Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül

 

Doç.Dr. Hayati AYDIN[i]

 

Özet

Kur’ân’da İrâde-Azm ve Tevekkül

Kur’ân’a göre ideal anlamda imân irâde, azm ve tevekküle dayanan imândır. Bunlar birbirlerini tamamlayan süreçlerdir. Bunlardan ilki irâdedir; azm ve tevekkül ise bir irâde doğrultusunda ortaya konulur. Birisi bir şeye inanır, bu hususta azm ortaya koyup Allah’a tevekkül gösterirse Allah o kişiyi mutlaka başarılı kılacak, ve onun için imkansız gibi görünen şeylerin gerçekleştiğini görecektir. Kur’ân’da azm ve tevekkülden sonra bir mucizenin gerçekleşmesi, mucizenin de imkansızın gerçek­leşmesi olduğuna göre bununla büyük olasılıkla Kur’ân bize azim ve tevekkülle önceleri imkansız gibi görünen şeylerin birer normal iş gibi kolaylıkla vuku bulacağını kişi için her an bir mucizenin gerçekleşebileceği, olağanüstü bir kuvvetin zuhur edeceğinin mesajını vermektedir.

Anahtar kavramlar: İrâde, azm, tevekkül

Abstract

Will-Resolution and Absolute Reliance on God in the Qur’an

The most ideal belief as explained in Qur’an is based on irâde (will), azm (resolution) and tevekkül ( absolute reliance on God). İrâde comes first. The second in importance is azm which means to be patient and serious in an action. And third tevekkül means to trust God after performing the first and the second step, namely irâde and azm. It is only than that miracles take place. In other words, a miracle takes place only when one wills, takes action seriously and trust God in any work

Key words: Will, Resolution, Absolute Reliance on God

Giriş

Bu makaleden amacımız bütünselliği açısından Kur’ân’ın tutarlılığını “… Azmedince (karar verince) de Allah’a tevekkül et (dayan)… “(Âl-i İmrân, 3/159) âyeti bağlamında ortaya koymaktır. İkinci olarak; yine bu bağlamda son za­manlarda unutulan İslâm’ın özünü Kur’ân âyetleri ışığında Ashab ve örnek şahsiyetlerin yaşantılarından bazı örneklerle yeniden gözler önüne sermektir.

Kur’ân’da en ideal anlamda imân; irâde, azm ve tevekküle dayanan imândır. Bunlar gerçek inancın birer unsuru durumundadır.

Bunlardan ilki irâdedir; azim ve tevekkül ise ancak bir irâde gereğince or­taya konulabilir. Çünkü doğal olarak tasarlanmış her bir iş ve eylem bir irâdeye dayanır.

  1. İrâde:

Erâde-yürîdu fiilinin mastarıdır. Kadı Beydavî irâde, kendisine sevk etmesi nedeniyle bir fiile nefsin kayması ve eğilim göstermesidir, demek­tedir. Ancak bu eğilimin ilk kaynağı olan kuvvete de irâde denildiğini ifade etmektedir. Birinci tanımda eğilim fiille beraber iken, ikincide ifade edilen kuv­vetin ise fiilden önceliği vardır.[1] İsfehani’ye göre irâde, istenilen bir şeyin elde edilmesinde çalışmaktır; ancak yapılması veya yapılmamasının gerekli oldu­ğuna hükmedilen bir şeye nefsin meyletmesi anlamında bir isim olarak da kul­lanılmaktadır. İsfehanî’nin naklettiği kadarıyla dilciler irâdeyi istek, ihtiyaç ve ümitten meydana gelmiş bir güç olarak görmektedirler. Kur’ân’da bu ifadenin Allah ile ilgili kullanımı ise genellikle hükmetme anlamını ifade eder.[2] Filolog Firuzabadî ve Tehanevî’ye göre ise irâde, basit olarak istemek ve bir işe yönel­mek anlamındadır.[3] Nitekim Ebu Muin en-Nesefi, lügat ehlinin irâdenin aslının R-V-D maddesi olduğunu ve bununla da hem isteğin (taleb) kastedildiğini be­lirtir. Bundan dolayı kavminin önünde, bol yağmurlu çayır veya otlak arayana raid derler. Hem de bununla meylin kastedildiğini ve bundan dolayı da arzulu (sehvetli) cariyeye aynı kökten cariyetun revdae çoğulunu da civarun rudun şek­linde ifade ederler.[4] Görüldüğü gibi tanımlardaki ortak payda, irâde, hem in­sandaki eğilimin kaynağına hem de eğilimin kendisine denilmektedir. İsteğin böyle eğilimle birleşmesinden dolayı da bazı Kelâmcılar irâdeyi meşietle aynı saymış ve onu irâde tanımında birleştirmişlerdir.[5] İşte böyle istek gücü ve eği­lim içermesinden dolayı genellikle Kelâm kaynakları irâdeye, güç yetirilen iki şeyden birini tercih etme meyli veya tercihin bizzat kendisidir, şeklinde ortak bir tanım getirmişlerdir.[6]

Daha çok Kelâm ilmini ilgilendiren bu konuda gerek Eş’arîler gerekse Maturidîlerin her ikisi de insanın iç dünyasında irâdenin beslendiği fikir ve düşüncelerin zuhurunu ilahi kabul ederler. Ancak Eş’ariler kulun irâdesinin, dolaysıyla tercihinin fiili üzerinde tesirinin olmadığını iddia ederlerken, Maturidîler bunu ruhî bir meyil ve seçim gücü olarak kabul etmekte, içinde yapmaya veya yapmamaya dair bir meyil olduğu için kendisine azm-i musammem demekte ve kulun sorumluluğunun alanını bununla sınırlamakta- dırlar.[7]

Eş’arilere göre kulların ihtiyari filleri Allah ile kul arasında bir ortaklık neticesinde gerçekleşmektedir. Bunlardan sadece bir seçim olarak kulunkine kesb Allah’inkine de halk demişlerdir. Yani fiildeki itkan ve istidat Allah’ın olup buna halk ve icat; irâde ise kulun olup buna da kesb demişlerdir. Böylece Eş’ariler kulun olaylar üzerindeki kudretini inkar etmiş, ancak kulun kesb üze­rindeki kudretini kabul etmişlerdir.[8]

Maturidiler de Allah’in fiiline halk kulunkine de kesb derler. Ancak onlara göre fiil kelimesi hakiki anlamda hem halkı hem de kesbi içermektedir. Eş’ariler ise fiildeki kesbi mecazi olarak fiil hakkında kullanırlar.[9] “O halde Eş’ariler kullara ait fiillerin Allah’ın mahluku olduğu ve bu fiillerin kulun irâde kudretinin dahilinde bulunduğu noktasında Maturidilere muvafakat etmiştir. Ancak Eş’ariler kulun kesbinin mecazi anlamda fiil denilmesi anlamıyla Maturidilere muhalefet etmişlerdir. [10]

İrâde her ne kadar ıstılah yönüyle tercih etme ve meyletmeyi ifade etse de Türkçe örfümüzde kanaatime göre Maturidiliğe biraz meyilden dolayı olsa gerek veya felsefi tanım daha ağır basarak azme daha yakın, yapılan tercihte sebat etmek, onda kararlılık ve azimet göstermeye denir. Dilimizde irâdeli in­san denilince tercihinde sebat eden, azimli kişi anlaşılmaktadır. Bu yönüyle irâde felsefe ve psikolojinin irâde tanımına bir benzerlik gösterir. Çünkü felsefe ve psikoloji irâdeyi, eylemle ilgili kesin kararlılık göstermek, eylemi düşünceye uygun olarak gerçekleştirebilme, insana eylemlerine tümüyle egemen olma, onları kontrol etme gücü veren zihnin veya ruhun yetisi olarak tanımlamakta- dır.[11] Bu bakımdan irâde örf, psikoloji ve felsefe açısından istençten daha ziyade eylemi yaptığı tercihe uygun gerçekleştirme, bu tercihte bilincin nefsi kontrol altında tutması bu hususta azimet ve sebat göstermesi anlamını ifade etmekte­dir. Bu bakımdan örf, felsefe ve psikoloji bakımından irâde, tercih ve meyilden daha ziyade bilinçli bir aksiyondur. Bu da Kur’ân’da azm ifadesine tekabül etmektedir. Bizim de hareket alanımız irâdenin işte bu yönü, yani Kur’ân’ın da özellikle üzerinde durduğu irâdenin eyleme yönelmiş, azm yönü olacaktır.

Nitelik yönüyle irâdeye gelince: Şüphesiz irâdeli bir hareket aklîdir ve bir hedef gözetir. Bu da sadece insana mahsustur. İrâdeli bir eylemi irâde dışı bir hareketten ayıran hedefi elde etmeye yönelen akliliktir. İradeye bağlı bir dav­ranış beyne ait olma yönüyle basit veya şartlanmış reflekslerden ayrılır. Örne­ğin hipnotize edilmiş bir adamın hareketleri kendisine telkin edilen imajın tesi­riyle meydana gelirken, normal halde bulunan bir insan ise yaptığı hareketin faydalı olduğuna hükmederek o eylemi yapmasıdır.[12] O halde bu eylemde hem faydalıya hükmetme yargısı hem de o faydalı işi gerçekleştirme amacı vardır.

İradenin yapısına gelince, irâdeli bir eylemde dört safha bulunmaktadır: l.Amacın tasarlanması 2. Zihinde tartışılması, 3. Karar verme, 4. Uygulama

İrâdeli eylemin dile getirilen ilk iki safhası, kavramların işleyişine, akıl yü­rütmeğe, üçüncü safhası, bu akıl yürütmeyi sonuçlandıran yargıya, dördüncü safhası ise, bu yargı tarafından başlatılan harekete tekabül eder.[13] Özellikle irâdede üçüncü safha olan karar anı çok önemlidir. Bu an yoksa irâde de yok­tur. İşte irâde hastalarında bu an yoktur. Bu tür hastalar kendi kendilerine uzun uzadıya bir meseleyi zihinde tartar fakat karar veremezler. Bu tür hastalar nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmelerine rağmen hareketlerinde kararsızlık­tan ve şaşkınlıktan kurtulamazlar. En basit bir hareketi yapabilmeleri için ola­ğanüstü bir çaba harcamaları lazımdır.[14]

Dwelshduvers’in ifade ettiği şekliyle irâdede (ki irâdenin felsefede azim anlamında kullanıldığını ifade etmiştik) karar anında insanda bulunan bütün kuvvetler bir noktada toplanır. Uygulamaya geçme anında infilakı davet ede­cek kıvılcım görülür gibi olur. Bu aşamada artık tereddüt, etmek, meseleyi zi­hinde tartmak kalmamış, müspet menfi bütün hisler tetkik üstünde duran bir duruma gelmişlerdir. [15] Nitekim Henri Bergson bu anı şöyle tanımlamaktadır: İstenilen anda ve seçilen doğrultuda, elden geldiği kadar büyük, yığılmış bir kudret tutarını serbest bırakmak için, bir tabancanın tetiğine sürtmeden basa­cak bir parmağın eylemi gibi son derece zayıf bir eylem yeter.[16] Demek ki Bergson’a göre irâdede karar aşaması, ivmenin kıvılcımını tutuşturan ilk olgu­dur. Bunda irâde temerküz ettikçe kuvvet yoğunlaşır, kudret büyür. Ona göre irâde, kudret yaratabilirse, yaratılmış olan kudret miktarının zayıf olması mümkün olabilir. Ancak etkisi bir baruthaneyi uçuracak bir kıvılcımınki gibi pek büyük olabilir.[17] Çünkü onun ifade ettiği kadarıyla bünyesel harekette, patlayıcı adı verilebilecek olan ve top barutuna benzetildiklerinden dolayı pat- layıvermek için sadece bir kıvılcım bekleyen bazı karbonhidrat ve yağlar gibi maddeler kullanılmaktır. Bunlarda, güneşten elde edilen ve harekete geçmeye hazır olan önemli bir gizli kuvvet birikmiş bulunmaktadır.[18]

İrâde, azim içerdiği müddetçe eşi bulunmaz büyük bir direnç meydana getirdiği şüphesizdir. Hatta her bir irâdede az çok bir imân da vardır. Kendi sahalarında büyük eser yaratabilmiş ilim ve sanat sahiplerinde bir adanmışlık duygusunun olması ve onlarda umulmadık bir güç ve gözü kararlığın bulun­ması ancak böyle bir imânla izah edilebilir. O halde irâdeyi heybetlendiren az­min İslâm literatüründeki anlamı ve özellikle Kur’ân’daki konumu nedir? Ona bakmak lazımdır.

2. Azm :

İrâdenin eyleme yönelmesini ifade eden azm, irâdede kararlılık göstermek, bir işe esaslı yönelmek,[19] o hususta sabır ve sebat ile çalışmak ve ciddiyet ortaya koymaktır.[20] Azmin böyle kararlılık ve ciddiyet ifade etmesin­den dolayı zaman zaman yemin yerine de kullanılmıştır. Bu bağlamda “azemtü aleyke letef’alenne” demek, “aksemtü / yemin ederim ki (bunu) yapacaksın” demektir.[21] Nitekim Araplar bir işe kesin olarak girişemeyen, bir işte sebat edemeyen, (zihni) dağınık ve tereddütlü olan birisi için, “ma li fülanin azimetün / filanın azimeti yoktur” derler.[22] Yine birisi kalbinde yapmak üzere bir niyeti gizlerse “tava filanün fuadehu ala azimeti emrin / Filan kimse kalbini (şu)işin kararlılığı ile bağlamıştır” derler.[23]

E’t-Tehânevî’ye göre azm, fikir, şehvet gibi çeşitli etkenlerden hasıl olan tereddüt ve nefsin dürtüklemelerinden sonra irâdenin kesinlik yani meyl ka­zanmasıdır.[24] İsfehanî ise azm’ı, bir işi yapmaya kalbin düğümlenmesi / kilit­lenmesi şeklinde tanımlamış ve azimet bir sakınmadır, sanki kişi azmedince bu azimle şeytanın kendi üzerindeki irâdesini gerçekleştirmekten alıkoymak üzere onu düğümlüyor şeklinde bir yorum getirmiştir.[25]

Demek ki bütün bunlardan anlaşılan azim, nefsanî meyillere iltifat etmeksi­zin irâdede kararlılık gösterip ciddiyet ortaya koymak ve herhangi bir konuda sabır ve sebat ile devam etmektir. Nitekim kuvvetli bir irâdeyi muayyen bir noktaya toplayıp ruh, melek ve cinlerin teshir edilmesi ve emir altına alınması­na yardım edeceği iddia olunan bilgilere bu ilintiden dolayı “İlmü’l-Azaim” denilmektedir.[26] Bu bağlamda bir afete uğramış kişi üzerine okunan, o afeti kesmesi umulan âyetlere de “Azaimü’l-Kur’ân”denilir.[27] Yapılması ve sürdü­rülmesinde büyük bir sabır ve kararlılık olduğu gerekçesiyle Allah’ın bize va­cip kıldığı, bize emrettiği farzlara da Azaim denilmektedir.[28] Okuyucunun için­de secde etmesi lazım gelen âyetlere de “Azaimü’ s-Sücûd” denilir.[29] Bütün bun­lar, irâdede ciddiyet göstermek, bir işi bitirmeye kastetmek anlamını ifade et­mektedir.

Bu kelimenin Kur’ân’daki kullanımı da bu anlama uygunluk arz etmekte­dir.

“…İş azmedince (ciddiyete bindiği zaman cihat isteklerinde) Allah’a sadık kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu.”(Muhammed, 47/21)

“And olsun biz, önceden Adem’e bir emir verdik. Ancak o onu unuttu ve biz onda bir azim (ciddiyet / kararlılık) bulmadık.”(Taha, 20/115)

Görüldüğü gibi bu kelime Kur’ân’da da ciddiyet ve kararlılık anlamında kullanılmıştır. Bundan dolayı kendilerine karşı gösterilen şiddetli mukavemete karşılık büyük bir ciddiyet ve kararlılık gösterip, sebat ettikleri için bazı pey­gamberler aynı kökten olmak üzere ulu’l-azm (azim sahibi) peygamberleri ola­rak anılmış ve Allah, Elçisine(s) bu gibi kimselere uyulması ve bunların örnek alınması tavsiye edilmiştir.

“O halde sen de, azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret…”( 46/35)

İslâm alimlerinden bazıları bu âyetteki “mine’r-rusuli” ifadesindeki “min “i beyaniyyeye hamlederek peygamberlerin hepsinin azim sahibi olduklarını ifa­de etmişlerdir. Bunlara göre bütün peygamberler ulü’l-azm’dırlar. Allah’ın elçi olarak gönderdiği her elçi azim, yani sabır, metanet sahibidir.[30] Bazıları da âyetteki “mine’r-rusuli” ifadesindeki “min”i teb’idiyyeye hamlederek peygam­berlerin sadece bir kısmının, bir gurup seçkin peygamberin azim sahibi olduk­larını ifade etmişlerdir. Ancak bunların adetleri ve kimler oldukları hususunda ihtilaf edilmiştir.[31] Ancak Suyutî ve Alusî’ye göre doğru olanı bunların beş kişi olmasıdır. Bunlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’dir(s).[32]

Bunların Ulü’l-azm peygamberleri unvanıyla anılmalarının nedeni husu­sunda ise şunlar anlatılmaktadır: Nuh(s), uzun seneler kavminin ezasına sab­retmiş, çoğu zaman bayılıncaya kadar kavmi tarafından fiziki saldırıya uğradı­ğı halde o Hak uğrunda sabır ve sebat göstermiştir. İbrahim(s), ateşe atılmadan dahi yılmamış, büyük bir metanet ile davasını savunmuş, bir imtihan gereği oğlunu bile kurban etme azmini göstermiş, sabır ve sebatını kaybetmemiştir. Musa’yı(s) da İsrail oğullarının aşırı serkeşliklerine ve Firavun’un despotlukla­rına tahammül etmiş asla azimden ödün vermemiştir. İsa(s), ömrü boyunca dünyaya asla iltifat etmemiş, dünyanın bir geçici yurt olduğunu söylemiş bir kerpici bile bir kerpiç üzerine koymamıştır.[33]

Ancak bu gösterilen örneklerden bazıları söz konusu peygamberlerin her ne kadar övgüyü gerektiren meziyetleri olup onların ruh yüceliklerini gösterse de asıl olarak Kur’ân’da övülen ve Allah Resulü’ne(s) sabır ve teselli bağlamında örnek alınmaları tavsiye edilen din uğruna gösterdikleri azim ve sebatlarıdır. Tema bu olunca şu söylenir: Din uğrunda bütün peygamberler ciddi çalışmış, bu konuda büyük sıkıntı ve eziyetlere göğüs germiş ve büyük bir azim ortaya koymuşlardır. Bundan dolayı âyette geçen “min”in teybin anlamına hamledil- mesi daha makul görünmektedir. Nitekim Kur’ân’da hikayeleri anlatılmayan bir çok peygamber bulunmaktadır. Zira Kur’ân’da, “Andolsun Biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini(n hayatını) sana anlattık, kimini de anlatma­dık… ” (Mü’min, 40 / 78) ifade edilmektedir. Bu peygamberleri tanımadan hakla­rında yargıda bulunmak, onların azim sahibi olmadıklarını söylemek elbette doğru olamaz.

O halde Kur’ân’a göre iyiliğe, doğruluğa ve Hakk’a doğru tercih ortaya koyup bu hususta sabır göstermek ve sebat etmek, savaşçı bir ruh durumunu ortaya koymak bir azim eylemidir. Bu savaşçı ruh gerçek anlamda ancak Hak’ta, hak bilinen bir davada, imânda gerçekleşir ve hedefini yakalar. Batılda, süflî amaçlarda bu zor gerçekleşir. Bu performansı gösterdikleri için de pey­gamberler bu unvanla anılmışlardır. Bu tarz eylem Kur’ân’da övülmüş, sahip­leri tebcil edilmiştir: (Bk. Al-i İmran, 3/186; Lokman, 31/17; Şura, 42 / 43). Allah şu âyetle azmin tam bir tevekkülî imânla büyük neticeler doğuracağını ifade etmektedir:

“…Azmedince (karar verince) de Allah’a tevekkül et (dayan); çünkü Allah kendine tevekkül edenleri (dayanıp güvenenleri) sever.”(Âl-i İmrân, 3/159). Nitekim Muhammed İkbal söyle demektedir:

[34]

“Adi benlik^olan o nur noktası- Bizim toprağımızın altında hayat kıvılcımıdır.

Kendine doğru yürü ve hak ile sağlamlaş-Heves putunu Lat ve Uzza putları gibi kır”

Azm nefsin cazip duygularına asla iltifat etmemek, düşünceyi her türlü menfi etkilerden temizlemek, eylemde odaklaşmak olduğundan büyük bir per­formansı gerektirir. Bundan dolayı sürekli bir azmi ancak büyük imân ve ideal sahibi olan kişiler ortaya koyabilirler:

Bakınız Alexis Carrel bu gibi kişilerle ilgili şunları söylemektedir:

“Alimlerin, kahramanların ve azizlerin hayatında bitmez tükenmez bir enerji hâzinesi vardır. Bu insanlar ovanın üstünde yükselen dağlar gibi olurlar. Bi­zim nereye kadar çıkmamız gerektirdiğini bize işaret ederler; insan şuurunun tabii olarak yükseldiği gayenin ne kadar asil olduğunu gösterirler. Derunî hayatımızın istediği manevî gıdayı bize yalnız bu insanlar verebilir.” [35]

“Burada bahis konusu olan, mizaca büyüklüğünü veren iyi vasıfları azar azar geliştirmede kilise, iki bin yıldan beri yaptığı tecrübelerle çok haklı olarak ha­taların incelenmesini ve duyuların ve zekanın temizlenmesini ve manevî iler­lemenin irâdesini yükselen yolun başına koyar. Bu ana kavramı izlemek ve sonra aklın doğruluğunu, hakkın ve hakkaniyetin sevgisini kazanmak esaslı ve önemlidir. Bu iyi vasıfların mutlak lüzum ve zaruretini filozoflar, rahip­lerden ziyade tecrübe araştırmalarıyla uğraşan bilginler bilir. Zira hakikaten zıt bir hata hafif bile olsa deneyin başarısızlığıyla derhal cezasını görür. Top­lu hayatımızın tehlikeleri içinde ferdî hayatımızı tehlikeleri içinde olduğu gi­bi bizi yalnız hakikat kurtarır.

O yol yıllar süresince yavaş yavaş yükselir. Bu yolculuk esnasında birçok kimseler yarlardan yuvarlanarak inerler, uçurumlardan uçarlar, yahut dere kenarlarındaki yumuşak otların arasında yatarlar, ebedi bir uykuya varırlar. Kıvançta, tasada, refahta ve sefalette, sağlıkta ve hastalıkta, azim ve gayrete devam etmek gerekir. Her düşüşten sonra tekrara kalkmalı, yavaş yavaş ce­saret, imân ve iktidar azminin yardımıyla ruhunu, sevgi kapasitesini kazan­mak gerekir. Sonunda, şahsi menfaatlerden kurtulmak icap eder. Ruhun aklî olmayan unsurlarının şahsiyetin zırhını meydana getirdiğini unutmamak lazımdır.. [36]

Bu tür azmi ortaya koyan, hayatını gayesi uğruna küçümseyen insanların halk kitleleri üzerinde büyük etkileri olduğu şüphesizdir. Yine Alexis Carrel’in dediği gibi,

“Ne Kant, ne Bergson, ne Pasteur müritleri tarafından, Napolyon’un askerleri tarafından sevildiği kadar sevilmemişlerdir. Mahviyetkâr insan adalet, sevgi ve şahsi menfaati terk etme kabiliyeti ile kudreti büyük olur”[37]

Bu konuda tarihi şahsiyetlerin günümüze büyük ışık tuttuğunu unutma­mak lazımdır. Rollo May’in ifadesiyle

“İnsanoğluna mâl edilebilecek en köklü gelişimlerin yüzyıllar evvelinden bu zamana söylene gelmiş Oedipus’un efsanesi veya Eyub’un hikâyesi gibi klâsik eserlerde gizlenmiştir”.[38]

Kur’ân bu hususta zengin olayları ve örnekleri barındırmaktadır. Örneğin:

“Hele o kendilerine yara değdikten sonra Allah’ın ve Peygamberin emrine icabet edenlerin. Müminler içinden bilhassa böyle iyilik yapan ve sakınanlar için pek büyük bir mükafat var. Onlar ki, halk kendilerine: “İnsanlar size kar­şı ordu toplamışlar, onlardan korkun!” deyince, (bu) onların imânını artırdı.

Ve: “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.” dediler. Bundan dolayı Allah’tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadı.

Ve Allah’ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.”(Al-i İmran, 3/172- 174)

Tehlike karşısında yılmak insanda doğasının bir gereği olmasına rağmen Ashab’ın ortaya koyduğu bu azim onların doğalarını yendiklerini, kendileri­ni aştıklarını ortaya koymaktadır. Fahrettin er-Razi, bu âyet bağlamında şun­ları söylemektedir: Ashab, kendilerini korkutmak amacıyla söylenen Kelâmı işitince buna asla itibar etmediler. Aksine bu söz, kalplerinde düşmana karşı savaşmaya, ister ağır isterse hafif olsun Allah Resulü’nün(s) kendilerine em­rettiği ve nefyettiği şeyler hususunda ona itaat etmeye dair kuvvetli bir azmi ortaya çıkardı. Halbuki bu esnada Ashabın bazıları büyük yaralar almış ve tedaviye ihtiyaçları vardı”[39]

Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında bazıları Bedr-i Suğra bazıları da Hamraü’l-Esed hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ancak Taberî’nin ter­cihine göre bu âyetler Hamraü’l-Esed olayı hakkında nazil olmuştur. Bu görüş hem tarihî vakalara hem de âyet-i kerimelerin nazmına daha uygundur. Çünkü âyette “Hele o kendilerine yara değdikten sonra Allah’ın ve Peygamberin emrine icabet edenlerin” denilmesi Ashabın Allah Resulü’nün(s) sefere çıkma çağrısına zor koşullar altında icabet ettiklerini ve bu yüzden de övüldüklerini dile getirmek­tedir. O halde hemen Uhud savaşının akabinde meydana gelen ve henüz Uhud yorgunluğu ve yaraları üzerinde olan ve Allah Resulü’nün(s) çağrısına icabet ederek Hamraü’-l-Esed’e koşan kişiler hakkında inmiştir. Halbuki Bedir sava­şında Müslümanların yaralı olma durumu yoktur. [40] O halde Taberî’nin bu mantıklı tahlili ile birlikte bir çok müfessirin de tercih ettiği ve en fazla kabul gören sebebi nüzul şudur: Ebu Süfyan, ve arkadaşları Uhud savaşından zaferle geri dönüp Revha denilen mıntıkaya ulaşınca Müslümanların hepsini öldür­mediklerine pişman oldular. Kendi aralarında geri dönüp hepsinin kökünü  kazıyalım, dediler. Onların bu niyetleri Allah Resulüne(s) ulaşınca onları kor­kutmak ve kendilerinde bir kuvvetin olduğunu göstermek ve düşmanı karşı­lamak için Medine’den çıktılar. Allah Rasulü(s) “Benimle birlikte sadece savaşa katılanların çıkmasını istiyorum” dedi (Bir görüşe göre onunla birlikte yetmiş kişi kalktı). Bunlardan bir çoğu yaralı ve yaralarından henüz kanlar akıyordu. Nihâyet Hamraü’l-Esed’e vardılar. Allah bu esnada müşriklerin kalplerine korku düşürdü ve Müslümanlarla karşılaşma cesaretini göstermeden dağıldılar. [41]

Bu âyetin sebebi nüzulü ile ilgili bir takım tikel hadiseler de anlatılmakta­dır: Birisinde, Bir kadının savaşta eşi, babası, kardeşi ve oğlu şehit düşmüştü ancak Allah Resulü’nü(s) sağ görünce “Ey Allah Resulü bütün musibetler seni gör­dükten sonra yok oldu gitti”demiş, diğer bir rivâyette de Safiye kardeşi Hamza’nın (r.a.) olduğunu işitmiş ve onu görmek istemi şti. Allah Resulü(s) onu bun­dan men ettirdi. O da Allah Resulü’ne(s) dönerek ” Şüphesiz ona yapılanı işittim; ancak (musibet) Allah’a itaat söz konusu olduğunda kolaylaşır” diye cevap vermiş­tir. [42]

Âyet bir topluluktan bahsettiği için bunlar gibi tikel olaylar gerçek sebebi nüzul olarak kabul etmek uzak görünmektedir. Ancak bunların hepsi toplu olarak mütalaa edilirse âyetin bütün bu hadiseler için ortak olarak indiği bir bakıma geçerli bir sebep olarak kabul edilebilir.

Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi önce Ashab tarafından Allah ve Resu­lünden yana tercih ortaya konulmuş, peşinde bu husustaki her türlü olumsuz koşulda sebat, yani azm gösterilmiş ve ardından da Allah’a tevekkül aşaması gelmiş ve bu davranışa verilen bedelle, tanrısal lütufla âyet bitirilmiştir. O hâl­de bu âyette olduğu gibi konumuzun üçüncü aşaması, yani azimden sonraki aşama olan tevekkül aşaması gelmektedir. Böylece amacımız olan irâde-azm ve tevekkülden sonra tanrısal irâde ve lütfun nasıl devreye girdiğini ortaya koy­maktır.

Nitekim Kur’ân’ı Kerim’de şöyle denilmektedir:

“…Azmedince (karar verince) de Allah’a tevekkül et (dayan); çünkü Allah kendine tevekkül edenleri (dayanıp güvenenleri) sever.”(Âl-i İmrân, 3/159)

“… Kim Allah’a tevekkül ederse (güvenirse) O, ona yeter. Allah, emrini yeri­ne getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır, bir kanun) koymuş- tur.”(Talak, 65/3)

3. Tevekkül:

İrâde ve azmin son halkası olan tevekkül, kök yönüyle vekalet­ten müştak olup başkasına itimat etmek, güvenmek anlamındadır. [43] “Vekele emrehu ile fülanin” demek “işini başkasına ısmarlamak, işi hususunda başkasını gü­venmek” demektir. [44] Ancak ıstılahta tevekkül ise, sadece Allah’a itimat edip güvenmek anlamını ifade eder. Taftazani’ye göre âyet ibaresinin konteksti bağ­lamında “Azmedince (karar verince) de bana tevekkül et (dayan)” şeklinde Allah ismi yerine asıl olarak “bana” zamirinin kullanılması gerekiyordu. Arap dil ve belagatı gereğince bu şekilde zamir yerine açık bir isimin kullanılması takviye içindir. Yani emredilen hususun güçlendirilmesi içindir. Bu da şu demektir: Azmedince kişinin mutlaka Allah’a güvenmesi gerekir, çünkü Allah, hayrette bırakacak derecede kamil niteliklere, kudrete, itaat edilme zorunluluğuna, rahmetinin genişliğine, işlerin ona havale edilmesine layık biridir. Bundan do­layı da Allah gerçek anlamda kendisine tevekkül edilmeye müstahaktır[45] ve Bundan dolayı da Müslümanların işlerinde mutlaka Allah’a tevekkül etmeleri lazımdır.

İşte tevekkül tam anlamıyla Allah’a güven boyutuna varınca Allah’ın o işe müdahale kanunu gelmektedir. Nitekim azim sahibi bir peygamber olarak kavmine karşı tevhit mücadelesini yapan Hz. Şuayb’ın şu ifadelerinde bunu görmek mümkündür:

“(Şuayb) Ey kavmim, dedi, bakın, ya ben Rabb’imden bir delil üzerinde isem ve (O), bana kendinden güzel bir rızık vermişse? Ben size menettiğim şeyleri (kendim yaparak) size aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yet­tiği kadar (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah(ın yardımı) iledir.

Yalnız O’na tevekkül ettim (dayandım) ve yalnız O’na yönelirim!          

“Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azabın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bile­ceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim!” Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber inanmış olanları bizden bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar. “(Hud, 11/ 88, 93- 94)

Âyetteki “mastata’tü” için zamanla müevvel bir zarftır, denilmiştir; böyle kabul edildiği takdirde “ıslaha kuvvetim yettiği müddet”çe olur. Ya da “ıslah”tan bedeldir; bu şekilde alındığında ise, “ıslaha kuvvetim yettiği kadar” ıslahta bulu­nacağım şeklinde olur.[46] Her halükarda da bu ifadeler Hz. Şuayb’ın(s) davasın­daki azm ve tevekkülünü göstermektedir. Peşindeki “Yalnız O’na tevekkül ettim (dayandım) ve yalnız O ‘na yönelirim!” ifadelerinde ise sılanın fiile takdim edilme­si hasr ifade edeceğinden, onun Allah’a tevekkülündeki samimiyetinin yüksek derecesini ve bu hususta sadece Allah’a (c.c.) dayandığını ortaya koymaktadır. Bundan dolayı âyetteki hasrı ifade etmek için de”Yalnız O’na tevekkül ettim (da­yandım) ve yalnız O’na yönelirim!” şeklinde tercüme etmek lazımdır.

Hz. Şuayb’ın önce azmetmesi sonra tevekkülü gereği gibi yerine getirmesi kafirlere Allah’tan azabın inmesini sağlamıştır (Bk. Hud, 11/ 94 -95). Âyette görüldüğü gibi gücünün yettiği kadar çalışmak peşinden başarının Allah’tan geldiğine samimi olarak inanmak, bu hususta sadece Allah’a güvenmek, ona yönelmek bir tevekküldür. İşte Hz. Şuayb bunu ortaya koymuştur. Bu aşama­dan sonra artık Allah’ın yardımının gerçekleşme safhasıdır. Nitekim Haris b. el-Muhasibi de, er-Riaye’de, kişi ilk önce azmeder sonra tevekkül eder, Rabbin- den imdat ve yardım ister ve bütün güç ve kuvvetin Allah’ta olduğuna inanır, ümidini Allah’a bağlar. Böyle yaptığı takdirde çok geçmeden Allah’ın kendisi­ne gâyet yakın davrandığını, isteklerine icabet ettiğini, iyilikte bulunduğunu ve şefkat gösterdiğini görecektir, demektedir.[47]

İbrahim süresinin, 14 / 11 -15 âyetleri de bu bağlamda örnek verilebilir:

“Elçileri: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi? (O), sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi belirtilmiş bir süreye kadar ertelemek için sizi davet ediyor” dediler. (Onlar da): “Sizde bizim gibi bir in­sandan başka bir şey değilsiniz. Bizi, atalarımızın taptığı şeylerden çevirmek istiyorsunuz. O halde bize açık bir delil getirin!” dediler.

Elçileri onlara dediler ki: “Biz de sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Allah’ın izni olmadan biz size delil getiremeyiz. İnananlar, Allah’a dayansınlar.”

“Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah’a tevekkül etmeyelim? Elbette sizin bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler, Allah’a da­yansınlar”

İnkar edenler, elçilerine dediler ki: “Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız, ya da bizim dinimize dönersiniz!” Rab’leri de onlara şöyle vahyetti, “Zalimle­ri mutlaka helak edeceğiz!”

“Ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan korkan ve tehdidimden korkan için(verdiğim söz)dür.”

(Elçiler, düşmanlarına karşı Allah’tan) fetih istediler ve her inatçı zorba peri­şan oldu.”(İbrahim, 14/10-15)

Âyetlerde görüldüğü gibi

“Elbette! sizin bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız” ifadesi peygamberlerin mücadelelerindeki azimlerini, ” Neden biz Allah’a tevekkül etmeyelim?… Tevekkül edenler, Allah’a dayansınlar” ifadeleri de tevekküllerini göstermek­tedir. Âyette “ma âzeytümüna” mazi sigası olması kavmin elçilere yaptıkları geçmiş eziyetlere, “Lenasbirenne” muzari olması nedeniyle kavimlerinin is­tikbaldeki yapacakları eziyetlere işaret etmekte ve bu muzari ifadesine lamla birlikte nun-u tevkidin getirilmesi de elçi ve beraberindekilerin ciddi anlam­da kendilerine yapacakları eziyetlere dayanma ve aldırış etmeme azminde olduklarını göstermektedir. [48]

Bu âyetin yorumunda Fahrettin er-Razi şöyle der: Âyet ifadesinden anla­şıldığı kadarıyla Allah, elçilerine, kafirlerin kendilerine bir zarar veremeyecek­lerini, onlara bir bela getiremeyeceklerini vahiy etmiş olabilir. Eğer vahiy et­memişse elçilerin onların küstahlıklarına sahip oldukları ruhla aldırış etmemiş­lerdir. Çünkü peygamberlerin ruhları ilahî bilgilerle aydınlanmış olup gayb ve ruh aleminin ışıklarıyla ışıklanmıştır. Ruh, böylesine bir sıfatla nitelenince cis- mani hallere aldırışı az olur; ister darlıkta ister genişlikte, ister şiddette ister rahatlıkta olsun dsmanî hallere az değer verir. Bundan dolayı Allah’a tevekkül eder, onun lutfuna güvenirler, Allah dışındakilerden arzularını keserler. Kulluk şerefini elde eden, ihlas ve mükaşefe makamına ulaşan birisi için hangi işi olur­sa olsun Hakk’ın haricinde ister makam, ister mal olsun hiçbir şeye güvenmesi uygun değildir. “Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah’a tevekkül etmeyelim? Elbette sizin bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler, Allah’a dayan­sınlar” ifadesi Allah’ın, ona olan ibadetlerinde ihlaslı olmayı esas tutan evliya­sını, düşmanlarının tuzak ve şerlerinden kuruyacağının delilidir. [49]

Fahrettin er-Razî’nin beyanına göre, böylesine bir sıyanet bir ruhsal aşamada gerçekleşmektedir. O da ihlastır. Ona göre bu ruhsal aşamaya kavuşan büyük bir ruhsal potansiyel elde eder. Bu yüksek gizem / esrar Kur’ân lafızla­rında gizli olarak yer almaktadır. Yine ona göre, bir kimse, Kur’ân ilmini inceler fakat ondan gafil olursa Kur’ân ilimlerinin (böylesine) gizemlerinden mahrum olur, demektedir. [50] Nitekim Taberî’nin naklettiği kadarıyla Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman söylediği söz “Hasbünallahu ve ni’mel vekil / Bize Allah kafidir o ne güzel vekildir” sözü olup[51] peşine mucize gerçekleşmiş, ateş İbrahim’e(s) serin olup zarar vermez olmuştur.

Buna göre mucizelerin samimi, ihlaslı bir tevekkül aşamasında gerçekleşti­ğini söyleyebiliriz. Nitekim yukarıda İbrahim, 14-15’de de görüldüğü gibi “Bize yollarımızı göstermişken neden biz Allah’a tevekkül etmeyelim?…. Tevekkül edenler, Allah ‘a dayansınlar” şeklinde böylesine bir tevekkül boyutunda iken dilek ifade ediliyor, yardımın hemen geleceği vahiy edilip mucize vuku buluyor ve yardım gerçekleşiyor: “(Elçiler, düşmanlarına karşı Allah’tan) fetih istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.”

Gerçek anlamda tevekkülü ortaya koymak azim sahibi kararlı insanlara mahsus bir durumdur. Mevlânâ kurgusal bir olay anlatır: Olay şöyle cereyan eder: Bir aslanın şöhreti dünyanın her tarafına yayılır. Bir adam merakını yen­mek için uzak bir yoldan aslanın bulunduğu ormana gelir. Bu uğurda bir yıllık yolu yürümek zahmetine katlanmış, menziller aşmıştı. Ormana gelip de uzak­tan aslanı görünce durakaldı. Çünkü daha ileri gidemiyordu. Ona mademki sen bu aslanın sevgisiyle bu kadar yol yürüdün. Bu aslanın bir özelliği var. Her kim önüne korkmadan çekinmeden çıkar da sevgi ile onu okşarsa aslan ona kötülük etmez. Fakat korkar ve ürkerse aslan kızar. Hatta bazıları için kim bilir benim hakkımda ne kötü şeyler düşünüyor, diye canına kıyıyor. Bir yıllık yol yürü­dükten sonra bu durmak da niye, dediler. Bunun üzerine yoldan gelen diğer kimseler de kendi kendine mademki bir yıllık yolu aştın geldin, işte aslan! O halde uzaktan durup bakmanın anlamı ne? Aslana doğru bir iki adım daha atıver, dediler. Ancak kimsede bir adım daha atacak cesaret yoktu. O kadar yol yürüdük bize kolay geldi, fakat şimdi bir adım bile atamıyoruz, dediler. Mevlânâ bu kurgusal olayı şöyle bir ifadeyle bağlamaktadır:

“An kademi azîm nadir est. Cüz kar-i hâsân ve mukerrebân nist. Ân imân bi cüz-i enbiyâ ve kumel-i evliyâ râ neresed ki dest ez cân hud be küllî şüstend”

Bu azim adımı atmak nadirdir. Haslardan ve Tanrıya yakın olanlardan başkası bu adımı atamaz. Böylesine bir imân ancak candan ellerini yıkamış pey­gamberlere ve evliyâların büyüklerine mahsustur.”[52]

İşte bu adım gerçek azim ve tevekkül sahiplerinin attığı adımdır. Nitekim Ebu Yezid’ e tevekkül nedir? diye soran kişiye o,”Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağında ve solunda seni sarsalar dahi bundan dolayı sırrının (kalbinin) kıpırdamamasıdır”[53] diye cevap vermiştir. Bu yakîn (denilen bir imân aşamasıdır. İşte bu adım ve halden sonraki anlar gaybın perdesinin yırtıldığı, mucize ve diğer harikula­deliklerin zuhur ettiği anlardır ve bu da ancak Allah’ın has kulları olan gerçek tevekkül sahiplerine mahsus bir durumdur.

İrade ile ilgili bolümde ifade ettiğimiz gibi özellikle Eş’ariler kulun kesbi- nin bile hakiki anlamda fiil olarak nitelenemeyeceğini söyleyerek kulların fiille­rinde yegane etkiyi Allah’a verirler. Nitekim Kur’ân’da Allah’ın insan fiillerin­deki etkisi açık bir şekilde dile getirilmektedir:

“(Savaşta) Siz onları öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Allah bunu, inananları katından güzel bir sınavla sınamak için yaptı. Evet, Allah duyar bilir”(Enfal, 8/17)

Razi, bizim ashabımız bu âyeti kulların fiillerinin Allah’ın mahluku olduğu hususuna delil olarak kabul ederler diyerek[54] Eş’ari görüşünü benimsemiştir.

Bu anlam âyette açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Ancak kanaatime göre bu âyette asıl ifade edilmek istenen yön Allah’ın kulların fiilleri üzerindeki etkisini ortaya koymak ve her an ilahi bir tasarrufla insan fiillerinde olağanüstülükler zuhur edebileceğini ortaya koymaktır. O halde buna göre mucizeler, kerametler birer ilahi tasarrufun kulların fiillerindeki zuhuratlardır.

İnançta tevekkül önemli olduğundan dolayı Kur’ân’da tevekkül altmış sekiz kere dile getirilmiştir. Bunlardan, “müminler Allah’a tevekkül etsinler” cümlesi sekiz, “tevekkül edenler Allah’a tevekkül etsinler” ifadesi dört, ” eğer mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz” şeklindeki ifade ise iki yerde geçmek­tedir. Peygamberlerin kavimleriyle mücadelelerinde de onların Allah’a tevek­kül ettikleri “Allah’a tevekkül ettim / ettik” ifadelerle on beş sefer dile getiril­mektedir. Bütün bu ifade formlarında car ve mecrur fiile takdim edilmiştir. Bu şekildeki bir kullanım Arap dili ve belagatında hasr ifade etmektedir. Bundan dolayı bu, tevekkülün mümin için ne kadar lüzumlu olduğunu, müminin mut­laka Allah’a tevekkül etmesinin lazım geldiğini, tevekkülün imânın ayrılmaz bir vasfı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ifade formları bir nevi bize imânın asıl büyüklüğünün tevekkül boyutunda gerçekleştiğini ve imân heybetinin bu boyutta açığa çıktığını ima etmektedir. Bu boyutun gerçek imânla ayrılmaz niteliğinden ötürü İslâm literatüründe sürekli tevekkül imânla birlikte anıla gelmiştir.

Kuşeyrî tevekkül sahiplerinin hallerini ifade ederken şöyle demektedir: Yakîn gücüne, basiret nuruna sahip olanlar hükmün cereyanı altında sakin olurlar. Duyulardan gizli olanları görür, gözlerini ince örtünün arkasına diker­ler. Yollar asla onları yenilgiye uğratmaz. Zamanın hücumları onları korkut­maz. Yakında kolaylığın esintilerinin bayrağı dalgalandıracağına, güçlük bulut­larının dağılacağına inanırlar. [55]

Tevekkül, yakîn denilen kesin bilgiden doğan bir haldir. [56] Y ani her olayın meydana gelmesinde gerçek etkinin Allah’tan olduğunu gözle görür gibi bil­mektir. O halde doğal olarak tevekkülün en büyük etkisi ruhlar üzerinde olur. İmân bu derece kesinlik kazanınca doğal olarak ruhta bir yatışma hasıl olur. Zaten

“En cüz’i aklı olan bir kimse bilir ki Hakka isnat etmeyen bir ölümlünün kendi kendine dayanılacak hiçbir şeyi yoktur. Böyle bir şey boş bir hayalden ibarettir. Bundan dolayı inançsız bir kimse ne kadar kendine güvenirse gü­vensin herhalde bir gün olur cereyan eden olaylar önünde bütün dayanak noktasını kaybeder. Fakat Allah’a itimat edip tevekkül eden gerçek mümin ise ölümden bile sarsılmaz”[57]

metanetini muhafaza eder.

Böylesine bir imân boyutunun getirisi de şudur:

“…Azmedince (karar verince) de Allah’a tevekkül et (dayan); çünkü Allah kendine tevekkül edenleri (dayanıp güvenenleri) sever.”(Âl-i İmrân, 3/159)

“.Kim Allah’a tevekkül ederse (güvenirse) O, ona yeter. Allah, emrini yeri­ne getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır, bir kanun) koymuş- tur.”(Talak, 65/3)

Şimdi biz, Kur’ân’da mucize, olağanüstü denilen hadiselerin nasıl bir tevekkül ve ihlasın sergilendiği ortamda gerçekleştiğine bir diğer örnekte bakalım. Bu, yukarıda da ifade edildiği gibi yüksek irâde -azm ve tevekkülün sergilendiği bir ortamda gerçekleşmektedir. Örneğin:

“Andolsun biz Musa’ya: “Kullarım (İsrail oğullarm)ı geceleyin (Mısır’dan çı­karıp) yürüt; (asanla suya) vur, denizde onlar için kuru bir yol (aç). (Fir’avun’un sana) yetişme(sin)den korkma, (boğulmaktan) endişe etme.” di­ye vahy etmiştik” (T a-Ha, 20 / 77) âyeti gereğince Hz. Musa(s) İsrail oğullarını Nil kenarına getirdiği zaman Allah’ın vadini yerine getireceğine inanç ve te­vekkülü tamdı. Ancak Firavun ve ordusu da yetişmişti; önlerinde olanca azametiyle dalgaları çarpışan deniz, arkalarında kılıç ve mızraklarıyla Fira­vun ve askerleri duruyordu. Bu, İsrail oğullarının kalbine şiddetli bir korku ve endişe doldurmaya yeterli bir manzara idi. İsrail oğulları iki olumun ara­sında kalakalmışlardı. Kurtuluşa erişeceklerine dair Allah’ın vaadi gönülle­rindeki bu korku ve endişeyi dinginleştirmiyordu. Kur’ân tam bu noktada olayı resmetmektedir. Bu sahnede Musa’nın(s) tevekkülünün büyüklüğünü seyretmek için sözü Kur’ân’a ve onun belagatine bırakalım:

İşte Hz. Musâ(s) herkesin korkudan tir tir titrediği, nefeslerinin tutulduğu bu hengamede ne kadar büyük bir tevekkül içerisindedir.

 

“İki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce Musa’nın adamları: “İşte yakalan­dık” dediler. (Musa): “Hayır, dedi, Rabb’im benimle beraberdir. Bana yol gös­terecektir.”

“Musa’ya: “Değneğinle denize vur!” diye vah yettik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu.

Ötekileri de buraya yaklaştırdık (Musa ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yollara girdiler). Musa’yı ve beraberinde olanları tama­men kurtardık.(Şuara, 26 / 62- 65)

Hz. Musa’nın(s) kavminin bir isim cümlesini kullanıp iki te’kid edatıyla “İnna lemüdrekun” demeleri büyük bir telaş ve korkuya kapıldıklarını ortaya koymaktadır.[58] Hatta bir kıraatte “İnna le müdrekun” ifadesinin yerine ifteale vezninden olmak üzere “İnna le müdderekun” fiil şeklinde okunmaktadır. Bu kıraat esas alındığında cümle” Firav’un ve askerlerinin ellerinden içimizden hiçbir fert kalmaksızın peş peşe ölüme gideceğiz” anlamını ifade eder.[59] Çünkü bu baba­daki fiil mübalağaya delalet eder.[60] Bu daha ziyade bir korkuyu ifade etmekte ve ne kadar tedbir varsa Musa’nın bir an önce almasının lazım geldiğini, artık kurtuluş ümitlerinin hiç kalmadığını ifade etmektedir. Halbuki Hz. Musa ise en korkulacak bir anda bile metanetinden zerre kadar ödün vermemiş, asla sar­sılmamıştır. Bu yüksek tevekkül ve imân hemen oracıkta semeresini verdi. Hat­ta müfessirlerin naklettiğine göre ” Firavun’un tebasından imân etmiş birisi Musa’ya ‘ Nereye emir olundun ? İşte deniz önünde ve Firavun askerleri de sana yetişti.’ Musa, ‘Denize (yaklaşmakla) emir olundum, umarım ne yapaca­ğımla ilgili bir emir gelir” şeklinde yüksek bir tevekkül ile cevap vermiştir.’[61] Ve hemencecik, Musa asasıyla(s) denize vurmakla emir olunmuş ve denizin yarılma mucizesi gerçekleşmiştir. Her bir dalga yüksekliği ve yüceliği ile büyük bir dağ olmuştu.

Demek ki “…Kim Allah’a tevekkül ederse (güvenirse) O, ona yeter” ifadesinin delaleti ortaya çıktı. O halde irâde-azm ve tevekkül yüksek bir performansla ortaya konulduğunda bu durum lahutî alemi harekete geçirmektedir. Razî ve Âlusî gibi müfessirlere göre, Allah asa vurulmadan da denizi parçalara ayırabi­lirdi. Fakat bu mucizeyi Hz. Musa(s) ile gerçekleştirmesi, elindeki asa ile bunu yaptırması, Musa’nın(s) Allah yanındaki değerinin yüksekliğini göstermek için­dir.[62]

[63]

“Haknaibi kainatın ruhu olmak demektir-O ismi azamin gölgesinde varlık bulur. Onun heybetiyle Nil deryası kurur-Ve Musa ümmetini Mısırdan kurtarır”

Sonuç olarak bunun gibi böyle aşamalardan sonra mucizenin gerçekleşme­si ve mucize de imkansızın gerçekleşmesi olduğuna göre böyle bir performan­sın sürekli imkansızlıkların başarılmasını netice vereceğine kuvvetli bir vurgu yapmaktadır. Bir bakıma Kur’ân bize bu bağlamada şunu ifade etmek istemek­tedir. Eğer siz bir tercih ortaya koyup, tercihinizde azim gösterir ve bu hususta Allah’ın sizi başarılı kılacağına, onun size yardım edeceğine inanıyorsanız, yani ona tam tevekkül ediyorsanız Allah sizi mutlaka başarılı kılacak, ve sizin için imkansız gibi görünen şeylerin bir bir gerçekleştiğini göreceksiniz; bunda da Allah’ın size yardımı büyük olacaktır:

O halde Kur’ân’da azm ve tevekkülden sonra bir mucizenin gerçekleşmesi, mucizenin de imkansızın gerçekleşmesi olduğuna göre bununla büyük olasılık­la Kur’ân bize azim ve tevekkülle önceleri imkansız gibi görünen şeylerin birer normal iş gibi kolaylıkla vuku bulacağını, kişi için her an bir mucizenin gerçek­leşebileceği, olağanüstü bir kuvvetin zuhur edeceğinin mesajını vermektedir.

*****

Kaynakça

Abdulbari, Muhammad Davud, , el-İrâde Inde’l-Mu’tezile ve’l-Eşaire, Daru’l-Ma’rifeti el-Camiiyye, 1996.

Alusî, Ruhu’l-meani fi tefsiri’l-Kur’ân’il azim ve sebi’l-mesani, Darü’l-Fikr, Beyrut 1987.

Beydavî, Abdullah b. Ömer, Envarü’t-tenzil ve Esrarü’t-te’vil (Min Haşiyeti Şeyhzâde), İstanbul, 1991.

Budak ,Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara 2002.

Bursevî, İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan, Daru İhyai Türasi’l-Arab, Beyrut, 1985.

Carrel, Alexis Hayat Hakkında Düşünceler, çev.: Cahit Begen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Dwelshduvers, Psikoloji, çev.: Şekip Tunç, İstanbul 1952.

Ebu Hayan, Muhammed b. Yusuf b. Ali b. Yusuf, Bahrü’l-Muhit, Daru İhayai Türasi’l-Arab, Beyrut, 1990.

Ebu Suud, Muhammed b. Muhammed, TefsirüEbi’s-Suud, Daru İhyai Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1990.

el-Muhasibî, er-Riaye li-Hukukillah, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

en-Nesefi, Ebu Muin, Tabsiretu’l-Edille fi Usuliddin,tahk.Hüseyin Atay, Ankara 2004.

Ezherî, Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed, , Mu’cemu tehzibi’l-luğa, “azm” mad.

Fahreddin Razî, , et-Tefsirü’l-Kebir, Daru İhyai’t-Türasi’l- Arabi, Beyrut, 1998.

Firuzabadî, Kamusu’l-Muhit, ts.

Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, Daru İhyai’l-Kütubi’l-Arabi, ts.

Güçlü, A. Baki, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara 2002.

Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, ts.

İbn Asur, Muhammed Tahir, Tahrir ve Tenvir, Daru’t-Tunus, ts.

İbn Faris, Mu’cemu mekayisi’l-luğa, Beyrut, 1991.

İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, Beyrut 1992.

İbnü’l-Hümam, Kemal, el-Müsayere, Çağrı Yay., İstanbul, 1979.

İkbal, Muhammed, Külliyati Eş’ari Farisi Mevlana İkbali Lahuri / Esrarı Hodi, ss. 14, 18.

Kuşeyrî, Ebü’l-Kasım Abdülkerim, Letâifü’l-İşârât ,Darü’l-Kütubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000.

May, Rollo, Kendini Arayan İnsan, (Man’s Search For Himself), çev.: Aysen Karpat, s.106.

Mevlânâ, Fîhî mâ fıhî, Tahran, 1961.

Muhammed b. Muslihiddin Mustafa el-Kocevî, Envarü ‘t-tenzil ve Esrarü ‘t-te’vil haşiyesi, İstanbul, 1991.

Nesefi, Necmeddin Ebu Hafz Ömer b. Muhammed, Hasiyetu’l-kestellani ala Serhi’l-akaid, İstanbul, ts.

Nevevî, Abdül’-l-Hakk Sıbt, Tedricü’l-Edani, ila Şerhi Sa’d ala Tasrifi’z-Zencani, İstanbul ts. Nureddin es-Sabuni, , Maturidiyye Akaidi, çev.: Bekir Topaloğlu, D.İ.B.Y.

Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987.

Rağıb İsfehanî, , el-Müfredât f ğaribi’l-Kur’ân, Beyrut, ts.

Saduddin Taftezanî, Muhtasarü’l-Meâni, ts.

Sakîl, Fahir, Mu’cemi ilmi’n-nefs, Beyrut 1985.

Şah Veliyullah Dihlevi, Hüccetullahi’l-Baliğe, Daru İhyai’l-Ulum, Beyrut, 1992.

Şevkani, Muhammed b. Ali, Fethü’l-Kadir, Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1964.

Şibay, Halim Sabit, “Azimet” mad. ; İslâm Ansiklopedisi, MEB., 1993.

Taberî, Camiü’l-beyan an te’vili’ ayi’l-Kur’ân, Darü’l-Fikr, 1988.

Tehanevî, Muhammed Ali b. Ali b. Muhammed, Keşşafu Istılahati’l-fünun, Darü’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut 1998.

Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, 1979.

Zemahşerî, el-Keşşaf an hakâiki kavamidi’t-tenzîl, Dârü’l-Kitabi’l-Arabî, ts.

———————————————————–

Kaynak:

Tasavvuf  / İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 9 [2008], sayı: 22, ss. 59-79.

*****

Dipnotlar

[1]     Abdullah b. Ömer Beydavî, , Envarü’t-tenzil ve Esrarü’t-te’vil, İstanbul 1991, c. I, s. 222.

[2]     Rağıb İsfehanî, , el-Müfredât fî ğaribi’l-Kur’ân, Beyrut, ts., ss. 206-207.

[3]     Firuzâbâdî, Tertibu Kamusi’l-muhit alâ tarikati’l-misbahi’l-münîr ve Esasi’l-belâğe, c. II, s. 410; Tehanevî, Muhammed Ali b. Ali b. Muhammed, Keşşafu Istılahati’l-fünun, Darü’l-Kütübi’l- İlmî, Beyrut 1998, c. II, s. 210.

[4]     Ebu Muin en-Nesefi, Tabsiretu’l-Edille fı Usuliddin,tahk.: Hüseyin Atay, Ankara 2004, s. 490.

[5]     Necmeddin Ebu Hafz Ömer b. Muhammed Nesefi, , Hasiyetu’l-kestellani ala Serhi’l-akaid, İs­tanbul, ts., ss. 85-86.

[6]     Nesefi, Hasiyetu’l-Kestellani ala Serhi’l-Akaid, ss. 85-86; Nesefi, Tabsiretu’l-edille, s. 490; Tehanevî, age, c.II, s.211; Şeyhzâde, Muhammed b. Muslihiddin Mustafa el-Kocevî, Envarü’t-tenzil ve Esrarü’t-te’vil haşiyesi, İstanbul 1991, c. I, s. 222.

[7]     Kemal İbnü’l-Hümam, el-Müsayere, Çağrı Yay., İstanbul, 1979, ss. 109 —111.

[8]     Muhammad Davud, Abdulbari, el-İrâde Inde’l-Mu’tezile ve’l-Eşaire, Daru’l-Ma’rifeti el- Camiiyye, 1996, ss. 132- 133.

[9]     Nureddin es-Sabuni, , Maturidiyye Akaidi, çev.: Bekir Topaloğlu, D.İ.B.Y., s. 141.

[10]   Sabuni, age, s. 141.

[11]   Fahir Sakîl, Mu’cemi ilmi’n-nefs, Beyrut 1985, s. 121; Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, ts., c. III. ss.126-127; A. Baki Güçlü, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara 2002, s. 772; Selçuk Budak, , Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara 2002, s. 402.

[12]   Aynı zamanda bk. Necati Öner, İnsan Hürriyeti, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 14; Meydan Larousse, “İrade” mad.

[13]   Meydan Larousse, “İrâde” mad.

[14]   Dwelshduvers, Psikoloji, çev.: Şekip Tunç, İstanbul 1952, s. 97; Meydan Larousse, “İrade” mad.

[15]   Dwelshduvers, age, s. 97

[16]   Bergson, Zihnin Kudreti,     s.         48

[17]   Bergson, age, s. 48

[18]   Bergson, age, s. 24

[19]   Cürcânî, et-Ta’rifât, s. 150; İbn Faris, Mu’cemu mekayisi’l-luğa, Beyrut, 1991, c.IV. s.309.

[20]   İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, Beyrut 1992, c. IX, s.193; Alusî, Ruhu’l-meani fı tefsiri’l-Kur’ân’il azim ve sebi’l-mesani, Darü’l-Fikr, Beyrut 1987, c. XIII, s.34.

[21]   Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed Ezherî, , Mu’cemu tehzibi’l-luğa, “azm” mad.

[22]   İbn Faris, age, s. 309; İbn Manzur, “Azm” mad., Ezheri, age, “Azm” mad.

[23]   Ezherî, “Azm” mad.

[24]   Tehanevî, age, c.III, ss.29-330.

[25]   İsfehanî, age, s. 334; Ayrıca aynı ifade için bk. İbn Manzur,”Azm” mad.; Ezheri, age, “Azm” mad.

[26]   İbn Manzur, “Azm” mad.; Halim Sabit Şibay, “Azimet” mad. ; İslâm Ansiklopedisi, M.E.B., 1993, c.II, s. 151.

[27]   İbn Faris, Makayis,c. IV, ss.309-310; İbn Manzur, age,”Azm” mad.

[28]   İbn Manzur, “Azm” mad.; Ezheri, age, “Azm” mad.

[29]   Ezherî, age, “Azm” mad.

[30]   Fahreddin Razî, , et-Tefsirü’l-Kebir, Daru İhyai’t-Türasi’l- Arabi, Beyrut, 1998, c.X, s. 31.

[31]   İbn Manzur, “Azm” mad.; Alusî, age, c. XIII, ss. 34-35.

[32]   Alusî, age, c. XIII, ss. 34- 35.

[33]   Alusî, age, c. XIII, s. 35; Razî, age., c.X, ss. 30-31.

[34] Muhammed İkbal, Külliyati Eş’ari Farisi Mevlana İkbali Lahuri / Esrarı Hodi, ss. 14, 18.

[35]   Alexis Carrel, Hayat Hakkında Düşünceler, çev.: Cahit Begen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., ss. 111-112.

[36]   Carrel, age, s. 1112.

[37]   Carrel, age, s. 1112.

[38] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, (Man’s Search For Himself), çev.: Aysen Karpat, s.106.

[39]   Razî, age, c. III, s. 434.

[40]   Taberî, Camiü’l-beyan an te’viW ayi’l-Kur’ân, Darü’l-Fikr, 1988, c.III, s. 182.

[41]   Razî, age, c.III, s. 432.

[42]   Razî, age, c.II, s. 432.

[43]   İsfehânî, age, s. 531; Firuzabadî, Kamusu’l-Muhit, İsa el-Babi el-Halebî, ts., c.IV, s. 653; Alusî, age, c. III, s.106; Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, Daru İhyai’l-Kütubi’l-Arabi, ts., c.IV, s. 253.

[44]   Gazalî, age, aynı yer.

[45]   Bk. Taftezanî, Saduddin, Muhtasarü’l-Meâni, ts. s. 110.

[46]   Zemahşerî, el-Keşşaf an hakâiki kavamidi’t-tenzîl, Dârü’l-Kitabi’l-Arabî, ts. , c. II, ss.. 420- 421; Abdullah b. Ömer Beydavî, Envarü ‘t-tenzil ve Esrarü ‘t-te ‘vil (Min Haşiyeti Şeyhzâde), İstanbul, 1991, c.III, s. 60.

[47]   Haris b. el-Muhasibî, er-Riaye li-Hukukillah, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts., s. 87.

[48]   Muhammed Tahir İbn Asur, , Tahrir ve Tenvir, Daru’t-Tunus, c.VII, s. 204.

[49]   Razî, age, c.VI, s.75.

[50]   Razî, age, aynı yer.

[51]   Taberî, age, c.III, s. 182.

[52]   Mevlânâ, Fîhî mâ fhî, Tahran, 1961, s. 156.

[53]   Gazalî, age, c.IV, s. 258.

[54]   Razi, age, c. V, s. 466.

[55]   Kuşeyrî, Ebü’l-Kasım Abdülkerim, Letâifü’l-İşârât /Darü’l-Kütubi’l-İlmiyye/ Beyrut, 2000, c.I, s. 394.

[56]   Şah Veliyullah Dihlevi, , HüccetullahVl-Baliğe, Daru İhyai’l-Ulum, Beyrut, 1992, c. II, s. 284.

[57]   Muhammed Hamdi Yazır, , Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, 1979, c. IV, s. 2566.

[58]   Alusî, age, c.X, s.84.

[59]   Zemahşerî, age, c. III, s. 316; Beydavî, age, c. II, s. 471; Şevkani, Muhammed b. Ali, Fethü’l- Kadir, Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1964, c. IV, s. 101.

[60]   Nevevî, Abdül’-l-Hakk Sıbt, Tedricü’l-Edani, ila Şerhi Sa’d ala Tasrifi’z-Zencani, İstanbul, s. 30.

[61]   Beydavî, age, c. III, s. 471; Ebu Hayan, Muhammed b. Yusuf b. Ali b. Yusuf, Bahrü’l-Muhit, Daru İhayai Türasi’l-Arab, Beyrut, 1990, c. VII, s. 17; Ebu Suud, Muhammed b. Muhammed, Tefsirü Ebi’s-Suud, Daru İhyai Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1990, c. VI, s. 245; İsmail Hakkı Bursevî, , Ruhu’l-Beyan, Daru İhyai Türasi’l-Arab, Beyrut, 1985, c. VI, s. 279.

[62]   Razî, age, c. VIII, s. 507; Alusî, age, c. X, s. 87.

[63]   İkbal, Esrari Hodi, ss. 30, 32.

*****

[i] Doç. Dr., Yüzüncüyıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

Yazar
Hayati AYDIN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen