Türklerde Hukukun Amacı

Türklerde Hukukun Amacı 

“Kendim Devletli Olduğum İçin Kağan Oturdum”dan

“İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın”a[i]

 

Dr. Fatih ERTUGAY[ii]

başlangıçta devlet vardı[1]

Giriş

Türklerin siyasal tarihleri incelendiğinde, devletin bir zorunluluk olarak algılandığı; yazılı kaynaklarda ve gelenek içerisinde, devletten bahsedildiğinde çoğunlukla bir zorunluluğa/gerekliliğe vurgu yapıldığı görülmektedir. Devletin yani siyasal bir otoritenin olmadığı bir siyasal-toplumsal kaotik durum tasviri yapılarak, devletin zorunluluğuna/gerekliliğine ulaşılmaktadır. Dolayısıyla bu zorunluluk üzerinden sağlanan rıza ve itaat, devletin doğal meşruluk zeminini oluşturmaktadır. Hukuk-devlet ilişkisi söz konusu olduğunda da aynı bağlam etkisini göstermekte, devlet dolayımıyla anlaşılan ve tarif edilen bir hukuksal alan inşa edilmektedir. Esasında kaos-düzen, korku-güven ve yokluk-varlık gibi basit ve görünür karşıtlıklar üzerinde yükselen siyasal otoriteler, iktidarı elde ettikleri andan itibaren Machiavellivari bir tarzda herhangi bir meşruluk kaygısı ya da tartışması yaşamadan, istikrarlı bir görünüm kazanmaktadırlar.

Siyasal otoritenin kararlı bir nitelik kazanması ile hukuk anlayışı arasında aslında paradoksal bir ilişki vardır. Başka bir anlatımla devlet-hukuk ilişkisinde, aynı anda iki durumun da geçerli olduğu belirli bir sabite söz konusudur. Sınırlı bir çerçevede hukuk yaratıcı konumda olan devlet/bey-hakan, hukuku (töre ve yasa) devlet için iyi olan şeklinde yorumlarken, aynı anda bu yorumu halk için iyi olan şeklinde de tarif etmekte ve anlamaktadır. Bu tekabüliyete rağmen, aslında halk için iyi olanın devlet için iyi olduğu, devletin varlığının kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görüldüğü son tahlilde, ilişkinin bir denge ilişkisi olmadığı da açık edilmektedir. Tam da bu noktada devlet, devlete dair modern toplumcu veya organik teorileri (Barry, 2004: 67) hatırlatırcasına, tek tek kişilerin ya da toplumun tercihlerinden bağımsız olarak var olan zorunlu bir düzen olarak algılanır. Devlet, topluma yönelik zorunlu hizmetleri/işleri yürüten ve bunun için toplum tercihlerini de dikkate alan bir mekanizma olarak değil, toplumun ve kişilerin tercihlerinin üstünde ve onları var eden bir soyutlama olarak görülür.

Devlet-hukuk ve hukukun amacı ilişkisini ele alan bu çalışmanın başlı başına bir hukuk felsefesi tartışması olmaktan uzak olduğunu en başta belirtmek gerektiği gibi, belirli tarihsel dönemlerdeki hukuki metinleri, belgeleri ve uygulamaları ayrıntılı bir analize tabi tutarak devlet-hukuk ilişkisini bu zemin üzerinden incelemek olmayacağını da söylemek yerinde olacaktır. Çalışma esas olarak, Türk siyasal kültürü açısından temel metinler olarak kabul edilen bazı metinler çerçevesinde, belirli temalar etrafında konjonktürel olarak bir değerlendirme yapmayı amaçlamaktadır. Değerlendirmenin odak noktası ise, devlet-kişi/tebaa ilişkisi bağlamında hukukun telosu çerçevesinde bir siyasal kültür analizi olacaktır. Ancak bu çabayı, modern devleti karakterize eden unsurlardan biri olan, hukukun merkezi bir organ tarafından bilinçli bir şekilde yaratılabileceği düşüncesinin izlerini Türklerin tarihinde teorik ya da pratik olarak aramak olarak da anlamamak gerekir. Burada moderne referans verilebilecek bir husus varsa, o da, “bir hukuk düzeniyle siyasi otoritelerin izleyebilecekleri amaçlar arasındaki bağın özelliklerinin açığa kavuşturulması gerektiği”[2]  yönündeki tespittir. Hukukun amaçsallığına vurgu yapan bu tespit, zaman dışı ya da zaman üstü bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle böylesi bir tespitten hareketle tarihsel metinlerin ve uygulamaların değerlendirilmesi metodolojik açıdan yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte çalışma boyunca yapılan yorum ve değerlendirmelerde Machiavelli’den Hobbes’a, Grotius’tan Schmitt’e ve pozitivist hukuk yorumundan modern hikmeti hükümet anlayışına kadar kimi modern açıklamaların izlerini görmek, söz konusu metodolojinin dışına çıkıldığı şeklinde ele alınmamalıdır. Zira belirli, objektif bir siyasi düzen ya da kurumu kendi tarihselliği dışında kalarak anlamak ve değerlendirmek olanaklı olmadığı gibi, belirli bir zemin ve çerçevede açıklama kabiliyeti olan modern motiflerin ve yorumların kısmi kullanılışının da dışlanmaması yerinde olacaktır. Ve son olarak bu tarz çalışmaların esas olarak bir işaret fişeği yakma amacına matuf olduğunu da bir kez daha hatırda tutmak gerekir.

 

1. Hukukun Görünümleri

Kişilerin onun kurallarına uyduğu takdirde bir topluluğun üyesi olarak kabul edilmesi bakımından toplumla yaşıt olan ve zorunlu davranış kuralları (Hayek, 1994: 111) şeklinde anlaşılacak bir hukuk kavrayışı, doğal olarak Türklerin[3]  Orta Asya bozkırlarında göçebe hayat sürüp henüz bir siyasal örgütlenmeye sahip olmadıkları dönemlerinde dahi söz konusudur. Toplumun bir otorite etrafında örgütlenip siyasal bir nitelik kazanmasından sonraki dönemlerde de değerini ve etkisini koruyacak olan bu hukukun tamamına töre denmekteydi. 

Toplumun siyasal nitelik kazanmasıyla genelliği ve geçerliği artan töre, aileden başlayarak “il”de tamamlanan siyasi teşkilatlanmanın da, ilke’sini başka bir anlatımla meşruluk gerekçesinin çerçevesini belirlemekteydi[4]. Töre, Eski Türk devlet ve topluluklarında siyasal ve sosyal düzeni kuran, devlet ve toplum düzeninin maddi-manevi unsurlarını şekillendiren ve geleneksel kültür kökenli bugünkü anlamıyla bir hukuk kodudur (Uğurlu ve Yılmaz, 2011: 950). Orhon Yazıtlarında törü olarak geçen ve sonraları töre-türe biçimine giren töre, Eski Türklerde kültürün bir ürünü, onun bir yansıması olarak kanun ve sosyal normlar bütününü ifade eder (Arık, 1995: 1). Töre kelimesinin ifade ettiği anlamlar çok geniş olmasına rağmen daha çok “devletin kuruluş düzeni ve işleyişi”ni anlatmaktadır (Ögel, 2001: 469). Bununla birlikte devleti ilgilendiren konularda bir kanun hükmünde olmasının yanında, budunu ilgilendiren sosyal ve ahlaki konularda geleneğin, göreneğin, âdetin ve teamülün hukukunu da işletmiştir. Bu özellikleriyle töre, devletin ve sosyal hayatın sözlü geleneğinin ürünü olan bir temel yasa durumundadır (Uğurlu ve Yılmaz, 2011: 954). Diğer yandan töre, Orta Asya bozkırlarında ve kavimlerinde çok uzun yıllar boyunca varlığını ve etkisini devam ettirmiştir. Bu töre veya yasa, devlet teşkilatının ve hanlık hâkimiyetinin temelini teşkil etmiştir (İnalcık, 2000: 29).

Devlet teşkilatının ve hanlık egemenliğinin temeli olmasının dışında töre, diğer sosyal ve kültürel ilişkilerin yanı sıra ve belki de daha öncelikli olarak devletin kuruluş düzenini, işleyişini kısaca kamusal yaşamın kurallarını belirlemiş, onlara yön ve şekil vermiş (İnalcık, 2000-2001: 169); hâkimiyet, iktidar, otorite ve dolayısı ile meşruluk gibi önemli konularda da temel belirleyici olmuştur. Her ne kadar Eski Türklerde bu kavramların şekillenmesinde töre dışı bazı unsurların kısmen etkisi olsa da, temel belirleyen her zaman töre olmuştur. Türk devlet geleneğinde törenin bu kadar önemli bir yer tutması, onun boylar arasında çok titiz bir şekilde gözetilen örfi hukuka, başka bir anlatımla geleneklerden türeyen yasaya dayanmasından ileri gelmektedir (İnalcık, 2000-2001: 161).

Geleneklerden türeyen bir yasa, bir hukuk kodu olarak töre, sosyal ve siyasal alanda nasıl davranılacağını beliler. Çoğu zaman töre, belirli sözlerle ya da yazıyla ifade edilmemiştir; töre, sürekli tekrarlanan davranış kurallarından ibarettir, yaygın olarak bilinir ve yaygın olarak aktarılır. Bununla birlikte töre’nin siyasal alana bakan cihetleri açısından Orhun Yazıtlarından itibaren belirli bir yazılı nitelik söz konusudur. Ayrıca Türklerin büyük destanlarında, bir geçiş eseri olan Kutadgu Bilig’de ve Dede Korkut Kitabı gibi yazılı eserlerde bu nitelikleri görmek mümkündür. Tüm bu eserlerde hukukun kamusal-siyasal boyutu ile devletin mahiyeti, iktidarın nasıl elde edileceği, devlet-toplum ilişkileri, toplumun devlete bakış açısının niteliği gibi nasıl davranılmasıyla ilgili hususlar arasındaki ilişki dikkat çekicidir. Bu ilişkide siyasal bir örgütlenmeye geçiş merkezi bir öneme sahiptir. Siyasal bir örgütlenmeyle birlikte törede de bir dönüşüm kendisini göstermiştir, merkeze artık hakan ve onun şahsında temsil edilen il, yani devlet geçmiştir. Önce olan ve bu çerçevede amaç haline gelen artık devlettir. Yaşatılması ve var edilmesi gereken en asli değer, devlettir.

İslam hukuk dairesine girişle birlikte nasıllık algısının muhtevası genişlemiş, aynı çizgi yeni eklemeler ve bazı kısmi sınırlamalarla devam etmiştir. Bu çizgi, özetle otoritenin nasıl kullanılacağı ve insanların bu otoriteyle ilişkilerini nasıl kuracaklarıyla ilgilidir. Bu yönüyle hukuk, siyasal otoritenin taleplerini haklılaştırma gibi bir işlev görürken, topluma da bir ödev yüklemektedir. Bu durumu ortaya çıkaran şey ise hakanın/beyin iradesi değil[5], onun dışında oluşa gelmiş ve büyük oranda kontrol edemediği, ama tatbik edilmesinde devletin öncelendiği geleneklerdir. Bu anlamda söz konusu hukuk, yöneticilerin amaçlarıyla ─otoriteyi sağlamak, düzeni korumak, devletin bekası, toplumun ahengi gibi─ paralel bir niteliğe sahiptir. Söz konusu paralellik, yöneticilerin bilinçli-amaç yönelimli talimatlarıyla değil, toplumun beklentilerinin dayandığı adetlerin genel davranış kuralları haline gelmesiyle mümkün olmuştur. İslam şeriatı gibi oldukça kapsamlı bir hukuk dairesine girmek dahi, bu zemin üzerinde şekillenen siyasal alan, otorite ve yönetici tasavvurunu ve tüm bunların hukuk kap-samındaki yerini çok az etkilemiş ve değiştirmiştir[6]; bu anlayış ve algı modern zamanlar kadar da süreklilik göstermiştir.

 

2. Devletin Eseri Toplum ve Devletin Eseri Hukuk

Türklerde devlet siyasal, sosyal ve iktisadi hayatın merkezinde yer alan bir yapı olarak, her türlü düşün ve eylemliliğin nihai ereğini temsil eder. Devlet-toplum, devlet-kişi ve toplum-kişi ilişkileri genel geçer bir il-ke olarak bu nihai erek etrafında şekillenir. Bu düşünüş tarzının en önemli yansımalarından birisi, toplumun (yer yer ulus ya da halk olarak kavram-sallaştırılır) bir yaratımın hâsılası olmasıdır ki, bu ameliyeyi gerçekleştiren, başka bir deyişle toplumu var eden de devlettir. Devlet, toplumu yaratarak sadece topluma takaddüm etmiş olmamakta, aynı zamanda bütün beşeri kurumları da var etmiş olmaktadır. Bu anlamda toplum yaratıcı devlet, o toplumun hukukunu da yaratmakta ve bu hukuku devlet merkezli bir anlayışla formüle etmektedir. Bu ilişki ve algı, bütün boyut ve unsurlarıyla olmasa da öteden beri Türk toplumsal ve siyasal kültürünün en önemli yazılı ve sözlü eserlerinde kendisini göstermektedir. Orhun Yazıtları söz konusu özelliklerin izlerinin yazılı olarak teşhis edilebildiği ilk metinler olması açısından dikkate değerdir.

Orhun Yazıtlarında Eski Türk töresine uygun olarak hâkimiyetin kaynağı Gök olarak ele alınır ve hükmetme hakkının hükümdara/hakana Tanrı tarafından ilahi bir lütufla verildiği vurgulanır. Başka bir anlatımla hakan, Tanrı irade ettiği, kendisine kut ve ülüğ verdiği için yönetme hakkına sahiptir. Bu anlayışla Asya Hun hakanları tarafından, Gök Tanrı’nın[7] tahta çıkardığı Tanrı Kutu (Tengri Kut), Tanhu, Tanju unvanlarını kullanmışlardır (Niyazi, 2006: 45). Başka bir ifadeyle kut, Tanrı tarafından verilen yönetme/iktidar olma yetkisini ifade etmektedir. Tengri-Kut ise Tanrı’dan yönetme yetkisini alan bir kişiyi anlatmakta ve o kişi bu yönüyle, yani Tanrı’dan yönetme yetkisini almış olması nedeniyle diğer kişilerden ayrılmaktadır (Ercilasun, 2009: 97). Dolayısıyla toplum yaratıcı devletin gerek şartlarından olan, onun, yaratacağı toplumun dışında kurulmuş olması durumu böylece gerçekleştirilmiş olur. Buna işareten Bilge Kağan Orhun Yazıtlarında milletin esaretten kurtuluşunu anlatırken şöyle demektedir: “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum” (s. 15, p. 32); “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum…” (s. 13, p. 10); “Türk Tanrısı, mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağanı ve annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır” (s. 24, p. 10). Kağanlık böylece tamamen Tanrı’nın takdirine bağlanmakta ve bu ilişki yeryüzüne kozmik devlet anlayışı çerçevesinde kağanın iktidarını, yer ve gök düzenlerinin ahenginin kaynağı olarak görme biçiminde yansımaktadır (Yılmaz, 2006: 10-11). Bu tasarım içerisinde iktidarın olağanüstü bir kaynağa ve insanüstü bir tercihe bağlanmasıyla göz önüne serilen ilk husus, siyasal iktidarın başkalarınca erişilmez oluşunun vurgulanmasıdır. Zira ancak başkalarınca erişilmez olan bir iktidar, toplumu ve dolayısıyla hukuku yaratmaya muktedir olabilecektir. Bu durum Yazıtlarda şu şekilde dile getirilmektedir: “Babam Kağan…milleti, ecdadımın töresince (yeniden) yaratmış ve yetiştirmiş.” (s. 25, p. 12); “Türk milleti, vaz geç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun” (s. 17, p. 23); “Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye…” (s. 15, p. 11). Burada Tanrı tarafından halkın yok olmaması amacıyla yükseltilen devlet/hakan, sadece halkını yeniden yaratmakla kalmamakta, onu eğitmektedir de. Bu nedenle halk, kendisini var eden, besleyen ve doyuran devletine itaat etmelidir. Buna ilaveten, devletin/soyun[8] her zaman halka karşı öncelendiğini, hatta halkı var edenin devlet olduğu; devletsiz halkın yok olacağı; halkın, devlete itaat etmemesinin cezasını devletsiz ve hakansız kalarak ödeyeceği anlayışının da döneme hâkim olduğunu söylemek gerekmektedir. Orhun Yazıtlarında “Beyleri ve milleti itaatkâr olmadığı için,…Türk milleti kurduğu devleti elden çıkarıvermiş…” (s. 13, p. 11).

Devlet toplumu yaratıp, onu eğittikten sonra, onun yasalarını da var etmiştir. Yazıtlarda bu durum şöyle anlatılır: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış, insan oğlunun üzerine ecdadım… Kağan oturmuş. Oturarak, Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermişler” (s. 14, p. 1-2). Buna göre, önce mavi gök sonra yağız yer ve bunlardan sonra da ikisi arasında insanoğlunun yaratılması şeklinde bir süreç olarak ele alınan yaratılış, Türk Kağanı’nın tüm insanlar üzerinde hükümdar olarak yaratıldığının anlatılması ile devam etmektedir (Yılmaz, 2006: 3). Dikkat edilirse devletin, yaratılışın başlangıç merhalesine yerleştirilmesi suretiyle, insanlık tarihinde devletsiz bir safhanın olamayacağı ima edilmekte ve ancak ‘devlet’in var oluşundan sonra bir Türk halkı’nın varlığından söz edilebileceği ima edilmektedir[9]. Dolayısıyla var oluşun bir önceki safhasında meydana gelen devlet, tüm insanlar üzerinde hüküm sahibi olarak kendi halkını ve onun yasalarını da yaratmakta, düzenlemekte ve yönetmektedir. Bu açılardan bakıldığında, devletin sosyal ve siyasal her tür düşünüş ve inanışın merkezinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çetin’in ifadesiyle Orhun Yazıtlarındaki temel düşünce günümüze kadar da intikal eden milletin varlığına dayandırılmış devlet anlayışı değil, devletin varlığına bağlı bir millet, yani toplum var olduğu için devlet değil, devlet var olduğu için toplum vardır anlayışı vardır (2012: 133): “Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli ilden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor” (s. 18, p. 28-30). Böylece devlet, var eden, besleyen, koruyan ve zengin kılan bir dirlik, düzen ve kanun kaynağı olarak ortaya çıkmakta; dahası bir amaç ve başlı başına bir değer haline gelmektedir.

Bu anlayış kendisini, bir geçiş dönemi eseri olması bakımından ayrı bir öneme sahip olan Kutadgu Bilig’de de, geliştirilmiş ve daha açık şekilde formüle edilmiş olarak gösterir. Temel olarak insanın var oluşunun nasıl ve ne ile yüceltilebileceği, bilgi, zekâ, iyilik ve kötülük kavramları, dünyanın faniliği ve ahiretin bekasının vurgulandığı (Develi, 2006: 9) bir eser olmasının yanı sıra ve bundan daha önemli olarak ideal (ülküsel) devlet, ideal devlet başkanı, ideal yasa ve ideal yönetim (Dilaçar, 1988: 23) üzerinde duran bir eser olarak Kutadgu Bilig, Türk siyasal kültüründe devlet-toplum ve hukuk ilişkisindeki hiyerarşik niteliğin ve öncelik-sonralık ile amaçsallığın yönü ve boyutunu anlamaya imkân verecek metinleri çokça ihtiva etmektedir. Kutadgu Bilig’de de Orhun Yazıtlarında olduğu gibi ilk dikkati çeken nokta devletin topluma önceliği ve devletin var ediciliğidir: “Ben kendim halk üzerinde hâkim oldum; her şeye muktedir oldum ve sözüm her yerde geçer oldu” (3017)[10]. Bey, halk üzerinde otoritesini kurmakta, her şeye muktedir olarak sözünü, yani kanununu her yerde geçerli kılmaktadır. Böylece doğal bir hiyerarşi ve öncelik sonralık ilişkisi kendiliğinden kurulmuş olmaktadır. Bu doğal hiyerarşinin doğal sonucu da, devletin varlığı ile düzen ve asayişin ve dolayısıyla bir anlamda düzenli yaşam anlamına gelecek olan toplumun varlığı ve devamının örtüştürülmesidir: “Hakan tahta oturunca dünya asayiş buldu…”(93); “Halk kurtuldu ve zahmet denilen şey ortadan kalktı; kuzu ile kurt birlikte yaşamaya başladı” (1040); “Halk üzerinden bütün zor ve tazyiki kaldırdı; kendisinden hiçbir uygunsuz hareket sâdır olmuyordu” (1771); “Halka huzur ve rahat sağlayacak bir nizam kur; sana hayırdua etsinler” (5491); “Hükümdarın devleti sayesinde dünya düzeldi; keder kısa ve sevinçler uzun oldu” (3103); “Her türlü iyilik için Allah sana tevfik verdi; halkın karnı tok ve sırtı pek oldu” (3113).

Bey/hükümdar düzen kurmak, dünyayı/ülkeyi düzeltmek, bu düzenin sürdürülmesinin ve her türlü iyiliğin kaynağı olmanın yanı sıra, iyi ve adil kanunların ve hukukun da esas kaynağı olarak görülmektedir: “Bu kanun koyan beyler hayatta bulunmasalardı, Tanrı yedi kat yerin nizamını bozmuş olurdu” (3464); “Böylece aylar ve yıllar geçti; hükümdar iyi kanunlar vaz’ederek memleketini idare etti” (1888); “Bu beylik işini hep beyler bilir; kanun ve nizam, örf ve adet onlardan gelir” (1930); “Ey kanun yapan iyi kanun koy; kötü kanun yapan kimse daha hayatta iken ölmüş demektir” (1458). Dikkat edilirsi, yedi kat yerin düzeni ve sürdürülebilirliği, kaynağını beylerde bulan kanunların vaz’edilmesine bağlıdır. Devlet, burada dört başı mamur bir hukuk-yasa koyamasa dahi, bu hukuku var eden, onun var olmasını sağlayan yegâne güç ve unsurdur. Bu açıdan hukuk devletin eseridir, tıpkı toplum devletin eseri olduğu gibi. Yukarıda da belirtildiği üzere, Türklerde siyasal ve sosyal düzeni kuran törenin, bir hukuki form olarak, bir kanun olarak kamusal bir niteliğe kavuşması, beyin/devletin neyin töre ya da yasa olduğunu söylemesiyle mümkün hale gelmektedir. Bu anlayış da kendine uygun düşen hukuki anlayışı üretmiş ve hukuku, beyin/devletin iradesinden ibaret gören bir niteliğe büründürmüştür. Buna göre hukuk, devletin hukuk olduğunu söylediği, hukuk diye vazettiği şeydir (Erdoğan, 2000-2001)[11]. Dolayısıyla devlet, kamusal işlerin nasıl daha iyi yürütüleceğini bilen yegâne bütünlük olduğundan, iyi kanun ve nizam vaz’ederek, nihai erek olan toplumsal birlik ve devletin bekasına yönelik bir eylemlilik gerçekleştirmelidir. Devlet hem kanun koymakla ve hem de bu kanunlarla ve koyduğu nizamla bir hekim gibi toplumsal sürekliliği sağlamalıdır: “Halk koyun gibidir; bey onun çobanıdır; çoban koyunlara karşı merhametli olmalıdır” (1422); “Ey hükümdar sen bugün bir hekimsin; halkın ise sana muhtaç olmanın hastasıdır” (5241); “Bazısı darlığa düşmüştür ve bedbahttır; bir kısmı da fakirlik ızdırabı içindedir” (5242); “Bazı aç, bazısı da çıplaktır; bazısı ise endişe içinde kıvranır” (5243); “Bütün bunların devası sendedir; sen onların hekimi ol, ilaç ver ve tedavi et” (5244). Bu noktada devlet ile düzen ve her ikisi ile de hukuk arasında bir ayrım yapılmadığından, devletin faaliyet alanı için herhangi bir sınır da doğal olarak söz konusu değildir. Devlet kanun koyucu bir hekim olması bakımından, onun koyduğu hukukun ve ondan kaynaklanan devlet faaliyetlerinin, merkezinde ve çıkış noktasında yine devletin yer almasından dolayı devletle ilgili olan her şey makul, meşru ve gerekli olarak kabul edilir.

Nihai olarak Kutadgu Bilig devlet-toplum ve hukuk arasındaki ilişkiyi şu şekilde formüle eder: “İkincisi –güneş doğar ve bu dünyayı aydınlatır; aydınlığı bütün halka erişir, kendinden bir şey eksilmez” (827); “Benim hükmüm de böyledir, ben ortadan kaybolmam; hareketim ve sözüm bütün halk için aynıdır” (828); “Üçüncüsü –bu güneş doğunca, yere sıcaklık gelir; o zaman binlerce renkli çiçekler açılır” (829); “Benim bu kanunum hangi memlekete erişirse, o memleket baştanbaşa taşlık ve kayalık dahi olsa, hep düzene girer” (830). Bir güneşe benzetilen bey/devlet, hükmü-geçerliliği kaybolmayan, her yere nüfuz eden bir anlamda ele alınır. Devlet ve devle-tin koymuş olduğu kanun, ülkenin maddi-manevi varlığı, düzeni ve bu varlığın ve düzenin sürdürülmesinin koşulu olarak görülür. Bey/devlet, aydınlığı bütün halka ve her yere ulaşan bir güneştir: Aydınlatır yani var eder, ısı ve ışık verir yani kanun ve nizam koyar, ortadan kaybolmaz yani düzeni sürdürür.

Devrin ihtiyaçlarına uygun en iyi devlet idaresine ve ideal hükümdarın nasıl olması gerektiğine yönelik tavsiyelerin kaleme alındığı eserlerden biri olarak Nizamülmülk’ün kaleme aldığı Siyasetname de, Orhun Yazıtlarından beri süregelen çizgiyi takip etmek açısından önemli duraklardan bir diğeridir. Eserin önemli bir Selçuklu veziri olan Nizamülmülk tarafından kaleme alınması da onun kıymetinin ve değerini bir kat daha arttırmaktadır. Bu açıdan Siyasetnamede söz konusu devrin siyasî görüşü yansıtılmış, devlet kavramı üzerinde durularak devletin varlık gayesi, etkin yönetim biçimi, toplum düzeninin sağlanmasına yönelik kamu düzeni ve adaleti, devlet başkanında bulunması gereken temel özellikler tek tek ele alınmıştır (Menekşe, 2005: 200). Siyasetnamede devlet-toplum ve devlet-hukuk ilişkisine de değinilmiş ve bu ilişki varoluşsal açıdan yine devletin öncelendiği ve devletin topluma ve hukuka takaddüm ettiği bir çerçevede anlaşılmıştır: “Bil ki, Yüce Allah her asırda ve çağda ‘halk’ arasından birini seçer, onu padişahlara layık ve medhe değer hünerlerle süsler insanlar onun adaleti içerisinde yaşasınlar, emin olsunlar, daima devletin bekasını istesinler diye, dünya işleri ve Allah’ın kullarının huzur içinde yaşamasını ona tevdi eder, fesat, karışıklık ve fitne kapısını ona kapatır…” (Nizamülmülk, 1999: 6). Böylece bir kez daha devletin varlığı bir zorunluluk olarak ortaya çıkmakta ve bunun yanı sıra adalet, insanların güven içerisinde olması (emin olmak) ve insanların huzur içinde yaşaması ve diğer dünya işlerinin yürütülebilmesi, başka bir anlamda toplumun var olabilmesi devletin varlığına ve onun adaletine bağlanmaktadır. Eğer devlet varsa, diğer her şey vardır.

Devlet, olumlu her şeyin varlık nedeni ve başlangıcı olduğu gibi, her türlü olumsuzluğun ve kötülüğün de engelleyicisidir. Düzen ve kanunu var eden ve bunlara istikrar kazandıran devlettir: “Semavi saadet dolayısıyla mutsuz günler geçip te, rahat ve emin günler gelince, yüce ve kutsal Allah meliklerin oğullarından adil ve akıllı birini çıkarır; ona bütün düşmanlarını kahredecek bir talih (devlet) verir… Fazla zaman geçmeden, memleketi bütün düzenini ve kanununu tekrar yerine getirir, herkesin çapını ve derecesini ortaya çıkarır; değerlileri kendi payelerine ulaştırır; değersizlerin ellerini kısa eyler…” (Nizamülmülk, 1999: 99); “Adem selam üzerine olsun zamanından şimdiye kadar her vakit her millet ve mülkde (insanlar) adalet dağıtmışlar, insafı gözetmişlerdir; doğruluk için çalışmışlardır; öyle ki, memleket onların hanedanında birçok yıllar karar kılmıştır” (Nizamülmülk, 1999: 29).

Devletin var ediciliği, istikrar ve düzen boyutu Siyasetname’de o derecede vurgulanır ki, mülk (arazi-toprak anlamında) ve raiyyet bir bütün şeklinde değerlendirilir ve hepsi birden sultanın/devletin malı olarak görülür: “Onların [ikta sahiplerinin] hakikaten bilmeleri lazım ki, mülk ve raiyyet hep sultanındır. İkta sahipleri ve valiler, başta şahne [üst düzey devlet görevlisi] gibidirler. Raiyyet ile karşılaşmasın ve padişahın işkence ve azabından emin olsun” (Nizamülmülk, 1999: 23). Bu bütünlük içerisinde raiyyet için ve raiyyetin muhtaç olduğu istikrar ve düzenin sürmesi için yapılması gereken itaat yolunu tutmak ve devletin hukukuna/adaletine sığınmaktır: “İtaat yolunu tutan ve kendi işleriyle meşgul olan reayayı sıkıntılardan arınmış tutar; öyle ki, onun [sultanın] adaleti sayesinde onlar rahatlık içinde hayat sürerler” (Nizamülmülk, 1999: 7); “Padişah insaflı ve adil olunca, reâyanın işi hep sükûn bulur” (Nizamülmülk, 1999: 33); “İyi devir, adil bir padişahın olduğu devirdir” (Nizamülmülk, 1999: 35).

Nizamülmülk, Gazneli Mahmut’la ilgili anlattığı bir hikâyenin sonunda da şunları söylemektedir: “Bu şunun için oldu: Başkaları, bu hadiseyi işitsinler ve bilsinler ki, padişaha ve padişah fermanına (karşı) yiğitlik yapılmaması, padişaha taalluk eden her şeye itaat edilmesi gerekir. Hüküm (verme) padişaha (ait) olur: Tedip edilmesi gerektiği zaman, yapmalı; boyun vurmak, el ve ayak kesmek, hadım etmek ve siyasete taalluk eden her şeyi yapmak gerektiği zaman yapmalıdır…” (Nizamülmülk, 1999: 52). Hüküm verme, kanun koyma padişaha/devlete ait bir ayrıcalık olarak değerlendirilir. Zira bu eylem, yani ferman yürütmek ve hüküm vermek doğrudan doğruya padişaha/devlete taalluk eden bir faaliyettir. Bu açıdan hüküm vermeye bağlı olarak suçluları tedip etmek/cezalandırmak da yine devlete taalluk eden işlerdendir.

 

III. Şiddet, Hukuk ve Devlet

Devlet toplumu ve hukuku var eden, bu fiili esnasında kendi varlığını ve bekasını söz konusu var edişin temeline koyan bir yapı olarak ve bunun bir gereği olarak daha çok şiddet tekeli etrafında şekillenmektedir. Bu noktada önemli olan soru, toplumun çöküşü ve yozlaşmasına engel olmak, bu açıdan toplumun korunması ve düzenin devamı açılarından hukukun tanıdığı şiddet kullanma nasıl bir biçim almakta ve bu bağlamda niçin sorusu ne şekilde cevaplanmaktadır? Burada şiddet ve hukuk ki, ─ikisi arasındaki ilişki sorunludur, zira şiddet kullanmak mı hukuktan kaynaklanır yoksa hukuk mu şiddet kullanmaktan sorusunun cevabı çok net değildir─, arasındaki ilişki toplumun yapısını ve düzeni korumak ve sürdürmek öncelikli gayesi doğrultusunda kuruluyor gibi gözükse de esas olan bu iki amacın gerçekleştirilmesiyle devletin istikrarını sürdürmektir. Toplumun varlığının korunması ve sürmesi, devlete ve onun elindeki şiddet kullanma salahiyetine istinat etmektedir.

Toplumun varlığının korunması ve sürdürülmesi ile devlet ve onun elindeki şiddet kullanma yetkisi arasındaki ilişkide, kaçınılmaz olarak devletin, her zaman şiddet araçları üzerinde belli bir denetimi gerekli olur. Zira ortaya çıktığı günden beri, devletin fiziksel şiddeti tekeline almasının bir zorunluluk olduğu inancı yerleşmiş ve şiddet tekeli neredeyse doğal bir olgu olarak görülmüştür (Sancar, 2000-2001: 28). Şiddetin devletin tekeline geçmesi, toplumdaki çatışmaların veya ihtilafların tek elden çözülmesini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması gereğinden doğmuştur. Bu anlamda devletin en önemli görevi de toplumdaki çatışma ve uyuşmazlıkların, tarafların şiddete başvurmalarına gerek kalmayacak şekilde çözülmesini sağlamak olacaktır (Sancar, 2000-2001: 37). Bu anlamda devlete yüklenen görevlerden biri şiddet ve hukuka sahip olması nedeniyle adaleti sağlamak, kaosa engel olmak ve bir nevi hakemlik yapmaktır. Ancak bu hakemliğin arka planında yatan saik hâkimlik yani hükmettiği statik yapıyı, “düzen” retoriği ve kaos karşıtlığı üzerinden sürdürmektir. Türk siyasal kültürü ve geleneği içerisinde de devlet-şiddet-hukuk üçgeninde belirgin olarak ortaya çıkan duyarlılık, devletin kendi varlığı ve bekası etrafında geliştirdiği hukuk ve bundan kaynaklı bir güç ve şiddet kullanma ayrıcalığıdır. Devletin adil olması gerektiği ve hatta raiyyete yönelik adaletin mülkün temeli olduğu vurgusu ve buna müteallik pratikler, bir önceki iddiayla çelişen durumlar değildir. Zira devlet niçin adil olmalıdır, sorusunun cevabı, söz konusu önermede de kendini açık ettiği üzere adaletin mülkün yani devletin temeli olması gerçeğinde yatmaktadır. Bu anlamda Orhun Yazıtlarıyla başlatılan yazılı siyasal geleneğin başlangıcından itibaren bu anlayışın izlerini görmek mümkündür: “Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş” (s. 16, p.15-16). Burada törenin/hukukun kaynağı olarak ortaya çıkan kağan ve onun kullanmış olduğu şiddettir; şiddet aynı zamanda ili kazanmanın yani devleti var etmenin ve sürdürmenin de kaynağıdır. Dahası bütün bir siyasal ve sosyal alan, ─daha sonraki dönemsel metinlerde de görüleceği üzere─ dirlik, düzen ve otorite ilkeleri çerçevesinde güvenlikçi ve disiplinci bir anlayışla kavranır. Bu kavrayış içerisinde şiddet tekeli de esaslı bir yere sahiptir: “Türk, Oğuz beyleri, milleti işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim boza bi-lecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun” (s. 17, p. 23): “…İnsanoğlu üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş, düzene soku veriş. Dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya Dakar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilatsız Gök Türkü düzene sokarak öylece oturuyormuş…” (s. 23, p. 3-4). Türk milletinin, kağanı/devleti tarafından tesis edilmiş olan dirlik ve düzeni, ancak ya gök ve yerin bozulması ile ya da milletin itaatsizliği ve disiplinsizliği ile bozulabilecektir. Böylesi bir durumda da, düzen ve disiplinin ve dolayısıyla ilin/devletin devamlılığının sağlanması kullanılacak güç ve şiddetle doğru orantılı olarak görülmektedir. Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek ili, töreyi tutmanın yani var etmenin ve sürdürmenin, aynı zamanda da düzenin başlıca yöntemi olarak ifade edilmektedir.

Aynı çizgideki şiddet, hukuk ve devlet ilişkisi Kutadgu Bilig’de de devam etmiştir. Kutadgu Bilig, Orhun Yazıtlarının işlendiği tarihsel dönem ve koşullara nazaran daha istikrarlı bir dönemin ürünü olması bakımından, söz konusu ilişkiyi Orhun Yazıtlarındaki gibi çok açık ve vurgulu bir şekilde varlık-yokluk dikatomisi üzerinden değil de, düzen ve istikrar ile kaos ve başıbozukluk karşılaştırması çerçevesinde ele almaktadır. Bununla birlikte Kutadgu Bilig’de de şiddetin niteliği ve niçinliği değişmemiştir: “Halk kötülük yaparsa, bey de kötülük yapar; kötülere ancak kötülük yapmak suretiyle mani olunabilir” (5948); “Halkın tavır ve hareketi değişir ve bozulursa, onu daima göz önünde bulundurup, fesada sapmalarına meydan verme” (5198); “İlk önce memleket düzene girmeli ve fesat ortadan kalkmalıdır; iç ve dış işlerin iyi yürümesine dikkat etmelidir” (5495). Halkın kötülük yapması, düzen ve istikrarın bozulmasına neden olmaktadır ki, bu durumda beyin/devletin de kötülük yapması yani meşru şiddet kullanma yetkisi dâhilinde düzen ve istikrarı tekrar tesis etmesi kaçınılmaz olsun.

Bey/devlet, düzen ve istikrarı korumak, kargaşa ve başıbozukluğu engellemek için gerekli tedbirleri alırken, bunu iyi kanunlar vaz’ederek yapacaktır. Başka bir anlatımla şiddet, haklılığını kanunlara istinat etmekten almaktadır: “Beylerin beyi ne iyi kanun vaz’etmiş; kötü için en iyi çare sopa ve zindandır” (893); “Uygunsuz hareket eden kimseleri, ellerini bağlayıp, susturdu; kötüleri memleketinden sürerek, uzaklaştırdı” (437); “Bak, böyle tedbir ile memleketi idare etti; saadeti günden güne arttı ve yükseldi” (438); “Hükümdarın eli bütün halka uzanır; gazaba gelirse, istediğini yapar” (5064); “Beyin emrini yerine getirmek raiyet için vaciptir; büyük ve küçük onu duyan herkes bu emre riayet etmelidir” (4999). Hükümdarın elinin bütün halka uzanması, gazaba geldiğinde istediğini yapabilmesi; ve bunun karşısında raiyyet için beyin/devletin emirlerine uymanın vacip, başka bir anlatımla zorunlu olması şiddet etrafında şekillenen devlet gücü ve otoritesinin boyutlarını ortaya koymaktadır. Nitekim devlet kavramını değerlendirirken bu noktayı açıklama sadedinde Baryy, “[d]evlet otoritesinin kapsamının bir ölçüsü de, cebri hukukun hacmidir (2004: 71) demektedir. Kutadgu Bilig’de de kanundan ya da hükümdarın iradesinden neşet eden cebrin boyutları oldukça geniş bir vasatta tasavvur ve tarif edilmiştir: “Bu beyler yanar ateştir, ateşe yaklaşma; yaklaşırsan yanmak muhakkaktır” (653); “Dikkat edersen beyler gerçekten yanar ateş gibidir; kafa tutanın başını koparır ve kanını emer” (655); “Sen hiçbir zaman bu beyler ile rekabete kalkışma; iyice düşünmeden, ancak onların kullanmaya salahiyetli oldukları sözleri söyleme” (4086); “Sana fazla bakarsa onun bakışından kork, eğer korkmazsan o seni korkmaya mecbur eder” (656); “Eğer ona saygısızca yaklaşırsan, hiddetlenir ve baş keser, damarını deler; insanının kanını emer, içer” (4099). Bütün bu değerlendirmeler ise nihai olarak devletin merkezinde yer aldığı düzen ve istikrar arayışından ileri gelmektedir. Zira Kutadgu Bilig’de iyi, doğru ve güzelin terk edilmesinin önüne geçilmesi ve insanların yanlıştan ve kötülükten sakındırılması öncelikli bir vazife olarak devlete yüklenmiş, başıbozukluğun önlenmesi gerekliliği üzerinde durulmuştur: “Marufu emreden kim, münkeri nehyeden kim” (6472); “Doğruluk gitti, yerine nice eğrilik geldi; Allah için iş gören tek bir insan kalmadı” (6475); “Dünyanın her tarafı baştan-başa bozuldu; buna bakıp, hayret eden bir kimse varmı” (6480); “Kapıda bir çok aç kurt toplanmıştır; ey hükümdar, koyunları iyice muhafaza altına al” (1413).

Kutadgu Bilig’de devletin kendisini korumak için şiddete başvurarak varlığına kasteden düşmanları yok etmesi, bunu yaparken de izleyeceği yol ve yöntemlerin neler olması gerektiğinin ele alınış biçimi, devlet ve hukuk ilişkisinin niteliğini ve ilişkide şiddet kullanma yetkisinin nasıl bir yer işgal ettiği, siyasal geleneğin devam eden çizgisinde önemli bir yere sahip olmuştur. Zira burada öncelenen ve asıl olan devletin bekası anlayışı ve hukukun da bu bekanın gerektirdiği bir formülasyona kavuşturulması isteği, olduğu gibi tevarüs edilmiştir.

Hukuk-şiddet ilişkisinin devletin bekası bakış açısıyla formüle edilmesi anlayışı Siyasetname’de de devam etmiştir. Eser, kendi değerlendirmesiyle devletin bekasına yönelik her türlü eylemi daha düşünce aşamasında önlemeyi hedeflemekte ve bu amaçla hukuku ve şiddeti seferber etmektedir: “Sonra padişah her zaman memurların ahvalinden gafil olmamalıdır… Onlardan bir zulüm ve hıyanet vuku bulursa asla (vazifede) tutmamalıdır; onu azletmesi, cürmü nispetinde ceza vermesi gerekir ki, ötekiler ibret alsınlar, hiç kimse siyaset korkusu ile padişaha karşı düşünmeye cesaret etmesin” (Nizamülmülk, 1999: 22). Bu temel amaç doğrultusunda iktidarın yansıması, göstergesi ve sembolü olan herhangi bir uygulamaya dönük, bir meydan okuma ve sorgulamaya derhal devlet şiddetiyle yani siyasetle[12] karşılık verilmelidir. Zira bu devlet egemenliğinin ve devletin hükmünün, kanundan kaynaklanan şiddetinin de bir gereğidir: “Bir kimsenin o fermana [padişahın fermanına] hakaret gözü ile bakmış olduğu, önündeki fermanı dinlemede ve ona itaatte ihmal göstermiş olduğu malum olursa, o kişiyi dergâhın yakınlardan da olsa şiddetle cezalandırsınlar. Padişah ile diğer insanlar arasındaki fark, hükümranlıktır” (Nizamülmülk, 1999: 51). Bu anlamda devlet olmanın bir gereği ve egemenliğin bir sembolü olan vergi toplama da, bu çerçevede değerlendirilmekte, vergi vermek devletin şiddetinden emin olmanın, başka bir anlatımla o şiddete maruz kalmamanın bir şartı olarak sunulmaktadır: “Sözün kısası, Yüce Allah layık olduğu kadar ve iyi itikadı ölçüsünde ona devlet ve memleket verdi; bütün cihanı fethettirdi; heybet ve siyaseti bütün iklimlere ulaştı; öyle ki, dünyada herkes onun vergi ödeyicisi (haraçguzâr) dir, (ancak) onlar gösterdikleri yakınlıkla onun kılıcından emin olurlar” (Nizamülmülk, 1999: 8). Bu durum halk için böyle olduğu gibi devletin üst düzey görevlileri için de böyledir. Onların da devletin egemenlik nişanlarından herhangi birini ihlal etmesi, devletin şiddetiyle yüz yüze kalmaları için yeterlidir: “Onların [ikta sahiplerinin] hakikaten bilmeleri lazım ki, mülk ve raiyyet hep sultanındır. İkta sahipleri ve valiler, başta şahne [üst düzey devlet görevlisi] gibidirler. Raiyyet ile karşılaşmasın ve padişahın işkence ve azabından emin olsun” (Nizamülmülk, 1999: 23). Son tahlilde mülk, raiyyet, hukuk ve şiddet, bir bütün olarak devletin tekelindedir ve devletin bekasına matuf unsurlardır. 

Bu tekel ilişkisi eserde çok açık ve kesindir. Hüküm vermenin, başka bir anlatımla kural koymanın ve karar vermenin hükümdara/devlete ait olduğu, hükümdarının fermanının niteliğinin ne olduğu ve ona karşı nasıl davranılması gerektiği tekrar tekrar dile getirilmektedir: “Bu şunun için oldu: Başkaları, bu hadiseyi işitsinler ve bilsinler ki, padişaha ve padişah fermanına (karşı) yiğitlik yapılmaması, padişaha taalluk eden her şeye itaat edilmesi gerekir. Hüküm (verme) padişaha (ait) olur: Tedip edilmesi gerektiği zaman, yapmalı; boyun vurmak, el ve ayak kesmek, hadım etmek ve siyasete taalluk eden her şeyi yapmak gerektiği zaman yapmalıdır… Padişah insanları (cihaniyân)ın ibret almaları için kendisine (böyle yapanı) cezalandırıp tedip eder” (Nizamülmülk, 1999: 52). Devlet hüküm verme ve şiddet tekelini elinde bulundurduğu için boyun vurmaktan el ve ayak kesmeye kadar siyasete taalluk eden her türlü cezayı, insanların ibret almaları ve sınırlarını bilmeleri için verir ve vermelidir. Bütün bunların yöneldiği amaç ise sultanın din ve dünya işlerinin düzene girmesi, özetle devlet menfaati ya da hikmeti hükümettir: “Böylece kendisinin [sultanın] din ve dünya işleri düzen içinde olur; herkesin kifayeti nispetinde bir memuriyet (amel)i olur. Buna aykırı olan her şeye padişahın müsaade etmemesi, işleri eskiden olduğu gibi, adalet terazisi ile ve siyaset kılıcı ile düzeltmeleri lazımdır” (Nizamülmülk, 1999: 131). Raiyyetin bundan kazancı ise, ─kendi sınırlarını bilmeleri koşuluyla─ zulme uğramama, adalet ve huzur olacaktır: “Padişah haftada iki gün Mezalim’e oturmaktan, haklıyı haksızdan ayırmaktan, adalet dağıtmaktan raiyyetinin sözünü, vasıtasız kendi kulağı ile işitmekten başka çare yoktur… Zira cihan hâkiminin zulme uğrayanlar ve adalet isteyenleri haftada iki gün huzuruna davet ettiği ve sözlerini dinlediği haberi memlekette yayılınca, bütün zalimler korkarlar; ellerini çekerler (kısa tutarlar), (hiç) kimse cezalandırılma korkusu ile zulüm ve yağmaya cesaret etmez” (Nizamülmülk, 1999: 10). Bununla birlikte burada da, devletin şiddet kullanmada görünen gerekçesi, düzen ve istikrarı sağlamak, dirliği korumak, kargaşa ve başıbozukluğu önlemektedir. Halkın huzuru ve güvenliği ön gerekçesi arkasında temel kaygı ise, önceki metinlerde de gösterildiği üzere, mülkün yani devletin varlığını ve devamını sağlamaktır. Zira eserde devletin olmaması kargaşa, fitne-fücur olarak değerlendirilirken, devlet de tam anlamıyla saadet ve huzur anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla hüküm ve fermana istinat eden şiddet de mutluluk, huzur, düzen ve istikrar demek olan devletin beklenti ve amaçlarına müteallik işletilecek bir mekanizma olacaktır.

 

IV. Kutsal Devlet ve Devletin Hukuku versus Kişi[13] Hukuku

Devletin kutsallığı ve devletin bekası anlayışı Türklerde, tarihin başlangıcıyla birlikte dile getirilen bir düşünce olmuştur. Öyle ki, Türklerin ilk yazılı metinleri olan Orhun Yazıtlarında siyasal düzeni temsil eden tek değer hakanın kişiliğinde somutlaşan devlettir. Devlet, olmazsa olmaz bir siyasal düzen demektir. Özellikle dört bir yanın düşmanlarla çevrili olduğu, birlik ve beraberliğin sürekli tehdit altında olduğu bir ortamda devlet sadece siyasal düzenin değil, hayatın da bizzat kendisi olarak kabul edilmektedir (Çetin, 2012: 129-130). Dolayısıyla var olmanın ve varlığını devam ettirmenin, birlik ve düzenin yegâne kaynağı devlet olarak görülünce, bunun doğal sonucu olarak aynı devlet kutsal bir niteliğe de büründürülmektedir.

Devlet-millet birliği ve bütünlüğü üzerine dayanan bu kutsal ve organizmacı anlayışın ürünü olarak ve bu soyut dünyanın belirsizliği arkasında hakan/bey/devlet, o soyut kutsallığın adına topluma kurallar ve yaşam değerleri yükler. Devlet, milletini yok iken var kılan, aç iken doyuran, çıplakken giydiren, fakir iken zenginleştiren, perişan ve düşük iken kollayan ve tüm bu nedenlerden dolayı minnet edilmesi gereken bir nimettir (Çetin, 2012: 134); böylesi bir nimet olduğu içinde kutsaldır, önceliklidir: “Tanrı buyurduğu için, kendim devleti olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturduğum için, fakir hep milleti toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım” (s. 12, p. 9-10); “Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta donsuz; düşkün, perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazandığı milletin adı, sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım” (s. 17, p. 27). Böylece devlet, milleti bir arada tuttuğu için, zenginleştirdiği için, milleti var ettiği ve varlığını koruduğu için doğal kutsallıkla kuşatılmaktadır. Buradan hareketle hukuk da ─burada töre─ düzenin, var olmanın, zenginliğin özetle tüm iyiliklerin kendisiyle bağlı ve kaim olduğu bu kutsal devlet için ve onu önceleyerek düşünülecektir: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış, insanoğlu üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş, düzene soku vermiş. Dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilatsız Gök Türkü düzene sokarak öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş tabii. Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş” (s. 14, p. 1-4). Yazıtlarda siyasal düzeni temsil eden devlet, kutsal, olmazsa olmaz bir güç ve gereklilik olarak resmedilmektedir. Burada devlet, kağan ve onun cesur beylerinde somutlaşmakta; onlar da önce ili tutmakta yani düzen ve istikrarın kaynağı olan devleti kurmakta ve sonra da buna hizmet edecek olan töreyi/hukuku düzenlemektedirler.

Kutadgu Bilig’de de hukukun düzen ve düzenin otorite anlamına geldiği ve bütün bu unsurların devlet etrafında şekillendiği; toplumsal dirlik ve istikrarın sağlayıcısı olarak devletin öncelendiği ve ereksel-kutsal bir niteliğe yükseltildiği aynı çizgideki anlayış açıkça göze çarpmaktadır: “Hükümdar çok yaşasın, saadeti ve kudreti daim olsun; benim canım, tenim ve bütün varlığım ona feda olsun” (6267); “Bütün sevinçlerin hepsi sana gelsin; düşmanın endişe içinde, eriyip bitsin” (944); “Ben senin himaye ettiğin bir kulunum, senin hizmetkârınım; hükümdar için canım feda olsun” (1554); “Ey dünyanın süsü, ey ululuğun ziyneti, ey saltanatın nuru, ey dönek huylu saadetin bağını elinde tutan” (91); “Ey dinin izzeti, ey devletin yarıcısı, ey milletin tacı, ey şeriatın hadimi” (89); “Hakanın namı, şanı dünyaya yayıldı; onu görmeyen gözlerin uykusu kaçtı” (102). Hükümdarın şahsında somutlaşan devlet, kendisine yüklenen işlevlerin de ehemmiyeti dolayısıyla canların uğrunda feda edildiği, bütün sevinçlerin kendisine yöneldiği, düşmanlarının eriyip bittiği, dünyanın süsü, milletin tacı, onu görmeyenlerin uykusunun kaçtığı aşkın bir mahiyette ele alınır.

Devletin bu bariz aşkınlığı ve erekselliği, kanunun/hukukun da doğal olarak devlet merkezli ve devletin gerekleri etrafında değerlendirilmesini beraberinde getirir: “Kanunlar vaz’edildi ve memleket düzene girdi; ülkenin temeli sağlamlaştı ve hükümdar huzura kavuştu” (1772); “Bu beylik işini hep beyler bilir; kanun ve nizam, örf ve adet onlardan gelir” (1930); “Hangi bey memlekette doğru kanun koydu ise o, memleketini tanzim etmiş ve gününü aydınlatmıştır” (2017); “Ey hâkim, memlekette uzun müddet hüküm sürmek istersen, kanunu doğru yürütmeli ve halkı korumalısın” (2033); “Bak, bu iyi kanun ne güzel bir şeydir; beylik kanun ile ayakta durur

 (5944); “Tebaa üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin, iyice dinle” (5579); “Biri halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun onu derhal yerine getirmelidir” (5580). Hukukun iyi vaz’edilmesi, kanunun doğru konulması ve doğru yürütülmesi bunların hepsi nihai olarak devletin bekasını sağlamaya yöneliktir. Zira ancak hukukun bu şekilde düşünülmesi ve uygulanmasıyladır ki, memleket düzene girebilir, ülkenin temeli sağlamlaşabilir, memleket tanzim edilmiş ve aydınlatılmış olabilir ve memlekette uzun süre hüküm sürülebilir özetle beylik ayakta durabilir. Bu çerçevede kim için hukuk ve güvenlik; öncelik devlette mi, toplumda mı, soruları yukarıdaki beyitler çerçevesinde anlamlı durmaktadır. Bu noktadan bakılınca devletin makul ve itidalli davranmak, halkın iyiliği ve selameti için çalışmak, topluluğun düzen ve ahengini korumak gibi eylemleri ve bu minvalde dile getirilen kanunun aslında bizzat ve doğrudan doğruya devletin menfaatine hizmet ettiği anlamını çıkarmak yanlış olmayacaktır.

Zaten Kutadgu Bilig, nihai amacını ve beklentisini bu doğrultuda çeşitli beyitlerde ortaya koymakta, bir belirsizliğe yer bırakmamaktadır: “Onu sevenler çoğaldı, sevmeyen ve düşman olanlar ülkesini bırakıp kaçtı; artık meydanda tozduman namına bir zerre kalmadı” (1773); “Ey hükümdar güneş gibi parla; halk senin sayende bol yiyecek ve içeceğe kavuşsun” (5357); “Ey iyi tabiatlı ve asil nesepli hakan, dünya senden mahrum kalmasın” (108); “Bu ihtiyat ile sen düşmanın boynunu vur, halka hüküm et, rahat ve huzur içinde yaşa” (2022). Böylece Kutadgu Bilig güneş metaforuyla hem devletin niteliklerini ve işlevlerini dile getirmiş olmakta ve hem de devletin ulaşılamazlığını, hâkimiyetini ve kudretini ifade etmektedir. Bu hâkimiyet ve kudretle devlet, halka hükmedecek ve huzur içinde yaşayacaktır. Onun, içeriği şiddet ve gazapla doldurulmuş olan kanunu ve hükmü de her yere ulaşacak ve uyulması sırf kaynaklandığı merciinin mahiyetinden ileri gelen bir zorunluluğa sahip olacaktır: “Hükümdarın eli bütün halka uzanır; gazaba gelirse, istediğini yapar” (5064); “Beyin emrini yerine getirmek raiyet için vaciptir; büyük ve küçük onu duyan herkes bu emre riayet etmelidir” (4999). Dolayısıyla gerek devlet için ve bu açıdan gerekse de halk için en iyi olan halkın itaatkâr, kanunlara uyan insanlardan oluşmasıdır: “Halk da muti ve dürüst insanlardan mürekkep olursa, beyler bu sayede saadete kavuşurlar” (5946). Bu çerçevede yukarıda da izah edildiği üzere hukuk devreye sokulur, tek tek kişileri ya da bir bütün olarak halkı öncelemekten öte, nizam, düzen, dirlik gibi kavramlar etrafında bunları var eden devleti önceleyen bir siyasal-sosyal ortam inşa edilir: “Memlekette bu kötü yerler tasfiye edilmeli; halka kanunla, her bakımdan düzen verilmelidir” (5498). Bütün bunları en iyi bilen ve yapabilecek olan ise, hiç şüphesiz bey yani devlettir: “Bu işi hükümdar benden daha iyi bilir; babası bey idi, kendisi de beydir” (1936).

Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’nde de, ilk yapılmak istenen şey, herkesin itaatinin sağlandığı kutsal bir devlet iktidarının sağlanmasıdır. Siyasal iktidar, Tanrı tarafından bir takım özelliklerle donatılmıştır ve bu açıdan Tanrı’nın lütfu ve yardımıdır. Hükümdar da Tanrı’nın yeryüzünde gölgesi ve temsilcisi olarak kutsal, üstün ve mutlaktır: “Bil ki, Yüce Allah her asırda ve çağda ‘halk’ arasından birini seçer, onu padişahlara layık ve medhe değer hünerlerle süsler insanlar onun adaleti içerisinde yaşasınlar, emin olsunlar, daima devletin bekasını istesinler diye, dünya işleri ve Allah’ın kullarının huzur içinde yaşamasını ona tevdi eder, fesat, karışıklık ve fitne kapısını ona kapatır…” (Nizamülmülk, 1999: 6). Eserde açıkça ifade edildiği üzere, Allah kullarının huzur ve adalet içinde, başka bir anlatımla kanun dairesinde yaşam işi devlete tevdi edilmektedir. Halk da bunun karşılığında daima ve öncelikli olarak devletin bekasını isteyecektirs. Bu noktada sultanın koymuş olduğu kanunları uygulaması ve zulmü kaldırması demek olan adalet; kanundan kaynağı alan ve fesadı kaldırmaya yönelik olan siyaset/ceza ve bu her iki durumun bir sonucu olan halkın hayır duaları doğrudan doğruya devletin bekası, iyiliği ve mükemmelliğine matuftur: “Yüce Allah bu devleti kıyamete kadar devam ettirsin: Kötü gözü bu memleketin mükemmelliğinden uzak tutsun; öyle ki, kullar efendimizin adalet ve siyasetinde yaşasınlar ve hayır dua ile meşgul olsunlar” (Nizamülmülk, 1999: 8); “Yüce Allah’ın rızası ise, halka yapılan ihsan, onlar arasında yayılan adalet ile elde edilir. Halkın iyilik için yaptığı dua daim olunca, o (mülk) pâydâr olur ve her gün genişler” (Nizamülmülk, 1999: 8). Buradaki önerme oldukça basittir. Tanrı’nın rızası halka ihsan ve onlar arasındaki adaletle elde edilir. İhsan ve adalet olunca, halk dua eder. Halk dua edince mülk yani devlet beka bulur ve genişler.

Bu anlamda merkeze devletin alındığı hukuk ve adalet anlayışının toplumsala ve siyasala uyarlanması da yine bu çerçevede anlaşılacaktır. Devletin egemenliği/hükümranlığı adaletle ilişkilendirilecek, ancak adalet öncelikle, halkın hakkını ve hukukunu korumak amacına değil, devletin varlık ve bekasına yönelik olarak değerlendirilecektir. Bu nedenle de, devletin egemenliğine ya da egemenlik sembollerine yönelik her türlü tavır ve davranış, devletin bekası-adalet ilişkisi bağlamında değerlendirilerek cezalandırılacaktır. Dolayısıyla devletin cebrinden emin olmanın tek yolu, onun egemenlik sembollerini tanımak ve en büyük uğrusuzluk olan isyan ve itaatsizlikten sakınarak devletin varlık endişesini dikkate almaktır: “Bir kimsenin o fermana [padişahın fermanına] hakaret gözü ile bakmış olduğu, önündeki fermanı dinlemede ve ona itaatte ihmal göstermiş olduğu malum olursa, o kişiyi dergâhın yakınlardan da olsa şiddetle cezalandırsınlar. Padişah ile diğer insanlar arasındaki fark, hükümranlıktır” (Nizamülmülk, 1999: 51); “Sözün kısası, Yüce Allah layık olduğu kadar ve iyi itikadı ölçüsünde ona devlet ve memleket verdi; bütün cihanı fethettirdi; heybet ve siyaseti bütün iklimlere ulaştı; öyle ki, dünyada herkes onun vergi ödeyicisi (haraçguzâr) dir, (ancak) onlar gösterdikleri yakınlıkla onun kılıcından emin olurlar” (Nizamülmülk, 1999: 8); “Elbette, o isyan uğursuzluğuyla Yüce Allah’ın hışmı ve yerin dibine batırışı bu adamlara ulaşır…” (Nizamülmülk, 1999: 7). Neticede Siyasetname, hukuk-devlet ilişkisini, devletin hukuku biçiminde anladığını fazla spekülasyonu gerektirmeyen kısa ama aynı oranda çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir ifadeyle açıklığa kavuşturmaktadır: “Kuvvetli hüküm padişahlar için, 1000 askerden daha iyidir” (Nizamülmülk, 1999: 63).

 

Sonuç Yerine: “İnsanı Yaşat ki, Devlet Yaşasın”

Türk siyasal kültürü içerisinde hukukun telosu etrafında yapılan bu çalışmada dikkate alınan metinler olan Orhun Yazıtları, Kutadgu Bilig ve Siyasetname’nin ortak yönü, Türk siyasal kültürünün ve geleneğinin en önemli ve güçlü kaynakları olmalarıdır. Bu anlamda kültürün, bir toplumun yol işaretleri olduğu, bireyin; bireysel ilişkilere, tarihe, hayata, siyasete bakış açısını şekillendirdiği göz önüne alınırsa, Türk siyasal kültürüne damgasını vuran en önemli unsurun, içeriğini söz konusu metinlerin şekillendirdiği gelenekten tevarüs edilen, devlet-toplum ilişkisinde önceliğin ve üstünlüğün devlete ait olması olduğu söylenebilir. Devletin bir üst etkinlikler düzeyi olarak kabulü toplumsal, siyasal ve iktisadi açıdan bireylerin varlığını ve özgürlüklerini etkilediği gibi, devlet dışında bir organizmik bütünlük içerisinde bireysel rol ve siyasal katılımı da yok etmiştir (Çetin, 2012: 126). Bu organizmik ve bütünlükçü kavrayış yalnızca toplumsalı, siyasalı ve iktisadi olanı kuşatmamış, aynı zamanda toplum ve birey için ontolojik bir anlam ifade eden hukuku da içine almıştır. Hukuk, basitçe bir düzen ve istikrar unsuru olarak görülmüş ve devletin adalet dediği kavramsallaştırmanın bir aracına indirgenmiştir. Düzenin devletle özdeşleştirildiği böylesi bir kavramsallaştırmada, düzenin sınırlarını çizen hukuk da aynı şekilde devletle özdeşleştirilir. Sonuç olarak düzen, devlet ve hukuk bir çizgi üstünde bir araya getirilir. Ancak daha da önemlisi devlet, düzen ve hukukun tek kaynağı haline getirilmektedir. Zira burada düzen, Heywood’un ifadesiyle “ancak müsamahasız yasalarla, sıkı uygulamalarla ve sert cezalarla” (2007: 436) yani böylesi bir hukukla sağlanabilir ki, bunun tek teminatı da devlettir. Devlet ve onun hukuku, kargaşa ve düzensizliğe gidişin önündeki tek engeldir. Bu kavrayış, nihayetinde devleti amaçsallaştırarak, hukuku devlete tabi kılmakta, hukukun telosu’nu devleti merkeze alacak şekilde tasavvur etmektedir.

Diğer yandan Hayek’in hukuk kurallarının ortaya çıkışı ile ilgili yaptığı bir değerlendirmeyi burada hatırlamak faydalı olacaktır. Hayek, düzenli bir topluluğun ilk kurallarının, icat edilmiş ya da kelimelerle ifade edilmiş veya bir kimse tarafından bilinen bir amaca sahip olmuş olmamalarına rağmen var olduklarını, topluluğun muhafazası için son derece gerekli bir işlevi yerine getirdiklerini ve etkili biçimde nakledildiklerini görmenin yeterli olacağını dile getirmektedir (1994: 115). Bu anlamda hukuk, bir yaratımın sonucu değildir. Bununla birlikte Türklerin ilk yazılı metinlerinden itibaren durum değerlendirildiğinde, devlet-hukuk ilişkisi söz konusu çerçevenin dışında bir anlama sahipmiş gibi görünmektedir. Bu bağlamda hukuk, sadece belirli bir tarzda davranmayı ya da davranmamayı ifade eden pratikler ya da temayüllerin ötesinde, hakan/bey/devlet tarafından vaz edilen bir sınırlama-amaçlılık olarak kavranmaktadır. Başka bir anlatımla hakanın/beyin, toplumsal düzeni ve siyasal otoriteyi korumak ve sürdürmek üzere, toplumda zaten mevcut ve geçerli olan, iktidarın ve toplumun dışında ve üstünde bir kurallar bütünü olarak tümüne töre denen ilkeyle bağlı olmasının, meşruluğunu ve otoritesini ondan almasının ötesinde, hakan/bey söz konusu bu törenin niçinliğine karar vermekte, daha doğrusu törede içkin olan-topluluğun içselleştirdiği niçinliği bilinçli bir tasarımın ürünü kılarak belirgin ve baskın hale getirmektedir/getirmelidir. O halde bey/hakan otoritesini, genel kabul gören, toplumca içselleştirilmiş olan telakki ve davranış kurallarını yeniden yeniye öğretmek, sınırlar ve sınırlılıkların altını çizmek ve bunları uygulamak için, aynı zamanda siyasal otoritenin kendi amaçlılığı doğrultusunda işlemsini sağlamak için kullanacaktır. Böylece hakanın/beyin şahsında somutlaşan devletin, töreyi yeniden yeniye vaz etmesi ya da vazıh bir biçimde ortaya koyması, bu hukuka yönelik bir muvafakat elde etmenin yanı sıra, o hukukun bir gereği olarak devletin hem toplumu hem de onu düzenleyen kuralları yarattığını, belki daha doğru bir ifadeyle toplumda mevcut kuralların ve pratiklerin eksiksiz bir ifadesini yansıttığını göstermektedir. Bu nedenle toplumun ve hukukun, devlet tarafından var edildiğinin düşünüldüğü böylesi bir anlayışın temel teşkil ettiği Türk siyasal kültürü ve geleneği içerisinde, toplum devletin malı olarak telakki edilir ve devletin toplum üstünde istediği gibi tasarruf edebileceği kabul edilir. Bu anlamda devlet toplumun üstündedir; çünkü o, kutsaldır ve yücedir. Dolayısıyla, siyasal sistemin ve bu arada hukukun amacı her halükârda bu yüce ve var edici devletin varlık ve bekasını sağlamaktır (Erdoğan, 2000-2001: 55). Dolayısıyla böylesi bir yaklaşımda hukuk da devletin genel ve özel ihtiyaçları referans alınarak üretilmektedir.

Hukuk, evvel emirde bu genel ve özel ihtiyaçlardan olan ve devlet için son derece önemli görülen toplumsal uyum, itaat ve boyun eğmeyi sağladığı için devletçe önemsenir. Hukuk kurallarının, esas itibariyle sınırlar çizerek farklı bireylerin eylemlerinin birbirine müdahalesini mümkün olduğu kadar önlemek kadar tek başına, farklı bireyler için sonucun ne olacağını belirleyememesi ve bu sebeple farklı bireyler için sonucun ne olacağıyla ilgili olamaması ve böylece her bireyin korunan alanını tanımlamak suretiyle, diğerlerine yönelik eylemlerin neler olduğunun belirlenmesi ve böylece onun diğerlerine zarar veren eylemlerinin genel olarak yasaklanması anlamının (Hayek, 1994: 163), Türk hukuk telakkisinde devletin merkeze alınmasıyla işlediği görülür. Yasaklamak ve düzenlemek ancak devlet için olursa anlamlıdır. Hukuk, insanların birbirlerine yönelik korunan alanlarını tanımlamakla birlikte, korunması gereken esas alan olarak devlete ait alanı ve faaliyetleri işaret eder. Devamlı değişen şartlar karşısında, değişmeyen ve değişmemesi gereken bir gerçeklik olarak devletin ve kamusal faaliyetlerin altı çizilir. Bu anlamda sınırın nereden başlayarak çizildiği sorusu, cevabı çok zor olmayan bir soru olmaktadır. Bu sorunun nihai cevabı, devletin ezeliliği ve ebediliği karakteri üzerinden verilir. Bu ezelilik ve ebedilik karakterinin ötesinde, Bora’nın ifadesiyle devlet otoritesini sınırlayacak hiçbir dışsal ilke, devlet hikmetine üstün hiçbir referans tanınmaz (2007: s. 63).

Ezelilik ve ebedilik kaygısı “devletin hukuku”, anlayışının da kaynağını oluşturur ve bu hukuk devletin bekasını sağlamak amacına yönelik olarak düşünülür. Bu anlamda mutat anlamıyla herhangi özgül bir amacın aracı olmaması gereken hukuk, düzenin muhafazası gibi kendinde mündemiç bir amaçtan hareketle, devletin soyut varlığının devamına yönelik tezahür etmektedir. Bu anlamda temel referans noktası adalet olarak çizilen hukuk, devletin raiyyetine karşı âdil olup, zulmü ortadan kaldırması ve varlığını sürdürebilmesi ile eş anlamlı hale gelmektedir. Düzen ve asayiş arayışı da, yukarıda vurgulandığı üzere devlet-hukuk-adalet ilişkisinin nirengi noktasını oluşturur. Bu nedenle düzen ve asayiş gerekleri ile hukuk arasında bir çatışma yaşanırsa, düzen/asayiş gereklerine öncelik tanınacaktır. Bu anlayış çerçevesinde “başlangıçta devlet vardı” ifadesi, zamanla “her şeyin başı devlettir” şeklinde normatif bir niteliğe dönüşecektir. Şiddet kullanma unsuru olarak devlet, toplumun aslî düzen unsurunu, asayişi sağlamak da aslî işlevini oluşturur; bütün diğer düzen unsurları ve işlevleri bundan sonra gelir (Sancar, 2000-2001: 39). Bu anlamıyla düzen ve asayişin ve dolayısıyla devletin, bütünlüğüne yönelik her türlü tehdit ve tehlike, hukuka uygun olup olmadığına bakılmaksızın tercih edilebilecek araçlarla önlenecektir. Zira bu anlayış içerisinde devlet kendini hukukla bağlı saymaz, esasen onun varlığı hukuktan bağımsızdır ve ondan önce gelir (Erdoğan, 2000-2001). Hukuk yoksa devlet de yoktur formülü, burada devlet yoksa hukuk da yoktur biçiminde ikili bir anlam boyutuna ulaşır, ancak bu ikili anlamda önermenin ikinci kısmı daha belirgin ve vurgulu niteliğini her zaman korur.

Zaman ve mekân ötesi-üstü olan bu algı ve anlayış, değişik zamanlarda ve mekânlarda sadece biçim değiştirmektedir; billurlaşmakta ya da kısmen gizlenmektedir. Bu nedenle Orhun Yazıtlarından itibaren izlenmeye başlanan bu geleneğin ifade biçimleri değişmiş ve fakat özü aynı kalmıştır. Bu bağlamda Osmanlı’nın kuruluş dönemine denk gelen ve Şeyh Edabali’nin Osman Gazi’ye söylediği kabul edilen nasihatte yer alan “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözü bu sürekliliğin ifadesidir. İnsana burada yapılan vurgu, açıktır ki araçsal bir niteliktedir. Zira insanın yaşatılması, öncelikle devletin bekası amacına yöneliktir ve uzunca bir gelenek ve kültürün yalnızca yeni bir halkasıdır.

 

KAYNAKÇA

Ali Kazancıgil, “Devlet: Türk Modernliğinin Merkezi Aktörü”, içinde 21. Yüzyıla Girerken Türkiye, Haz. Semih Vaner, Kitapyaınevi, İstanbul, 2009.

Andrew Heywood, Siyaset, Çev. Bekir Berat Özipek vd., Adres Yay., Ankara, 2007.

Azmi Bilgin, “Gök Tanrısı Terimi Üzerine”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, 2005.

Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 4. Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2001.

Doğan Özlem, “Hukuk Devletini Sosyal Devlet İçinde Düşünmek”, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 13, 2000-2001.

Feda Şamil Arık, “Eski Türk Ceza Hukukuna Dair Notlar I, Suçlar ve Cezalar”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 17, Sayı 28, 1995.

Friedrich A. Hayek, Kanun, Yasama Faaliyet ve Özgürlük, Kurallar ve Düzen, Çev. Atilla Yayla, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1994.

Gökhan Yılmaz, “Siyasi İktidarın Meşruiyet Gerekçelerinden Biri Olarak Köken Miti ve Efsanevi Soylar”, Kutadgu Bilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı: 10, 2006.

Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet Hukuk Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 29.

Halil İnalcık, “Türk Tarihinde Türe ve Yasa Geleneği”, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 13, 2000-2001.

Halis Çetin, Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu, İletişim, İstanbul, 2012.

Konuralp Ercilasun, “Bozkır Halklarında Hâkimiyet Düşüncesinin Dile Yansıması: Tengri-Kut Çanyü”, I. Uluslararası Uzak Asya’dan Ön Asya’ya Eski Türkçe Bilgi Şöleni Kitapçığı, Afyonkarahisar, 18-20 Kasım 2009.

Mehmet Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, 5. Baskı, Ötüken Yay., İstanbul, 2006.

Mithat Sancar, “Şiddet, Şiddet Tekeli ve Demokratik Hukuk Devleti”, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 13, 2000-2001.

Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, http://zemin.terapad.com/resources/2172/assets/makale/Ergin,Muharrem.-Orhun_Abideleri-(v1.0).pdf/, Erişim Tarihi: 08.11.2010.

Mustafa Erdoğan, “Hikmet-i Hükümet’ten Hukuk Devletine Yol Var Mı?”, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 13, 2000-2001.

Nizamülmülk, Siyasetname, Haz. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1999.

Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, Çev. Mustafa Erdoğan ve Yusuf Şahin, Liberte Yay., Ankara, 2004.

Ömer Menekşe, “İslam Düşünce Tarihinde Devlet Anlayışı: Maverdi ve Nizamülmülk Örneği”, Din Bilimleri Akademik Araştırmalar Dergisi, (V), Sayı: 3, 2005.

Peter B. Golden, An Introduction to the History of the Turkic Peoples, Otto Harrassowitz, Wiesbaden, 1992.

Serdar Uğurlu ve Kağan Yılmaz, “Türk Devlet Yönetme Geleneğinde Töre’den Örf’e Değişim”, Turkish Studies, Volume 6/2, Spring 2011.

Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı, 3. Baskı, Birikim Yay., İstanbul, 2007.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşid Rahmeti Arat, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988.

———————————————————

Kaynak:

Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı 29, Eylül 2014, Sf. 109 – 134

———————

Dipnotlar

[1] Tevrat “başlangıçta söz vardı” diyerek başlar ve kelamın her şeyin-yaradılışın özü ve öncesi olduğunu anlatır. Dolayısıyla yukarıdaki söz de böylesi bir kadimliği ve vurguyu ima eder. Ayrıca bu sözün Hobbes’tan ilham alarak dolaşıma giren bir ta-rihsel deyiş olduğu da söylenir. Türk siyasal kültüründe de devlet, her şeyin özü, öncesi ve başlangıcıdır. “Üstte mavi gök aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğullarının üzerine de atalarım dedelerim… hü-kümdar olarak tahta oturmuş” (s. 14, p. 1-2). Orhun Yazıtlarından yapılan alıntılar şu kaynaktandır, bkz. (Ergin, 2010). Orhun Yazıtlarından bundan sonra yapılacak atıflarda yalnızca sayfa ve paragraf numaraları verilecektir. 

[2] Devlet, her zaman iktidarı elinde bulunduranların (ve bunların muhaliflerinin) kendi açılarından yön vermekten vazgeçmedikleri bir kurumlar topluluğu olmuştur. Bu açıdan “devlet üstü hukuk” fikrinin de bir fiksiyon olduğunu unutmamak gerekir. Hukuku her zaman siyasetin güdümünde olan devlet yapar (Özlem, 2000-2001: 22). 

[3] Türklerin kesin olarak tarih sahnesine çıkmaları milattan sonra 6. yüzyıla denk ge-lir. Bu tarihten daha evvel milattan önce 3000-500 yılları arasında Türk dilinin ko-nuşulduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türklerin kültürlerini kavramaya çalışırken bu dönemler dikkate alınır ve milattan önce birinci binyılla milattan sonraki özellik-le İslamiyetin kabulünden evvelki Araplarla ilk temasların başladığı döneme kadar geçen yüzyıllar, kendi içinde ikiye ayrılarak ortak bir dönem olarak kabul edilir. Bkz. (Golden, 1992: 29).

[4] Bu yönüyle töre’yi, Batı siyasi-hukuki terminolojisi ve tarihi içerisinde, siyasi ikti-darın/devletin yönetme hakkını dayandırdığı ve auctoritas ile ifade edilen kavrama benzer şekilde temel meşruiyet kaynağı ve iktidarın ilkesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

[5] 5 İleride de görüleceği üzere hakanda/beyde somutlaşan devletin, kendi dışında var olan ancak dile getirilmesinde, ifade edilmesinde ve önceliklerin tespit edilmesinde hukuk yaratma işlevi barizdir. 

[6] 6 Öyle ki, onuncu onbirinci yüzyıllarda İslam topraklarında Türk devletlerinin ku-rulmasıyla beraber, devlet ve hukuk kavramı, bağımsız bir sivil otorite ve onun ka-nun koyucu gücü lehine derin bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Türk yöneticiler, kamu otoritesi ve bu otoritenin mutlak bağımsızlığı konularında çok duyarlıydılar ve ka-mu yönetimini daima kendi devlet ve hukuk anlayışları doğrultusunda örgütleme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı (İnalcık, 2000-2001: 165): Kazancıgil ta-rihsel olarak “Osmanlı-Türk güzergâhında siyasalın dinselden göreli özerkleşme sü-reci on birinci yüzyılda başladı” der ve sonraki dönemlerde de farklı kültürlerin et-kisiyle güçlü bir merkezi devlet kurma yolunda ilerlendiğini dile getirir (Kazancıgil, 2009: 120). Bu ifade önemli haklılık payına sahip olmak beraber siyasalın dinselden özerkleşmesini biraz ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira Türkler İslam kültür dairesi-ne girmekle, dinselin siyasalı kuşattığı bir etki alanı içerisini de girmiş olmadılar. Gerek yazılı eserlerde (nasihatül mülük ve siyasetnameler vb.) gerekse de uygulama da Türk devlet yöneticileri kendi siyasal alanlarını ve otoritelerini dinsel otoritenin etki alanından uzak tutmaya çalışmışlar ve çoğu durumda da bunu başarmışlardır. Bu nedenle devlet-hukuk ilişkisi İslam hukuku bağlamında yeniden düşünüldüğün-de, hukukun, devlet merkeze alınarak düşünüldüğünü ve yeni eklemelerin bu çer-çevede belirlendiğini, ana güzergâhın değişmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Buna işareten Kazancıgil, Osmanlı özgün siyasal egemenlik tarzının bürokrasi ve dinsel hukukun yanı sıra geliştirmiş olduğu seküler kanunlar sayesinde emperyal bir nitelik kazandığını söylemektedir (2009: 121). 

[7] 7 Gök Tanrı kelimesinin Eski Türklerde kullanılışı ve mahiyeti hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. (Bilgin, 2005).

[8] Siyasal anlamda teşkilatlanmış bir yapı olarak devlet, kendini soy ya da hanedan ve o hanedandan gelen kağan ile sembolize etmektedir. Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, bu sembolizme işaret edercesine “sizi devletli kıldım”, “sizi zengin kıldım”, “sizi doyurdum” şeklinde seslenmektedir.

[9] Devlet toplumdan soyutlanmış, tabiî tarihsel evrimin bir ürünüdür. Organik teori-lerde siyasi ve hukuki kurumların kendileri, mücerret bireylerin kendiliklerinden yaratamayacakları süreklilik ve istikrar değerlerinin mücessem ifadeleridir. Burada devlet, toplumun ve onu oluşturan insanların üstünde ve üzerinde duran ve onu dü-zenleyen başlı başına bir hukuk düzeni olarak kavranır (Barry, 2004: 68).

[10] Kutadgu Bilig’ten yapılan alıntılar şu kaynaktandır, bkz. (Yusus Has Hacib, 1988). Eserden bundan sonra yapılacak atıflarda yalnızca beyit numaraları verilecektir.

[11] Bu anlayış aynı zamanda modern pozitivist hukuk anlayışına da uygun düşmektedir. 

[12] 12 Siyaset kavramı İslam-Türk metinlerin idam ve idam sehpası anlamlarında kullanıla gelmiştir. Osmanlıda da siyaset, idam ve idam sehpası anlamlarına gelmektedir. 

[13] 13 Modern insanı niteleyen birey kavramının, modern çağrışımları ve özelliği nedeni ile kullanılması burada doğru olmayacaktır. Bu nedenle, devletin tabisi anlamını da içerecek şekilde kişi kavramı tercih edilmiştir. Aynı zamanda buradaki kişi kavra-mını, tek tek kişiler olarak anlamanın yanı sıra bu kişilerden oluşan ve belirli oran-da bir özgüllüğe sahip toplum olarak da zaman zaman anlamak gerekmektedir.

—————————————————

[i] Başlıktaki ifadelerden ilki Orhun Yazıtlarında geçmekte iken, ikincisi Şeyh Edaba-li’nin Osman Bey’e nasihati olarak kabul edilen bir metnin parçasıdır. Dolayısıyla iki ifade arasında yaklaşık altı yüzyıllık bir zaman aralığı söz konusudur.

[ii] Yrd.Doç.Dr., Nuh Naci Yazgan Üniversitesi, İ.İ.B.F., Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Yazar
Fatih ERTUGAY

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen