Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri

Ord.Prof.Dr. Aydın SAYILI[i]

Avrupa ve Bizans, Batı Roma imparatorluğunun zayıflayıp çökmesi ve Hıristiyanlığın güçlenip yaygınlaşması ile aşağı yukarı koşut olarak, paralel olarak, Karanlık Çağın derinliklerine gömül­müştür. Batı Avrupa’nın bilgisizlik karanlığından sıyrılıp kurtulması, İslâm Dünyasından aldığı feyiz sayesinde mümkün olmuştur. Yoğun çeviriler yoluyla Batı Avrupa milletlerince İslâm Dünyasından alınan bu etkide tıp ve felsefe yanında, başta aritmetik, cebir, geometri, trigonometri, ve astronomi olmak üzere, o çağın aşağı yukarı bütün bilim dalları yer almaktaydı. Hattâ bunlar arasında müziği de zikr edebiliriz.

Avrupa, geçortaçağ boyunca İslâm Dünyasından etkiler almak­ta devam etmiştir, örneğin, onaltıncı asır içinde Kopernik’in bir­takım dolaylı yollardan çift episikl sistemini îbn Şâtır’dan, çapları oranı 1/2 olup biri diğerine içten teğet olan ve onun içinde kaymadan dolanım hareketi yapan iki çemberden oluşma bir tertibi muhtemelen Nasîruddîn-i Tûsî’den, ve Batlamyos tipinin zıddına, meridyen düz­lemi içinde tesbit edilmiş olmayıp düşey bir eksen üzerinde dönebilen tipten bir zâtuş-şucbeteyn (parallaktik cetvel) âletini belki de Regio­montanus aracılığı ile Uluğ Bey’in Semerkand Rasathanesi çevre­sinden öğrenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ve bunun gibi bazı diğer etkilenmelerin o sıralarda özellikle Osmanlı imparator­luğunun payitahtı olan İstanbul aracılığı ile gerçekleşmiş olduğu ileri sürülebilir[1].

Yine aynı sıralarda, Avrupa’nın bir çeviri yoluyla İbnü’n-Nefîs’in küçük kan dolaşımı keşfinden haberdar olmuş olduğu da bilinmek­tedir. Geçortaçağ boyunca İslâm Dünyasından ve daha özel olarak Türk-İslâm Dünyasından Avrupa’ya olumlu birtakım etkiler geçmekte devam etmiştir. Ancak, bu etkiler onikinci asırdan sonra seyrekleş­miş ve münferit konulara inhisar etmeye başlamıştır.[2] Oysa, onikinci yüzyılda Batı Avrupa, İslâm Dünyasından programlı bir etkilenme süreci içine girmiştir. İşte bizi de bu yazıda özellikle ilgilendiren bilim ve düşünüm veya tefekkür faaliyeti Batı Avrupa’ya İslâm Dünyasının bu yoğun etkisini mümkün kılan dönemdeki bilimsel çalışma ve tefekkür kesimidir, yani özellikle onüçüncü asır öncesi bilim ve tefekkürüdür.

Ayrıca şu da var ki, İslâm Dünyasından onikinci yüzyılda yoğun ve sistemli tercüme faaliyetleri yoluyla aldığı çok önemli etki sonu­cunda Batı Avrupa’nın kendisi İslâm Dünyasından bağımsız ve oldukça sağlam temeller üzerine oturan bir gelişme süreci içine girmiş, İslâm Dünyasını yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştır. Oysa, bir yandan da arada büyük bir rekabet ve Haçlı Seferleriyle ifadesini bulup, temeli özellikle dinsel inançlarda yatan amansız bir mücadele de çok değişik şekil ve sahnelerde sürüp gitmekteydi. Bu rekabet ve çekişme ise İslâm Dünyasını Avrupa’ya kapılarını az çok kapamaya ve Batı Avrupa’nın uygarlık yolunda kaydettiği çaplı gelişmelere sanki sırt çevirmeye yöneltti. Bunun bir sonurgusu, dolambaçlı bir neticesi, olarak da artık onsekizinci yüzyıl sonlarında Avrupa gerek bilim, gerek teknoloji ve endüstri, ve gerekse ticaret ve askerlik alanlarında İslâm Dünyasına kıyasla ezici bir üstünlük kazandı. Bu üstünlük o derecede bâriz bir şekil almıştı ki, bilim gibi uluslar arasında tamamen ortak olan bir alanda bile aradaki uçurumu kapatmak gitgide zorlaşan bir sorun halini almıştı.

İşte bu aşamada, biz bir Batılılaşma siyasetini benimseyerek uygulamaya, Avrupa ile uygarlık bakımından aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışma işine yöneldik. Batı uygarlığına sistemli bir şekilde ayak uydurmaya teşebbüs cesaretini gösteren ve Batı kültür çevresi dışında olan ilk millet sıfatiyle tarih sahnesine çıkmak önemli kara­rını aldık. Bu Batılılaşma hareketinde en önemli sorun temele Batı biliminin konması sorunuydu. Batılılaşmamızda bu sorunun bilincine, bunun tam bir idrâki içine, ne zaman girmiş olduğumuz meselesi bu sebeple büyük bir önem taşır.

Şimdi bu uzun hikâyenin asıl konumuzu oluşturan erken-ortaçağ bölümüne gelelim. Cebir sözcüğü aslında Mezopotamya matemati­ğinden kalma bir sözcüktür. Ayrıca, Sâmi dillerden çıkma bir keli­meye benzemeyip, anlaşıldığına göre Sumerce menşeli bir kelimedir. Esasen cebir biliminin Milâttan önce ikibin yılları sırasında Sumerliler zamanında mevcut olduğu görülmektedir. Böylece, bu sözcüğün Türkçeye benzeyen ve anlaşıldığına göre Türkçe ile akraba olan Sumerce kökenli oluşu çok ilginç sayılmak durumundadır. Tuhaf bir tesadüf eseri olarak, bu terimin ve adını teşkil ettiği bilim dalının İslâm Dünyasında daha Diophantos’un cebire ilişkin çok değerli bil­giler ihtiva eden aritmetik kitabının Arapçaya tercümesinden önce iki Türk İslâm bilgini tarafından canlandırılıp temsil edildiğini görü­yoruz. Bunlar Abdülhamîd ibn Vâsi ibn Türk ile Muhammed ibn Mûsâ el-Hârezmî’dir. Bunların ikisi de kabaca Me’mûn zamanında, yani dokuzuncu asrın ilk yarısında yaşamışlardır. Abdülhamîd ibn Türk’ün Hârezmî’den biraz daha önce olup kısmen de Hârûn Reşid’in çağdaşı olmuş olması muhtemeldir. [3]

Cebir Avrupa’ya Hârezmî yoluyla geçmiştir. Bu ise onikinci asırda Arapçadan Latinceye yapılan çevirilerin bir sonucudur. Arit­metikte de on tabanlı konumsal sistem veya vaz’î sistem İslâm Dün­yasından Avrupa’ya geçmiştir. Bunda da Hârezmî’nin büyük rolü olmuştur. Hattâ bu yeni hesaplama sistemi bu sebeple El-Hârezmî adının uğradığı bir değişiklik sonucu ortaya çıkan bir sözcükle ifade edilmiş, bu sisteme algorizm adı verilmiştir. Hârezmî bu hesaplama yöntemine Hint hesabı adını vermekteydi. Cebir kelimesi de Hârezmî yoluyla bu matematik dalının adı olarak Avrupada tutunmuş ve yaygınlaşmıştır. Bu kelime Hârezmî’nin cebir kitabının taşıdığı adın içindeki bir kelime idi. Bundan dolayı, yani Hârezmî’nin kita­bının adının bir sözcüğü olduğundan, cebir sözcüğü bu alanın adı olarak Avrupa dillerine geçmiş, orada aynen devam etmiştir.

Tercümeler yoluyla onikinci asırda Avrupa’nın İslâm Dünyasın­dan öğrendiği bilimlerden biri de kimyadır. Cebirde olduğu gibi, kimyada da, bu bilim dalının adı Avrupaya doğrudan doğruya İslâm Dünyasından, Arapçadan alınmıştır. Kökeninde, kimya söz­cüğünün eski Mısırlılardan geldiği anlaşılmaktadır.

İslâm Dünyasında kimyanın canlanması ve hattâ yeni bir hamle yapması, cebirde olduğu gibi, sistemli Yunanca çevirilerden öncesine rastlar. Bu erken devirde sahanın en kalburüstü temsilcisi Câbir ibn Hayyân es-Sûfî’dir. Câbir Basralı olmakla beraber, kimyasında Doğu’nun, Çin ve İran’ın etkisi görülmektedir. Bu sonuca bir yandan Câbir kimyasındaki Çin kimyası ile münasebetli görülen iksir fikrin­den, öte yandan da bu kimyada belirgin bir yer işgal eden ve daha önceki Helenistik çağ Yunan kimyasında rastlanmayan nışadır maddesinden esinlenilerek ulaşılmaktadır. Nışadırın bu kimyada ön koşunda, ön plânda, bulunuşu Iran etkisi olarak yorumlanmaktadır. Çünkü nışadır Farsça’dan alınma bir kelimedir. Fakat, belki daha doğru bir yaklaşımla, bunu, daha geniş bir Horasan ve Maveraün- nehir veya, Divânü Lugâti’t-Türk ifadesi ile, Çayardı bölgesi etkisi, bir Türkistan etkisi, olarak yorumlamak mümkündür.

O zamanlar özellikle Kirman, Buhara, ve Maveraünnehir veya daha genel bir adla Türkistan yörelerinden elde edilen bu maddeye, yani nışadıra, Çincede verilen ad nao-şa idi. Uygur hakanlarının onuncu asırda Çin sarayına gönderdikleri hediyeler arasında nışadır­dan da söz edilmektedir. Demek ki bu madde Türkler arasında iyi tanınmaktaydı ve Çinliler için de makbul bir hediye, bir ithal malı, yerine geçmekteydi. Farsçadaki nışadır sözcüğünün kökeni itibariyle Farsça olmadığı anlaşılmaktadır. Kısmî bir ses benzer­liğine rağmen Farsçaya Çinceden geçtiği düşüncesi de fonetik bazı mülâhazalar dolayısıyle muhtemel sayılmamaktadır. Aslının Sogut- ça olduğu düşünülmüşse de bu yoldan kelimenin sonundaki dır, tır, veya dur kısmı izahsız kalmaktadır. Türkçesinin çatur olduğuna bakılırsa[4] kelimenin Türkçeden geldiği ya da nışadır sözcüğünün oluşmasında Türkçe etkisinin bulunduğu, ve Câbir kimyasında bu maddeye verilmiş olan özel önemin Câbir kimyasının temelinde bir Türk etkisinin de yer almakta olduğu ihtimalleri üzerinde durulabilir.

Arapçada kâğıt kelimesinin karşılığı olarak kırtâs kelimesinin bulunmasına karşılık, Farsçada ve bir dereceye kadar Arapçada da kullanılmış olan kâğıt sözcüğü Türkçedir.[5] Bu itibarla 750 tarihi sıralarında Semerkand yöresinden İslâm Dünyasına tanıtılmış ve bu suretle İslâm memleketlerinde yaygınlaşmış olan kâğıdın doğuş yeri olan Çin’den İslâm Dünyasına geçmesinde de Türklerin rolü olduğu anlaşılmaktadır.

İslâm Dünyasının geometri ile trigonometride, felsefe, mekanik, optik, biyoloji ve tıp alanlarında Batı Avrupa geçortaçağlarma büyük etki yapmış olduğu, Batı Avrupa’nın Karanlık Çağ uyuşuk­luğundan sıyrılmasında büyük rol oynadığı görülmektedir. Onikinci asırdaki yoğun çeviri faaliyeti sonucunda, geçortaçağ Avrupası, Aristo ile Platon ve Galen ile Hipokrates ve Batlamyos gibi eskiçağ yunan otoriteleri yanında İbn Sînâ ile İbn Rüşd ve Fârâbî, Kindi, Fergânî, Câbîr, ve Ibnü’l-Heyşem gibi bilim adamı ve düşünürleri de otorite olarak kabullenmişler, bunların eserleri de başlıca müracaat kitap­ları arasında yer almıştır, ibn Sînâ’nm Kaanûn’u onaltıncı ve hattâ onyedinci yüzyıla kadar Avrupa tıp fakültelerinde ders kitabı olarak kullanılmıştır. Bütün bunlar bilim ve tefekkür tarihlerinde artaçağ İslâm Dünyasının kalburüstü önemini su yüzüne çıkaracak mahi­yettedir. Batı Avrupa, İslâm Dünyasının üstün uygarlığını doğru bir şekilde değerlendirmiş, bu uygarlıktan bilgi ve tefekkür bakımından yararlanmaya karar vermişti. İslâm Dünyasının ortaçağın en üstün uygarlığı haline gelişi ne suretle gerçekleşti? O çağın bu en üstün uygarlığı nasıl doğup gelişti? Bunu kısaca gözden geçirelim.

Peygamberimiz yedinci asır başlarında İslâm dinini ilk ilân et­tiği zaman Mekke’de okuma yazma bilen sadece onyedi kişi varmış. Bunu dokuzuncu asrın ünlü tarihçisi Belâzürî’den öğreniyoruz. Oysa, o sıralarda Mekke Arap Dünyasının en üstün kültür merkezi idi. Öte yandan da Beyrûnî şöyle bir hadîs rivayet ediyor: Peygamber şöyle dermiş: “Biz yazı yazmayı ve hesap yapmayı pek bilmeyen bir toplumuz. Biz ayların uzunluğunu ifade etmek için iki elimizin on parmağını ya arka arkaya üçer defa gösteririz, ya da iki defasında bütün parmakları açarak ve üçüncü de bir parmağımızı katlıyarak ellerimizi kaldırırız ve ‘şöyle, şöyle, şöyle’ demek suretiyle ayların uzunluğunu dile getiririz”.[6]

Hicretten hemen ikiyüz yıl kadar sonraları, daha Hârûn Re- şid’in oğlu Me’mûn zamanında bu uygarlık kurma faaliyetinde İslâm Dünyası birhayli yol almış durumdaydı. Artık bu faaliyet rayına oturmuş, verimlileşmeye ve meyvelerini bol bol vermeye başlamıştı. Onbirinci asra, İbn Sînâ ile Beyrûnî’nin yaşadığı çağa geldiğimizde ise İslâm Dünyası, bilginleri ve bilim adamlarıyla, bilim kurumlan ve zengin kitaplıklarıyla, dünyaya ün salan bir ülkeye dönüşmüş, uygarlık kurma faaliyetinin bir anlamda doru­ğuna ulaşmış ya da yaklaşmış durumda karşımıza çıkıyor. Atlas Okyanusundan ve Pirenelerden Hindistan ile Tibet ve Çin’e kadar uzanan İslâm Dünyasının yeryüzünün en uygar toplumu, medeniyet seviyesi bakımından en yüksek câmiası, haline gelmiş olduğuna tanıklık ediyoruz. Fakat bu uygarlık kurma faaliyeti nereden kaynak­lanmaktaydı? Bunu kimler yapmaktaydı ve bunun devindirici, hareket ettirici, öğesi, can alıcı etmeni, faktörü, ne idi?

Uygarlık ve kültür sadece insana hastır. Çünkü insanın kazandığı tecrübeler ve yarattığı eserler kuşaktan kuşağa, nesilden nesle, intikal etmektedir. Hayvanlar da, teker teker, birtakım başarılar göstere­bilirler, birtakım yararlı alışkanlıklar kazanabilirler. Fakat hayvan bireylerinin kazandıkları bu başarılar, öğrendikleri bu şeyler, onlarla birlikte kaybolup gider. Onlarda sadece kalıtımla, verasetle, kuşaktan kuşağa geçen şeyler kalıcıdır. Bunlar fizyolojik vasıflar ve özelliklerdir. Uygarlık ve kültür ise kalıtım yoluyla devam etmez. Bir iki kuşak için mühendislerimiz, bilim adamlarımız, tabiplerimiz, öğretmen­lerimiz yetişmese, okullarımız, fabrikalarımız faaliyetlerine ara verse, bugünkü medeniyetimiz durur. Mağara çağma geri döneriz. Uygar­lık ve kültür birikimiyle sahip olduğumuz şeylerin insanda ve top­lumda sürüp gitmesi öğretim sayesinde mümkün olmakta, öğretim sayesinde güvence altına alınmaktadır, insanda eğitim ve öğretiminin temelini oluşturan şey ise insan yavrusunun uzunca bir süre ana baba bakım ve ihtimamına muhtaç oluşudur.

Demek ki, uygarlığın temelinde onu oluşturan bir temel öge olarak öğretim ve gelenek kurma özelliği ya da yeteneği yatmaktadır.


Bu temel öge, bu karakteristik vasıf, uygarlıkta öğrenilen şeylerin ve kazanılan tecrübelerin kaybolmayarak kuşaktan kuşağa intikal etmesi, edebilmesi durumudur. Fakat, buna karşılık, kazanılmış tecrübelerin ve edinilmiş bilgilerin kaybolup gitmemesi yanında, uygarlığın aynı derecede önemli bir başka öğesi veya temel özelliği de uygarlığın yerinde saymayarak mütemadiyen geliştirilmesi, yeni buluş ve tecrübeler yardımıyla insan çabasının gitgide daha etkili, daha verimli hale getirilmesi, insanın yarattığı maddî ve manevî eserlerin çeşitlendirilmesi ve zenginleştirilmesi sürecidir. Uygarlığın bu ikinci temel öğesi uygarlığın kendi kendini aşabilme, tazeleyebilme, yeteneğidir. Uygarlığın bu çok önemli ikinci temel vasfı uygarlığın dinamizm özelliğidir, devingenlik yönüdür; sonsuz terakki ve gelişme kaabiliyetidir.

Uygarlığın durağan ve gelenekleri muhafaza edebilme yönü ile devingen ya da dinamik yönünü birbirleriyle nasıl bağdaştırabiliriz? Bunlar birbirleriyle tarihin uzun yılları ve çağları boyunca nasıl bir münasebet içinde bulunmuşlar, birbirleriyle nasıl bağdaşıp özleş- mişlerdir?

Uygarlıktaki en büyük gelişmeler bilim temeli üzerine oturan, bilimden gücünü alan gelişme ve dönüşmelerdir. Bilim bir yandan teknolojinin yol açtığı maddî değişme ve dönüşmeleri büyük ölçüde temellendirirken öte yandan da görgü ve kavrayış ufkumuzun geliş­mesini, manevî hayatımızın sağlam düşünce temelleri üzerine otur­masını sağlar ve böylelikle de manevî hayatımıza, tinsel yaşam ve yaşantımıza, değer yargılarımıza, yön vermeğe yarar. Bilim sayesinde ve bilime az çok benzeyen ve bilimden çok zaman yararlanan tek­noloji etkisiyle insan hayatı muazzam değişmelere sahne olmuştur. Oysa, insanın tabiatında geleneklerinden ve alışkanlıklarından kop­mama eğilimi çok zaman kuvvetle etkili olur. İnsan maceralara, sonu kesin olmayan yeni teşebbüslere girişmekten kaçınır.

İşte bilim, yani sağlam ve güvenilir bilgi, insanın, eylemlerinde, faaliyetlerinde, kendini ve girişimlerinin sonucunu kör sınamalara terk etmeyerek girişim ve atılmalarını, geleceğe dönük plân ve pro­jelerini, bilinçli bir şekilde yapmasını mümkün kılar. Böylece bilim insan hayatı için bir değişme unsuru ve çeşitli girişimleri için güven verici bir kılavuz yerine geçer. Bunun bir sebebi bilimin, kendisinin yöntem ve araştırma süreçlerinin özelliklerinde pek değişmeye uğ- ramaksızın da yepyeni sonuçlara, keşiflere ulaşabilmesidir. Bu se­beple bilim geleneklere bağlılıkla gelişmelere açık olma vasıflarını kendi bünyesinde mezceden, mezcedebilen bir insan faaliyeti türüdür.

Demek ki, bilim geleneklere bağlılıkla gelişmelere açık olma zihniyetlerini uzlaştırıp bağdaştırabilecek en değerli bir uygarlık ürünüdür ve aynı zamanda insana özgü uygarlık kurma yeteneğinin temelinde yatan çaplı bir yönetici, yönlendirici güçtür. Bilim uygar­lığın birbirini tamamlayan ve bir bakıma birbirine aykırı görünen iki temel öğesini ahenkli bir şekilde içine alan, içeren, bir insan faali- tidir.

Bilimde düşünce gelişigüzel bir biçimde gelişip etkinleşmez. Bilimde düşünce kesin bir disiplin altındadır. Bu yüzden de bilimsel sonuçlar kolayca bir yana itilemeyen, küçümsenip görmezden geli- nemeyen sonuçlardır. Duygusallık bir kişide, bir bölge veya bir toplumda, hattâ bir kültürde başatlı olabilir, egemenliğini yürütüp sürdürebilir, etkili itici güç yerine geçebilir. Fakat cninde sonunda duygusallıklar elenmeye, etkinliklerini yitirmeye, bir suretle eriyip kaybolmaya mahkûmdurlar. Oysa, nesnel, yani objektif olan bilimsel vargılar, sorumsuz ve keyfî çıkarsamalara esasen kendileri önceden gem vurmuş ve bu gibi sakat sonuçları elemiş bulunduklarından, kendilerini, ister istemez, zamanla kabul ettirmekte, bu yönleriyle çok güçlü olduklarından bunları küçümsemek ve hor görmek temelcek mümkün olmamaktadır. Şayet bunlarda noksanlar ya da hatalar varsa, bunları tashih etmek ve tamamlamak esasen bilimin kendi görevidir ve bilim bunları gönüllü olarak yapar, yapmakta ısrar eder. Oysa, bilimin sonuçları çok zaman hiç beklenmedik sonuçlar ola­bilmektedir. Böylelikle de bilimin statik gelenek ve yöntemleri uygarlığın dinamik yön ve gelişimlerinin kökeni, desteği, ve hattâ bir bakıma güvencesi olmaktadır.

İnsan tarihini yaratmada insan kaderini şekillendirmede, büyük insanların, istisnaî mahiyetteki kişilerin, dâhilerin, kahramanların büyük rolü olduğundan şüphe yoktur. Adları tarihe intikal etmeyen, etmemiş olan, büyük kütlelere mensup kişilerin de bu bakımdan, yerine göre, şüphesiz katkıları vardır. Fakat bunların atılımlar yapıp insanları peşlerinden sürüklemeleri pek sözkonusu değildir. Vâkıa büyük insanları yaratan ve onları yetiştiren şey onların kültürel ortamlarıdır, bağlı bulundukları toplumun oluşturduğu tinsel veya manevî çev­relerdir. Fakat bu ortam veya çevreler yeteneklerin gelişmesini sağ- ladıklan gibi, bazen ve bazı açılardan bunların gelişimini bu çevre­lerin engelledikleri de olur, ya da böyle olduğu düşünülebilir. Ayrıca, özellikle tefekkür gibi kamu kesiminde geniş bir yer kaplamayan bir kültür veya uygarlık tezahürü için tek tek büyük insanların büyük öneminin çok belirgin olarak ön plânda olacağı âşikârdır. Bu kesim ancak düşünürlerin sayısının büyüklüğü ve niteliklerinin yüksekliği oranında büyük ve yoğun bir gelişme gösterebilir.

Fârâbî, Beyrûnî, ve İbn Sînâ gibi kişiler sayesindedir ki, ortaçağ İslâm Dünyası tefekkür tarihinde, uygarlık tarihinde, şerefli bir yer işgal etmiş, evrensel tarih ölçüsüyle önemli bir aşamayı oluştur­muştur. Fakat bu uygarlık küçük sayıda büyük insanın eseri olma­mıştır; olamazdı da. Bu uygarlık büyük sayıda büyük insanın yetiş­mesi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Ayrıca, İslâm Dünyasının gösterdi­ği büyük gelişme, bu kültür ve inanç dünyasının muazzam bir coğra­fî bölge içinde büyük bir insan topluluğunu, insanlığın büyük bir ke­simini kültürel işbirliği yapmaya elverişli bir ortam içinde biraraya getirmiş olmasından, getirebilmiş olmasından, ve bu şartlar altında gösterilmiş olan ortak çabadan kaynaklanmıştır.

Böylece ortaçağ İslâm Dünyasının gerçekleştirdiği uygarlık gelişmesi İslâm camiasını oluşturan ulusların ve kavimlerin işbir­liğinin ürünüdür. Fakat böyle olmasına rağmen, yine de, ortaçağ İslâm Dünyasının çeşitli bölgeleri arasında farklılıklar mevcuttur. Bu büyük başarının gerçekleşmesinde çeşitli bölgelerin katkıları bir­birlerine eşit olmaktan uzaktır.

Ortaçağ İslâm Dünyasında bilimde ve tefekkür alanında gerçek­leştirilmiş olan atılımın, hamlenin, çok büyük ölçüde olmak üzere Doğu İslâm Dünyasının eseri olduğu görülmektedir. Buna İbn Hal- dûn da dikkati çekmekte, hattâ bu noktayı önemle vurgulamak­tadır. ibn Haldûn’a göre bunda Iranlıların, Fars unsurunun, büyük rolü vardı. Oysa, bu büyük sayıdaki bilim adamı ve düşünürlerin coğrafî menşei daha ayrıntılı olarak dikkate alınınca İran’ın ken­disinin de bir dereceye kadar geri plânda, geri koşunda, kaldığı, bu gibi bilginlerin asıl beşiğinin Orta Asya veya geniş anlamıyle Türkis­tan olduğu sarahatle görülmektedir. Orta Asya ise bir Türk yurdudur; Türklerin anayurdudur. Bu itibarla, bu uygarlığın, ortaçağ İslâm uygarlığının, kurulmasında ve geliştirilmesinde Türklerin rollerinin büyük olduğu muhakkaktır. [7]

Ayrıca, ortaçağ İslâm Dünyası uygarlığının ve entellektüel kültü­rünün, tefekküre ilişkin kültürünün, başlangıç aşamalarından iti­baren oluşturulmasında, yaratılmasında Türklerin hizmeti geçmiştir. Yani, Türklerin olumlu katkılarının izleriyle en erken tarihlerden itibaren karşılaşılmaktadır. Başka bir ifade ile, Türkler bu uygarlığa sonradan katılmış, sonradan intisab etmiş değillerdir; tersine, bunun ilk yaratıcıları arasında yer almaktadırlar. Bunun bazı ilginç örnek­lerine bu yazının başlangıçlarında değinmiş bulunuyorum.

Onbirinci asrın ikinci çeyreğinden başlayarak Doğu İslâm Dünyası tümüyle Türk egemenliği altına girmiştir. Bununla koşut olarak, paralel olarak, Türkler de Doğu İslâm Dünyasının çeşitli bölgelerinde yerleşmeye başladılar. Böylece de, bu tarihlerden iti­baren Türk menşeli bilginlerin İslâm Dünyasının Orta Asya dışında kalan bölgelerinden de neşet etmeleri tabiîdir.

Bir milletin tarihi, yetiştirdiği büyük insanlarla ve yarattığı büyük eserlerle en açık, en belirgin, ve en dolaysız biçimde şeref ve anlam kazanır. Fârâbîler, Beyrûnîler, Fergânîler, Hârezmîler, İbn Sînâlar, Alp Er Tongalar, Alparslanlar, Melikşahlar, Uluğ Beyler, Fatihler, Kanunîler, Barbaroslar, Yunus Emreler, Fuzulîler Yusuf Hâs Hacipler, Kaşgarlı Mahmudlar, Mimar Sinanlar, Kâtip Çelebiler Türk tarihini süsleyen pırlantalar mesabesindedirler. Bu Türk büyüklerinin bir kısmı devlet adamı, bir kısmı asker, bir kısmı sanatçı, bir kısmı da bilim adamı ve düşünürdür. Özel olarak or­taçağda Türk büyükleri arasında bilim adamı ve mütefekkirlerin sayısının kabarık olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaçağ İslâm Dünyasında bilimsel çalışmanın devamında ve ge­lişmesinde hükümdarlar ve vezirler gibi yüksek mevki sahibi kişilerin olumlu rolleri de büyük önem taşır. Çünkü İslâm Dünyasında bilgiye verilen değer büyük ölçüde faydacılık ilkesine dayanmaktaydı. Özellik­le astroloji veya ilm-i nücûm ile simyaya, yani yıldız falı çeşitleri ile ucuz madenlerin altın ile gümüşe dönüştürülmelerinin mümkün olduğunu ileri süren kimya dalına ve, tabiî olarak, tıbba bel bağlan­makta, bunlardan büyük yarar sağlanacağına inanılmaktaydı. Bu bilim dallarının, ya da, daha doğru bir ifade ile, bu yalancı bilim dallarının özellikle ilk ikisindeki araştırma faaliyetleri genellikle büyük masraflara ihtiyaç gösterdiğinden, bunların hükümdarlarla nüfuz sahibi ve varlıklı kişiler tarafından desteklenmesi gerekiyordu. Astroloji ile simya yalancı bilimlerdi. Fakat, bunlar astronomi ve kimya bilgisine dayanmak zorundaydı. Bunlarda yapılan araştırmalar astronomide ve kimya alanında yapılan araştırmalardı. Özellikle astrolojideki köklü araştırmalar, astronomi aracılığı ile matematik alanında dolgun çalışmaları ve rasat faaliyetlerini gerektiriyordu. Bu itibarla astronomi çalışmaları bir yalancı bilim olan astrolojinin sahip olduğu itibardan yararlanmak durumundaydı. Bu durum Batı Avrupa’da dahi Kepler zamanına kadar devam etmiştir.

İslâm Dünyasında naklî bilimlerin, yani Müslüman dini ile yakın bağ kurma durumunda olan fıkıh ile tefsir ve hadis gibi konuların büyük değer taşıdığından kimsenin şüphesi yoktu. Fakat buna kar­şılık matematiğin çeşitli dallarına, astronomi, fizik, ve biyoloji gru­bundaki bilimlere yani aklî bilimlere ve özellikle felsefeye ilişkin değer yargıları çok değişik olabilmekteydi. Bu durumun tabiî bir neticesi olarak aklî bilimlere bazen kesinlikle cephe alınmış olma­sına, hiç değilse bunlara şüpheli gözlerle bakma eğiliminin küçüm­senmeyecek ölçüleri bulmuş olmasına rağmen, bu bilim dallarının müntesipleri çoğu kez iktidardaki kişiler ve varlıklı kimseler tara­fından genellikle faydacılık ilkesine giren mülâhazalarla desteklen­mekte ve teşvik görmekteydiler.

Gerçekten, aklî bilimlerdeki çalışmaların devamı büyük ölçüde bunlara değer veren nüfuzlu kişilerin destek ve himayelerinden kuvvet almak ihtiyacındaydı. Türkler ise, Abbasîlerin iktidara geç­mesinden, yani bilimsel faaliyetin doğup tomurcuklanmaya başla­masından itibaren İslâm Dünyasında siyaset, idare, ve askerlik alan­larında büyük faaliyet gösterdiler, özellikle Karahanlılarla Gazne- liler ve Selçuklular gibi büyük Türk devletlerinin ve çok sayıda daha küçük Türk devletinin Doğu İslâm Dünyasında kurulmuş olması bilimsel çalışmaların desteklenip körüklenmesi işinin büyük ölçüde Türkler tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu göstermektedir. Böy- lece, tek tek fertler olarak İslâm Dünyası bilim adamları saflarında yer almaktan başka, Türkler gerek bilimsel çalışmaların teşvik ve himayesinde ve gerekse, az sonra işaret edileceği üzere, bilimsel kurumların oluşturulup geliştirilmesinde erken tarihlerden başlayarak, büyük bir katkıda bulundular, bulunmak fırsatına sahip oldular. Nitekim, Türklerin bu katkıyı fiilen yaptıklarına, bunu olumlu bir biçim ve ölçüde gerçekleştirmiş olduklarına somut misalleriyle ta­nıklık ediyoruz.

Ortaçağ İslâm Dünyası, bilim ile öğretim ve hayır kurumlarının doğup gelişmesi bakımından büyük önem taşır. Bu çaplı faaliyet doğrultusunda da Türklerin büyük katkısı olduğunu görüyoruz. Bu kurumlar, hastahane, kütüphane, rasathane ve medreselerdir.

En eski kütüphane kurucuları ve kitapseverler arasında İslâm Dünyasında Türklerin şerefli bir yere sahip olduğuna tanıklık edi­yoruz. Bunlar arasında dokuzuncu asır gibi erken bir çağdan Feth ibn Hâkan ibn Gartûc’u ve damadı Ahmed ibn Tulun’u zikredebi­liriz. Onuncu asrın ilk yarısı içinde yaşamış olan Ebû Bekr es-Sûlî de ünlü kitapseverler arasında zikredilmektedir. Kendisi zengin bir kütüphaneye sahipti ve bu kütüphaneyi bilim adamlarına ve ihtiyaç sahiplerine açık tutmakta ve onlara büyük kolaylıklar göstermekteydi.[8]

Hastahanenin İslâm Dünyasında gerçek anlamıyla doğmasında ve bir hayır kurumu olma vasfı yanında bilimsel tıbbın tutarlı bir biçimde uygulandığı devamlı ve uzmanlaşmış bir tedavi yerine dönüşerek müesseseleşmesinde Türklerin’ büyük bir paya sahip olduğu müşahade ediliyor. Nitekim, ilk hastahane kurucuları arasında İslâm Dünyasının tarih sırasıyla beşinci hastahanesinin kurucusu Feth ibn Hâkan bulunmaktadır. Altıncı hastahanenin kurucusu da Ahmed ibn Tulun’dur. Bunların her ikisi de Türktür. Yine, küçük bir ihtimalle birinci ve kesinlikle üçüncü İslâm hastahanesi Ber- mekler tarafından kurulmuştur. Bermeklerin ise Akhun (Eftalit) kökenli ve Türk olmaları muhtemeldir. Demek ki İslâm Dünyasın­daki ilk altı hastahane içinde en azından ikisinin Türkler tarafından kurulduğu muhakkaktır. Bunlara ilâve olarak bir üçüncüsünün de bir Türk katkısıyle meydana gelmiş olması muhtemel olduğu gibi, bir dördüncüsünün kuruluşunun da Türklere maledilebilmesi, küçük bir ihtimalle de olsa sözkonusu edilebilmek durumundadır.

Öte yandan, Ahmed ibn Tulun’la hastahane müessesesinin vakıf gelirleriyle desteklenmesi ve bu suretle uzun ömürlülüğünün güvence altına alınması yoluna gidildiğini görüyoruz. Ahmed ibn Tulun hastahanesinden sonra kurulan ve vakıflı olduğu bilinen ilk dört hastahane içinde ise üçünün kurucusunun Türk olduğu görül­mektedir. Bu hastahaneler de, öte yandan, eskilik bakımından kro­nolojik sıralanmayı aşağı yukarı temsil etmek durumundadır. De­mek ki, böylece, İslâm Dünyasının ilk on hastahanesinden, ya da, vakıflılar dahil, ilk on hastahanesinden, hiç değilse beşi, belki altısı, ve hattâ belki de yedisi Türklerin eseri olmuş oluyor. Bütün bunlar gerçekten ilginç bir olayı gözler önüne sermektedir.

Ayrıca, İslâm Dünyasına hastahane müessesesi açısından Hint etkisinin Bermekler tarafından getirildiği görülmekte ve bu etkinin belki de altıncı hastahanenin kurucusu olan Ahmed ibn Tulun ta­rafından yinelendiği anlaşılmaktadır. Fakat, bu etkiyi Hindistandan doğrudan gelen bir etki olarak düşünmek gerekmez. Belki daha da büyük bir ihtimalle, böyle bir etki daha önce Hindistandan Orta Asya’ya, Orta Asya Türklerine, birden fazla bir yolla geçmiş bir etkinin bu sefer oradan İslâm Dünyasına geçmesi şeklinde gerçekleş­miş olabilir.

Böylece, İslâm Dünyasında hastahanenin müesseseleşmesinde Türklerin kalburüstü bir katkıda bulunmuş oldukları gün ışığına çıkmaktadır. Bu husus çok büyük önem taşır. Çünkü bu ilk İslâm hastahaneleri, anlaşıldığına göre, hastahane tarihinde tarih çapında bir aşamayı temsil etmektedirler. Ne eski Yunan, ne Bizans, ve ne de Batı Roma imparatorluğu hastahane bakımından İslâm Dünyası ile boy ölçüşecek bir durumda olmadıkları gibi, İslâm Dünyasında hastahane, tarihte ilk kez, bilimsel tıbbın kaleleri haline gelmiş tıb kurumlan olarak ortaya çıkmıştır. Bunda Cundişapur’un ve Hint kültürünün olumlu katkısı söz konusudur.

İslâm hastahaneleri özellikle Selçuklular zamanında çok yay­gınlaşmıştır. Bu hastahanelerde ayrıca, klinik veya serirî tıb öğretimi geleneğinin yerleştiği görülmektedir. Ortaçağ İslâm hastahaneleri Batı Avrupa’yı hem mimarî ve hem de klinik tıp öğretimi bakımından etkilemişlerdir. Bu etkileme özellikle onaltıncı asırda Batı Avrupa’ya intikal etmiştir. Ayrıca askerî sahrâ hastahanelerinin de Selçuklu­lardan Haçlılarca öğrenilerek Batı Avrupa’ya intikal ettirildiği anlaşılmaktadır.[9]

Bilim kurumlarının doğup gelişmesi bakımından ortaçağ İslâm Dünyası olağanüstü önemde bir çağdır. Rasathane de, hastahane gibi, İslâm Dünyasında çok olumlu ölçüde geliştirilen, hattâ uzman­laşmış örgün bir müessese, organize bir kurum, olarak ilkin İslâm Dünyasında ortaya çıkan, doğan, önemli bir araştırma kurumudur. Amacur ailesinden baba ile oğul ve yeğenden oluşma bir grup Türk bilgininin 855 ile 933 yılları arasında yaptıkları rasatlar ve astronomi araştırmaları bu bakımdan konumuzu yakından ilgilendiren misaller arasında bulunmaktadır. Amacurların herhalde özel bir rasatha­neleri vardı. Bunu sarahatla saptamak mümkün değildir. Sadece bir rasat aletleri hakkında zamanımıza kırıntılar halinde bir bilgi intikal etmiş durumdadır. Fakat bu bakımdan durum ne olursa olsun, Amacurların bu astronomi çalışmaları İslâm Dünyasının çok daha geç tarihlerde karşılaşılan en büyük ve gelişmiş rasathanelerindeki program ve çalışmalarla boy ölçüşebilecek uzunlukta bir süreyi kapsadığı gibi birhayli erken olan tarihi ile de dikkatimizi çekecek mahiyettedir. İslâm Dünyası astronomları arasında Türk asıllı olan ya da Türk- lerin yaşadığı bölgelerden neşet eden başka astronomların sayısı da oldukça büyüktür.[10]

İslâm Dünyasında dokuz büyük rasathane kurulmuştur, ya da kurulmaya çalışılmıştır. Bunlardan ilk ikisi çağdaştı ve Abbasî ha­lifesi Me’mûn tarafından dokuzuncu asrın ilk yarısında kuruldu. Aslında, bu iki rasathane birbirini tamamlamaktaydı ve biri diğerinin yerini almak üzere kurulmuştu. Böylece, belki de İslâm Dünyasında kurulmasına teşebbüs edilen büyük rasathane sayısını dokuz değil de sekiz saymak bir bakıma daha doğru olabilir. Me’mûn’un bu iki rasathanesi içinde daha eski olanı Bağdatta kurulan Şemmâsiye Ra­sathanesi, İkincisi ise Şam’da kurdurduğu Kaasiyun Rasathanesidir. Tarih sırasıyla, İslâm Dünyasının üçüncü büyük devlet rasathanesi onuncu asırda Büveyhî hükümdarı Şerefüddevle tarafından Bağdat’ta kuruldu. Fakat çok iddialı ölçü ve boyutlarda tasarlanan bu rasat­hane, en büyük âletinin başarılı bir şekilde imâl edilemeyişi yüzünden çalıştırılamadan kaldı. İslâm Dünyasının dördüncü resmî devlet rasathanesi Selçuklu hükümdarı Melikşah tarafından onbirinci asrın üçüncü çeyreği sonunda İsfahanda kuruldu. Me’mûn’un anne­sinin Türk olduğu anlaşılıyor. Fakat biz Melikşah Rasathanesini İslâm Dünyasında kurulan ilk Türk hükümdar veya devlet rasathanesi sayabiliriz.

Bu sekiz ya da dokuz devlet rasathanesi içinde üçü Türkler tarafından kurulmuştur. Bunlardan birincisi hemen az önce zikro lunan Melikşah Rasathanesidir. Diğer ikisi ise onbeşinci asrın ilk yarısında Uluğ Bey tarafından Semerkand’de ve onaltıncı asrın ikinci yarısında Üçüncü Murat tarafından İstanbul’da, Tophanede, kurulmuştur. Büveyhîler îranlı sayılabilir. Onikinci asrın ilk çeyreği sonlarında iki Arap Fâtımî veziri tarafından Kahire’de bir rasathane kurma teşebbüsü ile karşılaşıyoruz. Fakat bu teşebbüs başarılı bir şekilde sonuçlanmamıştır. Bunlar dışında, İslâm Dünyasında kurulan iki devlet rasathanesinden ikisi de Ilhanlılar zamanına aittir. Bunlar­dan birincisi çok önemli bir rasathane olup Hulâgû tarafından on- üçüncü asrın üçüncü çeyreği sonlarında Azerbaycanda Merâga’da kurulmuştur. Ötekisi ise yine İlhanlIlardan Gazan Han tarafından aynı asrın sonunda Tebrizde kurulmuştur. Bu iki rasathaneden ilki Türk-Moğol kültür çevresinin malı ve ürünü farzolunabilir ve bu­rada İslâm Dünyası dışından bir Moğol etkisi faktörü mevcut sayıla­bilir. Fakat bunların her ikisi de tabiî ki Türk-İslâm Dünyası bilgin­lerinin eseri idi.

Merâga Rasathanesi İslâm Dünyasının herhalde Semerkand Rasathanesi ile birlikte en önemli iki rasathanesinden biri sayılmak durumundadır. Tebriz Rasathanesinin ise, anlaşıldığına göre, astro­nomi öğretimi faaliyeti yönü araştırma faaliyeti yönünden daha önemli ve daha ön plânda olmak üzere tasarlanmıştı. Bu rasathane esasen Merâga Rasahtanesinin faaliyeti sona ermeden kurulmuş bulunuyordu.

Demek ki, kısaca, İslâm Dünyasının devlet veya hükümdar rasathaneleri içinde en büyük ve en önemli olanları, bir başlangıç olarak büyük değer taşıyan Me’mûn’unkilerden sonra, Türklerin ve Türk-Moğol îlhanlı Devletinin eseri olmuş oluyor. Bunların başında Merâga ve Semerkand Rasathanelerini, ikinci sırada da Melikşâh ve Üçüncü Murat Rasathanelerini zikretmek doğru bir sıralamayı temsil etse gerektir.[11]

Türk-İslâm Dünyasında ortaya çıkmış önemli bir bilim ve öğ­retim kurumu da medresedir. Günümüz üniversitesinin menşei geç- ortaçağ Avrupasına geri gider. Avrupa geçortaçağ üniversitesinin ise, kuruluşunda, medreseden etki almış olması ihtimali üzerinde durul­muştur. Fakat bu durum ne olursa olsun, İslâm Dünyasında yüksek öğretim müessesesi olarak onbirinci asır ortalarında resmî bir hüvi­yetle ortaya çıkan medrese sistemi Selçukluların eseridir. Ayrıca, bu öğretim sisteminin bir Selçuklu öncesi gelişme evresine sahip olduğu görülmektedir ki, bu hazırlık devresinde de Horasan ve Maverâün- nehir veya, Kâşgarlı Mahmud’un ifadesi ile, Çayardı, bölgesinin, yani nüfusunun hiç değilse bir kısmı, ve herhalde dolgunca bir kıs­mı, Türklerden oluşan coğrafî çevrelerin, ve Karahanlılar ile Gazne- liler gibi Türk devletlerinin, etkili olduklar! görülmektedir. Böylece, İslâm Dünyasının yüksek öğretim kurumu olan medrese de hemen hemen tümü ile Türklerin bir eseri, İslâm Dünyası kültür ve uy­garlığına Türklerin önemli bir katkısı olarak karşımıza çıkmaktadır.[12]

Medrese normal olarak, fıkıh öğretimi veren bir kurumdur. Fakat İslâm Dünyasında özel birtakım medreseler de kuruldu. Bunlar arasında onüçüncü asır başlarında ilk örnekleri görülen tıp medreselerini önemle zikretmek gerekir. Tıp medresesinin on­üçüncü asır başında doğmasında da Türklerin etkili olduklarına ta­nıklık edilmektedir. Fakat bu tıp medreselerinin İslâm Dünyasında yeterince yaygınlaşamadığı görülüyor. Anlaşıldığına göre, bunun belki de önemli bir sebebi, vakıf müessesesinin rasathanelere olduğu gibi, tıp medreselerine intibak ettirilmesinde bazı güçlüklerle karşı­laşılmış olmasıdır. Çünkü gerek tıp medresesi ve gerekse rasathane veya astronomi öğretimi ve astronomi alanındaki araştırmalar nakli bilimler faaliyeti alanının dışında kalmaktaydılar ve yine bunlardan hiç biri bir hayır kurumu sayılamazdı. Ayrıca, her iki saha münte- sipleri arasında gayrimüslimlerin sayısı oldukça büyük olabilmek­teydi. [13]

İslâm Dünyasındaki tıp öğretiminin çok ilginç bir yönü, az önce işaret edildiği üzere, bu öğretimin hastahanelerde hasta yatağı ba­şında gerçekleştirilen bir kısmı, bir bölümü idi. İslâm hastahanelerinin bu klinik veya serirî tıp öğretimi yönteminin, yine az önce işaret edildiği üzere, Avrupa’yı özellikle Rönesans sıralarında etkilemiş olduğu anlaşılıyor. İslâm Dünyasında bir ara gelişme belirtileri gösteren tıp medreseleri ile geçortaçağ Batı Avrupa tıp fakülteleri arasında kesin bir bağ kurmak pek mümkün görünmüyor. Ancak, böyle bir bağı klinik tıp öğretiminde kurabilmekteyiz. Bu yöntem Avrupada ilkin îtalyamn Padua Üniversitesine geçmiş, Italyadan da Hollandaya, özellikle Leiden Üniversitesi çevresine intikal etmiş, bundan sonra da Avrupa’da yaygınlaşmıştır.

İslâm Dünyasında klinik öğretim yönteminin Bağdadın Adudud- devle Hastahanesinde başladığını görüyoruz. Fakat bunun bir tesadüf eseri olduğu, bu öğretim yönteminin İslâm Dünyasında güçlenip yaygınlaşması bakımından Haleb ve Şam Atabeklerinden Türk hükümdarı Nureddin Zengî’nin Şam Hastanhanesinin büyük bir önem taşıdığı özellikle kaydedilmeye değer bir husustur.[14]

İslâm Dünyası, bilim ve öğretim kurumlariyle, kütüphaneleriyle, bilim adamları ve mütefekkirleriyle kurduğu uygarlık sayesinde ortaçağda yeryüzünün en güçlü ve en saygın topluluğu haline gel­mişti. Bu uygarlığın maddî ve manevî baskısı altında kalan Batı Avrupa Hıristiyan Dünyası bu üstünlüğün kökeni ve nedenleri konu­sunda doğru bir teşhis yaparak özellikle onikinci asrın ikinci yarısı içinde Arapça’dan Latinceye yoğun bir çeviri faaliyeti içine girdi ve birçok Arapça bilim, felsefe, ve tıp eserini Latinceye kazandırdı.

Avrupanın bu uyanışı dünya uygarlık ve tefekkür tarihinde, evrensel düşünüm tarihinde, büyük önem taşır. Bu uyanış Avrupayı Karanlık Çağdan ayırmış, Karanlık Çağı sona erdirmiştir. Avrupa bu uyanıştan aldığı hızla Onaltıncı Asır Rönesansı aşamasına ulaşmış ve Batı uygarlığı bu suretle meydana gelmiştir, işte bu itibarladır ki, Türklerin de himmet ve katkılarıyla meydana gelip şekillenmiş olan İslâm Dünyası uygarlığı, İslâm Dünyası bilim ve tefekkürü, evrensel uygarlık tarihinin, dünya tefekkür tarihinin, bir ana aşa­masını, kalburüstü bir merhalesini, teşkil etmektedir. Demek ki, ayrıca, Türklerin ortaçağ İslâm Dünyası uygarlık ve düşünümüne, tefek­kürüne, yaptıkları bu katkı aynı zamanda dünya tefekkürüne yapılmış bir katkıdır; Onaltıncı Asır Rönesansım hazırlayan Batı Avrupa geçortaçağı tefekkürüne yapılmış önemli bir katkı sayılmak duru­mundadır.
 

——————————————————————

Ord.Prof.Dr. Aydın SAYILI tarafından Atatürk Üniversitesinin tertiplediği ve 7-11 Mayıs 1984 tarihleri süresinde Erzurum’da toplanan Birinci Felsefe ve Sosyal ilimler Kongresi’nde sunulan açılış bildirisi metninden oluşan bu makale, aşağıdaki kaynaktan alınmıştır.

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi, Sayı: I, Ankara, 1985


[1] Bkz., Aydın Sayılı, Copernicus and His Monumental Work, Unesco Türkiye Millî Komisyonu yayını, Ankara 1973, s. 52-53, 92-97.

[2] Bkz., Aydın Sayılı, “Islam and the Rise of Seventeenth Century Science”, Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 22, 1958, s. 353-368.

[3] Aydın Sayılı, Abdülhamîd ibn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler Adlı Tazısı ve Zamamn Cebri {Logical Necessities in Mixed Equations by Abd al Hamid ibn Turk and the Algebra of His Time). Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 196s.

[4] Berthold Laufer, Sino-Iranica, Chicago 1919, s. 503-508; Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford 1972, s.403

[5] Läufer, aynı eser, s. 557-559.

[6]        Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara i960, Arno Press, New York 1981, s. 21.

[7]         İslâm Dünyasının en eski matematikçilerinden biri olan Abdülhamid ibn Türk’ün lakabı onun milliyetini kesinlikle belirlemek durumundadır. Abdülhamid’in torunu da matematikçi idi ve o da Ibn Türk lakabını taşımaktaydı. Arapçada ilk bilimsel ve dolgun sözlük kitabını yazmış olan Ebû Nasr Ismâil el-Cevherî (ölümü 1002) de Et-Türkî lakabını taşımaktaydı. Kendisinden bir kuşak önceki bir yakın akrabası da Cevheri gibi lugatçı idi ve Fârâb’lı idi. Bunlarla ilgili olarak, bkz., Aydın Sayılı, Abdülhamid ibn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler. .., s. 12-14, 85-89; Aydın Sayılı, Fuat Sezgin’in Geschichte des Arabischen Schrifttums adlı kitabının sekizinci cildine tanıtma yazısı, Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 47, 1984, s. 453-454. Fârâbî’nun milliyetine ilişkin olarak, bkz., D. M. Dunlop, “A Source of Al-Masûdî: The Madînat al-Fâdılah of Al-Fârâbî”, Al-Masûdî Mil­lenary Commemoration Volume> ed. S. Maqbul Ahmad and A. Rahman, Aligarh Mus­lim University, 1960, s. 69-70; S. M. Stern, “Al-Masûdî and AI-Fârâbî”, Al-Masûdî Millenary Commemoration Volume, s. 40; Muhsin Mahdî, “Al-Fârâbî”, Dictionary of Scientific Biography, cilt 4, 1971, s. 523-525. Beyrûnî’nin milliyetine ilişkin olarak da bkz., Max Meyerhof, “Das Vorwort zur Drogenkunde des Berûnî”, Quellen und Studien zur Geschichte der Naturwissenschaften und der Medizin, Berlin 1932, eilt 3, s. 39-40; Zeki Velidi Togan, “Bîrûnî”, Islam Ansiklopedisi, cilt, 2, 1949, s. 635-637; Z. V. Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, Istanbul 1946, s. 420-421; A. Sayılı, “Bî­rûnî” Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 13, 1948, s. 55-57; A. Sayılı, “Doğumunun ıooo’inci Yılında Beyrûnî”, Beyrûnî’ye Armağan, Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 1974, s. 4-6.

[8] Feth ibn Hakan için bkz., Yâkût el-Hamevî, Irşâdü’l-Erîb ilâ Ma’rifeti’l-Edîb (Udebâ), Margoliouth yayını (7 cilt, 1907-26), E. J. W. Gibb Memorial Series, cilt 6, 1913, s. 116-117; Îbnü’n-Nedîm, Kitâbü’l-Fihrist, Flügel yayını, Leipzig 1871, cilt 1, s. 116-117. Yine bkz., İbnü’n-Nedîm’in Fihrist’i, Bayard Dodge çevirisi, Columbia University Press, cilt 2, 1972, s. 986; Sûlî için bkz., Yâkût, Udebâ, cilt 7, 1926, s. 136.

[9] Ahmed Issa Bey, Histoire des Bimarislans (Hôpitaux) à l’Epoque Islamique, Kahire 1929; A. Süheyl Ünver, Selçuk Tababeti, Ankara 1940; A. Issa Bey, Tartkh el-Bimâristânât fî’l-ïslâm, Şam 1939, s. 161, 163; George Sarton, Introduction to the History of Science, cilt 3, Baltimore 1947, s. 293, 1247-1249; Arslan Terzioğlu, “Orta­çağ Türk-îslâm Hastahaneleri ve Avrupaya Tesirleri”, Belleten (Türk Tarih Kurumu) cilt 34, 1970, s. 133; Aydın Sayılı, “Bizde Tıp öğretimi Üzerine”, Belleten (T. T. K.), cilt 35, 1971, s. 229-234; Arslan Terzioğlu, “Das Nureddin Krankenhaus in Da­maskus (gegr. 1154) aus der Epoche der Seldschuken und seine Bedeutung für die Medizin und Krankenhaus Geschichte”, Historia Hospitalium, Heft 11, 1976, s. 59-75; Arslan Terzioğlu, “Die Architechtonischen Merkmale der Seldschukischen, Mamelukischen, und Osmanischen Krankenhäuser und ihre Einflüsse auf die Abendländischen Hospitäler”, Fiflh International Congress of Turkish Art, ed. G. Feher, Budapest 1978, s. 827-856; Aydın Sayılı, “The Emergence of the Prototype of the Modem Hospital in Médiéval Islam”, Belleten (TTK), cilt 44, 1980, s. 279­286; Aydın Sayılı, “Certain Aspects of Medical Instruction in Médiéval Islam”, Belleten (TTK), cilt 45/2, 1981, s. 27-42.

[10] George Sarton, Introduction lo tke History of Science, cilt 1, 1927, s. 630; Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, konuyla ilgili kısımlar; Aydın Sayılı, “The Import­ance of the Turkish-Islamic World in the History of the Observatory”, Araştırma, cilt 11, 1979, s. 19-28; International Symposium on the Observatories of İslam (19-23 Eylül 1977), İstanbul, 1980, s. 21-32.

[11]  A. Sayılı, The Observatory in İslam; Aydın Sayılı, “The Importance of the Turkish-Islamic World in the History of the Observatory”.

[12]   Aydın Sayılı, “Higher Education in Medieval İslam”, Ankara Üniversitesi Yıllığı, cilt 2, 1948, s. 30-71.

[13] Bkz., Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, s. 207-211, 216-217.

[14] Yukarıda g’uncu dipnotta kendilerine atıf yapılan yayınlardan A. Issa, A. Süheyl Ünver, ve Arslan Terzioğlu (1976) tarafından yazılmış olanlarda bu konuda ayrıntı bilgisi bulmak mümkündür.



[i] Ord. Prof. Dr. Aydın SAYILI, Bilim Tarihi Ordinaryüs Profesörü, Atatürk Kültür Merkezi (E) Başkanı.

Yazar
Aydın SAYILI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen