; balta: asalet ve hâkimiyetin; kupa; “bağlılığın” ve “asaletin” timsálleridir). Bilinir Oğuz Han bir dağın tepesinde dua ederken, birdenbire karanlık basar, ardından mavi nur iner. İçinde dünyalar güzeli bir kız vardır… Evlenirler, Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han dünyaya gelir. Diğer bir öykü de (Herodotos, IV. 8-10): Herakles (Oğuz Han)’in Yılan Kız ile evliliğidir: Herakles arabasını çeken iki kısrağını, otlamaya salar. Uyandığında  atlar kayıptır… Ağaçlık denen yerde bir mağaranın içinde üst tarafı kız alt tarafı yılan olan bir yaratığa rastlar. Atlarını sorar. Yılan kızın şartı evliliktir. Sonra kısrakları verecektir.( Oğuz han bir gün ava çıktığında ikinci eşini gölün ortasındaki bir ağacın kovuğunda bulur…Evlenirler…Gök Han, Dağ han ve Deniz Han Dünyaya gelir.) Yılan Kız’dan Agathyrsos (Gök Han),  Gelonos Dağ Han, Skythes Deniz Han Dünyaya gelir. Herakles, Yılan kıza şart koşar. Üç oğlundan hangisinin onun gibi yay kurar ve ─tokasında altın bir kupa asılı bulunan─ kılıç kemerini onun gibi kuşanırsa, ülkenin hâkimi o olacaktır. Diğer kardeşler ülkeyi terk edeceklerdir. En küçük kardeş Skythes istenileni yapar, diğerleri ise topraklardan kovulurlar (yay otoritenin simgesidir)  (“Kutluk” Akça Koca, Oğuz Han’ın yerine istiareye yatar, kutlu bir rüya görür. Altın yayı bulmak için Gün Han, Ay Han, Yıldız Han doğuya; gümüş oku bulmak için Gök Han, Dağ han, Deniz Han batıya giderler. Oğuz Han Yay ve oku üçe böler topraklarını büyük ve küçük oğulları arasında paylaştırır. Bozoklar, üç oklar….)[3]

Arabacı İsmail dinlenmek için durunca Mustafa Kemâl “baba bunları nereden biliyorsun” “târih hocaları bile böyle yorumlayamaz”.

Arabacı İsmail alınmış görünerek “beğenemedin mi oğul” dedi. Mustafa Kemâl “Estağfirullah babam” diye karşılık verdi. Arabacı “şaka oğul şaka” Heredot tarihi ve Şehname’ye tenkitli bakılırsa bu rahatlıkla anlaşılır. Şehname[4]’de de birçok Türk Destanlarındaki kahramanlar İranlı olarak gösterilmiştir. İran-Turan mücadeleleri karıştırılmıştır. Orada ki gelenek müfessirler tarafından aktarılarak Zülkarneyn’i Koreş olarak kabul edilmiştir. Sonra “Zülkarneyn Kıssasının Tasavvufî Yorumu[5] diyerek yeniden sözlerine devam etti[6]:

Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Zülkarneyn kıssasıyla ilgili ayetleri şu şekilde tercüme etmiş ve yorumlamıştır oğul:

“(Ve yes’elûneke an zîlkarneyni kul se’etlû aleyküm minhü zikran) (Ayet 83) Habibim, sana Zülkarneyn’den sorarlar. “Onun zikrini size okuyacağım” deyiver. Ayetin enfüse tatbikine gelince: Bu vücudda Zülkarneyn; vücudun iki boynuzuna, yani, şark ve garbına mâlik olan kalb’dir. “innâ mekkennâ lehu fi’l-ardı” (Ayet 84) Tasarruf ve ma’âni-yi külliye ve hazine mallarını cem’e ve maşrık ve mağribden dilediği cihete gidebilmek üzere biz, kalbi “arz-ı bedende” kudret ve tasarruf sahibi kıldık. (Ve ateynâhü min külli şey’in sebeben) (Ayet 84) Dilediği kemâlâttan her hangi bir kemâle vasıl olması için, vuslatına sebep olan yolu kendisine verdik. (Fe’etbe’a sebeben) (Ayet 85) Bunun üzerine, âlem-i süfliye teveccüh ve bedene taalluk ile bir yola girdi. (Hattâ izâ beleğa mağribe’ş-şemsi) (Ayet 86) Ta ki “Şems-i ruhun” gurubu mekânına baliğ oldukta (yani: güneşin battığı yere gelince) (Vecedehâ tağrübü fi aynin hamietin) (Ayet 86) Ruh güneşinin çamurla karışık bir kaynak suyunda yani (min nutfetin emşâc) buyurduğu veçhile; karanlık ecsamdan mümteziç (uyuşan) “madde-i bedeniyeden” ibaret bulunan hemme (çamur) ile muhtelit (karışık) bir suda gurub eder olduğunu gördü. (Ve vecede indehâ kavmen) (Ayet 86) Ve o çukurun yanında “kuvâ-i nefsaniye-yi bedeniye” ve “kuvâ-i Ruhaniye” kavmini buldu. (Kulnâ yâ zelkarneyni immâ en tü’azzibe) (Ayet 86) “Ey Zülkarneyn! Dilersen kahr ve imata ve riyazatla bunlara azâb, (Ve immâ en tettehıze fîhim hüsnen) (Ayet 86) dilersen ta’dil huzuzuna (hazlarını) ifa ile, onlara bir iyilik edersin” dedik. (Kale emmâ men zaleme) (Ayet 87) Zülkarneyn dedi ki, “Şehvet, gazab, vehim ve tahayyül gibi efrad ve adem-i istislâm (uyumsuzluk) ve inkiyad (boyun eğme) sebebiyle zulüm edenlere, (Fesevfe nü’azzibühü sümme yüreddü ilâ rabbihi feyu’azzibühü azâben nükren) (Ayet 87) biz, riyazat ile azâb edeceğiz. Sonra, “kıyamet-i suğrada” “Rabbine red olunarak, benim azabımdan daha şiddetli, münker bir azab ile Rabbi de ona azâb edecektir. (Ve emmâ men âmene) (Ayet 88) Amma akliyetin, fikir ve havass-ı zâhire gibi ilim ve marifet ile imân eden; (ve amile sâlihan) (Ayet 88) ve inkiyad ve taât ve fezâil iktisabında sâi ile sâlih amel işleyen (Felehu cezâeni’l-hüsnâ) (Ayet 88) kimse için “cennet-i sıfat ve envarının tecelliyatından, ulûmunun enharından güzellikler vardır. (Ve senekûlü lehü min emrinâ yüsren) (Ayet 88) Ve “mülâkat-ı fazîlenin” husulu sebebiyle ona kolaylıklı söz diyeceğiz.[7]

(Sümme etbea sebeben) (Ayet 89) Sonra bir yola gitti. Tezekki (paklanmak) ve tecerrüd ile Allah’a sülûk ve terakki yolunu tuttu. (Hattâ izâ beleğa matlı’a’ş-şemsi) (Ayet 90) Tâ ki ruh güneşinin tulu’ ettiği mahalle baliğ (erişdikde) oldukta; (Vecedehâ tatlu’u alâ kavmin) (Ayet 90) Ruh güneşini âkıltan (akıllı kimseler), fikr, hads (seziş), kuvve-i kudsiyeden ibaret bulunan kavme tulu eder olduğunu buldu (gördü) (Lem nec’al lehüm min dûnihâ sitren) (Ayet 90) Bu kuvânın, ruh nuru ile tenevvüründen ve “maâni-yi külliyeyi” idrâklerinden dolayı, kendilerine “ruh güneşinin önünde” bir hicâb kılmamıştık. (Kezâlike) (Ayet 91) Zülkarneyn işi böylece vasf ettiğimiz gibidir. (Ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hübren) (Ayet 91) Onda olan ulûm ve maârif, kemâlát ve fezâili biz, ilim cihetinden ihatâ etmişizdir ki, mânâsı; kalbin “âlemiyni (âlemleri) câmi,” bir hazret olması dolayısıyla, bizim gayrimiz, kalbi ihata edemedi. Binaenaleyh Allah’tan gayri, kalbin malûmatına vâkıf olan bir mevcud yoktur. Bu sebebten kalba (Arşullah) tesmiye olunmuştur.[8]

(Sümme etbe’a sebeben) (Ayet 92)  Sonra, Zülkarneyn, “seyrifillah” ile bir yol tuttu. (Hattâ izâ beleğa beyne’s-seddeyni) (Ayet 93) Taki kevneyn arasında baliğ oldukta, işte kalbin mertebesi ve iki dağın yüksek noktaları arasındaki “makam-ı aslisi” budur. Maşrık ile mağribte seyri ise, tenezzülen ve terakkiyen seferidir. (Vecede min dunihimâ kavmen) (Ayet 93) Orada “kuvâ-i tabiiye-yi bedeniye” ve “havass-ı zâhire” kavmini buldu. (Lâ yekâdune yefkâhûne kavlen) (Ayet 93) O kavm, maâniyi müdrik ve nâtık olmadıklarından, söz anlayamıyorlardı. (Kâlû) (Ayet 94) Onlar hâl dili ile (inne ye’cûce ve me’cûce) (Ayet 94) tahkik, devâiy-i (içten gelen bir duyguyu teşvik edici haller) ve hevacis-i (kuruntular) vehmiye ve vesavis-i (vesveseler) ve nevazi-i (yerinden sökme) hayaliyle, (Müfsidûne fi’l-ardı) (Ayet 94) nizama münafi, rezail ve şehvete teşvik, nizamın ihlâlini ve kavanin-i (kanunlar) hayriye ve kavaid-i (kaideler) hikemiyyenin harabını mûcib amellere terğib ve adalete münafi ve zer’ (ekim, ziraat) ve neslin fesadını muktazi fetih ve hadisat, heva bid’atleri ihdası ile “arz-ı bedende” ifsâd edicidirler. (Fehel nec’alü leke harcen) (Ayet 94) imdi (Alâ en tec’ale beynenâ ve beynehüm sedden) (Ayet 94) Onlarla bizim aramızda bize tecavüz edemiyecekleri bir sed, yükselemiyecekleri bir mânia yapmanız için bizler, kemâlât ve süver-i ilmiyemizle sana yardım etsek olmaz mı?” dediler. İşte bu set; hadd-i şer’i ve hikmet-i ameliyeden olan “hicab-ı kalbidir.” (Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrün) (Ayet 95) Zülkarneyn, “Rab’bimin beni ikdar eylediği tecrübe ve maşrik ve mağribte seyr ile hâsıl olmuş olan maâni-yi külliye ve cüz’iye daha hayırlıdır. (Fee’înûnî bi-kuvvetin) (Ayet 95) İmdi siz, bana itaat ve amel ile yardım ediniz. (Ec’al beyneküm ve beynehüm redmen) (Ayet 95) Sizin ile onlar arasında gayet kuvvetli hikmet-i ameliye ve kanun-i şer’i seddini yapayım (Âtûnî zübere’l-hadîdi) (Ayet 96) “Bana suver-i ameliye demir parçalarını getiriniz” dedi. (Hattâ izâ sâvâ beyne’s-sadefeyni) (Ayet 96) Taki ta’dil ve takdir ile iki dağın tepelerine müsavi geldiği vakit (Kalen fühu) (Ayet 96) Kuvâ-yı hayvaniyeye; fezâil-i ahlâktan olan “maâni-yi cüziye” ve “Hey’et-i nefsâniye” ile bu suretlere “nefh ediniz” dedi. (Hattâ izâ cealehu nâren) (Ayet 96) Tâki, ulum cümlesinden, a’mâlin keyfiyetinin beyanını ihtiva eden, başlı başına bir ilim olduğu vakit, (Kâle âtûnî üfriğ aleyhi kıtren) (Ayet 96) ilim ile amel beyninde (arasında) tavassut etmekle (vasıta almakla), ruh-i insani ile beden arasında “ruh-i hayvaninin tavassut eylediği” gibi, “ilim ruhuyla”, “amel cesedi” müttehid olmak için “ilimle amel beyninde tavassut eyliyen niyet ve kasd erimiş bakırını getiriniz, onun üzerine dökeyim”dedi. Bu suretle; âmâl parçalarından ulum-i ahlâk nefhalarından eriyip dökülen azâim (sebatlar) ve niyyat (niyetler) bakırlarından bir sed, yâni, temel ve binâ hâsıl olmakla “nefis onunla mutmain” oldu ve tedbir ve iman eyledi (Femestâ’û en yezherûhü) (Ayet 97) Binaenaliye bu seddin, kendileri için, def’i ve istilayı mümkün olmayan amellere ve hacetlere müştemil ve şanının murtefi olması dolayısıyle, artık o sedde yükselmeğe (çıkmaya) (Ve mestetâ’û lehü nakben) (Ayet 97) ve melekât ve âmâl ve ezkâr ile müstahkem olduğu cihetle onu delmeğe kadir olamadılar. (Kale hâzâ rahmetün min rabbî) (Ayet 98) Zülkarneyn: “Bu “sed yığını kanunu”, Rab’bimden kulları üzerine emniyet ve bekalarını mucib olan bir rahmetdir.” (Feizâ câe va’dü rabbî ce’alehü dekkâ’e) (Ayet 98) Şimdi “kıyamet-i suğra” ile Rab’bimin va’di geldiği vakit, mevt ve âlât-ı bedeniyenin harabı zamanında onunla amel mümteni’ olduğundan, o vakit, Rab’bim o seddi bâtıl ve münhedim (yıkılmış) kılar. (Ve kâne va’dü rabbî hakkan) (Ayet 98) Ve Rab’bimin vadi hak ve sâbit olmuşdur.[9]
 
(Ve tereknâ ba’dahum yevme izin yemûcü fî ba’din) (Ayet 99) O günde heylulet (mâni olma – araya girme) olmaksızın, ruh’da içtimaları dolayısıyla bütün kuvây-ı “ihtilât eder bir halde” terk ederiz. Izdırab ve ihtilât ile bir kısmı diğer kısmında temevvüc ederler. (Ve nüfiha fi’s-sûri) (Ayet 99) Ve “neş’e-i sâniyede” ba’s olunmak ve dirilmek için Sûr da nefh olunur. (Fe-cema’nâhüm cem’an) (Ayet 99) Bütün kuvâyı cem’ etmeklikle cem ederiz. Yahut, mânâ: Hâl-i fenada “kıyameti Kübra” ve Hak’kın zuhuru sebebiyle, o makamda; ilim ve hikmetin irtifaı ve gayrin ve fiilinin intifası (yok olması) ve “ef’âl-i İlâhiyenin tecellisi” hâl ve ibaha ma’nâsının zuhuru dolayısıyle Rab’bim, o seddi medkuk, (toz haline getirme) bâtıl ve münhedim kılar. Ve o zaman, bâzı kuvâyı hayran olarak, bâ’zı kuvâyı da temevvüc (dalgalanma) ve hareketi olmayan “şey’-i vahid” hükmünde, muhtelif oldukları halde terk ederiz. Ve hâl-i bekada “vucûd-i hakkani” ile icâd etmekle; Sûr da nefih olunur ve kâffesini tevhid ve istikamet ve temkinde ve nefisleri ile değil, Allah ile olmakta cem eyleriz. (Ve aradnâ cehenneme yevmeizin lilkâfirîne ardan) (Ayet 100) Yâni, En’am Suresinde zikr olunduğu gibi, “Kıyamet-i suğra” gününde “Hak’tan mahcub olanlar” niyran (cehennem) ve azabın envai ile muazzeb olurlar. Yâhud manâ: O şuhudda cehennemi kâfirlere arz etmekle (göstermek suretiyle) arz ederiz. Yâni. “kıyamet-i Kübra” sahibine; “kâfir ve mahcubların cehennem ateşinde muazzeb oldukları zâhir olur.” demektir. (Ellezîne kânet a’yünühüm fî ğıtâin an zikrî) (Ayet 101) O mahcublar-, gözleri, zikrimizi mûcib olan âyât ve tecelliyât-ı sıfatımızdan mahcub ve perdede olanlar (Ve kânû lâ yestetî’ûne sem’an) (Ayet 101) ve âyâtımızı işitmeğe kadir olamayanlardır.[10]
 
(Lâ yebğûne anhâ hıvalen) (Ayet 108) Menzilleri “kuddus cennetlerinde” olanlar, orada muhalled (daimi surette mukim kılınmış olan, ebeden bulunan) olub, oradan tahavvül etmek, başka bir yere değişmek istemezler. Çünkü istidatlarının iktiza eylediği kemâle baliğ olduklarından, o kemâlin ilerisine iştiyakları yoktur. Bu kemâlin ilerisinde bir kemâl bulunsa dahi, onlar o kemâli idrak etmediklerinden ona zevk ve şevkleri olmaz. Gayri ile Hak’tan mahcub olan müşrikin mukabelesinde olmaları ve cennetlerinin; “Firdevs cenneti” olması, bu mü’minlerin, ancak kemâllerinin fevkında bir kemâl olmayan, istidatları kâmil muvahhidler olduğuna delalet eder. Binaenaleyh mertebelerinin ilerisinde tahavvül etmek istiyecekleri bir şey kalmaz. (Kul lev kâne’l-bahrü) (Ayet 109) Habibim de ki: “Eğer suretleri kabil (kabul eden) olan ve zuhurda onlara imdad eyleyen “Heyülâ denizi; (Midâden likelimâti rabbî) Rab’bimin “maâni-yi hakayık-ı a’yan” ve ervah kelimatına mürekkeb olsa; (Lenefide’l-bahrü kable en tenfede kelimâtü rabbî) (Ayet 109) deniz tükenir. Rab’bimin kelimatı tükenmez. Çünkü, kelimat, «gayri mütenahidir» mütenahinin ise gayr-i mütenahiye vefası mümtenidir. Allah Teâlâ Hazretleri a’lemdir. (en iyisini bilendir.)[11]

Müşriklerin ileri gelenlerinden bazıları -Medineli Yahudi din adamlarının kışkırtmasıyla- Hz. Muhammed’in sahiden peygamber olup olmadığını sınamak için ona bazı sorular sorarlar[12]. Bu sorular: “Kehf (Mağara) Ehli, Zülkarneyn ve Rûh” ile ilgilidir. Rivayete göre Hz. Peygamber bu sorulara karşı “Cevabını size yarın vereceğim” demiştir. Bunun üzerine vahiy, Allah’ın, “inşaAllâh” demeyen Hz. Peygamber’in bu tavrını tasvip etmediğinin bir işareti olmak üzere geçici olarak durdurulmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber’e şöyle bir ilâhî öğüt verilmiştir. Aynı zamanda bu öğüt, Hz. Peygamber’le birlikte bütün müminlere hitap eden genel bir ilkedir.

“Ve hiçbir şey hakkında, ‘Ben bu işi yarın mutlaka yapacağım’ deme. Bunu ancak ‘Eğer Allâh dilerse’ (sözcüğüyle birlikte söyle). Ve bunu unutursan (hatırladığın zaman) Rabbini anarak dedi ki: ‘Umarım ki Rabbim beni doğru olana bundan daha yakın olan bir bilgi ve duyarlılık düzeyine eriştirir.”

Hz. Peygamber, bu soruların cevaplarını vahiy destekli olarak Kehf ve İsrâ sûreleri içerisinde vermiştir.[13]

“Ve sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar; de ki: ‘Onu hatırlatacak bir şey anlatayım.” Ayette geçen “onu hatırlatacak bir şey” ifâdesi “ondan bir hâtıra/bahis” anlamındadır. Yani Zülkarneyn hakkında birazdan nakledilecekler kanaatimizce hatırlanmaya/bahsedilmeye “değer”, insanın “mânevi/rûhânî” gerçeğine işaret eden şeylerdir. “Karn” sözcüğü hem “boynuz”, hem de “nesil”, “devir”, “çağ” ya da “yüzyıl” gibi anlamlar taşıdığına göre, Zülkarneyn tâbiri “iki boynuzlu adam” yahut “iki çağın/devrin adamı” demektir. Klasik müfessirler genelde bu anlamlardan ilkine (iki boynuzlu adam) temayül göstermişlerdir. Kur’ân’ın kendisi bu yolda kesin bir destek sağlamasa da, öyle görünüyor ki, bu tercihlerinde “boynuz” imajının kadîm Orta-Doğu kültüründe taşıdığı kudret ve iktidar çağrışımları rol oynamıştır. Aslında, “karn” terimi ve onun çokluğu olan “kurûn” sözcüğü, Kehf Sûresi’nin 83, 86 ve 94. ayetlerinde geçen Zülkarneyn terkibi dışında, Kur’ân-ı Kerîm’de tam yirmi yerde geçmekte ve tamamında, bir devirde yaşayan ya da belli bir uygarlığa mensup olan insanlar, yani “nesil/kuşak” anlamını taşımaktadır. Bununla birlikte, Zülkarneyn tabiri güçlü ve adil bir hükümdarın niteliklerini ifadede kullanıldığına göre, Araplar tarafından çok eski çağlardan beri bilinen ve Arap dilinde İslâm’dan çok önce deyimsel anlamıyla kullanılmaya başlanan bu tabirin yukarıda sözü edilen kadîm sembolik anlamın bir yankısı olduğunu söylemek mümkündür.[14]

Buradaki Kur’ânî temsilin çerçevesi içinde “iki boynuz” tâbiri, Zülkarneyn sıfatıyla anılan kişiye bahşedildiği ifade edilen iki güç ve iktidar kaynağını, yani hükümdarlık kudreti ve itibarını ve Allah’a inanmanın kazandırdığı mânevî/ruhanî gücü ifade ediyor olabilir. Özellikle bu son husus oldukça önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın söz konusu bu kişinin Allah’a olan imanına dikkat çekmesi, çoğu müfessirlerin yaptığı gibi, Zülkarneyn’in Büyük İskender ya da Yemen’de İslam öncesi Himyerî krallarından biriyle özdeşleştirilmesini imkânsız kılmaktadır. Bütün tarihî şahsiyetlerin putperest oldukları, çok tanrılı kültlere bağlı oldukları bilinen bir gerçektir. Oysa Kur’ân’da sözü edilen Zülkarneyn, Allah’ın birliğine yakînen inanan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten, Kur’ânî temsile derinliğini kazandıran da özellikle onun bu hüviyetidir. Dolayısıyla buradan, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’in tarihî ya da menkıbevî bir kişilik olmadığı ve onunla ilgili anlatımın da, dünyevî güç ve iktidar problemi çerçevesinde iman ve ahlâka ilişkin temsili bir söylem irad etme amacına matuf olduğu sonucu çıkarılabilir.[15]

Yine Zülkarneyn’in “çift boynuzlu” yahut “çift borazanlı adam” meseli bize, tek başına dünyadan feragatin, insanın Allah’a inanma ve bağlanma tavrının vazgeçilmez bir parçası olmadığını, bir başka deyişle, insanın bu dünyaya yönelik tüm uğraş ve didinmelerinin geçici olduğunu unutmadığımız ve zamana ve zevahire ilişkin tüm sınırların ötesinde olan Allah’a karşı nihaî sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz sürece dünyevî hayat ve iktidarın manevî/ruhanî selametle çatışmak zorunda olmadığını anlatmaktadır. Soru olmasaydı, cevap da olmazdı. Niyetleri ne olursa olsun eğer müşrikler Zülkarneyn’i Hz. Peygamber’e sormamış olsalardı, belki de bu konu gaybın bilinmezliğinde hâlâ duruyor olacaktı. Soru ilmin yarısı, cevabın ise kendisidir. Soru sormaya cesareti olmayanlar, bilgiye ulaşamazlar. Hiçbir soru cevapsız değildir. Ama bazı soruların cevabı zamanla bulunur.[16]

Kur’ân’daki ismi geçen peygamberlerden bazılarının “peygamber mi yoksa veli mi” oldukları hakkında görüş birliği sağlanamamıştır. Zülkarneyn de bunlardan biridir. Zülkarneyn ister nebi olsun, ister veli olsun, değişmeyen tek gerçek onun Allah tarafından sevilen, kendisine birçok lütuflar bahşedilen ve Son Kitap’ta inananlara örnek olarak hatırası aktarılan “seçilmiş bir zat” olmasıdır. Kur’ân, Zülkarneyn’i bize tanıtırken şu ifâdelerle başlamaktadır: “Ona yeryüzünde güvenli bir yer sağladık ve onu, (ulaşacağı) her şeye doğru araçlarla ulaşma (bilgisiyle) donattık. Ve bu sayede o da (yaptığı her işte) doğru ve meşru araçlara başvurdu.[17]

Ayette geçen ve Türkçeye “Onu, (ulaşacağı) her şeye doğru araçlarla ulaşma (bilgisiyle) donattık” olarak çevrilen ifadenin Arapçası “âteynâhü min külli şey’in sebebâ”dır. Sebep, “bir şeye ulaşmak, bir şeyi gerçekleştirmek için başvurulan vasıta ya da araç” demektir. Bundan anlaşılıyor ki, Zülkarneyn’e “belirli bir amaca ulaşmak için başvurulması gerekli doğru ve meşru vasıtaya/araca ilişkin bilgi” verilmiştir. O, bu bilgiye tabi olmuş, doğru/meşru bir amaca ulaşmak için dahi gayrimeşru araçlara başvurmamıştır. Bu ifadeden çıkarılacak bir başka mânâ da şudur: Zülkarneyn, yaratılmış her şeyin “varoluş” nedeni hakkında bilgi ile donatılmıştır. Yani ona eşyanın batınındaki gerçek gösterilmiş, eşyanın dayandığı hakikat zemini öğretilmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, Zülkarneyn’e, çevresinde kendisini kuşatan “eşyanın neyi remzettiğinin” idraki bağışlanmıştır. Böyle bir zinde idrakle o, yaptığı her işte aklını isabet ve dirayetle kullanmış, davranışlarına temkin ve teenni hâkim olmuştur.[18]

İçinde yaşadığımız “Şahadet Âlemi”nin bir adı da “Sebepler Âlemi”dir. Bütün bu sebeplerin var oluş safhasına çıkmasına neden olan varlık da Allah’tır. Yani Allah, bütün bu “Sebepler Âlemi”nin müsebbibidir/yaratıcısıdır, ama kendisi sebeplerle kayıtlı değildir. Bu noktadan bakıldığında her sebep Allah’a götürür. İşte Zülkarneyn için bu görünen eşya, onun Vuslat”ına giden yol olmuştur. Zülkarneyn’in “İki Boynuzu” da bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu boynuzlardan biri “Uruç/Yükseliş Kavsi”, diğeri de “Nüzûl/İniş Kavsi”dir. Aynı zamanda bu iki kavis/boynuz “fenâ” ve “beka” mertebelerini kapsamaktadır. Bu da, Zülkarneyn’in “Beşeriyet” mertebesinde başlayan kavsinin, dairesel hareketini tamamlayarak “Cem’ü’l-Cem” mertebesinde noktalanmış olduğunu göstermektedir. Artık o, “Kesret Âlemi”nde görülen eşyanın zıtlıklarını aşmış, bütün bu sebeplerin aynı Hakikat’in farklı veçheleri olduğunu idrak etmiştir. Bir insan için sebeplere yönelmek onun Kemâlinin bir belirtisidir. Sebeplere başvurmak “eşyanın gerçeğini” görmek demektir. Eşyayı olması gerektiği gibi görmek, ilahî kudretin, bir takım hikmetler perdesi altında saklı olduğunu bilmektir. Bu nedenle en büyük keramet, istikamet üzere olmaktan geçer. İşte Zülkarneyn, hem “müsebbibi” bilen, hem de attığı her adımda Sünnetullâh’ın değişmez tecellîsi olan sebeplere titizlikle riayet eden biridir. Bu edep ise ona Allah’tan bir lütuf olarak bağışlanmıştır.[19]

“Sebeb” kelimesinin çokluğu olan “esbâb”, Kur’ân’da dört farklı mânâda kullanılmıştır. Sâd/1 ve Mü’min/36-37. ayetlerde “kapılar”; Bakara/166 ve Kehf/85. ayetlerde “menziller”; Hacc/15. ayette “ip” ve üzerinde durduğumuz Kehf/84-85. ayetlerde de “ilim” mânâsında kullanılmıştır. Bütün bu ayetlerde ortak nokta “sebeb”in kendisine başvuracağı kimseyi daha üst bir noktaya çıkaracağı gerçeğidir. Özetle söylemek gerekirse, Zülkarneyn, gelecek ayette anlatılacak (Kehf/86) yolculuğa çıkışı ve bu yolculukta karşılaşacağı olayları nasıl çözümleyeceği konusunda önceden hazırlanmış, ihtiyacı olan bilgiler Rabbi tarafından kendisine daha yolun başında bahşedilmiştir.[20]

Sebeplerin Sırrı, bir anlamda “hedefe giden iz” kendisine öğretilen/gösterilen Zülkarneyn için artık yola çıkma zamanı gelmiştir. Bir yerde durmak ve çakılı kalmak özellikle hakikat yolcusunun yapabileceği bir iş değildir. Hakikat bıkmadan, usanmadan aramak ve sürekli yürümektir.

“(Zülkarneyn Batıya doğru giderek) günün birinde güneşin battığı yere vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir suya dalıyormuş gibi göründü. Ve orada (kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş) bir kavme rastladı. Ona, ‘Sen ey Zülkarneyn! dedik, ‘Onlara azap da edebilirsin, yüce gönüllü de davranabilirsin!” Burada geçen “Batıya doğru gitmek”, Zülkarneyn için “yolculuğu sırasında varabileceği en uzak nokta” demektir ve burası “Güneş’in battığı yer’ olarak gösterilmiştir. Zülkarneyn bu noktada Güneş’i sanki “kopkoyu/bulanık bir suya” dalıyormuş gibi görmüştür. Bu ifadenin Arapçasıfî aynin hamietin”dir ve “sıcak su gözesi veya siyah balçıklı çamur yer” anlamına gelmektedir. “Ayn” kelimesinin başka bir anlamı da “derin/bol bir su”dur. Şüphesiz, gerçekte Güneş’in kara balçıklı su gözesine saplanması/batması mümkün değildir. Bu, yerin küresel olmasından meydana gelen ve Güneş’in mecazî olarak “denize dalıp kaybolması” şeklinde cereyan eden genel bir göz aldanmasıdır.[21]

İşte bu yerde Zülkarneyn, “kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş bir kavme” rastlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kavim hakkında detaylı bilgi verilmemektedir; ama ayetin devamındaki ifadelerden, bu kavmin “azabı hak eden” bir kavim olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavim konusunda Zülkarneyn iki tercih arasında bırakılmaktadır. Ya onları cezalandıracak ya da onlara yüce gönüllü davranacaktır. Bu iki mümkün davranış tarzından birini seçme konusundaki ilahî cevaz, sadece Allah tarafından insana sağlanan irade serbestisinin mecazî ifadesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda, “maslahata” (kamu yararına) uygun olan yolu seçmek durumunda olan yönetici ya da yönetim için meşru “istihsân” (toplumsal yahut ahlakî öncelik) ilkesini getirmektedir ki bu Zülkarneyn meselinin ilk “dersi”dir. Bu tercih karşısında Zülkarneyn, nasıl bir tavır takınacağı konusunda şunları söylemektedir: “O şöyle cevap verdi: (Başkalarına) zulmeden kimseye gelince, ona bundan böyle azap edeceğiz;ve o kimse sonunda Rabbine döndürülecek; ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek. Ama inanıp dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseye gelince, böyle biri (yaptıklarının) karşılığı olarak (âhiret hayatının) nihaî güzelliğine, iyiliğine ulaşacaktır; ve biz de onu (yalnızca) yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız.” Kehf/87. ayette geçen “başkalarına zulmeden kimseye” gelince ifadesi, Zülkarneyn’in batıda rastladığı kavmin önemli bir özelliğini bize tanıtmaktadır. Demek ki, bu kavim “zulmü içinde barındıran” bir kavimdir ve Allah da ancak böyle bir kavmi dünyada cezalandırır. Şu bir gerçek ki: “Hiçbir toplumun başına, sırf inanç düzleminde şirk ya da küfür içinde olmaları yüzünden bu dünyada yok edici türden cezalandırıcı bir azap gelmez. Bu kabil bir ceza toplumun başına, ancak toplumun insanları birbirlerine karşı ısrarla haksızlık yaptıkları; başkalarının hukukunu, hayatını ve onurunu tehlikeye sokacak tarzda insanlık dışı, ahlak dışı davrandıkları zaman gelir.[22]

Bundan dolayı Müslüman fukahâ/hukukçular insanın Allah’a karşı yükümlülüklerinin O’nun bağışlayıcı, affedici olduğu ilkesiyle birlikte düşünülebileceğini, yani yerine getirilmediği takdirde O’nun affının umulabileceğini, ama insanlara karşı olan yükümlülüklerinin hassas, esnemez bir özellik taşıdığını, dolayısıyla mutlaka ve duyarlı bir biçimde gözetilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ayette Zülkarneyn, zulmeden bir kavme ceza/azab uygulayacağını söylemektedir; ama ne var ki bu kavmin cezası dünyada bitmemektedir. Rablerine döndüklerinde de bu ceza devam edecektir. Aynı zamanda Zülkarneyn’in bu ceza için “görülmemiş” ifâdesini kullanması, “Ahirete mahsus hiçbir şeyin insanın bu dünyaya ait algı ve tasavvurlarında kullandığı kavramlarla tanımlanamayacağının” bir işaretidir. Zulüm yerine “dürüst ve erdemli” davranışlarda bulunanlar ise dünyada yaptıklarının karşılığı olarak âhiret hayatının sonsuz güzelliklerine ve iyiliklerine kavuşacaktır. Kehf/88. ayetin sonunda yer alan “Biz de onu yalnızca yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız” cümlesi çok anlamlıdır. Dürüst ve erdemli davranmak, ilke olarak, insandan beklenen en tabii, en olabilir davranış tarzı olduğuna göre bu davranış tarzıyla ilgili yasaların (kendiliğinden) fazla zorlayıcı olmaması gerekir.[23]

Zülkarneyn’in bu sözleri, onun kendisine verilen maddî ve mânevî gücü “adalet ve ihsan”la kullandığının bir göstergesidir. Bu nedenle olacak Kur’ân bir “leitmotif‘ olarak bir kez daha Zülkarneyn’in “sebeplere yöneldiğini” vurgulamakta, onun bu üstün meziyetini takdir etmektedir. “Ve (Zülkarneyn, doğru bir amaca varmak için, böylece) bir kere daha doğru aracı seçti.[24] Zülkarneyn yani “marifet” yeteneği taşıyan “gönül/kalp”, Allah tarafından her çeşit olgunluğa ulaşma gücü/potansiyeli ile “Beden Ülkesi”ne yerleştirilmiştir. Aynı zamanda o, Beden Ülkesi’nin “iki boynuz”una, bir anlamda Batı’ya/nefse ve Doğu’ya/ruha, “dilediği yöne” gidebilmesi için maddî/manevî kudret ve tasarrufla donatılmıştır. Bunun yanında ona istediği kemâlâttan herhangi bir Kemâle ulaşabilmesi için de “Vuslat”ına sebep olan yol gösterilmiştir. Zülkarneyn’in/kalb’in marifet yolundaki ilk yönü Batı’ya/nefs’e doğrudur. Kalp, nefsin derinliğine yaptığı bu yolculuğunun sonunda/sınırında “güneş’in/ruh’un” battığı yani bir anlamda aslı “su ve kuru/kara balçık çamur olan nefs” tarafından setredildiği yere varır. Zahirde Rûh kalbe, her ne kadar nefsin arkasında kaybolur/ batar gözükse de, gerçekte “ilahî bir emanet” oluşu itibariyle böyle bir görüntü yanılsamadan/vehimden ibarettir. Ama bu yanılsama bile insanın yaratılış şerefine işaret eden başlıbaşına bir mucizedir. Hz. İsa’nın “Toma’ya Göre İncil[25]”de yer alan şu hadisi bu konuda çok anlamlıdır: “Eğer beden Rûh’tan ötürü var ise bu bir mucizedir; ama eğer Rûh bedenden ötürü varlığa kavuşmuşsa bu mucizelerin mucizesidir. Ama beni hayrete düşüren, nasıl olup da bu zenginliğin bu fakirlikte ikamet ettiğidir.[26]

Mevlânâ da Mesnevî’sinde yer alan bir beytinde kâmil insanın vasfını sayarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Sanki Güneş, insan şekline gelmiş, insan suretiyle, insan maskesiyle yüzünü örtmüş, gizlenmiştir. Artık ne demek istediğimi sen anla, doğruyu en iyi bilen Allah’tır.” Zülkarneyn/Kalp, Güneş’in/Rûh’un batar göründüğü bu noktada bir kavme rastlar. Bu kavim Beden Ülkesi’nde kötülüğün her çeşidinin kaynağı olan “nefsânî kuvvetler”dir. Bu nefsânî kuvvetler konusunda Kalb’in iki seçeneği bulunmaktadır. Ya onlara azap edecek yani onları terbiye etmek üzere “celalli”, ağır, manevî bir mücahedeye girişecek, ya da onlara “cemâlli” yüce gönüllü yaklaşarak iyilikle Ruh’un denetimi altına sokacaktır. Zülkarneyn’in/kalb’in, bu iki yolu da bir metod/strateji olarak izleyeceği anlaşılıyor. O, Beden Ülkesi’nde zulmeden şehvet, gazap, vehim gibi nefsânî kuvvetlere karşı sert yüzünü gösterecek, ama ıslah olup kötülükten vazgeçen ve “salih amelce” yönelen kuvvetlere karşı da hoşlukla ve “kolaylığı izleyen bir yolla” karşılık verecektir.[27]
Zülkarneyn’in/Kalb’in Batı’ya/Nefsin derinliklerine olan yolculuğu artık tamamlanmıştır. O bu yolculuğunda nefsi tanımış, onun hile ve hurdasından haberli olmuştur. Öğrendiği/keşfettiği bir başka gerçeklik de “nefsin Rûh’u setreden” vechesidir. Bu setretme izâle edildiğinde/arındırıldığında idrak etmiştir ki, Güneş ne batmaktadır, ne de doğmakta. Böyle bir yanılgı yalnızca Güneş’in/Rûh’un ışıklarını kıran/çarpıtan nefsin prizmasından kaynaklanmaktadır. Bu idrakten sonra Zülkarneyn/kalp yüzünü “Doğu”ya çevirir. İrfanî dilde ise doğu “Rûh”un yönüdür.[28]

(Ve doğuya doğru yürüyerek) günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu.”

Hatırlayacak olursak Zülkarneyn Batı’ya doğru olan yolculuğunda Güneş’i sanki “sıcak su gözesi veya siyah balçıklı çamur gibi bir yer içine” batar görmüştü. Ama bu ayette Güneş’i cansız hir nesneye değil, bilakis bir “insan” topluluğunun üzerine “doğar” görmüştür. Üstelik bu kavim Allah tarafından Güneş’e karşı bir örtü ile örtülmemiştir. Müfessirler bu ifadeden hareketle bu kavmi “elbise giyinmeyen, çıplak gezen, hiçbir medeniyet aracına/nimetine sahip olmayan” insanlar olarak, bulundukları yeri de üzerinde “Güneş’e engel olabilecek yüksek tepe, ağaç, bina olmayan geniş bir ova veya çöl bir arazi” gibi düşünmüşlerdir. Zülkarneyn’in bu kavme olan tavrı, daha önce Güneş’in battığı yerde gördüğü kavme karşı olan davranışlarından farklıdır. Onlara karışmadığını, onlar hakkında bir karar, bir düşünce ortaya koymamış olduğunu görüyoruz.[29]

“(Biz onları) işte böyle (bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı) ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk.” Bu ayet öyle görünüyor ki, kendilerini güneşten koruma ihtiyacı duymayan, doğal şartlarda yaşayan ilkel bir toplumun insanlarından söz etmekte ve Zülkarneyn’in, onların bu yaşama tarzlarını alt üst edip kendilerini elem ve ıstıraba sürüklemeden, akıllıca davranarak kendi hallerine bırakma yolunu tuttuğunu ifâde etmektedir. Fakat daha önce Zülkarneyn’in Güneş’in batış noktasında gördüğü kavmi hedef alan ve içinde cezalandırıcı/azap edici tehdit ifadeleri yer alan sözleri düşünüldüğünde, ister istemez bu kavmin zulme bulaşmayan ve Allah’a inancı tam bir kavim olduğu akla gelmektedir. Öyle ya diğer kavmi hizaya getirmedeki kararı/isteği, bu sefer Zülkarneyn’de yoktur. Aslında bu, Zülkarneyn açısından bakıldığında bize önemli/olumlu bir idrak değişikliğini göstermektedir.[30]

Zülkarneyn’in “O’nda olanları/O’nun nezdinde bulunanları” yani “Allah’ın onları tabi tuttuğu doğal yaşama seyrini ya da tarzını bozmamak yahut değiştirmemek” yönünde verdiği karar, belki de bu meselden çıkarılacak en önemli derslerden biridir. Sınırsız bilgisiyle tüm zihinden/gönülden geçenleri bilen Allah’ın, Zülkarneyn’i bir kez daha takdir ettiği müşahede edilmektedir. “Ve o (böylece, doğru bir amaca ulaşmak için) bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu”. Görülüyor ki, Zülkarneyn’in iç dünyası ve niyetleri de bu Güneş parlaklığındaki gibi açıktır. Ama Zülkarneyn’in yolculuğu bitmemiştir. Bu sefer gideceği yön belirtilmez. Şu bir geçek ki, Zülkarneyn hangi yöne giderse gitsin, bütün yönler O’nun “Vech”ine çıkar.[31]

Bir sahâbî,  Hz. Peygamber’in şahsında kristalleşen ölümsüz güzellik ve mükemmelliği ifade ederken şöyle söylemektedir: “Onu gördüğünüz anda Güneşin üstünüze doğduğunu sanırdınız.” Kâmil İnsan, kara balçık olan nefsini Rûh’un/Güneş’in önünden kaldıran ve âleme Güneş gibi feyyaz olup, nur saçandır. Görüldüğü gibi Beden Ülkesi’ndeki Zülkarneyn’in/Kalb’in yolculuğu bu sefer “Doğu”yadır. İrfanî dilde doğu, Rûh’un yönüdür. Bu da gösteriyor ki Kalp önce batıda nefsi tanımış, şimdi de Ruh’un hakikatini öğrenmek için yola çıkmıştır. Burada da daha önce batıda olduğu gibi bir başka kavme rastlamıştır. Bu kavmin en büyük özelliği Güneş’le aralarında bir perde olmamasıdır. Çıplak, yoksul ve hiçbir şeye sahip olmayan bu kavim, “Ruhanî Güçleri Kuvvetlerdir.” Bu kavmin fertleri tüm variyetlerinden soyunmuş, “fakr”ı seçmiş, kendi varlıklarını Hakk’ın zatında ifnâ/fenâ etmiş ve yalnızca O’nun Nur’u ile örtülmüşlerdir. Yani bu insanlar, Güneş’e perde olacak, onu kendilerinde batmış gösterecek yerde, “Güneş’i Doğuran” insanlardır. Şüphesiz, Zülkarneyn’in/Kalbin, “Allah’ın böyle bir yaşama zevki” verdiği bu topluluğa karşı “teslim olmaktan” ve “hayran kalmaktan” başka yapacak bir şeyi yoktur. Çünkü kalbin marifet idraki de bu kaynaktan gelmektedir. Bu nedenle onları, yani Güneş’ten beslenen bu kuvvetleri kendi/doğal hallerine bırakır. Dikkat edilirse Zülkarneyn’in Batı’da gösterdiği “Celâlî” tavır, şimdi yerini Doğu’da “Cemal”  tavra bırakmıştır.[32]

Beden Ülkesi’nde, “selim bir kalp” huzur ve mutluluğun sembolüdür. Böyle bir kalp, batıyı ve doğuyu kuşatacak genişliği ile “toplayıcı hakikat” olarak tanımlanır. Bu kalbin her türlü tasarrufu Allah’ın ilminden ayrı değildir. Çünkü kalp “Arşullâh”ın ve bu kalp için Allah: “Ben göklerime ve yeryüzüne sığmam da, mü’min kulumun kalbine sığarım.” demiştir. Böylece Zülkarneyn’in Doğu’ya/Rûh’a olan yolculuğu da tamamlanmıştır. Batı/Nefs noktasından başlayan “Yükseliş Kavsi”, Doğu/Rûh noktasında “İniş Kavsi” ile çemberini tamamlamıştır. Ancak idrak yolculuğunun sonu yoktur. Birinin bittiği yerde bir başkası başlar.[33]

Zülkarneyn, önce Batı’ya daha sonra da Doğu’ya yürümüştü. Şimdi ise Kur’ân’da yürüdüğü yön belirtilmemiştir. Sadece bir yerden bahsedilmiştir. O yer de “İki Sed”din arasında bulunmaktadır. “Ve derken, iki sed arasında (bir yere) vardığında onların yamacında (yaşayan ve onun konuştuğu dilden) çok az şey anlayabilen bir kavme rastladı.” Bu iki sed ve bu iki seddin arasındaki yerleşim bölgesi ve burada yaşayan kavim hakkında ne Kur’ân’da ne de güvenilir hadislerde her hangi bir şey söylenmemiştir. Bundan dolayı bu konuda müfessirler tarafından ileri sürülen coğrafî ve tarihî her türlü yorumu mesnetsiz spekülasyonlar olarak bir kenara bırakıp, Zülkarneyn meselenin asıl amacının, temsîlî bir üslûp içinde belirli ahlâkî ilkelerin ifâdesinden ibaret olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zülkarneyn, Batı’da “kötülüğün her çeşidine batmış” bir kavimle, Doğu’da ise “güneşe karşı bir örtüyle korunmayan” bir kavimle karşılaşmıştı. Ancak bu “İki Sed” arasında yaşayan kavim onlardan daha farklı gözükmektedir. Zülkarneyn, diğer kavimlerle konuşabilmiş/ anlaşabilmiş, iletişim kurabilmişti. Bu kavim ise Zülkarneyn’in dilinden çok az şey anlamaktaydı; veya dilleri tuhaf, ifâdeleri yetersiz olduğundan Zülkarneyn’e söz anlatamayacak bir haldeydiler.[34] Fakat görülüyor ki, kendisine “her şeyden bir sebep” verilen Zülkarneyn, bu yeteneği sayesinde az da olsa onlarla “dertlerini/sıkıntılarını anlatabilecek” bir diyalog geliştirmişti. Bu konuşmalar sonucunda, zihinleri basit, anlayışları kıt olan bu kavmin Zülkameyn’den bir istekleri olduğunu anlıyoruz:

“Bunlar (ona): ‘Sen ey Zülkarneyn! Dediler, “Ye’cûc ve Me’cûc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Onlarla bizim aramızda bir sed inşa etmen şartıyla sana bir vergi verelim mi?” Görülüyor ki, bu kavim, Ye’cûc ve Me’cûc’e karşı Zülkarneyn’den yardım istemekte ve onlarla kendi aralarına -karşılığını ödemek koşuluyla- bir sed inşa etmesini rica etmektedirler. Ye’cûc ve Me’cûc, Arapçaya başka bir dilden nakledilmiş, Arapça olmayan kelimelerdir. Klasik müfessirler Ye’cûc ve Me’cûc olarak isimlendirilen kavimleri/insanları Moğollar ve Tatarlar olarak düşünmüşlerdir. Fakat bu isimleri tarihî bir coğrafyaya/zamana indirgemek, Kur’ân’ın evrenselliğine ters düşmek olur. Bundan dolayı Ye’cûc ve Me’cûc hakkında zahirî planda anlamayı kolaylaştıracak tek mantıkî açıklama –Kur’ân’ın da işaret ettiği gibi- onların yeryüzünde müfsid/bozguncu, hiçbir manevî ilke tanımayan ve insanî değerleri yok etmeye çalışan, aslı soyu belirsiz, karma bir insan topluluğu olmasıdır. Kısaca onlar, insan uygarlığının bütünüyle yok olmasına yol açacak bir toplumsal felâketler serisini hazırlayan temsilî unsurlardır.[35]

Bu iki sed yamacında yaşayan kavim, Zülkarneyn’in yapacağı seddin karşılığını da ödemek istemektedir. Ödenecek değer, anlaşılıyor ki maddî bir ücrettir. Fakat Zülkarneyn bu vergiyi/haracı kabul etmez. Bu işi gönüllü olarak yapmaya girişir ve kendisine bu teklifi yapan kavme de şöyle der: “(Zülkarneyn): ‘Rabbimin bana sağladığı güvenli durum (sizin bana verebileceğiniz her şeyden) daha hayırlıdır’ dedi. “Bunun içindir ki, siz bana sadece iş gücünüzle yardımda bulunun ki sizinle onlar arasında bir sed yapayım.” Ayette geçen “Rabbimin bana sağladığı güvenli durum” ifadesi genellikle, ona verilen güç ve zenginlik olarak tefsir edilmiştir. Ama bu ifade, Zülkarneyn meselesinin özünde yatan ahlâkî mesajlar göz önünde bulundurulursa dünyevî zenginliklerden çok, Allah’ın bahşettiği doğru yol bilgisini, yani hidayeti işaret etmektedir. Zülkarneyn yapacağı sed için bu kavimden sadece “işgücü” konusunda kendisine yardım etmelerini ister. Yani Zülkarneyn’e daha çok işçi, sanatkâr, araç gereç bakımından destek vereceklerdir. Sed, iki doğal engel/yar arasına yapılacaktır. Bunun için de bazı dolgu malzemelerine ihtiyaç vardır. Artık plan yapılmış, sıra uygulamaya gelmiştir.[36]

Beden Ülkesinde yaptığı yolculukla, Batı’nın ve Doğu’nun, yani Nefsin ve Ruh’un bilgisini “Cem” ederek “Marifetle” ulaşan “Kalp/Zülkarneyn”, artık “İki Sed” arasında bir anlamda “Zâhir ile Bâtın”, “Gayb ile Şahâdet”, “Şeriat ile Hakikat”, “Rûhâniyet ile Beşeriyet”, “sıfat ile zat” arasında bir “berzah” konumundadır. Mârifet/Velâyet sahibi kalp, tıpkı Kâbe gibi tüm varlığın merkezinde olduğundan bütün yönler ve yollar ona bakılarak tayin edilir. O her zaman “zıtlıkları toplayan” iki sed arasındadır. Zülkarneyn/Bilen Kalb, ulaştığı bu mertebenin yamaçlarında/eteklerinde diğer iki kavimden farklı başka bir kavme rastlamıştır. Ne var ki bu kavim, “zirveye ulaşma yeteneği” bulunmayan Gönül Kalp/Marifet dilinden çok az şey anlayan bir kavimdir. Bu kavim “Akl-ı Meâş”ın ve yalnızca “Bedenî Kuvvetler” üzerinde hâkimiyeti vardır. Daha doğrusu onlar “Akl-ı Meâd”dan nasiplenmediklerinden “Ye’cûc ve Me’cûc’un yani “Vehim ve Hayâl”in ifsâdiyle bozulmuş, bedenî kuvvetleri tek gaye bilmiş, onun ötesini görememişlerdir.[37]

Fakat buna rağmen içine düştükleri bu zor durumun farkındadırlar ve bu konumdan yalnızca “marifet sahibi bir kalbin himmetiyle” çıkacaklarını anlamışlardır. Bu nedenle Zülkarneyn’den/Kalp’ten “Vehim ve Hayâl” ile kendileri arasına bir sed inşa etmelerini isterler. Ama hâlâ “Akl-ı Meâş”ın yani “Gündelik Aklın” etkisiyle maddî düşünmektedirler ve bu yüzden de “edep dışı” bir yaklaşımla Zülkarneyn’e/Kalb’e yapacağı bu hizmet için “ücret” vermeye kalkarlar. Halbuki Zülkameyn’in/Kalb’in ulaştığı “Velayet Makamı” bir ücret/ödüller makamı değil, bir irşâd/hidâyet/hizmet/rahmet makamıdır. Zülkarneyn bu teklifi reddeder ve gayet ârifâne bir üslupla kendini tanıtarak, “Akl-ı Meâş”ı kendilerine rehber edinmiş bu kavme, içinde bulunduğu bu güvenli makamın (Cem’u’l-Cem) onların vereceği ödülden çok daha hayırlı olduğunu söyler. Ama şunu da bilir ki, “Kalbin tezahürleri ancak bedeni kuvvetlerde/uzuvlarda kendini gösterir”. İki gerçekten hareket ederek onları dışlamaz ve yapacağı “Sed” için kendisine iş gücüyle yani “sâlih amel”e yardım etmelerini ister. Zülkarneyn’in yapacağı sed, “Akl-ı Meâd” kaynaklı, bir “inanç/akide/İman/idrâk” seddidir. Bu seddin oluşmasında/yapılmasında “Zülkarneyn/Kalp” ancak bilgi verir, bu bilgiyi görünür kılacak, koruyacak/ortaya çıkaracak olan ise “sâlih amel” dir. Sıra bu seddi yapmaya gelmiştir. Ama nasıl bir malzeme kullanılacaktır? İşte onun bilgisini/kimyasını/simyasını Zülkarneyn/ Kalp, bedeni kuvvetlere öğretmeye başlar. Çünkü ancak bu terkip sayesinde “Vehim ve Hayâl”in Beden Ülkesindeki bozgunculuğu önlenecek, “Akl-ı Meâş”, kalbin bilgisiyle “Akl-ı Meâd”e dönüşecektir.[38]

Ye’cûc ve Me’cûc’ün bozguncu saldırılarına karşı yapılacak sedde kullanılacak ilk ana malzeme “Demir”dir. Bu nedenle Zülkarneyn kendisine yardım edecek kavimden önce bu madeni ister: “Bana demir külçeleri getirin! Derken, demir (külçelerini) yığıp, iki yar arasındaki boşluğa doldurunca (onlara) ‘(Bir ocak kurun ve) körükleyin!’ dedi. Nihâyet, (demir iyice) kor hâline gelince, Bana erimiş bakır getirin bunun üzerine dökeyim’ dedi.” Ayetin başında geçen “Züberü’l-hadîd” demir parçaları olup aynı zamanda “örs” mânâsına da gelir. Anlaşılıyor ki, bu kavim Zülkarneyn’in isteği doğrultusunda çok miktarda demir kütlelerini getirdiler ve onları “İki Yar” arasındaki boşluğa bir anlamda “İki Uç”un arasını “denkleştirinceye” kadar doldurdular. Karşılıklı iki uç arası düzeltilince sıra bu demirin “körüklenmesine” gelmiştir. Ayette geçen ve körüklemek olarak çevrilen “ünfühû” kelimesi “üflemek/nefeslemek” anlamlarını da içermektedir. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de körükleyerek tamamını bir “ateş/kor” hâline getirdikten sonra Zülkarneyn’in şimdi de bu kavimden kor haline gelmiş demirin üzerine dökmek üzere “erimiş bakır” istediğini görüyoruz. Bakır’ın dökülmesi ile işlem tamamlanmış, seddin inşası bitirilmiştir. ”Erimiş bakır” ifâdesinin Kur’ân‘daki orijinal karşılığı “Kıtrun” kelimesidir ve bu kelime daha çok “katran” yahut “erimiş zift” karşılığı olarak da kullanılmaktadır.[39]

Demir/Hadîd ismi aynı zamanda Kur’ân‘da müstakil bir sûreninde adıdır. Bu sûrenin 25. ayetinde “Mîzân”ın yanında Demir’in/Hadîd’in insanlık dünyası için yüklendiği rol çarpıcı bir şekilde vurgulanmaktadır. Üstelik bu ayette demirden “enzelnâ” ifâdesi ile indirdik anlamında bahsedilmiştir. “Doğrusu, (daha önce de) elçilerimizi (bu) hakikatin bütün kanıtları ile gönderdik; ve onlar aracılığı ile vahyi bağışladık (ve böylece, doğru ile eğriyi tartabilmeniz için size) bir terazi (verdik) ki insanlar adaletle davranabilsinler; ve (size) içinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri (kullanma yeteneği) bağışladık. (Bütün bunlar size verildi ki) Allah, O’nun ve Elçi’sinin yolunda yürüyenleri ayırabilsin, (Kendisi) insan kavrayışının ötesinde olsa bile.” Allah, insana doğru ile yanlış arasında ayırım yapma yeteneği vermesinin yanı sıra, onu yeryüzündeki doğal kaynakları kendi yararına kullanma yeteneği ile de donatmıştır. Bu yeteneğin en göze çarpan sembolü, bütün canlı varlıklar arasında yalnız insana özgü olan araç yapma becerisidir ve her türlü araç yapımının ve doğrusu, bütün beşerî teknolojilerin başta gelen maddesi demirdir. Yeryüzünde bolca bulunan demir, aynı zamanda hem yapıcı hem de yıkıcı amaçlar için kullanılabilen tek metaldir.[40]

Demirde mevcut olan “müthiş güç” (be’sün şedîd), sadece savaş araçlarının yapımında değil, aynı zamanda daha karmaşık bir şekilde insanın, makineyi insan varoluşunun temeli sayan ve içinde taşıdığı karşı konulmaz dinamizmiyle insanın tabiat ile bütün derûnî bağlantılarını koparan yüksek teknolojiyi geliştirme eğiliminde de kendini gösterir. Modern hayatın en bariz yüzünü oluşturan bu hızlanan makineleşme süreci, insan toplumunun temel yapısını tehdit etmekte ve böylece “ilâhî rehberlik” kavramında anlamını bulan bütün manevî/ahlâkî/ ve ruhî duyarlıkların giderek kaybolmasına sebep olmaktadır. Kur’ân insanı bu tehlikeye karşı uyarmak için, yanlış kullanıldığı takdirde “demir”in taşıdığı potansiyel kötülüğü (be’s), başka bir deyişle, insanın teknolojik yaratıcılığının sarsıcı/yıkıcı hâle gelerek, ruhsal bilincini gölgelemesine ve sonuçta bütün bireysel ve sosyal mutluluk imkânlarını yok etmesine yol açması tehlikesini “sembolik ve mecâzî” olarak vurgulamaktadır.[41]

Sebe/10. ayet de Hz. Dâvûd ile ilgili Demir’in/Hadîd’in çok farklı bir açılımını barındırmaktadır: “Ve (böylece) Biz Dâvûd’u lütfumuzla onurlandırdık: ‘Siz ey dağlar! Onunla birlik olup Allah’ın yüceliğini terennüm edin! Ve (siz de) ey kuşlar! Biz ondaki bütün sertliği ve katılığı (Hadîd) yumuşattık.” Hadîd kelimesi hem somut hem de soyut anlamıyla “keskin” olan bir şey için de kullanılır. Bu ikinci anlam, “Bakışın bugün artık daha keskin (Hadîd)” ayetinde geçmektedir. Belirtme takısı ile kullanılan bir isim olarak el-Hadîd “keskin olan her şey” veya keskinlik” veya demir” anlamlarını ifâde eder. Allah’ın Hz. Dâvûd’daki bütün keskinlikleri/sertliği ve katılığı yumuşatması açıkçası onun üstün güzellik duygusuna, iyiliğine/yüceliğine ve tevazuuna bir işarettir. Yukarıdaki ifadenin alternatif bir çevirisi şöyle olabilir: “Biz demiri onun için yumuşattık“. Bu karşılık da, onun şairlik, savaşçılık ve yöneticilik gibi üstün yeteneklerine bir işaret sayılabilir. Özetle söylemek gerekirse, Zülkarneyn’in yardımı, o kavmin kuvvet ve gayreti ile Ye’cûc ve Me’cûc’e karşı demir tuğlalı, bakır sıvalı sağlam bir duvar meydana getirilmiştir. Bu şekilde hem bir sed, hem de bir südde (kapı) olan bu duvar aşılmaz ve delinmez” bir niteliğe sahipti.“Ve böylece (sed inşa edilmiş oldu, öyle ki) artık onların düşmanları ne onu aşabilirlerdi ne de onda bir gedik açabilirlerdi.[42]

Zâhir ile Bâtın’ı, Şeriat ile Hakikat’i, Kesret ile Vahdet’i, Beşeriyet ile Rûhâniyet’i cem ederek “Cem’u’l-cem” makamına eren Zülkarneyn bir anlamda Mârifet/Velâyet sahibi olan Kalp, bu iki seddin/kaşın arasında “Araf‘ta kalmış olan bir kavimle, yani Nefs-i Nâtıka/Konuşan Nefs”kavmiyle karşılaşmıştı. Mârifet Dilinden pek az şey anlayan bu kavim Züllkarneyn den Beden Ülkesinde bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc’e/Vehim ve Hayâl‘e karşı yardım ister. Zülkarneyn, onlarla Ye’cûc ve Me’cûc arasında bir sed yapacaktır. Çünkü Vehim ve Hayâl’in etkisi altında kalan “Nefs-i Nâtıka”, ancak “Akl-ı Meâş” ile düşünebilmekte ve bir türlü “eşyanın/bedenin” ötesini görebilecek yeteneğe, yani “Akl-ı Meâd”e dönüşememektedir.[43]

Zülkarneyn, vehim ve hayâlden etkilenmeyecek bir idrake “Akl-ı Meâş”ı ulaştırabilmek için ondan, önce “demir” külçeleri getirmesini ve bunlarla iki kaşın/iki yarın arasını doldurmasını ister. İrfanî dilde demir, duyguların kabalığını, davranışların sertliğini/keskinliğini, Hakikat’i tanıyamama/anlayamama, teşhis edememe yeteneksizliğini, ham ervahlığı, Mârifet’e uzak kalmışlığı remz eder. Akl-ı Meâş, Zülkarneyn’in bu isteği üzerine hâkim olduğu demirleşmiş Bedenî Kuvvetler ile iki kaşın arasını birbirine denk gelinceye kadar doldurur. Ama bu kuvvetler, “demir” olarak kaldığı müddetçe iki kaş arasındaki iletişimi gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Yani tek başına “amel” yeterli değildir; bu amelin “sâlih” olması gerekir. Bunun için de bir yandan “aşk/muhabbet ateşi”, diğer yandan da bu ateşi körükleyecek/nefcsleyecek “zikr” ile demirleşmiş kuvvetlerin erimesi sağlanacaktır. Ne zaman ki beklenen an gelir ve demirler iyice kor hâlini alır, başka bir deyişle demir demirliğinden sıyrılıp/soyunup kızıllıkta “altın” gibi olur, bu sefer Zülkarneyn “Nefs-i Nâtıka”dan bu oluşumun üzerine dökmek için “bakır” ister. Bakır irfanî dilde, yumuşaklığı, temkini, tedbiri, teenni ile hareket etmeyi, samimi niyeti remzeder. Böylelikle Zülkarneyn, kor hâline gelmiş demirin üzerine bakır dökerek, “Akl-ı Meâd”in idrakiyle kendinden geçen, muhabbet ve zikir ateşi ile cezbesi taşan bedenî duyguları kontrol altına alır ve bir kalıba sokar. Bu duygulara şimdi “mutmain”lik hâkim olmuştur. Bu işlemlerden sonra seddin inşası tamamlanmıştır. Artık Ye’cûc ve Me’cûc/Vehim ve Hayâl asla Akl-ı Meâş’tan Akl-ı Meâd’a ulaşmış bu kavmin yaşadığı “Beden Ülkesi”nde bozgunculuk/fesad yapamadılar. Çünkü bu sedde alttan girmeye ve bu seddi üstten aşmaya güçleri yetmedi. Yani ne nefs yönünden, ne de akıl yönünden bu topluluğu aldatamadılar.[44]

Sed yapılmıştır, ancak bu sonsuza kadar varlığını sürdürecek demek değildir. Çünkü yapılan her şey yıkılmaya mahkûmdur. Bu evrensel gerçek Kur’ân’da şöyle geçmektedir: “O’nun vechinden başka her şey yok olucudur.” Bu nedenle Zülkarneyn, yaptığı seddi tanımlarken ve bu seddi bekleyen sonu açıklarken şu ifadeleri kullanmıştır: “(Zülkarneyn): ‘Rabbimden bir rahmettir bu!’ dedi. ‘Bununla birlikte, Rabbimin belirlediği zaman gelince bu (seddi) yerle bir edecektir; çünkü Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir!” Ayette açıkça belirtildiği üzere bu sed “geçici” bir seddir. Çünkü zamanı geldiğinde bu sed “yerle bir” edilecektir. Ayetin sonunda yer alan “Rabbimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir.” ifadesi ezelî bilgide bu seddin kesin olarak yıkılacağının takdir edildiğini vurgulamaktadır.[45] Anlaşılıyor ki, yapılan bu sed Allah’ın Rahmeti’nin bir işaretidir. Nice yüksekliklerin aşıldığı, nice engellerin delindiği yeryüzünde aşılmaz/delinmez bir sed ancak el-Latif ve el-Metîn isimlerinin sahibi Allah’ın bir nimeti olabilir. Demiri körüklemek görevini sedde yardım eden kavim üstlenirken, bakırı -kor haline gelmiş- demire dökmeyi Zülkarneyn’in üstlenmesi dikkat çekmektedir. Belki de bütün sır, bu bakırın demire “nasıl/ne zaman/ne kadar” döküleceğinin simyasında saklıdır ve bu hüneri/mayayı Zülkarneyn ilahî bir lütufla gerçekleştirmiştir. Bu açıdan Zülkarneyn, yaptığı seddi sahiplenmemiş, bu büyük işin başarısını Allah’a havale etmiştir. Zaten, bilgi ve gücünü zafer sarhoşluğuna dönüştürenlerin bu sırrı anlamaları da mümkün değildir.[46]

Bu konuyu takip eden Kehf/99-101. ayetlerinde Ye’cûc ve Me’cûc ile bağlantılı olarak “O Gün”den, yani “Hesap Günü”nden bahsediliyor olması da, göstermektedir ki “Rabbimin belirlediği gün” ifadesi, aslında insanın bütün faaliyetlerinin son bulacağı Son Saat’le ilgilidir. Fakat Son Saat’in yaklaşmasına ya da yakınlığına ilişkin Kur’ânî atıfların hiçbiri “beşerî” zaman kavramıyla bağdaşmadığına göre yukarıdaki açıklamayı da, “Son Saat’in vukuu”nun insân için belirsiz bir süreyi kapsadığı ve inkârcı/bozguncu Ye’cûc ve Me’cûc kuvvetlerinin zuhurunun “Son Saat”in yaklaşmasına delâlet eden belirtilerden biri olduğu anlamında geçerli saymak mümkündür. Ye’cûc ve Me’cûc’ün bir kıyamet alâmeti olarak bahsedildiği diğer âyetler de Enbiyâ suresinin 96 ve 97. âyetleridir: “Tâ ki, Ye’cûc ve Me’cûc’ün (dünyaya) salınıp, (yeryüzünün) her köşesinden boşalacakları zamana kadar, (ki o zaman) başa gelmesi kaçınılmaz olan (kıyamet) sözünün gerçekleşmesi de kaçınılmaz olacaktır. Ayette geçen “hadeb” kelimesi, sözlük anlamı olarak, “tümsek” ya da “yükselti” demektir. Fakat “min külli hadebin” ifadesi, burada “her yönden” ya da “yeryüzünün her köşesinden” anlamına deyimsel yüklemiyle kullanılmıştır. İfade bir bütün olarak, Son Saat’in gelip çatmasından önce insanlığı kuşatacak olan toplumsal ve kültürel karışıklığın ya da felâketin karşı durulmaz mahiyetini dile getirmektedir. Anlaşılıyor ki seddin yıkılması, yeni bir düzenin/oluşumun da habercisidir. Bu düzende Sur’un üflenmesiyle artık her şey bir araya toplanacaktır: “O gün onları bırakırız, dalga dalga yürüyüp birbirlerine karışsınlar; ve sûra üflenir: Böylece hepsini bir araya toplarız.”[47]

Binlerce kıyamete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin kıyametlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bulunduğu güneş sisteminin kıyametlerinden birini teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün, o da bir başka bütünün parça kıyametleri olacaktır. Kısacası “Son Saat yaklaşacak ve Ay yarılacaktır.” Son Saat’e yakın “seddin” yıkılması ve “Ye’cûc ve Me’cûc”ün tüm yeryüzünü istila etmesi “Evrensel Kıyamet”in başlangıcının bir habercisidir. Ama bunun yanında bir başka kıyamet daha vardır; o da: “Ariflerin Kıyameti”dir. Anlaşılıyor ki, Beden Mülkünün sultanı olan “Rûhânî Emânet”in kendisini tanıtmasıyla insan ferdî bir kıyamet yaşayacaktır. Bu kıyamet sonucu Şeriat ve Hakikat’in bilgisini “Cem’u’l-cem” eden Zülkarneynin, yani marifet sahibi “Bilen Kalb”in inşa ettiği tevhidî “idrak ve temkin” duvarı çökecek, zahirî ve batınî, ruhanî ve nefsânî tüm kuvvetler/zıtlıklar birbirine karışacaktır. Böylece “Vâhidiyyet”, “Ahadiyyet”e inkilap edecektir. Bu manevî “Celâl/Cemâl” tecrübe/tecellî esnasında insan, esfel-i sâfilînin idrakinden Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilerek Aslına rücu ettiğinde, kendi katresinin Hakk’ın Zât Ummanına, ya da zerresinin O’nun Nûrunda yok olarak, fani olduğunun idrakinde iken, aslında bizatihi Hayy ve Bâkî olduğuna şahit olacaktır.[48]

Ana’ya seslendi Arabacı “Birer bardak su getir de soluklanalım” dedi. Sonra sözü Oğuz Kağan Destanı’na getirdi. Mustafa Kemâl’de babanın destandaki yorumlarını merak ediyordu:

Oğuz Kağan Destanın’nda Dünya ve Kainat Tasavvuru[49] dedi Arabacı: Destanda anlatıldığına göre, Oğuz Kağan düzenlediği büyük bir toyda halka ve beylerine bazı buyruklar vermiştir. Bu buyruklar, “Daha deniz, daha müren/Güneş bayrak, gök kurıkan” mısralarıyla bitmektedir. Müren, ırmak; kurıkan, çadır demektir. Buyruktan Dünya’nın düz bir zemin, Gök’ün/atmosferin ise bir çadır gibi düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Burada önemli olan husus, Güneş’in Dünya’nın dışında bir varlık olarak tasavvur edilmesidir. Türk kozmolojisinde çadırın kubbesi gök kubbeye benzetilmiştir. Nitekim Türkistan’daki Türk kavimleri arasında “Gök çadırımız, Güneş tuğumuz olsun” sözü oldukça yaygındır. Daha Kök-Türkler çağında söylenen bir ilahîde “Gök bir çadıra benzer, bozkırın üzerinde asılı duran” denmekteydi. Esasen M.Ö. I. bin yılda ön-Türklerin silindir kubbeli çadırlara benzeyen barakalarda yaşadıkları tespit edilmiştir. Sibirya yerleşimi kalıntıları ve eski Sibirya kaya resimlerindeki çadır tasvirleri de silindir kubbeli Türk çadırlarının ayırıcı özelliklerini göstermektedir.[50] Eski Türklerde Güneş’in siyasi bir sembol olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Güneş, som altından yapılan bir küreyle temsil edilmiştir. Sonraki zamanlarda Türk cihan hâkimiyetini ifade eden “Kızılelma” adını aldığı ve Türk hakanının otağı önünde bir tuğ olarak sembolize edildiği çokça dile getirilmiş bir husustur. Ayrıca Oğuz Kağan’ın bayrağının da Güneş olduğunu bilirsin. Türkler arasındaki Kızılelma motifinin kadîm dönemlere kadar gittiği, çok eski inançlara ve töreye dayandığı bilinmektedir. Barlık Suyu boyunca oturan Oğuzları, buradan alıp hep batıya doğru yürüten güç işte bu Kızılelma ideali olmuştur. Ergenekon Destanı’ndaki Kızılelma ise, Ergenekon’dan çıkıp eski yurda yeniden sahip olma ideali olarak karşımıza çıkar. Kızılelma, ulaşılması gereken idealler ile ülkeleri ele geçirmek için fetihleri amaç hâline getiren bir semboldür.[51] Oğuz Kağan Destanı’nda evren tasavvuru ile ilgili önemli bilgiler, bazı sembollerle ifade edilmiştir. Bu bilgiler, temel olarak Oğuz Kağan’ın ilk eşi ile ilgili aktarımlarda bulunmaktadır. Destana göre, bir gün bir yerde Tanrı’ya yalvarmakta olan Oğuz Kağan, karanlıkta gökten bir ışık indiğini görmüş ve ışığın indiği yere gitmiştir. Işığın indiği yerde bir kız görmüş, bu kıza âşık olmuş ve bundan doğan çocuklarına sırasıyla Gün, Ay ve Yıldız adlarını koymuştur. Gün, Güneş’tir. Yıldız ise Güneş dışındaki diğer yıldızları, muhtemelen galaksiyi sembolize etmektedir. Ay ise Dünya’nın uydusudur. Çocuklarının adlarının sıralanması da, Dünya’yı etkileme önceliklerine göredir. Dünya’yı önce Güneş, sonra Ay en sonda ise Kainat daha fazla etkilemektedir. Buradaki bütün motiflerin, Dünya dışı olması dikkat çekmektedir. Zaten çocukların annesi de, Dünya dışından gelmiştir. Annenin “ışık”la sembolize edilmesi üzerinde ise ayrıca durulması gerekmektedir.[52] Çünkü insanlar, Güneş ve diğer yıldızları yaydıkları, Ay’ı yansıttığı ışık ile tanımışlardır. Destanda günümüzde ulaşılan coğrafi bilgilerle örtüşen başka ve daha önemli bazı bilgiler de bulunmaktadır. Bu bilgiler ise, Oğuz Kağan’ın ikinci eşi ile ilgili anlatılarda mevcuttur. Destanda Oğuz Kağan’ın bir gün ava gittiği, önünde bir göl ve gölün ortasında bir ağaç gördüğü, bu ağacın kovuğunda da bir kızın oturduğu anlatılmaktadır. Oğuz Kağan, gördüğü bu kızı sevmiş ve ondan Gök, Dağ ve Dengiz (Deniz) adında üç oğlu olmuştur. Bu isimler, hüviyet itibariyle son derece önemlidir. Gök ile hava küre, dağ ile taş küre, deniz ile su küre sembolize edilmiştir.[53] Hava küre, yerçekimi kuvveti ile Dünya’yı çevreleyen gaz kütlesidir. Yaşamı oluşturan atmosfer, Güneş sisteminde benzersizdir. Azot, oksijen, argon, karbondioksit, su buharı ve eser (az) miktardaki gazlardan oluşmaktadır. Taş küre, Dünya’da bulunan karaların tamamıdır. Yer kabuğunun tamamı ve üst mantonun bir kısmı oluşturur. Yer kabuğu, hareket hâlinde olan altındaki katmanlara göre oldukça kırılgandır. Su küre ise, Dünya’daki suların tamamıdır. Dünya’da yer alan sular; sıvı, katı ve gaz hâlinde olup yüzeyde ve yüzeye yakın yer kabuğu ile atmosferde bulunur. Güneş sistemindeki gezegenler arasında su, sadece Dünya’da bulunmaktadır. Okyanuslar, denizler, göller, akarsular, buzullar, su buharı vb. hepsi, su küreyi oluşturur. Üç erkek çocuğun yani Gök, Dağ ve Deniz’in ortak noktası “ağaç” kovuğunda bulunan anne ise canlılar küresini sembolize etmektedir. Canlılar küresi, Dünya’nın fizikî yapısı ile tüm organizmaları birbirine bağlayan alanlardır. Bu deniz tabanından başlayarak Atmosfer içinde yaklaşık 8 km yüksekliğe kadar uzanır. Canlılar hayatlarını, bu doğal sınırlar içinde sürdürebilirler.[54] Üç küresel ortam içinde yaşamın bulunduğu alanları ifade eden canlılar küresi, zamanla gelişmiş ve kendini yeniden planlamıştır. Dünya, canlılar küresi sayesinde Güneş sistemi içinde özel bir yere sahiptir ve diğer gezegenlerden ayrılmaktadır. Canlılar küresinin “gölün ortasındaki ağaç” yani bitkiyle sembolize edilmesi üzerinde de ayrıca durulmalıdır. Çünkü bu bir tesadüf olmasa gerektir. Öncelikle bitkiler, beslenme zincirinin ilk halkasıdır ve Güneş’ten gelen enerjiyi kullanılabilir hâle getiren temel unsurdur. Bitkinin olmadığı yerde, Güneş enerjisi boşa gidiyor, demektir. Dolayısıyla canlılar küresi herhangi bir canlı ile değil, ağaçla temsil edilmesi günümüz coğrafî bilgisi bakımından son derece isabetlidir. Diğer taraftan ağacın gölün ortasında bulunması, suyun hayat verici özelliğine vurgu yapmaktadır. Çünkü su yoksa hayat da yoktur. Son olarak; üç çocuğun ortak noktası olarak babanın değil de annenin gösterilmesi, doğurganlığı ifade etmesi bakımından da dikkat çekicidir. Çünkü tabiat da, doğurgan bir yapıya sahiptir.[55] Oğuz’da Sol Sağ: Oğuz Kağan Destanı’nda sağ tarafta (destanda ong janak) Oğuz ilinin dostu Altun Kağan, sol tarafta (destanda çong janak) ise Oğuz ilinin düşmanı Urum Kağan yerleşmiştir. Oğuz’un batıya doğru hareketi, metin dâhilinde onun ileriye doğru hareketi gibi anlaşılır. Oğuz’un en son düşman memleketini de alıp kendi iline katmasından sonra geri yurduna dönmesi, onun doğuya doğru tekrar hareketi gibi anlaşılır. Demek ki, metin dâhilinde ileri-geri zıtlığı doğu-batı zıtlığıyla yer değiştirmektedir. Doğu-batı (aynı şekilde aşağı-yukarı, ileri-geri) ikili zıtlığı Türk destanlarında sabit semantik yoruma sahiptir. Değişen, yalnız benzeri anlam taşıyan ikili karşılaşma bloklarıdır. Örneğin, daha arkaik tipli Yakut, Şor, Hakas, Tuva, Altay destanlarında aşağı-yukarı, kuzey-güney zıtlıkları doğu-batı veya sağ-sol bölümlerinin yerinde kullanılmıştır. Bu halde ikili zıtlıkların sentagması değişse de model değişmez olarak kalır.[56] Bilindiği gibi eski çağlarda Türkler dinî merasimlerini güneşin hareketi yönünde, yani yüzü doğuya doğru, oturarak yaparlardı. Oğuz Destanı’nda görüldüğü gibi ikili zıtlıklar birbirine sıkı bir şekilde bağlıdır ve mekân anlamı ifade eden semantik bloklar kolaylıkla biz-onlar, dost-düşman zıtlığına çevrilir. Doğu-batı veya sağ-sol zıtlığının semantik dairesinin genişlemesi doğrudan doğruya millî kültürel olguların dahilî kurallara uygunluğu ile bağlantılıdır. Şüphesiz, ilk çağlarda sağ-sol zıtlığı daha çok mekân işlevini yerine getirmekteydi. İskit-Sakalarda, Hunlarda, Göktürklerde ordunun, arazinin iki hisseye -sağa ve sola- bölünmesi Türk kültüründe gelenekçilikle, millî bilinçle ilgilidir. Hunlarda (Oğuzlarda olduğu gibi) on iki boy, merkezin sağında, on iki boy da solunda yerleştirilmişti. Bu bölünme sistemi Oğuz Kağan Destanı’nın salname çeşitlerinde aynen tekrarlanır. Ayrıca bu Oğuz mekân yapısının Türk devletlerindeki varlığı, İskitlerden Safevîlere kadar uzamaktadır. Şah İsmail-i Safevî, Kızılbaş boylarının on altısını sağ, on altısını sol olmak üzere ikiye ayırmıştı. Göktürklerde bu sağ-sol bölümü sadece on oklu il sistemine göreydi. “Beş ok Dulu” diye adlandırılan Doğu’da yerleşenlere “beş Çor” başkanlık ederdi.[57] “Beş oklar Nuşibi” olarak isimlendirilen Batıya yerleşenlere ise  “Beş İrkin” (Erkin) başkanlık etmekteydi. Kaynakların verdiği bilgiye göre oklar sonradan boy olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Sağ tarafta bulunan beş Dulu boyu Suyab’ın (Suyab Şimdiki Tokmak şehrinin yakınlarındaki Akbeşim kasabasıdır.) doğusunda, solda olan beş Nuşibi boyu ise Suyab’ın batısında yerleşmiştir.[58] 7. asırdan itibaren on ok sistemi, on iki boy sistemi ile yer değiştirmiş olup doğu boylarına Tölösler, batı boylarına ise Turduşlar denilmiştir. Aynı doğu-batı veya sağ-sol bölünmesi Uygur Kağanlığı’nda da mevcuttu. Böyle ikili bölünme Oğuzlarda Bozok – Üçok şeklindedir. Bunu Oğuz Kağan’ın ilk defa toy verip Bozokları sağda, Üçokları solda oturtması hakkındaki destan bilgisi de tasdik etmektedir. Her bir boy yapısında, hem orduda hem de devlette sağın solu, solun da sağının olması mutlaktı. Nitekim Mankışlak’ta yaşayan Salorlar[59] “içki” ve “teşki” (yani sağ-sol) Salorlara bölünmüştüler. Ordunun sağ tarafının sol kanadı olduğu gibi sol tarafının da sağ kanadı bulunmaktaydı.[60] Sağ-sol prensibine elçilerin kabulü sırasında da uyulmuştur. Örneğin tarihten bilindiği gibi, Avrupa Hun hükümdarı Atilla gelen elçilerin derece ve mevkilerine göre onların bazılarını sağda, bazılarını ise solda oturtmuştur.[61] Genel olarak değerlendirirsek ikili zıtlık sisteminde kuzey sola, güney ise sağa uygundur. Bu da Türk düşüncesinde dünyanın dört tarafı dendiğinde doğu-batı veya sağ-sol ikili zıtlıklarının anlaşıldığını göstermektedir: Doğu/sağ # batı/sol; Güney/sağ # kuzey/sol. Dünyanın dört tarafının aslında ikili bölümden ibaret olduğunu Oğuz Kağan Destanı’nın bütün baskılarında korunan yay-okun bulunması da onaylamaktadır. Yayın gündoğumunda, okun ise günbatımında bulunması destanda bütün dünyanın (yani dünyanın dört tarafının da) bir bayrak altında birleşmesinden sonra ortaya çıkar. Diğer taraftan yay bütün yer küreyi kapsadığından doğu-batı veya sağ-sol ikili bölümü kendi içinde güney-kuzey bölümünü de eritmiş olur. Mitolojik anlamda yay-ok nizamlı dünyanın yapısını çizer. Okun destanda karanlığa doğru kanatlanması onun güney-kuzey karşıtlığını da birleştirdiğini gösterir.[62] Oğuz Kağan Destanı’ndan anlaşıldığı gibi Oğuz Kağan’ın Gök Kızı’ndan doğan ilk üç oğlu onun sağında, yer kızından doğan üç oğlu ise solunda otururlar. Bununla da hâkimiyette veraset hukuku sağlara (Oğuz tayfa bölümüne göre Bozoklara) verilir. Oğuz Kağan Destanı’nda ozanın, “Ong janakta buzuklar olturdu, çong janagda üçoklar olturdu.” ifadesi sonraki devir hadiselerini bediî şekilde yansıtan Dede Korkut Kitabı’nda “sağda oturan sağ biğler, solda oturan sol biğler” deyiminde korunmuştur. Destanda Oğuz Kağan sembolik bir şekilde büyük oğullarını yay’a, küçük oğullarını ise ok’a benzetir. Bununla da Oğuz Kağan eski Türk geleneğinden gelen hâkim-bağımlı, büyük-küçük, idare eden-yönlendirilen prensibini mutlaklaştırır. Oğuz’a göre yönetimde devletin, savaşta ise ordunun sol kanadını teşkil eden Üçoklar bütün işlerde Bozoklara tâbi olmalıdırlar. Oğuz, “ya attı oknı, oklar teg sizler bolung” demekle hâkimiyet sisteminde Bozokları Kağan, Üçokları vezir tayin eder.[63] Oğuz Kağan Destanı’ndaki sembolik dili anlamadan Türklerin İslam öncesi bağlı olduğu ve Hz. Âdem’den beri gelen Haniflik[64] dinini de anlayamayız. Tarihte meşhur ve büyük hükümdarlarla cihangirlerin seferlerinin hüviyetleri birbirine benzeyebilir. Bu tip hususlarda net hükümlerden kaçınmak gerekir. Fakat Oğuz geleneğinde sol/sağ anlayışı kadim hikmet geleneğinin sembolik dilini içinde barındırmaktadır. Zülkarneyn batı seferini yapmış dünyevî/bedenî özellikleri ağır basan bir kavimle karşılaşmıştır. Sonra doğu’ya yaptığı seferinde üstüne güneş’ten başka bir şey doğmayan kavimle karşılaşmıştır. Zülkarneyn kıssasının tasavvufî yorumunda görüldüğü gibi batı seferi Güneş’in balçıkta yani bedenî yapıyı oluşturan unsurlarda yok olmasını göstermektedir. İnsanın kendine nisbet ettiği vasıfların “Fenafillah”a kavuşmasıdır. Doğu seferi ise Güneş’in batmadığı bir yerde ruhun olgunlaşmasını temsil etmektedir. Bu safha Zülkarneyn’in “Bekabillah” menziline ulaştığını gösterir. Oğuz Kağan’ın zevceleri olacak ağaç içinde gördüğü kızdan olan “Gök, Deniz ve Dağ” isimli oğullarını sola/batıya (insanın bedenî yapısını oluşturan 4 unsur yani anâsır-ı erbaa), Işıktan gelen kızdan “Gün/Güneş, Ay ve Yıldız” isimli oğullarını ise sağa/doğuya oturtmuştur. Destan’da Oğuz Kağan’ın sola oturan oğulları üç ok, sağa oturanlar ise bir yay bulmuşlardır. Ayrıca sola oturanlar, sağa tabi kılınmışlar, böylece bedenî nitelikler ruhun hâkimiyetine teslim edilmişlerdir. Zülkarneyn kıssasında batı yolculuğu tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât, doğu yolculuğu Cem, Hz. Cem, Cem’ü’l-cem’i temsil etmektedir. “Karn”ın boynuz anlamı ile yay ve kavs’a hatta öküz/Oğuz ismine çağrışımı da söz konusudur. İki devir, asır anlamları ise ismi daha da zenginleştirmektedir. Oğuz Kağan Fenâ kavsi’ni (sol/batı Üç Oklar); Beka Kavsi’ne (sağ/doğu Bozoklar-yay) tabii kılarak “birliği (Tevhid)” tahakkuk ettirmektedir. Doğu’nun yay bulması ve iki kavs’in tamamlanması ile “kâbe kavseyn”e(iki yay yakınlığı) ulaşıldığını da göstermektedir. Zülkarneyn’in salih bir kul olarak Ye’cûc ve Me’cûc’e (sosyal hercümerc ve/veya ferdî vehim ve hayallere) sed çekmesi; O’nun Hakk’a olan kulluk görevlerini zahir ve batında tamamladığını göstermektedir. Oğuz Kağan da oğullarının üç ok ve yayı bulmasından sonra “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi…..” sözleri ile destanın bitmesi Zülkarneyn kıssası açısından daha da anlamlı olmaktadır. Mücadele edilecek Yecüc Mecüc[65]’e karşı kıssada demir getirilip ve bakır eritip seddi inşa ettiği görülmektedir. Türklerde Oğuz Kağan Destanı’nın sonunda vurgu yapılan kargı demirden, ok ise bakırdan yapılmaktadır[66].  Hem salih kul Zülkarneyn hem de Oğuz Kağan benzer sembollerle (demir/bakır) görevlerini tamamlamaktadır. Kıssa’ya bu açılardan bakmadan bazı müfessirlerin Zülkarneyn’e Koreş; Türklerin atalarına da “Ye’cûc-Me’cûc”[67] yakıştırmaları asla kabul edilemez. Bu, asırlar boyu İslâm’a hizmet etmiş, hâlâ da etmekte olan Türk milletinin evlatlarını gelecekte de bir Zerdüşt mitolojisine veya İsrailiyat’a mahkum etmek demektir. Geçmişten günümüze çeşitli sebeplerden dolayı Türk milletine düşmanlığı olanlar, Türklere Ye’cûc-Me’cûc, Zülkarneyn’e de İskender veya Koreş demektedirler. Oysa Oğuz Kağan Destanı, Zülkarneyn kıssasının hem zahirî hem de batinî yorumuna en uygun niteliklere sahiptir. Bu hususu göz önünde bulundurarak değerlendirmeye tabi tutmamız ve doğruyu milletimize sunmamız, ecdadımıza haksızlık yapılmasına mani olacaktır. Geçmişte Hanif dinine mensup olan Türkler, Hz. Peygamber’in kâinatı şereflendirmesiyle İslam’la müşerref olmuş kutlu bir millettir. Yüce Yaratan Rûm suresi, 30. ayette şöyle de buyurmaktadır: “Resûlüm! Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” Mustafa Kemâl “Allah razı olsun baba” dedi. “Zülkarneyn Kıssasının ve Oğuz Kağan Destanının yorumunu Türk Gençleri bu şekilde öğrenmelidirler. Aksi halde dünyaya fitne fesat saçacak emperyalist devletlerle mücadele etmeyi yahut nefislerinin hilelerini bilemezler” dedi. 

[1] Şu eserde: “Baki Yaşa Altınok, Hacı Bayram Velî, Ahi yayıncılık, Ankara, 2012, s.265”, Ankaralı İsmail’in atının ölümü ve Mustafa Kemâl Paşa’nın hediyesinden bahis edilmektedir.
[2] Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Kur’an’ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler, CiltI, Yedi Kubbe Yayınları, Konya, 2004.
[3] Prof. Dr. M. Taner Tarhan, Heredots’da Oğuz Han Destanı, Türkler, cilt 1, Editör: Hasan Celal Güzel ve ark., s. 608.
[4] Geniş Bilgi İçin Bkz.Dr. Bekir Şişman, Dr. Muhammet Kuzubaş,Şehname’nin Türk Kültür ve Edebiyatındaki Etkileri,Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.
[5] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Te’vîlât-ı Kâşâniyye, c. 2, Tercüme: Arabacı İsmail Ankaravî veledi manevisi Ali Rıza Doksanyedi, yayına hazırlayan: M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
[6] Geniş Bilgi için bakınız: Hilmi Özden, Ahmet Kartal, Oğuz Kağan Destanı Ve Kur’an-ı Kerîm’de Geçen Zülkarneyn Hadisesinin Sembolik Dili, TURAN İlim Fikir ve medeniyet dergisi, sayı: 25. yıl 2015., s.113-148.
[7] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.242-43.
[8] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s. 243.
[9] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.244-45.
[10] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s Semerkandî, a.g.e., s.245.
[11] Kemâleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, a.g.e., s.246.
[12] Necmettin Şahinler, Balığın Karanlığı ve Güneşi Doğurmak, İnsan Yay., İstanbul, 2012.
[13] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 53.
[14] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 54.
[15] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 54-55.
[16] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 55.
[17] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 57.
[18] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 57-58.
[19] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 58.
[20] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 58.
[21] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 59-60.
[22] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 60.
[23] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 61.
[24] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 61.
[25] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 63., Ahmet Yüksel Özemre, Toma’ya Göre İncil, Hz. İsa’nın 114 Hadisi, İyiadamYayıncılık, İstanbul 2002, s. 91.
[26] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 63.
[27] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 64.
[28] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 64.
[29] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 65.
[30] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 66.
[31] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 66.
[32] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 67-68.
[33] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 68.
[34] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 69.
[35] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 70.
[36] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 71.
[37] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 73.
[38] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 74.
[39] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 77-78.
[40] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 78.
[41] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 78-79.
[42] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 79.
[43] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 82.
[44] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 82.
[45] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 83.
[46] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 83-84.
[47] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 84.
[48] Necmettin Şahinler, a.g.e., s. 86.
[49] Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.111.
[50] Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.111-12.
[51] Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 113.
[52] Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 114.
[53] Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 115.
[54] Ali Rıza Özdemir, a.g.e., s. 116.
[55] Ali Rıza Özdemir, a. g.e., s.117.
[56] Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 232.
[57] Fuzuli Bayat, a.g.e., s. 232.
[58] Fuzuli Bayat, a.g.e., s. 233. Chavannes E, “Voyages de Sou Yun Dans l’Udyana et de Gandahara, BEFEO, T. -3, Hanoi, 1903: 27-28
[59] Salorlar Oğuzların Üçok boy birliğine dâhildiler ve Oğuz ilinin sol kanadını oluştururlardı.
[60] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233., Bobir Z M, Bobirname, Toşkent, 1960.
[61] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233., Gökyay O Ş, Dedem Korkutun Kitabı, İstanbul, 1973.
[62] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 233.
[63] Fuzuli Bayat, a. g. e., s. 238.
[64] Geniş Bilgi için Bakınız: Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1986., Sait Başer, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esma-ül Hüsna açısından Bakış, Seyran yayınları, İstanbul, 1991.
[65] Sosyal hercümerc veya ferdî vehim ve hayaller
[66] Ali Rıza Özdemir, a. g. e., s.120.
[67] Yecüc ve Mecüc kavim ismi olmadığı halde
Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen