Milliyetçi Düşüncenin Dünü ve Bugünü Üzerine

 

Prof.Dr. Milay KÖKTÜRK

Milliyetçi düşüncenin tarihinde, tarihsel bakımdan ilk başa yerleştirebileceğimiz Türkçülüğün Esasları’ndan, son halkalardan biri olarak görebileceğimiz Erol Güngör’ün eserlerine kadarki yüzyıla yakın zaman zarfında, millici ve milliyetçi fikir dünyasında veya yayın külliyatında, tartışmaların ve fikir üretimlerin odak noktasını hemen hemen şu ana konular oluşturmuştur: Vatan, millet, milliyet, milliyetçilik, milli kimlik, milleti millet yapan unsurlar, millet-din ilişkisi, dil, tarih, milli kültür, manevi buhran, Batılılaşma/Garplılaşma, bilim, bilimsel zihniyet, aydın sorunu, aydın-halk ilişkisi, taklitçilik, ilerleme, gelişme ve sanayileşme. Gerçi milliyetçi veya millici topluluğun dışındaki bazı fikir gruplarında, örneğin İslamcılarda da bunlardan bazıları; Batıcılık, taklitçilik, aydın sorunu gibi konular tartışılmıştır. Turancılık fikri ise milliyetçilik çizgisindeki ana konular içinde, Turancılık karşıtlarının karşıtların iddia ettiği kadar geniş bir yer tutmamış; bu fikirler dizisinde romantik söylem veya ütopya olarak yer almıştır.

 

Özellikle aydın sorunu Tanzimat’tan beri, neredeyse 90’lı yıllara kadar büyük ölçüde müşterek bir problemdir. “Çoğunluğu edebiyatçı olan Tanzimat’ın ilk aydınları yeninin kurulabilmesi için eskinin ömrünü tamamladığından sık sık söz açmışlardır. Ayrıca kendimize ait yeni bir dünya görüşünün oluşturulması için eskinin, kendilerince faydalı buldukları taraflarını devam ettirmek gerektiğini de düşünmüşlerdir.”[1] 

Batı bilimi karşısında eklektik bir tavır sergileyen Tanzimat aydınları bir alanda uzmanlaşmak yerine, hemen her konuda fikir beyan ederler. Batıya yönelişle medeniyetçilik, meşrutiyetçilik fikirleri ve devleti kurtarmayı amaçlayan Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri daha sonra yerlerini daha keskin başka düşünce şekillerine bırakırlar. Yeni Osmanlıların Doğu ve Batı kültürlerinden ortaya çıkmasını bekledikleri medeniyet anlayışı, Jön Türk aydınları arasında “bütünüyle Batı” şekline dönüşür.[2] “İkinci Meşrutiyet Garpçıları klasik Osmanlı yenilikçi hareketlerinden farklı olarak, Garplılaşmayı mevcut Batı toplumları düzeyine ulaşmakla sınırlı bir eylem, bir mesafe kapama çabasından ziyade, geleceğin toplumunu yaratma projesinin bir aracı olarak görüyordu. Dolayısıyla bu düşünce akımının önde gelen temsilcileri basit bir taklitçiliği değil, dinin tamamen ortadan kalktığı, bilimin egemen olduğu bir toplum düşlüyorlardır.”[3] 

Buna karşılık mutedil Osmanlı aydınının Doğu-Batı sentezcisi tavrı sadece Tanzimat aydınıyla sınırlı kalmayıp uzun yıllar varlığını sürdürmüş, Şinasi’nin bilinen meşhur ifadesiyle “Garb’ın fikr-i bikri ile Şark’ın akl-ı piranesinin birleştirmek” ve Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” söylemiyle dillere pelesenk olmuştur. Bu anlayışa göre, “doğruyu bulmuş aydın, hem batının hem de doğunun üstün özelliklerini kendinde bulundururken, yanlışa yönelen aydın sadece batının dış şekille ilgili özelliklerini alır.”[4] Türkçü/milliyetçi yahut İslamcı aydınların büyük çoğunluğu tarafından tartışılan “taklitçilik” kavramının eleştirilme nedeni budur. Taklitçi tavır 80’li yıllara kadar şiddetle kınanır. Lakin Doğu’nun ve Batı’nın özelliklerinin neler olduğu ve hangilerinin alınıp muhafaza edileceği, böyle seçici bir alma işleminin mümkün olup olmadığı sorularına net bir cevap verilememiştir. 

Cumhuriyet döneminin aydının algısı ve teşhisi de neredeyse Meşrutiyet aydınının aynısıdır. Fakat buna, “Cumhuriyet ideolojisi”nin memleketin her yanına yayılması” görevi eklenir. Ancak “Cumhuriyet ideolojisi”nden kastedilen, yeni siyasal sistem olarak Cumhuriyet değil, yeni bir insan tipidir ve Türk insanı diye adlandırılsa bile, ona biçilen özelliklere bakınca, onun, tipik bir Batılı insan tasarımı olduğu görülür. 

Geride bırakılan zaman dilimindeki tartışmalar ve fikirler bize Türk milliyetçiliği düşüncesinin tarihsel gelişimini sunmaktadır.  

İlk Türkçülerin çalışmaları dil, tarih ve edebiyat ağırlıklıdır. Özellikle Türk dili üzerine araştırmalar, Türk dilinin millet bilinci için önemli olduğu kabulüne dayanır. Daha sonra Türkçülük siyasi bir ideali, Turancılık idealini telaffuz eder. Ancak bu, yine devletin içyapısı ile ilgili değil, uluslararası siyasal egemenlik anlamında düşünülmelidir. Öncelikli amaç imparatorluğun varlığını sürdürmesi ve güçlü bir etkinliğe kavuşmasıdır.[5] 

İlk dönem milliyetçileri olan Türkçüler Batı’ya karşı değil, aksine kendi milletlerinin kurtuluşunu Batılılaşmakta gören bir zümreyi teşkil eder. Milliyetçiliklerinin ilk çıkış noktası ise Batılı tarzda bir millet olarak Türklük kavramını yerleştirmek ve bütün Türkler arasında ortak bir millî bilinç oluşturmak yönündedir (Atasoy 2005: 338). Yani Türkçülük ilk başta doğrudan siyasal sisteme ilişkin teklifler değil, sadece kültürü merkeze alan ve millet olma bilincini oluşturup geliştirmeyi hedefleyen bir düşünce niteliği taşımaktaydı. Buna paralel olarak da doktrininde, milletin tanımı ve onu meydana getiren unsurların neler olduğu sorusuna cevap içermekteydi. Geçen zaman içinde, milleti oluşturan unsurlar konusunda farklı bir yargının oluştuğu görüldü. Özellikle din unsuru, milleti millet yapan unsurlardan biri olarak görülmemeye başlandı. 

Türkçülük bir dönem yoğun telaffuz edilmiş, ilk başlarda rastladığımız İslam vurgusu daha sonraki dönemlerde yerini suskunluğa terk etmiş ya da ikinci planda kalmıştır. Bu tablo da, ulus devlet kuran kadroların bu yeni devletin “millî” doğası gereği Türk milleti kavramını öne çıkarmak, bu millet tasarımı çerçevesinde millilik içeren bazı adımlar atmak zorunda olduklarını, ancak atılan adımların içeriğini de kendi tasarımlarıyla oluşturduklarını düşündürmektedir. Mesela Türkçe ve Türk tarihi üzerine yapılan araştırmalar ve geliştirilen politikalar bu bağlamda anlam kazanmaktadır.[6] 

 “Türkçüler ulus-devlet kurmanın kuramsal boyutu ile ilgilenmemişlerdir. Türkçülük, ulusçuluğu salt moral düzeyde algılamıştır.”[7] Milliyetçilik, Türkçülük akımının dönüşüm geçirmesi ve içeriğinin biraz daha genişlemesiyle telaffuz edilmeye başlanmıştır. Türkçülüğün Türk milliyetçiliğine dönüşümü, manevî-kültürel unsurlara daha ağırlıklı vurgu yapılmasıyla gerçekleşmiştir. Bunun özellikle 1960’lı yıllardan sonra ivme kazandığı görülmektedir. Buradaki etkenlerden biri her ne kadar dünyadaki milliyetçi rüzgârlar olarak gösterilse de milliyetçiliğin gelişmesi asıl gücünü aslında sol hareketlerin ve ideolojilerin ülkeyi Rus emperyalizmine peşkeş çekeceği propagandasından aldı. Yani amaç, ülkeyi ve değerleri korumaktı. Bu yönüyle milliyetçilik, millî/kültürel varoluşun refleksi olarak, yani bir anlamda sivil bir savunma hareketi olarak değerlendirilebilir.[8] Elbette milliyetçi düşüncenin her döneminde savunma refleksi rol oynamış değildir. Bazı dönemlerde yeniden inşa kaygısı düşüncelere yön vermiş gibi görünmektedir. 

 

Birkaç örnek 

Milli çizgide yer aldığı kabul edilen eserlerden bazılarını seçip ana konularına çok kısa göz atalım. Şunu da ifade edelim ki, gerçekte Türkçülük fikrinin ortaya çıktığı dönemden 80’li yıllara kadar, Türkçü/milliyetçi çizgideki eserlerin tamamının ayrıntılı biçimde ve karşılaştırmalı olarak incelenmesi, milliyetçilik düşüncesinin fikrî ve entelektüel derinliği ile temel dinamikleri ve gelişim seyri hakkında bize kuşkusuz çok şey söyleyecektir. Böyle bir çalışma ise bir makale boyutunu aşar. Burada bilinen bazı eserleri ve düşünürleri seçip bu nedenle çok kısa inceledik. 

H. Ziya Ülken 1946 yılında yayınlanan bir yazısında yüz yıla yakın zamandır “Garplılaşma”dan “Garp medeniyeti”nden ve “Garpçılık”tan söz edildiğini; bunların karşısında ise “Şarkçılık” ve “Şark medeniyeti” düşüncesinin bulunduğunu ifade eder ve bu kavramların hem düşünce tarihi hem de medeniyet kuruluşları açısından çözümlemesini yaptıktan sonra, Avrupa medeniyetinin Rönesans sonrası kapalı medeniyet olmaktan çıktığını, eski medeniyeti ortadan kaldırarak bir dünya medeniyeti haline geldiğini söyler. O, Şark ve Garptan değil bütün dünyayı kaplayan açık ve tek medeniyetten bahsedilebileceğini; bu anlamda Garplılaşmanın kapalı medeniyetten açık medeniyete geçmek olduğunu ifade eder.[9]Ülken’in bu eserinde de ana temalar kültür ve medeniyet, Doğu ve Batı, vatan ve demokrasi, Türkçülük ve milliyetçilik, Türk milletinin teşekkülü, millet nedir, tarih şuuru, halk ve aydınlar vb. konulardır. 

Yine örneğin, R. Oğuz Arık’ın “Coğrafyadan Vatana” adlı eserinde işlenen ana konular vatan, tarih, milliyetçilik, bayrak, alaturka-alafranga, Anadolu köylüsü (köy kadını) ve çeşitli Anadolu kentleridir. Onun anladığı milliyetçiliğin olumlu vasfı, ileriliğin, yeniliğin aşıkı olmasıdır ve dayandığı realitelerin en başında Anadolu toprağı, yani vatan gelmektedir.[10] Kendi yakın döneminin, Osmanlı’nın, Tanzimat ve Meşrutiyet’in, Cumhuriyet döneminin çözümlemesini yapan Arık, milliyetçiliğin her şeyden önce Türkiye’nin yükseltilmesi olduğunu söyler. Yükselmenin, örnek insanların çoğalmasına bağlı olduğunu öne süren Arık, bunu “Türkiye’ye layık olmak” diye özetler ve bu insanın bilgi insanı, sanat adamı, meslek sahibi ve mesleğinde hatırı sayılır olması, bu insanın aynı zamanda bir dava adamı olması gereğini işaret eder.[11] Anadolu gezisinden izlenimlerine de yer veren Arık, köy kadınlarını da üstlendiği “analık” vasfı dolayısıyla yüceltir. 

Mümtaz Turhan “Garplılaşmanın Neresindeyiz” adlı eserinde toplum olarak en büyük davanın garplılaşma olduğunu öne sürer ve inkılâplarla garplılaşma ilişkisi üzerine bazı yargıları inceler. Ona göre, inkılâplar “iki yüz seneden beri devam eden bir cehdin emsalsiz bir hayat mücadelesinin ve fikri gelişmenin, o zamanın şartlarına ve içtimai seviyesine göre meydana getirebildiği düşüncelerin mahsulüdür” ve geliştirilmesi gerekir. Çünkü hakiki inkılâpçılık sadece mevcudu muhafaza etmekle kalmamalı, onu zamanın icaplarına göre inkışaf ettirmeli ve tamamlamalıdır.[12] Bu noktada, zihniyetin değiştirilmesi icabetmektedir. Devamında ise Turhan Garplılaşamayışımızın sebepleri üzerinde durur; ardından da toprak reformu, köy kalkınması, milli eğitim davası, üniversite problemi, Atatürk ilkeleri ve kalkınma konularını ele alır. 

Nihal Atsız tarihçi kimliğiyle, tarih bilinci ve Türkçülük konusundaki eserleriyle öne çıkar. 

Dündar Taşer Büyük Türkiye idealistidir ve bir idealist olarak konuşur. Aslında Taşer’in yazıları milliyetçilik düşüncesinin siyasal arenaya inişinin karakteristik örneğidir. Büyük ölçüde sol karşıtlığı içeren yazılarında millet, milliyetçilik, Türkiye’nin güncel sorunları dile getirilir, ama kapsamlı çözümler sunulmaz. Örneğin ona göre millet özünde romantizmi ihtiva eder. İktisat, ticaret vesaire, cemiyetin öz yapısını tayin ve tahdit eden unsurlar olamazlar. Teknik, ulaştırma gibi unsurlar millete hizmet için bir vasıtadır. Ama millet bu unsurların meydana getirdiği bir varlık değildir. Millet, değer hükümlerinde ortak olan insanların duyduğu bir mensubiyet şuurudur.[13] 

Osman Turan da örnek olarak seçtiğimiz Türkiye’de Manevi Buhran adlı eserinde madde-ruh dengesi, İslam ve Avrupa medeniyetlerine girişin karşılaştırılması, yeni Türk kültürünün esasları, din ve laiklik, Malazgirt ve sonrası dönem, milliyetçilik, milliyet ve insanlık idealleri, milli şuur, milli ülkü ve devrimci zihniyet, din öğretimi gibi konuları tarihçi perspektifinden inceler. Özellikle milliyetçilik düşüncesi konusunda Türk Ocağı’nın önemini işaret eden Turan, milliyetçiliğin Fransız İhtilali’nin çocuğu olarak milletler arasına kin soktuğu düşüncesine karşı, milliyetçiliğin insanın doğası gereği ve onunla birlikte var olduğunu, onun Fransız İhtilali’nin sonucu olmadığını, ihtilalin zaten var olan milliyetçiliğe sadece yeni bir hüviyet verdiğini söyler. Ona göre, insanlığın tarihinde hiç görülmediği ölçüde mevcut olan asıl tehlike materyalist düşüncedir. Avrupalılaşma artık eskisi kadar tartışılmamakla birlikte, yüzeysel ve biçimsel manada Avrupalılaşma Türkiye’nin bilimsel ve kültürel inkişafında yeterli sonucu vermediği için, öncelikle Avrupa medeniyetinin esası olan ilmi zihniyet ve metotların süratle kurulması lazımdır. Türk milliyetçiliği hem bu mesele ile hem de kaba taklitlerin yarattığı manevi sarsıntının tezahürleriyle uğraşmaktadır.[14] Turan’a göre yeni Türk Ocağı ve milliyetçilik anlayışı milli mefkûre ve insanlık ideallerinin ahenklileştirilmesini lüzumlu bulur, milliyet mefkûresi olmadıkça insanlık duygularının da gelişemeyeceğini kabul eder.[15] Laikliğin din aleyhtarı uygulanışını onaylamayan, din özgürlüğünün önündeki yasakları da eleştirir.[16] 

Türkçülerin ve Türk milliyetçilerinin İslam ile ilişkisi gerek laik sistem açısından, gerekse kendi algılayışları bakımından problem oluşturmadı. Aslında onların Osmanlı sosyal düzenini okuma biçimleri, Osmanlı’da İslam’ın kuvvetli çimento teşkil ettiğini görmelerinden destek almaktadır. Türk milliyetçileri dinî değerler konusunda duyarlı oldukları, hatta 1980 darbesine doğru bu duyarlılık zirveye çıktığı halde, onların din algılayışları yeni nesil İslamcılar gibi siyasallaşmadı. Çünkü Türk milliyetçileri -C. Meriç’in deyimiyle- “ülkenin mukaddesleri”ne sarılmaktan kuvvet aldılar. Nitekim hikâyesi milliyetçi olanların büyük kısmının siyasal tercihinde, “kutsalının rencide edilişine tepki gösterme” vakıası rol oynar.[17] 

Bu süreçte öne sürülen fikirlerin biçimsel özelliği, bir veya birkaç kitap hacminde bütün sorunların teşhis edilmesi ve bunlara çözümler üretilmesidir. Sadece Erol Güngör’ü bu genellemenin dışında tutmak lazımdır. Çünkü Güngör, bütün bu ana konuları daha bilimsel bir perspektiften ele almış; kolayca teşhis ve çözüm önerisine yönelmeden bu tartışmaları daha düşünsel bir zemine taşımıştır. 

 

Dün Üzerine 

Yakın dönemdeki tartışmalar kurgusal değil, yaşama dünyasının gerçeklerinden doğan tartışmalardı. Aslında tüm dönemlerdeki hâkim temaların sosyal hayatta bir karşılığı vardı. Tartışmanın biçimi, yöntemi ve derinliği sorunlu olmakla birlikte, ana tartışma konuları ile onların yaşama dünyasındaki “önceliklilik derecesi” arasında bir paralellik mevcuttur. Hemen teşhis ve kolay çözüm arayışı öne çıkar. Bu eğilim, Batı’yla, özellikle Fransa ile ilişki kuran Osmanlı aydınında pozitivizmin neşvünema bulması sonucuna, Türkçü-milliyetçi aydınlarda da romantizmin hâkim düşünsel atmosfer oluşturmasına yol açmıştır. Düşünürler arasında yakın dönem ele alınırken ağırlıklı olarak Batı ve etkileri, özellikle Fransız İhtilali üzerinde durulmuş, fakat sanayi devriminin sonuçları çok yoğun tartışılmamıştır. 

Sanayi devrimine kadar geçen sürede, insanlık tarıma dayalı ekonomik yapı içinde, ilerleyen yüzyıllar zarfında bir ölçüde tekâmül etmiş olabilir. Bu süreçteki tekâmül, yaşama dünyasını sadece kendi çizgisinde olabilecek en iyi duruma ulaştırabilirdi. Tarım toplumu olarak kaldıkça, insanlığı bambaşka yönlere götüren devasa bir değişim yaşanmadığını kabul etmemiz lazımdır. Sanayi devrimi tüm ekonomik faaliyet ve organizasyonların, dolayısıyla buna dayalı toplumsal yapılanmanın kökten ve bambaşka yönde değişimini başlatmıştır. Bu nedenle, sanayi devrimi ile ortaya çıkan üretim biçimi ve ekonomik yapı, artık imparatorluğu taşıyamazdı. Elbette yaşanan değişim kurgulanarak değil, bizzat hayatın içinden doğan ve onun gerekleriyle şekillenen bir yönde ilerledi. 

İmparatorlukta sona gelinmesini birtakım savaşlarla, kısa zaman dilimiyle veya Osmanlı coğrafyasındaki yabancı emellerle açıklamak pek mümkün görünmemektedir. Bu etkenler sadece olup bitenin dışa yansıyan, bir nevi bardağı taşıran son damlaları olarak görülebilir. Çünkü imparatorluklar çağının sonunu hazırlayan asıl etken, belirtildiği gibi, sanayi devrimi olmuştur. Belki bu yargı çok genel görülebilir. Ancak şunu unutmayalım: Devlet ekonomik yapı olmaksızın var olamaz. Her şeyden önce insanlar ihtiyaçlarını karşılayacaklar, birileri üretecek birileri tüketecektir. Bu, doğal insani bir durumdur. Dolayısıyla devlet denilen organizasyonun varlığını sürdürebilmesi için lazım olan para da böyle sağlanacaktır. Devletin egemenliği ve toplumsal yapının yeni organizasyonu da buna uymak zorundadır. Bu bize, siyasal sistem ile toplumsal-ekonomik durum arasındaki bir bağlantıyı işaret eder. Örneğin sanayi çağını yaşama ölçüsü ile demokrasinin işleyişi arasında bir paralellik görülmektedir. Bir ülke sanayileştiği ölçüde, oradaki demokratik işleyiş daha az sorunlu olmaktadır. 

Fransız İhtilali’nin milliyetçilikleri tetiklediği veya milliyetçiliğin Fransız İhtilali ile doğduğu kanaati çok yaygındır. Ekonomik ve sosyal yapının ilişkisini göz önüne alınca, Fransız İhtilali’nin tek başına bu sonuca yol açamayacağını söylemek yanlış olmaz. Örneğin 15. yüzyıldan 18 yüzyıl sonu sanayi devrimine kadar yaklaşık 400 yıl süre geçtiği ve Batı düşüncesinde büyük fikir sistemleri ortaya çıktığı halde, sosyal ve siyasal yapıda kayda değer bir değişim görülmemiştir. Fikir, ancak yaşama dünyasının gerçekleriyle örtüştüğü takdirde değiştirici etki icra edebilir; bu gerçeklere temas etmediği sürece zihinlerdeki kurgu, ümit, beklenti ideal vs. olarak kalır. Yaşama dünyasının gerçekleri de, fikir olmaksızın kör bir yolda ilerler. Yani ekonomik yapı sosyal yapıyı, Marks’ın iddia ettiği gibi tek başına belirleyemez; fakat sosyal yapının şekillenmesinde ekonomik yapının hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez. Başka bir deyişle, bu süreç Marks’ın “altyapı üstyapıyı belirler” yargısı kesin şekilde doğrulamaz; ama aynı süreç Marks’ın hiç de yanlış bir şey söylemediğini gösterir. Özetle ifade etmek gerekirse; sanayi devrimi fikir ile yaşama dünyasının gerçeklerini buluşturmuştur. Fransız İhtilali’nin etkisini asıl buradan hareketle yorumlamak lazımdı. Fakat bu eksik kalmıştır. 

Milliyetçi söylemlerde millet, milliyet ve milli kimlik konusunun neredeyse tüm zamanlarda öncelikli ve ağırlıklı bir yer işgal etmesinin nedenlerinden biri ulus devlet kuruluşu süreci, diğeri de kurulmuş ulus devletin daha sonraları varoluş tehlikesi yaşamasıdır. 

İlk kuşak, bir millet inşa etmek için bu temaları işlemek zorundaydı. Gerçi milletin inşa edilen bir şey olmadığı söylenir. Şayet “Temelde hiçbir müşterek unsur yoksa millet inşa edilebilir mi?” diye sorulursa, bunu cevabı “hayır”dır. Ama dil veya din gibi, tarih birlikteliği gibi birtakım temel unsurlar varsa, onu paylaşan insanların kendini tanımlama kipi değiştirilebilir. Millet, bireylerin kendini büyük sosyal grup bağlantısıyla tanımlayarak buna dayalı aidiyet bilinci oluşturmalarıyla belirginleşir. Millet inşası kavramından anlaşılması gereken şey budur. 

Kendini Osmanlı diye tanımlayan insan kitlesi üzerine Türk adı taşıyan bir ulus devlet kurulamazdı. Devletin toplumca sahiplenilmesi ve daha önemlisi yeni çağın devletindeki siyasal otoritenin “meşruiyeti” için, toplumsal varoluşu yeni bir kavramla tanımlamak, bunun bir bilinç unsuru olmasını sağlamak gerekirdi. Dolayısıyla “millet kavramı bize Batı’dan geçmiştir; toplumu millet olarak tanımlamak kendimizi Batı gözlüğünden okumaktır” gibi bir tez, insanlığın yeni durumunu anlamamak veya sürece millet karşıtı bir ideolojik perspektiften bakarak olup biteni tersyüz edip de yorumlamak demektir. Yeni insanlık durumu milletlerin varoluşudur ve bu da yapay olarak oluşturulan bir gerçeklik değildir. Osmanlı veya Cumhuriyet aydını sadece çağın insanlığı getirdiği noktada, bu gerçekliği telaffuz edip millet bilinci oluşturmaya girişmişlerdir. Onları buna iten, Batı ile ilişkiler değildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Batı karşısındaki tutumlarda ve yorumlarda, ister Batıcı çizgide olsun ister olmasın, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi aydınlarının, Batı’nın sosyal, siyasal ve ekonomik tarihini yeterince analiz etmediği dikkati çekmektedir. Yani tartışmaların odak noktasında hep Batı vardır; ama Batı’nın siyasal, sosyal ve ekonomik olarak tarihsel gelişimi, o coğrafyanın sosyal ve tarihsel macerası yanında düşünce hayatı derinlemesine incelenmediği gibi bütün olarak da ele alınmamıştır. Bu eksiklik, aydınların millet ve milliyet tartışmalarına değil, yapılan Batı değerlendirmelerine ilişkin bir eksiklik diye görülmelidir. 

 

Dünden Bugüne 

Yukarıda, tüm dönemlerdeki hâkim temaların sosyal hayatta bir karşılığı olduğunu ifade ettik. İkinci olarak da, tartışılan problemlerin sosyal hayattaki karşılığına ve “önceliklilik durumu”na dikkat çektik. 

Milliyetçi düşünce içindeki ana tartışma konularına, bugünden geriye doğru baktığımızda ne görüyoruz? 

Aydın sorunu, batılılaşma veya taklitçilik konuları bugün artık tartışılmamaktadır. Milli çizgideki söylemlerde artık Doğu-Batı sentezi, Batı’nın bilim ve tekniğini alıp kültürünü bir kenara bırakmaktan söz eden de yoktur. Nedeni ise, geçmişin bu önemli tartışma konularının şu veya bu şekilde aşılmış olmasıdır. Örneğin 2011 yılının ufkundan bakınca, “Batıyı taklit etmemek lazım!” şeklindeki bir yargı artık pek anlamlı değildir. Bunun nedeni, kendimize özgü olanı ürettiğimiz için taklide ihtiyaç duymayışımız mıdır? Hayır. Gerçi eski kuşak aydınların “taklit” kavramıyla neyi kastettikleri çok da net değildi. Daha çok yaşam biçiminin anlaşıldığını söylemek mümkündür. Ama batılı yaşam tarzının pek açık ve ayrıntılı şekilde anlaşılıp tasvir edildiği vaki değildir. Bugün ise bu coğrafyada egemen yaşam tarzı batılı yaşam tarzıdır. Yani eskilerin şiddetle kınadıkları taklit artık yaşama biçimiz haline gelmiştir. 1980 sonrası kapitalistleşen Türkiye’de yaşanan travma ve gerçekleşen değişim, taklit kavramının önceki anlamını kaybetmesine neden olmuştur. Bu nedenle taklitçilik ve batılılaşma söyleminin toplumsal karşılığı kalmamıştır. 

Diğer yandan, yaşama biçimiyle, sosyo-ekonomik ve siyasal yapısıyla, felsefesiyle, yani bir uygarlık çevresi olarak Batı, 1990’lı yıllardan sonra kelimenin gerçek anlamıyla tanınmaya başlamıştır. Yine bu kapitalistleşme sürecinde Batı’yı tanımak bir avuç insanın ayrıcalığı olmaktan çıkmış, herkesin gerçek batı ile bir şekilde teması olmuştur. Buna bir de teknolojinin eski yıllardan daha yoğun biçimde hayatımıza girişi, erişilebilirliği ve daha önemlisi iletişim teknolojileri eklenince, eskinin “toplumuna yabancı aydın tipi” gündemden düşmüştür. Hem toplum kendine bir ölçüde yabancılaşmış, hem de kendi toplumuna yabancı olan aydından yabancılaşmamış olan aydına kadar herkes, hayatın her alanında yerini almıştır. 

Bu sorunlar, tartışıldığı yıllarda sadece milliyetçiler nezdinde değil, toplumun neredeyse her kesimi açısından bir “sorun”du. Öne sürülen fikirlerin düzeyi ne olursa olsun, yani felsefi temele sahip olsun veya olmasın, sorun olmak bakımından müşterek bir tema tartışılmaktaydı. Çünkü bu kavramların dile getirdiği olgular “pratiğe yansıyan”, “hayata geçmiş olan” olgulardı. Fakat bunlar toplum olarak “Batılılaştığımız” veya “Batı’yı tanıdığımız” ölçüde problem olarak görülmekten çıkmıştır. Türk toplumu ile Batı’nın temasından kaynaklanan bu sorunların yerini, 21. yüzyılda küreselleşme almıştır. Ancak küreselleşmenin özellikle sosyal ve kültürel etkisi, yukarıdaki sorunlar kadar yaygın ve derinlemesine tartışılmamaktadır. Gerçekte bu sorunun da “toplumsal karşılığı” olmakla beraber, bu karşılığın niteliği pratikte ve toplumsal hafızada netleşmemiş; bizatihi toplumsal gerçeklik içinde “hayata geçmemiş”tir yahut ortalama toplumsal varoluş “hayata geçen” küreselleşme görüntülerini içselleştirebilmektedir. Milliyetçiler arasında da küreselleşmenin yeterince tartışıldığı söylenemez. Bu problem çerçevesinde öne sürülen fikirlerin de pek rağbet görmediği, bilinen bir gerçektir. Halbuki küreselleşmenin yıkıcı etkisi Batılılaşmanın olumsuz etkisini aşacak niteliktedir. Daha önemlisi, Batılılaşmaya karşı birtakım sesler vardı ve karşı bilinç oluşturmuşlardı. Toplumda da kendine özgü varoluşu muhafaza eğilimi mevcuttu. Küreselleşmeye karşı duranların gerekçeleri ise toplumda bir karşılığı olmadığından, yaşama dünyasının pratikleri karşısında önemsizleşmektedir ve bu nedenle bir karşı bilinç oluşumu gerçekleşmiş değildir. 

Temel tartışma konularından millet, milliyet ve milli kimlik, yüzyıl sonra bugün bile halen gündemdedir. Hatta bu konuda -deyim yerindeyse- söylenmedik söz kalmamıştır. Bunu tartışanlar ise neredeyse sadece milliyetçi aydınlardır. Toplumun hemen hiçbir kesimi bu çerçevedeki tartışmalara ilgi göstermemektedir. Geçmişte bilfiil varolan gerçeklikten kaynaklanan, tüm topluma mal olmasa da bir üst söylem ve algılayış oluşturan millet ve milliyet tartışmaları, bugün üst söylem ve algı ortamı oluşturmaktan da çıkmıştır. Ancak aynı toplum, örneğin dünyada kazanılan bir zaferi, sözgelimi bir milli maç galibiyetini olanca duyarlılığıyla ilgi ve davranışlarının merkezine yerleştirebilmektedir. 

 

Gelecek Üzerine 

Geçmişte millet ve milliyetçilik tartışmaları milli varoluşun tehlikeye düştüğü zamanlarda yoğunlaşmıştı. Oysa bölücü terörün ayrılıkçı bilinci körüklediği 90 sonrasında, ulus devlet en az geçmişteki dönemler kadar tehdit altında olduğu halde, milli varoluşu önceleyen söylemler neden gündemde hiç yer almamaktadır? Bunun nedeni ya tüm toplumun gaflet ve delalet içinde olması, kendisi olarak varolmaktan vazgeçmesi olabilir ya da bu nedeni söylemlerin içeriğinde aramak lazımdır. Dünya ölçeğindeki bir başarıda coşan bir toplumun “kendisi olarak varolmak” ve “kendisi olarak varlığını sürdürmek”ten vazgeçmesi söz konusu değildir. Toplum -mecazi anlamda- intihar etmez. Fakat toplum tamamen bilinçsizleşmiş kitle de değildir. Özellikle kapitalistleşme ve dünya ile derinden temas sürecinde, bu ülke insanında bir bilinç yaralanması olmasına rağmen, daha gerçekçi ve akılcı bir bakış açısı kazanılması vakıası da vardır. Bu nedenle, aynı şeylerin tekrarlandığı, herhangi bir derinlik taşımayan, esere dökülmeyen, “hayata geçme” emaresi taşımayan söylemler toplumsal bilince tercüman olmak bir yana, dikkate bile alınmamaktadır. Yukarıdaki sorunun cevabını da, milli çizgideki söylemlerin derinliğinde, kuşatıcılığında ve gerçekçilik bağlantısında aramak lazımdır. 

Diğer bir kıstasımız gereğince, bir fikir camiasında tartışılanların toplumsal ortamdaki karşılığının yanında, toplumdaki öncelikliliğinin de önemli olduğunu ifade ettik. Toplumsal önceliklilik, hangi nedenden dizilenmiş olursa olsun, dizilenen unsurun ortak bilinçteki yeri ve konumunun üst sıralarda yer alma durumudur. Öncelikliliğin artması önemin artması demektir. Bir toplum adına ve o toplum için “iyi olan”a ilişkin söz söyleyen, üzerinde konuştuğu problemin toplumsal bilinçteki önceliğini dikkate almazsa, doğrudan toplumsal karşılığı olandan değil dolaylı ve uzak bir karşılıktan bahsetmiş olur. Birinci derecede önemli olan dururken ikincil veya daha gerideki önceliklilikten söz etmek, ilgi gösterilmeyi ve anlaşılmayı hak etmez. Bu çerçevede dile getirilenler dergi veya kitap sayfalarını doldurmaktan başka bir işe yaramaz. Örneğin ekonomi dünyasını, siyasal alandaki yeni beklenti ve talepleri gündemine almayan, bunlara ilişkin olarak kendi cephesinden tez üretmeyen milliyetçi bir söylem etkisiz kalmaya mahkûmdur. 

İnsanlığın ve kendi toplumunun geldiği bilinç düzeyini hesaba katmayan fikirler toplumun geleceğini kuracak tezler üretemez. Duygusal bir toplumda destansı anlatılar, akılcı bir toplumda derinlikli düşünceler kabul görür. Duygusallığın baskın olduğu toplumsal ruhta düşünsel farklılık ve çoğulculuk onaylanmaz. Ona destan veya destanlaşmış kabuller anlatılmalıdır. Akılcı bir toplumsal ortamda farklı düşünceler fikir dünyasının zenginliği olarak algılanır. Bu da fikirlerin keskin sınırlarla değil geneli kuşatıcı oluşuyla kabul görmesi demektir. Sınırlılığı aşan ilkesel bir çizgi olarak entelektüel tavır, akılcı toplumsal ortamlarda filizlenebilir. Bugünde ve gelecekte etkili ve kalıcı olan, bir düşünüş biçiminin entelektüel duruşu ve üretimidir. Bu açıdan bakınca milliyetçi düşüncenin önünde iki seçeneğin kaldığını görüyoruz. Milliyetçi düşünce, entelektüel bir çizgiye ulaşarak gelişip zenginleşebileceği, kendi tezlerini derinlikli fikrî üretimlerle dile getirebileceği ve böylelikle gerçek anlamda bir düşünce dünyası oluşturabileceği gibi, buna yönelmeyip hep aynı problemler etrafında aynı kavramlarla konuşarak sadece kendi mensupları arasında varlığını sürdürebilir. Buna karar verecek olanlar ise milliyetçi düşüncenin mensuplarıdır.

 

Kaynaklar:

 

[1] Yunus Balcı, Türk Romanında Aydın Problemi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s. 1

[2] Balcı, a.g.e., s. 45

[3] M. Şükrü Hanioğlu, “II. Meşrutiyet Dönemi Garpçılığının Kavramsallaştırılmasındaki Üç Temel Soru Üzerine Not”, Doğu Batı, sayı 31, İstanbul 2005, s. 61

[4] Balcı, a.g.e., s. 6

[5] Milay Köktürk, “Koordinat şemasında Fikirlerin Konumu”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 8, 2008, s. 176-177

[6] Köktürk, a.g.m., s. 178

[7] Süleyman Seyfi Öğün, Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, Bağlam Yayınları, İstanbul 1995, s. 170

[8] Köktürk, a.g.m., s. 180

[9] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Dergah Yayınları, İstanbul 1976, ikinci baskı, s. 25-27

[10] Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s.  51

[11] Arık, a.g.e., s. 64-66

[12] Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz, Yağmur yayınevi, İstanbul 1980,  s. 15-16

[13] Dündar Taşer, Mesele, Töre-Devlet Yayınevi, 5. baskı, s. 121

[14] Osman Turan, Türkiye’de Manevi Buhran, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1978,  s. 160-162

[15] Turan, a.g.e., s. 165

[16] Turan, a.g.e., s. 79-83

[17] Köktürk, a.g.m., s. 181-182

 

————————————————————-

Kaynak:

Türk Yurdu, Mart 2012 – Yıl 101 – Sayı 295 

Bu makaleye atıf yapılmak istendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

Yazar
Milay KÖKTÜRK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen