Akıl-Vahiy İlişkisinde Aklı Yerine Oturtan Müfessir: El-Mâturîdî

Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU

Hicri II. yüzyılın ilk yarısında talebeleri ve fikir arkadaşlarıyla birlikte ilmi faaliyetlerde bulunan İmam-ı Azam Ebu Hanife (öl. 150/767), İslam dininin hem temel ilkeleri (Akaid-Kelâm) hem de pratik hükümleri (Fıkıh-Ahlak) alanında yoğun çalışmalar yapmış, gerek akaid gerek fıkıhla ilgili olarak eserler meydana getirmiştir.

Ebu Hanife’nin vefatından yaklaşık bir asır sonra, hocaları vasıtasıyla onun talebesi sayılan İmam Ebu Mansur el- Mâturîdî (öl. 333/944 ), o günkü İslam dünyasının uzak bir coğrafyasında yer alan “Maveraun’nehir” de ortaya çıkmış; kelâm ve fıkıh usulünün yanı sıra tefsir alanında da ilmi faaliyetler göstererek eserler vücuda getirme bağlamında Te’vîlâtü’l-Kur’ân isimli muhteşem eserini ortaya koymuştur.

Ebu Hanife çizgisinde mesafe alan Mâturîdî, kendi adıyla anılacak en büyük “kelâm mezhebi”nin kurucusu olmuştur. Genellikle fıkıhta Hanefi olanlar, i’tikad’da Mâturîdî mezhebini benimsemişlerdir.

Mâturîdî’nin Kelâm alanında “Kitâbu’t-tevhîd”, tefsir alanında “Te’vîlâtü’l-Kur’ân” isimleriyle bilinen te’lifleri, bu iki ilim dalının ilk ve en dolgun eserleri konumundadır. Mâturîdî’nin çağdaşı olan “Ebu’l-Hasan el- Eş’ari (öl. 324/ 936)’den günümüze intikal eden ve doğrudan kendi görüşlerini yansıtan “Risaleler”, hacim ve ilmi yoğunluk bakımından Kitâbu’t-tevhîdin yarısına bile ulaşamaz. Kaldı ki; baştan sona kadar, münasebet hâsıl olukça Mâturîdî’nin Kelâm yaptığı “Tev’îlât”ın mukayese edilebilecek hiçbir karşılığı yoktur. Yine Mâturîdî’nin çağdaşı sayılan İbn Cerîr Ebu Ca’fer Muhammed et-Taberî (öl. 310/923)’nin Câmi’u’l-beyânı değerli bir tefsir olmakla birlikte, “Rivayet” yöntemiyle kaleme alınmıştır. Te’vîlât ise; ayeti ayetle tefsir etme, semantik yaklaşımlar sergileme, geniş tahlil ve mukayeselere yer verme, psikolojik ve sosyolojik faktörlere dikkat çekme, Sünnî akideyi pekiştirip Hanefî fıkhını savunma, muhalif görüşlere sahip din ve mezhep mensuplarını ilmi tenkide tabi tutma, düşünüş ve sunuşta ahenge riayet etme gibi özelliklerle çağında ve sonraki dönemlerde kaleme alınan tefsir kitaplarından ayrılır.

Te’vîlât, “Dirayet” tefsirinin ilk örneğini teşkil etmekle birlikte, “Rivayet”e dayalı açıklamalara da red ve kabul açısından yer verir. Ancak Taberî’de olduğu gibi, isnat zincirini göstermez. Çoğu zaman görüş sahibinin adını da zikretmeyip “denildi ki, muhtemeldir ki” gibi ifadeler kullanır.

Mâturîdî, İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin akaid ve fıkıh alanındaki görüşlerini benimseyerek onun “gıyabi talebesi” olmuş; akaid alanındaki yöntemini geliştirerek “Sünnî Kelâm” ilminin kurucusu vasfını kazanmıştır[1] O, kelâmî düşüncesini Te’vîlât’ta yoğun bir şekilde işlemiş, “Kitâbu’t-tevhîd” isimli te’lifi ile de Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâmının metod, muhteva ve işleniş şeklini belirtmiştir.

Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-kur’ân isimli eserine, “tefsir” ve “te’vil” kavramlarını açıklayarak giriş yapmaktadır. Ona göre tefsir sahabe’ye; te’vil ise âlimlere, İslam mütehassıslarına ait bir iştir. Bunun anlamı şudur:

Ashab çeşitli meclislerde bulunmuş, birçok hadiseye şahit olmuş ve Kur’ân’ın hangi olay veya konu hakkında nazil olduğunu bilmişlerdir. Dolayısıyla onların ayeti tefsir edişleri büyük önem arz etmektedir. Çünkü onlar, olup biteni görmüş, olaylarda hazır bulunmuşlardır. “Allah şu manayı değil, bu manayı kastetmiştir” diyebilen kimse tefsir etmektedir, Allah adına açıklama yapma durumundadır.

Te’vil’e gelince: Bu kelimenin manası; bir hususun varacağı nihai noktayı açıklamaktan ibarettir. Te’vil, “rücu eder, şu sonuca varır” anlamına gelen “âle-yeûlû” kökünden alınmıştır.

Ebu Zeyd’in ifadesiyle te’vil; “eğer bu, Allah’tan başkasına ait bir söz olsaydı, şu şu manalara gelirdi” anlamındadır.

Burada sözü, muhtemel manalara yönlendirmek bahis konusudur. Tefsirde olduğu gibi, burada şiddetli bir sakındırma gündeme gelmez: Çünkü burada Allah adına bir açıklama yapmak gibi bir durum yoktur. Kişi, murad-i İlahi’den haber vermekte ve “Allah bu beyanıyla şunu murat etti”, yahut “şunu kasdetti” dememekte, sadece şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Bu ilahi beyan şu ve şu manalara yönelik ihtimaller taşımaktadır; benim söylediklerim, insanoğlunun dile getirebileceği hususlardandır. Kur’ânî beyanın içerdiği hikmeti bilen sadece Allah’tır”[2]

Sözün özü; tefsir tek yönlüdür, te’vil ise birden fazla manalara ihtimal taşımaktadır.

Tefsir ve te’vil kavramları üzerinde yaptığı bu açıklamaya göre Mâturîdî müfessir değil, müevvildir. Çünkü o, murad-i İlahi’ye tercüman olma ve muhtemel manaları sergileme bağlamında nadir görülen üst düzey aklını gidebileceğe son noktaya kadar esnetmekte; anlayamadığı noktalarda ise, nefsanîliğe yer vermeden acziyetini itiraf etmekte, niçin murad-i İlahinin anlaşılamadığını, yine aklını kullanarak mantıksal önermelerle açıklamaktadır. Baştan sona kadar Te’vîlât’ta en çok kullandığı edat/kelime; çünkü; …den dolayı, -dığından, o vakit, yapınca, iken , hani, anlamlarına gelen “iz=ذ!”dir. Aklın neden yetersiz kaldığını yine bu edatla anlatır.

Mâturîdî’nin “müfessir” değil,“müevvil” olduğunu söyledik; çünkü eserine “Tefsîru’l-Kur’ân” değil, “Te’vîlâtu’l-Kur’ân” ismini vermiştir. Haliyle bu te’villeri yapanın ismi/sıfatı da “müevvil”olur. Ancak alan terminolojisinde bu kavramın istimali yaygın olmadığından onu, en çok kullanılan “müfessir” ismiyle yâd ediyoruz.

Kur’ân’ın oradan oraya sürüklediği küheylan aklın ayetler arasında nasıl cirit oynadığını, yerine göre dizginin nasıl çekildiğini birkaç ayet örneğinde müşahede edelim.

Hz. Musa Tevrat’ı almak için Tur’a/mikat’a gitmek üzere ayrılınca ümmeti; zinet takımlarından Samirî’nin yaptığı ve böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeline tapınmaya başlamışlardı. Döndüğünde ümmetinin bu halini gören Hz. Musa şöyle demişti:

“Ey kavmim!…Sizler buzağıya tutulmakla kendinize çok yazık ettiniz. Derhal yaratanınıza tevbe edin; hemen kendinizi öldürün. Böyle yapmanız, sizi kusursuz yaratan Barî Te’âlâ nezdinde daha hayırlıdır. Böylece Allah da sizin tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur.” (el-Bakara 2/54)

Ayette yer alan “hemen kendinizi öldürün” hükmü/emri üzerinde Mâturîdî şöyle diyor: “Tefsir ve te’vil ehli, Allah’ın bu emrini hakiki manaya, zahirden anlaşılana sarf etmemiş olsalardı bizde asla hakiki/zahiri manaya sarf etmezdik. Bunu şunun için söylüyorum: Nefislerini katletme emri, buzağıya tapmaktan tevbe edip Allah’a ibadet, itaat ve boyun eğmeye döndükten sonra gelmiştir. El-A’raf 7/149 ayetinde de görüldüğü gibi, yaptıklarının saçmalığını anlayıp son derece pişman olduklarında: “Yemin olsun ki, şayet Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi affetmezse, muhakkak her şeyimizi kaybeden oluruz”, dediler. Mâturîdî te’vilini şöyle sürdürüyor:

       “Katl-i nefs” ten iki mana anlaşılır:

  1. Kendi kendini öldürmek, intihar
  2. Birbirlerini öldürmek

Kendi kendini öldürmek iki vecihten dolayı ihtimal dâhilinde değildir:

Bu ceza, hiç kimsenin katlanamayacağı ağır ve çok şiddetli bir cezadır. Bağışlanabilmeleri için bu kadar ağır bir kulluk görevi Allah yüklemez. (el-Bakara 2/286)

Burada “neslin kesilmesi/soykırım” söz konusudur. Aksi takdirde insanlar, kendilerini bitirmek için var olmuş olurlar. Yani insanın yaratılış hikmeti, öldürülmek için olur ki, Kur’ân’da böyle bir hikmet ve gaye söz konusu değildir.[3]

Mâturîdî yine el A’raf 7/149 ve153 ayetlerine atıfta bulunarak yorumunu şöyle sürdürmektedir: Yahudiler “Birbirlerini” ya da “Kendilerini” öldürmeleri emrinden önce “tevbe” etmişlerdir. Resullerin dilinden gelen meşru düzende kâfirin öldürülmesi, Müslüman oluncaya kadardır. Müslüman olmaları halinde öldürülemezler. Aksi takdirde “Risalet” din için değil de, sırf öldürmek için olmuş olur.

Özellikle “soykırım” için olmuş olur. “Kendinizi” ya da “birbirinizi” katledin/öldürün ifadesi zahiri manada anlaşılmış ve rivayetler doğru ise 70 bin kişi katledilmiştir. Tam manasıyla bu bir soykırımdır, kâmil manada bir helâktir. Oysa Allah, küfür ve inat içinde olmayan hiçbir kavmi helâk etmemiştir.

Şurası dinde sabit bir hükmüdür ki bir insan tevbe eder ve bu tevbe üzere ölürse, tevbeden önceki küfründen dolayı azap görmez. Binaenaleyh bahis konusu insanların da tevbe edip Allah’a rücu ettikten sonra dünyada “Katl/ölme, ya da öldürme” cezasıyla cezalandırmaları icap etmemektedir.

Şu halde ayeti nasıl anlamalıyız?

Mâturîdî“kendinizi öldürün!.” emrine şöyle bir yorum getiriyor:

Hz. Musa’nın kavmi; buzağı İlah edinmiş olmaları, kulluğu Allah’a değil de ona tahsis etmeleri yüzünden her türlü meşakkat ve cezaya tahammül göstermeleri, tehalük derecesinde ta’at ve ibadete dalmalarının gerekli olduğu vurgulanıyor. Nitekim insanlar arasında da böyle bir üslup caridir. Mesela her hangi bir konuya tutkulu olan kişi için “adam bu uğurda kendisini feda/katlediyor” denir. Halk burada hakiki manayı, yani ölümü kasdetmiyor; tutkusu uğruna katlandığı şiddet, meşakkat ve yorgunluğun nefsi helak derecesinde olduğunu ifade etmiş oluyor. “Kendinizi öldürün” ayeti de bu üslupta düşünülmelidir. Yani kendinizi helak edercesine ta’at ve ibadet edin.[4]

Kendinizi affettirmek için “düşmana karşı cihat edin” anlamı da muhtemeldir. Çünkü cihat, bir anlamda nefsi feda etmektir.

Kendinizi öldürün emrinden, doğrudan doğruya hakiki/zahiri manayı kastetmek mümkün müdür?

Mâturîdî o muhteşem zekâsını, İlmi dehasını ve ince muhakemesini devreye sokarak bunun iki cihetten ihtimal dâhilinde olduğunu söylüyor.

1) Bu caza emri, onların buzağıyı ilah edinip ona ibadet etmiş olmalarının karşılığı olarak değil de, daha baştan onları sınamak, imtihan etmek kabilinden düşünülebilir. Bu dünya dar-i imtihandır; Allah, istediği cihetle imtihan etme yetkisine sahiptir. Allah yarattıklarını, istediği ölüm türleriyle öldürebilir ki, böyle bir emirle kendilerini öldürmüş olmaları da bir ölüm türüdür. Bu emre itaat etmeleri halinde, nefislerine Allah için feda etme gibi büyük bir teslimiyet söz konusudur. Hz. İbrahim’in, oğlunu kurban etme emrine vefası ve oğlunun da bile bile nefsinin bezletme teslimiyeti bu kabilden değil midir?

2) Böyle bir ceza caizdir; çünkü bu dünyevi bir cezadır. Demek oluyor ki dünyanın cezaları da sevapları da hep imtihandır. Şu halde tevbe edip Allah’a döndükten sonra da “kendilerini öldürme” cezasıyla Allah onlara emredebilir. Burası, imtihan dünyasıdır. Ahirette ise ceza da mükâfat da bir imtihan değildir. Çünkü orası dar-i imtihan değil, dar-i ceza ve dar-i mükâfattır. Şu halde dünyada, tevbe’den sonra da olsa, Allah’ın istediği ceza türü ile cezalandırması caiz, fakat tevbekâr olarak ölmesi halinde ahirette caiz değildir.[5]

Hemen hemen her ayetin tefsirinde akli yorumlara ağırlık veren Mâturîdî, kendisinden sonra ilim olarak tekâmül eden belagatı Te’vîlât’ında uyguladığı görülüyor. Yüzlercesinden biri olan İsra 17/44: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulananlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlayamazsınız” ayetinde Taberî kayda değer bir şey zikretmezken, Mâturîdî bu tesbihin; canlı ve cansız tüm varlıkların, üzerinde seyrettikleri nizam ve intizam anlamına gelebileceğini ve yaratılış gayelerine hizmet ederken Allah’ın birlik ve azametine şehadet ettiklerini, bu şehadetin onların tesbihatı olduğunu izah etmektedir.

Bundan dolayı “siz onların tesbihlerini anlayamazsınız” hitabı, mü’min olmayanlara yapılmıştır. Diğer bir te’vilde bu tesbihatın“sırri” bir vazife olduğu, mahiyetini ancak Allah’ın bildiği ifade edilmiştir. Tabiatın çıkardığı seslerin, onun tesbihatı olduğu, üçüncü te’vil olarak kaydedilmiştir.[6]

“Eğer bu Kur’an’ı dağa indirmiş olsaydık muhakkak ki onun Allah korkusundan eğilip büzülerek paramparça olduğunu görürdün. İşte bu misalleri belki düşünürler diye insanlara gösteriyoruz”

Mâturîdî bu ayet üzerindeki tüm te’vil ihtimallerini, zımnî ve temsilî teşbih unsurlarını uygulayarak ve sonunda da kendi özel kanaatini izhar ederek şöyle sıralamaktadır:

1) Bazı âlimler bu ayetin dikkat çekmeyi ve hatırlatma’yı (tenbih ve tezkiri) amaçlayan bir temsil konumunda bulunduğunu söylemiş ve şunu göz önünde bulundurmuştur: Araplar başlarına gelen önemli bir olayı, bu olayın azamet ve şiddetini tasvir etmeyi murat ettiklerinde dehşet ifade eden meseller kullanıyor, fakat hiçbir zaman mesel’in (temsili anlatımın) sözlük anlamını hedeflemiyorlardı.

Sözgelimi kendilerine ağır gelen bir hadise ile karşılaştıklarında: “üzerimdeki gök karardı” yahut da “bu kadar genişliğine rağmen dünya bana dar oldu” deyişleri gibi Arapların bu tür ifadeleri hakikat anlamında olmayıp bir şeyi, doğuracağı sonuçlar açısından nitelemeyi arzu ettiklerinde kullanılan temsiller durumundaydı. Öyle ya dünya, yaratıldığı minval üzeredir, değişmez ve kimseye de kararmaz. Ancak Araplar, karşılaştıkları kimi olayların vehamet ve şiddetini tasvir bağlamında, temsili anlatım yolunu seçmişlerdir. İşte “Eğer bu Kur’ân’ı bir dağa indirmiş olsaydık muhakkak ki onun, Allah korkusundan eğilip büzülerek paramparça olduğunu görürdün” anlamındaki İlahi beyan da aynı durumdadır. Yani “eğer şu kesin hüccetler/kanıtlar -söz temsili- bütün sertliği ve sarplığına rağmen bir dağa indirilmiş olsaydı, mutlaka Yüce Allah’a boyun eğer ve O’nun korkusuyla paramparça olurdu; fakat şu müşriklerin kalpleri dağdan da sert olup ne ürpermiş ne de teslimiyet arz etmiştir.

Bu yorum el-Bakara 2/74 ayetinin muhtevasına benzemektedir: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” Evet taş vardır ki, İçinden ırmaklar fışkırır; taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar ve insanlığa hayat bahşeder ama bu kâfirlerin kalplerinde hiçbir hayır barınmaz. Onlar alabildiğine katıdır, dağ gibi boyun eğip parçalanmaz.

2) Bir kısım âlim de şöyle demiştir: “Eğer bu Kur’ân’ı bir daha indirmiş olsaydık…” ayeti dağdan sadır olacak fiilin sözlük manasını taşımaktadır ve bu mana parçalanıp itaat arz etmekten ibarettir; ayetin manası şöyle ifade edilebilir: İnsan türüne gerekli kılınan hükümler ve ilahi emanetleri ile birlikte şu Kur’ân’ın yönelişi dağa olsaydı, dağ da imkânlarına sahip bulunduğundan bu hükümlülüğü kendi ifadesiyle kabul edebilir durumda bulunsaydı mutlaka yaratıcıya sığınır, boyun eğer, Allah korkusundan parçalanır ve inişiyle birlikte kendisine lazım gelen görevleri yerine getiremeyeceği endişesiyle bu teklifi kabul etmezdi. Bu görüşü benimseyenlere göre ayetin manası şöyledir: “Şu Kur’ân’da konu edilen emanetleri dağa indirmiş olsaydık, onu korkusundan paramparça olmuş görürdün.” Çünkü insana yüklenen emanetlerin tamamının üstesinden gelmek mümkün değildir. Bu yoruma göre bahis konusu parçalanma sözlük anlamı çizgisi üzerinde seyreder; yani Kur’ân, büyüklüğüne ve sağlamlığına rağmen dağa indirilmiş olsaydı dağ ufalanıp parçalanırdı. Bu ilahi beyanda insanların dikkatini çekme ve görevlerinin önemini hatırlatma amacı vardır.

3) Bazıları ise şöyle demiştir: Bu ayette Allah Teâlâ’nın Resul’üne, hem kendisine hem de diğer bütün peygamberlere olan lütuf ve ihsanını hatırlatması söz konusudur. Şöyle ki Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği elçilere lütuf ve ihsanı olmasaydı onlardan hiç biri ilahi kitabın ihtiva ettiği talimatı yüklenmeye ve peygamberlere tevdi edilen elçilik görevini yerine getirmeye güç yetiremezdi. Ne var ki Allah onlardan lütfunu esirgemeyerek görevlerini kolaylaştırmış ve bu sayede Allah elçileri, vazifelerini tam manasıyla ifa edebilmişlerdir. İşte bu görüşün sahipleri şöyle bir yorum getiriyorlar: Kur’ân’ın bir dağa inmesi halinde korkusundan eğilip büzülerek paramparça olması, Kur’ân’da yer alan muhtevanın ağırlığı yüzündendir. Fakat Allah Hz. Peygamber’e lütufta bulunmuş, onu kavrayıp hafızasında tutmasını kolaylaştırmış, içeriğini muhataplarına tebliğ etmeye onu muvaffak kılmıştır.

4) Başka bir grup âlim de şu yorumu yapmıştır: Allah Teala Tevrat’ı Musa (a.s)’a indirmeyi murat ettiğinde -ki o, kırmızı zebercedden yapılmış bir levha üzerine yazılmış bulunuyordu- meleklere onu taşımalarını emretmiş, fakat onlar taşımaya güç yetirememiş, sonra Allah onu harf harf taşımalarını emretmiş, buna da güç yetirememişlerdir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Tevrat’ı Musa (a.s) için hafifletmiş ve Hz. Musa onu taşımıştır. Hz. İsa ve Davut (a.s) için de aynı şey zikredilmiş ve peygamberlere indirilen vahiylerin taşınmasının kolaylaştırıldığı rivayet edilmiştir. Buna göre sözü edilen ayette Hz. Peygamber’e şu husus ifade edilmiş olmaktadır: “Eğer bu Kur’ân’ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı şöyle şöyle görürdün; ne var ki diğer peygamberlerde olduğu gibi Kur’ân vahyi senin için hafifletilmiştir.”[7]

Doğruluğu şüphe arz eden haberleri (İsrailiyat türü) akıl süzgecinden süzme prensibine sahip olan Mâturîdî, burada şöyle bir kayıt düşme ihtiyacı duymuştur: Şayet zikri geçen haber doğru ise; orada bahis konusu edilen ağırlık, levhalarda yazılı metinlerde değil, o metinlerde yer almış bulunan vazifeler cinsinden olmak üzere içeriğiyle amel etme gerekliliğinde mevcuttu. Çünkü yüce Allah, olayı, bu Kur’ân’ın indirilmesi dağa yönelik olsaydı, dağın, onun ağırlığından değil Allah korkusundan büzülüp parçalandığını görürdün şeklinde haber vermiştir. Bir de şu var ki, vahyin yazılı olduğu levhaların yer taşıyabilmiş, Hz. Musa için de onları götürmek/taşımak mümkün olmuştur. Bunun gibi; elimizdeki Kur’ân’ın tamamı, Tevrat, İncil ve Zebur, gerçek manasıyla taşınabildiği gibi levhalara yayılması da imkân dâhilindedir. Şu halde bu tür beyanlardan amaçlanan şeyin harfler olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer sözü edilen taşıma rivayeti sabitse bu, bizzat levhaları taşımaya değil; onlarda kayıtlı bulunan emir, nehiy ilahi emanetin gereklerini yerine getirmeye ve Allah’a karşı layıkınca saygılı davranmaya yönelik olmuştur.[8]

Buraya kadar söylenenler, bazı âlimlerin ayet hakkındaki yorumlarından ve bu yorumlar üzerinde Mâturîdî’nin yaptığı kısmi açıklama ve değerlendirmeden ibarettir. Vahiy-akıl ilişkisinde, aklın hakkını veren ve de bazı noktalarda aklın yetmezliğini vurgulayan Mâturîdî, ayet üzerindeki kendi öz görüşünü şöyle açıklamaktadır:

Bana gelince, bahis konusu ayetin gerçek yorumu hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilim. Ayetin “HATIRLATMA” ve “DİKKAT ÇEKME” fonksiyonu olmasaydı: “Bu ilahi beyan; tefsiri yapılamayan, manası gizli kalan MÜTEŞABİH grubundandır” derdik. Fakat sözü edilen İlahi Kelâm, öğüt sunma ve okunup kavranması insan anlayışına indirgenen Kur’ân gibi bir nimetin şükrünü eda etme konusunda bulunduğundan yorum yapmaya ihtiyaç duyduk.[9]

Buna benzer bir başka değerlendirmeyi de “Kevser” Suresi’nde yaparak şöyle demektedir:

Kevser Suresi’nin yorumu hakkında tercih edilecek yöntem, daha önce de değindiğimiz üzere, bu surenin Resulullah’a (a.s.) hitap etme konusunda nazil olmuş bulunmasıdır. Surenin doğrudan hedefi diğer insanlar değil, bizzat Peygamber’in kendisidir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ona yönelttiği “SALAT”, “NAHR”, “KEVSER” ve diğer kavramların ne manaya geldiğini ancak Hz. Peygamber bilir. Bu durum karşısında biz bu ilahi mesajın tefsirini yapmayı üstlenemeyiz; zira Allah hakkında gerçek dışı iddialar ileri sürme tehlikesi mevcuttur. Biz sadece yorumcuların görüşlerini aktarmayı uygun görüyoruz.[10]

Öyle zannediyorum ki, Mâturîdî bu son iki paragrafla tebliğimizin özetini sundu ve son noktayı da koydu.

Ona rahmet dilerken; Mâturîdî uzmanı ve müntesibi olan siz saygıdeğer dinleyicilerime ve sempozyum tertip heyetine teşekkürlerimi sunarım.

Yukarıdaki pasaj “Akıl-Vahiy İlişkisinde Aklı Yerine Oturtan Müfessir: El-Mâturîdî / Sayfa 394, Prof. Dr. Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU. “Uluğ Bir Çınar İmam Maturidi Uluslararası Sempozyum Tebliğler Kitabı, Ahmet Kartal, 28-30 Nisan 2014, Eskişehir, Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları.” isimli izinle eserden alınmıştır. Tam metin ve kaynaklar için bu esere müracaat edilmesi, atıf yapılacağı zaman da bu eserin dikkate alınması önemle rica olunur.

KAYNAKLAR

Te’vilâtü’l –Kur’an, I, nşr. Bekir Topaloğlu-Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul 2005; III, nşr. Bekir Topaloğlu-Mehmet Boynukalın, İstanbul 2005; VI, nşr. Bekir Topaloğlu-Mehmet Boynukalın, İstanbul 2006; VIII, nşr. Bekir Topaloğlu-Halil İbrahim Kaçar, İstanbul2006; XV, nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Masum Vanlıoğlu, İstanbul 2010; XVII, nşr. Bekir Topaloğlu- Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul 2010

Te’vilâtü’l –Kur’an’dan Tecumeler, Bekir Topaloğlu, İstanbul 2003

[1]bkz. Bekir Topaloğlu, Te’vilâtü’l-Kur’an’dan Tercumeler önsöz, s. XII vd.

[2]Te’vîlâtü’l-Kur’ân, I, 3.

[3] Te’vilâtü’l-Kur’an I, 127; III, 314 vd.

[4] Te’vilâtü’l-Kur’an I, 127 vd.

[5] Te’vilâtü’l-Kur’an I, 128 vd.

[6] Te’vilâtü’l-Kur’an VIII, 282 vd.

[7] Te’vilâtü’l-Kur’an XV, 91 vd.

[8] Adı geçen eser, s.93 vd.

[9] Te’vilâtü’l-Kur’an 94

[10] Te’vilâtü’l-Kur’an XVII, 348

Yazar
Nasrullah HACIMÜFTÜOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen