“Ahlâk Medeniyeti” Söylemi Üzerine Eleştirel Düşünceler

CRITICAL THOUGHTS ON THE DISCOURSE OF “CIVILISATION OF MORALITY”

 

Doç. Dr. Abdüllatif TÜZER[i]

Öz

Birçok Müslüman yazarın yazılarında Batıya ilişkin sık tekrarlanan bir yargı vardır: Batı bilim ve teknolojide güçlü ve gelişmiş olmakla birlikte ahlâken zayıf, bozuk ve geri dir. Bu yargıdan da iki sonuç çıkarılır: 1) Batının bilim ve teknolojisini alalım ancak ahlâkına geçit vermeyelim; 2) Batı bilim ve teknoloji medeniyetidir, İslam’la yücelen Doğu ise bir ahlâk me­deniyetidir. Dolayısıyla Batı bilim ve teknolojide Doğudan üstün iken Doğu ahlâk ve manevi­yatta Batıdan üstündür. Ne var ki Müslüman Doğunun Batıya örneklik edebilecek düzeyde üstün bir ahlâk medeniyeti olduğu iddiası, felsefi bir eleştirinin konusu edildiğinde, oldukça naif ve zayıf bir iddiadır. Etik tarihi ya bireyi ya da toplumu merkeze/ön plana alan zengin tartışmalarla doludur. Ve güçlü bir ahlâk medeniyetinin imkânı, birey-toplum paradoksu- nun/karşıtlığının sentezlenmesinde ve dengelenmesindedir. Zira aşırı bireycilik toplumun varlığı ve bekası için bir tehlike iken aşırı toplumculuk da bireysellik, özerklik, özgürlük ve farklılık için bir tehdittir. Batı rasyonellik, farklılık, özerklik, faydacılık, liberalizm ve benzeri görüşlerle bireyi önemserken Doğu birliğe, dine, maneviyata, otoriteye verdiği önemle çoğun­lukla toplumcu bir tavır sergilemiştir. Batı zengin tartışmalarla farklılıkta birliği aramaya de­vam ederken Doğu hala birlikte farklılığı tesis edememiştir. Müslüman dünyanın böyle bir derdi de olmamıştır. İslam’da, farklılığı, özgürlüğü, özerkliği, eleştiriyi geliştiren bir söylem üretilmedikçe güçlü bir ahlâk medeniyeti oluşturmak hayal olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ahlâk, Medeniyet, Birlik, Farklılık, Özgürlük

Abstract

There is a well-known judgement frequently expressed in the works of Muslim aut­hors: the Western world is undoubtedly powerfull and advanced in science and technology but poor, degenerated and regressed in morality and spirituality. Two consequences can be derived from this judgement: 1) Only the science and technology of the West, not its morality, can be imported; 2) the West is a civilisation of science and technology; whereas the East sub­limed thanks to Islam is a civilisation of morality and spirituality. Hence, though the West is advanced in science and technology, it is not superior than the East in morality. Morality and spirituality is a distinguishing mark of the East and hence, in this respect, it is superior than the West. However, the claim that the Muslim East is a civilisation of morality and spiritualit to the extent that it can serve as a model for the West is, when it is subjected to the philosop­hical criticism, quite naive and weak. History of ethics is full of discussions as to which, indi­vidual or society, is of priority in ethics. It seems that the clue to a supreme civilisation of mo­rality can be found in the synthesis and harmony of the paradox/opposition of individual and society. For, extreme individualism is a serious threat to the unity, solidarity and survival of a society, but excessive collectivism, on the other, is a challenge and risk for individualism, fre­edom, autonomy, diversity etc. The West, with its distinctive discourse of rationality, diver­sity, pluralism, autonomy, pragmatism, liberalism etc., gives priority to the individual; the Muslim East, on the contrary, exhibits an attitude of collectivism stressing unity, religious­ness, spirituality, sacred authority and peace. Nowadays the West is still seeking for the unity in diversity through rich ethical and political discussions. But the Muslim World still had tro­uble establishing the diversity in unity. It seems that it will be a phantasy for the Muslim World to be able to establish a supreme civilisation of morality unless it is created a discourse nourishing the diversity, freedom, autonomy and criticism.

Keywords: Morality, Civilisation, Unity, Diversity, Freedom

***

Tarihin hangi evresinde olursa olsun, toplumsallığın söz konusu olduğu her yer ve zamanda, antropologların ve ahlâk sosyologla­rının genel kanaatini de dikkate alarak diyebili­riz ki, mutlaka bir ahlâki değerler sistemi ve düzen inşa edilmiştir. Yani, toplumsallık zorun­lu olarak daima ahlâkı gerektirmiştir. Zira bir ahlâk oluşturmak, insan davranışlarına yön veren, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, insanların nasıl yaşamaları gerektiğini bildiren bir normlar manzumesi ve değerler sistemi yaratmak demektir. Böylelikle, insanların birbir­lerine dönük davranışlarında ve nasıl yaşamala­rı gerektiğine ilişkin inançlarında “iyi”yi konu edinen ve hatta iyiyi belirleyen ahlâkla, bir top­lumun var olabilmesi ve ayakta kalabilmesi için gerekli olan birlik, dirlik ve düzen de tesis edil­miş olur. Ancak bu düzen, kolluk gücüyle, bas­kıyla veya cezai yaptırımlarla değil, insanların rızasına, kabulüne ve uzlaşımına dayalı (içselleş­tirilmiş) değerlerle inşa edilen bir düzendir. (Cevizci, 2014: 11 vd.; Frankena, 2007: 22-28)

Ahlâki değerler sistemi toplumsal birlik ve düzeni sağlama konusunda eşsiz bir öneme ve işleve sahip olsa da, bu onun masum, anlaşı­lır, yararlı, problemsiz vs. olduğuna işaret et­memektedir ve etmemelidir de. Düşünce tarihi­nin belki de en hararetli tartışmaları ahlâka dair olanıdır. Çünkü ahlâki meselelerdeki çatışmalar, çözümsüzlükler ve paradokslar diğer felsefi meselelere göre daha derin ve şiddetli olmuştur. Bu durum bugün için de farklı değildir. Çatış­ma, çözümsüzlük ve paradoksların mahiyetine ve sebeplerine kısaca değinecek olursak;

  1. Ahlâk eğer nasıl davranmamız ve yaşamamız gerektiğine ilişkin iyiyi ya da doğ­ruyu belirleyen değerler alanı demekse, söz konusu değerlerin kaynağı ve koyucusu kim olmalıdır? Tanrı, akıl, duygu, güçlüler, birey, toplum … Hangisi? (Billington, 1997: 109 vd.) Burada özellikle özerklik, otorite, özgürlük ve doğrulama/meşrulaştırma tartışmaları kritik bir öneme sahiptir.
  2. Değerlerin amacı ne olmalıdır? Top­lumsal birlik ve düzen mi, güçlülerin iktidarı ve güçsüzlerin avutulması mı, Tanrının rızası mı, bireyin özgürleşmesi ve kendisini gerçekleştire­bilmesi mi . . ? Bu, anarşistlerin, Marksistlerin, yararcıların, liberalistlerin, varoluşçuların, postmodernistlerin, rasyonalistlerin ve teologla­rın üzerinde kıyasıya tartışma yürüttükleri esaslı ahlâki meselelerden birisidir.
  3. Ahlâki tartışmaların çağlar boyu ha­raretini kaybetmemesinin belki de birincil nede­ni, insanların belli durumlarda içerisine düştük­leri kararsızlıklar ve çatışmalardır. Sebep, ya iki otoritenin, sözgelimi Tanrı ile aklın/vicdanın çarpışması, ya toplumsal beklenti ve baskı ile bireysel karar ve arzu arasında sıkışıp kalmak, ya bir ödevler çatışmasının arasında kalmak, ya bir ödev ile fayda arasında bocalamak, ya da adil olanla iyi olan arasında gidip gelmektir. Bunlar, ne birini tutup diğerini atabileceğimiz ne de birini doğru bulup diğerini yanlış sayabilece­ğimiz ahlâki paradokslardır aynı zamanda. Sözgelimi, birey olmadan toplum, toplum olma­dan da birey olamaz. Bireylerin emniyeti, özgür­lüklerinin korunması, varlıklarının idamesi için toplum fikri ve duygusunun güçlendirilmesi elzemdir ama aynı zamanda toplumun gelişme­si, zenginleşmesi ve güçlenmesi için de bireysel farklılıkların ve özgürlüklerin tanınmasına ve geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla ne bireyden ne de toplumdan vazgeçebiliriz. Ne tamamen ödevleri/yükümlülükleri terk edebilir ne de tamamen bireysel arzu ve hazlardan vaz­geçebiliriz.
  4. Bireylerin özgür ve özerk olmadığı bir toplumda ahlâktan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü ancak nasıl davranması ve yaşaması gerektiğine kişi kendi karar verebiliyor ve kararının bütün sorumluluklarını üzerine alabiliyorsa ahlâk vardır. Özgürlük ve bireysel sorumluluğun olmadığı bir durumda ahlâktan, ahlâki bir failden söz etmek doğru değildir. Ancak kararın bireylere bırakılması da daima kuşkuculuğa, görececiliğe, irrasyonalizme, ego­izme, anarşizme vs. yol verilmesi riskini de beraberinde getirir. Bu yüzden toplum- cu/düzenci ahlâki yaklaşımlar genellikle yaderk- çiliğe, özgeciliğe, mutlakçılığa, evrenselciliğe, ödevciliğe, yasacılığa vs. meyletmiştir. Bu, yuka­rıda da değindiğimiz, birey-toplum paradoksu­nun kendi içinde taşıdığı en çetin sorunlardan birisidir.

Öyle anlaşılıyor ki, bütün ahlâki mese­leler ve tartışmaların gerisinde tek bir paradoks, yani birey-toplum paradoksu yatmaktadır. Ahlâk felsefesi tarihinde hedonistlerin, yararcıların, varoluşçuların, anarşistlerin, postmodernistlerin bireyin tercihlerini, kararlarını, arzularını, hakla­rını ve özgürlüklerini her şeyin önünde tuttukla­rını, plancı, yasacı, evrenselci, nesnelci, yaderkçi ve mutlakçı tavırdan haz etmediklerini, farklılık ve çoğulculuk yanlısı olduklarını söyleyebiliriz. Evrensel ve yasa koyucu olan ve bir ölçü koyan akla müracaat eden, akıl ile duyguyu zıtlaştırıp akla duygunun üzerinde yönetici bir rol veren ve özgürlüğü de böyle bir aklın sesine kulak vermek olarak gören Platon ve Aristoteles gibi erdem ahlâkçıları, Stoacılar, rasyonalistler ve ödev ahlâkçıları ile ahlâkı bütünüyle Tanrıda ve Tanrıyla temellendiren teolojik etik savunucuları daha ziyade toplumcu/kolektivist bir tavrı be­nimsemişler, birlik ve düzen sağlama adına da otorite, yasa, evrenselcilik, nesnellik, mutlakçılık vb. fikrine meyletmişlerdir.

Peki, bu kadar farklı ve hatta karşıt gö­rüş ve kuramların söz konusu olduğu ahlâk felsefesi alanında, nasıl davranmamız ve nasıl yaşamamız gerektiğine dair iyiyi/doğruyu bula­bilmemiz mümkün müdür acaba? ‘Karşıt görüş­lerden birisi mutlak anlamda doğru diğeri yan­lıştır’ diyebilir miyiz? Bu ve benzeri sorulara tatmin edici bir cevap verebilmemiz için öncelik­le anlamı ve gerçekliği ikili karşıtlıklar dizgesi biçiminde inşa eden ve karşıtlardan birisini ayrıcalıklı ve üstün kılıp diğerini değersizleşti- ren bir felsefe anlayışından kurtulmamız, anlam ve gerçekliğin varlığı ve istikrarının ancak karşı­tıyla mümkün olduğunu fark edebilmemiz, farklılıkları ve karşıtlıkları gerçekliğin esaslı unsurları/veçheleri olarak görmemiz gerekiyor. Meseleye böyle baktığımızda, nasıl davranma­mız ve yaşamamız gerektiği konusunda iyi- yi/doğruyu arayan her bir farklı görü- şün/kuramın gerçeğin/doğrunun esaslı bir veç­hesini dile getirdiğini anlarız. (Sözgelimi, top­lumculuğun aşırıya kaçtığı durumlarda bireyin haklarından ve özgürlüklerinden dem vuran görüşler sahnede kendisini gösterir ve aşırılık törpülenmeye çalışılır; bireyciliğin ve egoizmin aşırılığından kaynaklanan dayanışma yoksunlu­ğu, dağılma, parçalanma, emniyetsizlik ve dü­zensizlik durumunda da toplumcu görüşler güç kazanır ve aşırılıklar giderilmeye çalışılır. Ve ahlâki, siyasi ve toplumsal hayat ancak bu kar­şıtlığın yarattığı dengeli gerilim sayesinde varlı­ğını sürdürebilir.) Dolayısıyla aradığımız doğru ne şu, ne budur ya da ne şunda ne de bundadır. Doğru her ikisidir/ikisindedir. Öyleyse, karşıtla­rı ve farklılıkları, karşıtlığını ve farklılığını yok etmeden bir kılabilecek, bütünleştirebilecek, uzlaştırabilecek bir felsefeye ihtiyacımız var. Bu felsefenin ayırt edici vasfı ve tanımı, doğal ola­rak, paradoks olacaktır. Bir başka ifadeyle, felse­fe, “farklılıkta/karşıtlıkta birlik” paradoksudur. Ancak böyle bir felsefe anlayışıyla, akılla duy­guyu, ödevle yarar duygusunu, rasyonelle irras­yoneli, zorunlulukla özgürlüğü, bireycilikle toplumculuğu vb. uzlaştırabilir ve birinden vazgeçmemiz mümkün olmayan karşıtlara hak­kını verebiliriz. Yine ancak böyle bir felsefe anlayışıyla tarihe yön veren felsefi görüşler ortaya koyabilir ve güçlü bir ahlâk medeniyeti inşa edebiliriz. (Akılla duyguyu uzlaştırmaya çalışan ve ölçülülüğü esas alan erdem ahlâkçıla­rı, zorunlulukla özgürlüğü uzlaştırmayı dene­yen Kant, ödev çatışmalarına çözüm arayan Ross, ödevci ve yararcı kuramı, aynı zamanda da iyiyle adili sentezleyip bir karma etik oluş­turmaya çalışan Frankena gerçekten kayda de­ğer örneklerdir) Özellikle ahlâk alanındaki bü­tün tartışmaların gerisinde birey-toplum para­doksunun yattığını hatırlayacak olursak, hem toplumsallığı güçlendirebilmek ve daimi kıla­bilmek için zorunluluğa, nesnelliğe, evrenselliğe, rasyonelliğe, ödevciliğe, yasacılığa, otoriteciliğe, gelenekçiliğe vs. ihtiyacımız var hem de bireyle­ri güçlü kılabilmek için de özgürlüğe, haklara, farklılıklara, rekabete, olumsallığa, çoğulculuğa ihtiyacımız var. Kısacası, ne bireyden ne de toplumdan vazgeçemiyorsak, güçlü bir ahlâk medeniyeti inşa edebilmek için, her ikisine de hakkını veren, her ikisini de yeşertip güçlendirebilecek ve uzlaştırabilecek bir felsefeye ihtiya­cımız var. Bu bir anlamda, gücün, yararcılığın, bilimin, akılcılığın, bireyciliğin, özgürlüğün, çoğulculuğun, dünyeviliğin sözcüsü olan Batıya, birlik, barış, kalbilik, mistiklik, özgecilik, top­lumculuk, kadercilik, öte dünyacılık ve nefis terbiyeciliği gibi vasıflarla nitelenen bir Doğu aşısının yapılmasını lüzumlu kılan bir felsefedir.

Farklılıkların varlıklarının ve özgürlük­lerinin teminatı, güçlü ve sağlam bir birliktir. Yani, farklılıklar olmadan birlik, birlik olmadan da farklılıklar var olamaz. Bu yüzden, modern ve postmodern düşüncenin birbirine kılıçlarını çekerek- ki Bauman’a göre, farklılık, özgürlük ve hoşgörünün sesi olan postmodernizm düzen­ci, birlikçi, tektipleştirici modernizmle bir hesap­laşmadır (Bauman, 2003: 131) – sahne aldığı Batının siyasi ve toplumsal deneyimleri söz konusu paradoksu adeta Batılı sosyal bilimcilere ve felsefecilere dikte etmiş ve onları bu paradok­su hayata geçirecek öneriler, çözümler ve görüş­ler sunmaya zorlamıştır. Nitekim Alain Tourai- ne’in (2011) demokrasiyi, “birlik ve çeşitliliğin, özgürlük ve bütünleşmenin uyuşma çabasıdır” biçiminde tanımlayışı bu açıdan son derece dikkat çekicidir (29). Yine John Rawls’ın bütün farklılıkları ortak bir zeminde buluşturabilecek bir kamusal akıl ve siyasal adalet arayışı, ayrıca yükümsüz özne savunucularının güçlü bir sese sahip olduğu liberal düşünce geleneği içerisinde Alasdair McIntyre, Charles Taylor, Michael Walzer, Michael Sandel gibi cemaatçi veya top­lumcu liberallerin olması kayda değerdir (Ber­ten, da Silveira, Pourtois, 2006: 30 vd.). Şu halde “Sorun”, Peter Wagner’in (2005) ifadesiyle, “bi­reysel özerkliğe önem veren liberal ilkeye mü­dahale etmeksizin toplumsal pratikleri ortaklaşa arzulanan tarzda şekillendirebilecek gönüllü birlik ilişkilerinin varolup olmadığı ya da yaratı­lıp yaratılamayacağıdır. Güçlü bir zayıf cemaat duygusu gibi bir şeylere ihtiyaç duyulmaktadır. … kolektif eylem ve karar alma lehine ortaya konabilecek herhangi bir savunu daha başlangı­cında güvensizlikle karşılanmaktadır ve aslında insaflı birisi XX. Yüzyılın kısıtlamalar ve disip­linler tecrübesini görmezden gelebilir mi? Ama öte yandan, iyi hayat konusundaki farklı görüş­lerimizi özgürlük içinde yaşayabileceğimiz ko­şulları başka nasıl yaratabiliriz ki?” (348, 351).

Wagner’in ifadesiyle (2005), asli itikadı “özgürlük ve özerklik düşüncesi” (27) olan Mo­dern Batı her ne kadar farklılıkta birlik arayışla­rını sürdürüyor olsa da ne sahici bir birlik oluşturabilmiş ne de farklılığa ve özerkliğe aşırı meylinden taviz vermiştir. Batının sahici bir birlik oluşturamıyor oluşunu Bauman (2000) ciddi ve büyük bir dert olarak anlatır bizlere: “Çağdaş dertlerin en sinsi ve acı verici olanı [şudur]: Kendilerini güvensiz hisseden, gelece­ğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emni­yetlerinden endişe eden insanlar, kolektif eyle­min gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür değildirler. Bu insanlar birlikte yaşamanın alter­natif yollarını hayal edecek cüretten ve zaman­dan yoksundurlar ve kimseyle paylaşamayacak­ları işlerle o kadar meşguldürler ki, bırakın or­taklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayır­mayı, bunlar hakkında düşünmezler bile… Bu yalnız insanların inşa etmeyi umabilecekleri ve kamusal alan idarecilerinin ciddiyet ve sorumlu­luk hislerini yitirmeden önerebilecekleri tek topluluk, korku, şüphe ve nefretle kurulacak bir topluluktur. Bir zamanlar topluluk inşa etmenin ana malzemeleri olan dostluk ve dayanışma bir yerlerde bu amaca artık hizmet edemeyecek kadar dayanıksızlaşmış, çarpıklaşmış, sulanmış­tır” (13, 23). Walzer de benzer tespitlerde bulu­nur: “Liberal toplum üyeleri, hiçbir siyasi veya dini geleneği paylaşmazlar; sadece kendi konu­larında bir hikâye anlatabilirler… Her kişi mut­lak olarak özgür, yükümlülüklerinden kurtul­muş ve yalnız olmayı hayal eder. Sonra sadece, karşılaşabileceği riskleri azaltmak için topluma girer ve yapılması gerekenleri yapar. Amacı güvenliktir. Marks’ın yazdığı gibi, ‘güvenlik onun egoizminin garantisidir.” (Berten, Silveira, Pourtois, 2006: 255).

Modern Batı’nın neden farklılıktan ta­viz veremeyeceğini ve dolayısıyla birliğe değil de niçin farklılığa aşırı meylettiğini Popper (2005) çok güzel izah eder: “Batı’yı tek bir dü­şünce, tek bir inanç ya da tek bir din altında birleştirmek, bence Batı’nın sonu, kapitülasyon­lara, totaliter düşünceye kayıtsız şartsız boyun eğmemiz anlamına gelir… Teröre ve zalimliğe götüren, kuşkusuz Hıristiyanlık değildir. Bunun asıl nedeni, tek bir, yekpare ideoloji düşüncesi, tek bir, yekpare ve özel inanca inanmadır. Ken­dimi burada sizlere bir rasyonalist olarak tanıt­tığım için, rasyonalizmin, yani akıl dininin ya­rattığı terörün Hıristiyan, İslam ya da Yahudi fanatizminin estirdiği terörden çok daha vahim sonuçlar doğurduğuna dikkati çekmek boynu­mun borcudur. Gerçek anlamda akılcı bir top­lum düzeni yaratmak da olanaksızdır; ve ola­naksızı gerçekleştirme çabası, en azından aynı çirkinlikleri yaratacaktır… Hayır, düşünce birli­ği değildir, bizlerin Batı’yla gurur duymamıza neden olan; tersine düşünce zenginliği, çoğulcu­luktur… Bu nedenle [matematik ve mantık dışında hiçbir şey tam olarak kanıtlanamaz] doğru arayışı ve fikir oluşturma her zaman özgür karara dayanır… Çünkü fikir alışverişi­nin özgürce yapılmadığı yerde, gerçek anlamda bir düşünce özgürlüğünden de söz edilemez. Düşüncelerimizi sınamak, sağlam olup olmadık­larını saptamak için, başkalarına ihtiyaç duyarız. Eleştirel tartışma, bireyin özgür düşüncesine bir zemin oluşturur. Fakat bu, siyasi özgürlük ol­maksızın, tam anlamıyla bir düşünce özgürlü­ğünün olanaksız olduğu anlamına gelir. O hal­de siyasi özgürlük, birey aklının tam ve özgürce kullanılabilmesinin bir ön koşuludur.”(228-230, 224-225).

Öyle görünüyor ki, farklılığı, özgürlü­ğü, özerkliği besleyen Batı düşünce, bilim, tek­noloji, sanat vs. bakımından zenginleşse de toplumda sahici bir birlik ve dayanışma tesis etmede pek başarılı olamamıştır. Birliği çokça zayıflatacak düzeyde farklılık ve özerklikten ödün vermememin neticeleri ise, aşırı güvenlik kaygısı, yalnızlık, egoizm, hazza, menfaate, sınırsız tüketim ve güce meftun olma, sömürge­cilik, geri kalmış ülkelere duyarsızlık ve sair olmuştur. Tam bu noktada, Russell’ın (1998) Batıya ilişkin itirafları ufuk açıcıdır: “Bizde fikir ayrılıkları hemen bir “ilke” sorununa dönüşür: İki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek oldu­ğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlen­dirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurma­yı akla getirir. Çin’de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamış­tır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı’daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir… Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir… Bü­tün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli oldu­ğu sürece, Çinliler de, … bizim kötülüklerimizi taklit etmek zorunda kalacaklardır… Eğer Çinli­ler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetle­mem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise, te­melde, güçlü olmayıBiz diğer insanlara ve Doğa’ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikinci için de Bilim’i geliştirdik.” (114, 117-118)

Bireyin güçlenebilmesi ve kendi kade­rini yaratabilmesi adına ve tabi ki farklılıkların körüklenebilmesi adına Batının, her zaman bir tehdit olarak algıladığı birleştirici bir ruh taşıyan dini ya sekülerleştirerek ve doğallaştırarak atıl hale getirmesi ya da Tanrıyı öldürmesi gereki­yordu. Daha fazla güç adına Tanrının öldürül­mesi işinin üstesinden de Nietzsche geldi. Güç İstenci, Ahlâkın Soykütüğü, İyi ve Kötünün Ötesinde gibi eserlerinde Nietzsche değerin değerini sor­gular. Bu sorgulama onun için çok önemlidir, zira hayatın anlamı ve özü, yarattığımız ya da koyduğumuz değerdedir. Onun üzerinde dur­duğu iki mesele vardır. İlk olarak, değerin an­lamı ve amacı daha fazla hayat, daha fazla birey olma, daha fazla özgürlük, daha fazla güç istenci midir yoksa hayattan ve güç istencinden feragat midir? Yani, sahip olduğun değerler sana hayatı sevdiriyor ve seni güçlendiriyor mu, yoksa za­yıflatıyor ve yaşama hevesini yok mu ediyor? İkinci olarak da, değeri kim belirleyecek ve kim koyacak? Nietzsche değeri yaratma ve koyma işinin genellikle bireylere bırakılmadığını fark eder. Özellikle zayıf ruhlu, güç istencinden yok­sun din adamları, kendi değerini kendisi koyan güç sahibi efendilere, kahramanlara, üstün yete­neklilere karşı içten içe hasetlik ve hınç duygusu taşır. Şeytani planlarla ve hilelerle bir Tanrı fikri yaratırlar ve her şey üzerinde kontrol ve güç sahibi olabilecekleri bir din inşa ederler. Güçlüleri ve üstün yetenekleri de yarattıkları ama ipleri kendi ellerinde olan Tanrıya, dolaylı ola­rak da kendilerine secde ettirirler ve böylelikle güçlü olanı, farklı olanı, üstün yetenekli olanları tırpanlayıp sıradanlaştırarak onlardan intikam almış olurlar. Ayrıca, yine sırf kıskançlıkları ve hınç duyguları nedeniyle, güçlü bir ben olmayı imkânsızlaştıracak erdemler yaratarak bireyleri güçsüzleştirirler ve kusursuz bir öte dünya inancı yaratarak da insanların dünyadan zevk almalarına, dünyayı doya doya yaşamalarına da mani olurlar. Nietzsche bu kirli oyunun farkına varılmasını ister. Ve o, farklı, güçlü ve özgür, hayattan zevk alan ve en önemlisi kendi değer­lerini kendisi yaratabilecek bir kudrete sahip üstün insanları muştular. (Nietzsche, 2002: 145­162; Nietzsche, 2001: 37-61)

20. yüzyılda Nietzsche’nin güçlü üstün insanları (Batı) Müslüman topraklarını işgal ettiğinde, Müslüman aydınlar nerede hata yap­tıklarına dair derin muhasebeye daldılar ve bu cendereden ve zilletten kurtulmanın yollarını aradılar. Özellikle Türkiye’de Mehmet Akif Ersoy ve Pakistan’da Muhammed İkbal en dik­kat çekici iki örnektir. Her iki düşünür de Batı­nın bilim ve teknolojideki gücü ve ileri seviyesi­ni itiraf eder. Dolayısıyla Batının bilim ve tekno­lojisi alınmalıdır lakin ahlâkına kesinlikle geçit verilmemelidir. “Alınız ilmini Garbın, alınız sanatını; veriniz hem de mesainize son süratini; çünkü kabil değil artık bunlarsız; çünkü milliye­ti yok sanatın, ilmin, yalnız” dizeleri, Mehmet Akif’in en meşhur olmuş dizelerindendir. Ancak Batı ahlâki ve manevi açıdan Müslümanlara rehberlik edebilecek kabiliyette değildir. Meh­met Akif’in yine meşhur ifadesiyle Batı, tek dişi kalmış bir canavardır. O halde yapılması gere­ken, Batının bilim ve sanatını Doğunun Kurani ahlâk ve maneviyatıyla yoğurmak ve böylece insanlığa rehberlik edebilecek güçlü bir ahlâk medeniyeti inşa edebilmektir. (Filizok, 1986:55 vd.).

Muhammed İkbal ise Batıyı güçlü kılan rasyonellik, bilim, güçlü benlik, özgürlük, yeni­lenme, eşitlik gibi değerlerin esasen Kurani olduğunu göstermeye çalışır. Onun derdi, ateşi ithal ederek ısınmak değil içimizdeki közü tek­rar alevlendirmek idi (İkbal, 2011: 108). Çünkü aslına bakılırsa, entelektüel yanıyla Avrupa kültürü, İslam kültürünün bazı çok önemli saf­halarının yalnız bir uzantısı ve gelişmiş şeklidir İkbal’in gözünde. Ancak Batı her ne kadar bi­limde ve teknolojide gelişmiş olsa da ahlâken ve manen zayıftır. Sömürgecidir ve tam bir egoizm çukurunun içinde debelenmektedir. Bu açıdan Batı insanlığın evrensel birliğini gerçekleştirebi­lecek bir medeniyet asla olamaz. Ancak “Düşün­ceyi aşk ateşiyle tutuşturup aydınlat”an İslam insanlığa ihtiyaç duyduğu birliği ve kardeşliği sağlayabilir. (İkbal, 2008: 25, 93, 94; 2011: 23, 34). Bu bir anlamda, kâfir aklın Müslüman aşk ile İslamileştirilmesi projesidir (İkbal, 2006: 203). Batının modernlik projesinin insanlığı ruhsal/manevi/kültürel bir krizin içine soktuğuna ve dolayısıyla insanlığın kurtuluşu adına yetersiz kaldığına inanan İkbal, akıl ile aşkı uzlaştıran ve böylece bütün insanlığı kucaklayan manevi/ahlâki temelli bir küresel İslami medeniyet fikrinin peşinden gitmiştir. (Tüzer, 2013: 755­790).

Her ne kadar, bilim, özgürlük, yeni­lenme, eşitlik gibi değerlerin sözcüsü olsa da hem Mehmet Akif hem de Muhammed İkbal, daha çok birlikçi söylemleriyle ön plana çıkar. Yani, Mehmet Akif ve İkbal’de birlikçi tavır baskındır. Batılı manada (liberal) bir özgürlük, farklılık ve özerklik düşüncesi yoktur onlarda. Her ikisinin de farklılıkta birlikten kastı, farklı dillerin, renklerin, ırkların aynı İslami duygu ve düşüncede birleşmesidir. Mehmet Akif’in meş­hur şiiriyle, “Bu altımızdaki yerden bütün ya­nardağlar; taşıp da kaplasa bütün afakı sarsar; değil mi cephemizin sinesinde iman bir; sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir.” İkbal’in sözle­riyle de, “Bizim millilik anlayışımızın temel ilkesini teşkil eden şey, ulusal dil birliği, ulusal bir ülke birliği ya da ekonomik çıkarların özdeş­liği değildir. Biz, belli bir alem/kainat tasavvu­runa inandığımız ve aynı tarihi geleneğe iştirak ettiğimiz içindir ki, İslam’ın peygamberi tarafın­dan tesis edilen toplumun mensuplarıyız… İslam fikri, içinde yaşadığımız, hareket ettiğimiz ve varlığımızı hakkıyla tahakkuk ettirdiğimiz ebedi yurdumuz ya da ebedi ülkemizdir bizim. İslam, bizim için, başka her şeyden daha değerli ve vazgeçilemez yegane hakikattir… Din kuv­veti birlik makamına dayanır, birlik biçimlenin­ce millet canlanır.” (2012: 86; 2007: 88; 2008: 234). Bununla birlikte, kendi kararları ve seçimleriyle kendi varoluşunun efendisi olan, kendi özünü belirleme hakkı sadece kendisine ait olan, harici bir otoritenin gücüne, diktesine ve baskısına boyun eğmeyip yalnızca kendi aklıyla hareket eden ve nihayet kendi yorumu, kendi kararı, kendi farklılığı, kendi yaşam biçimiyle diğerleri kadar hak ve özgürlüğe sahip olan, yargılanma­dan ve ötekileştirilmeden kabul gören bir özerk birey fikri yoktur her ikisinde de. Oysa Batıyı güçlü kılan, daha önce Popper’ın ifade ettiği gibi, tam da böylesi bir farklılık ve özerklik düşüncesidir. Farklı kimliklerin, farklı inanç ve düşüncelerin çarpışıp rekabet etmediği bir or­tamda gelişme, zenginleşme ve ilerleme nasıl gerçekleşebilir ki!

İlhamını önemli ölçüde Mehmet Akif ve Muhammed İkbal’den alan günümüzün önemli Müslüman düşünürlerinden Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, güçlü bir ahlâk medeniyeti inşa edebilme yolunda, öncellerinin eksik bırak­tıkları farklılık vurgusunu dile getirme ve farklı­lık içinde birlik paradoksuna hakkını verme kaygısını güder. Bu konuda Aydın’ın (2000) hayali büyüktür: “Evrensel din olmaz, ama evrensel bir teoloji çalışmasına girişilebilir, olabi­lir; ama bundan da daha önemlisi, bence, bir ahlâk rüyası görmektir. İnsanların hak ve huku­ka riayet ettikleri, insanı insan olarak kabul ettikleri, yani kültürüyle, Allah’ın yarattığı ha­liyle olduğu gibi kabul ettikleri, Alevi’yi Alevi olarak, Sünni’yi Sünni olarak, inanmayanı o haliyle kabul edip onunla öylece diyalog kur­dukları bir dünyayı hayal ediyorum. Onu global köyde, global için hayal etmeden önce şu içinde yaşadığımız Türkiye dünyasında hayal ediyo­rum. Umarım bu hayal, çok hayal olan bir hayal olmaz” (199). Güçlü ve çağa yön veren bir mede­niyet inşa etme yolunda, Aydın’a göre (1999), “Türkiye’nin liberal bir din anlayışına, liberal bir laiklik anlayışına, liberal bir kültür anlayışına ihtiyacı vardır” (43, 152, 155).

Aydın, ilhamını Kuran’dan alan aklın ve bilimin ışığında marazi bir hale dönüşen katı muhafazakarlığı ve gelenekçiliği eleştirerek aşırı birlik kaygısının yarattığı kendi içine kapalılık ve durağanlığı yıkmanın ve değişmenin, yani modernleşmenin ne denli hayati bir mesele olduğuna bizleri inandırmaya koyulur. Onun sözleriyle, “İslam modernizminin merkezi tezi şudur: Temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet’e dayandırıldığı, bu kaynaklar ve onların ışığında oluşan topyekün tarihi miras ilmi ve rasyonel bir süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve yorumlandı­ğı takdirde İslam, tarihi-içtimai gelişme süreci­nin ortaya çıkardığı değişme hadisesinin doğur­duğu problemleri çözmeye, o sürecin altında ezilmeye değil ona yön vermeye kadir bir inanç sistemidir” (1999: 191, 232). Öyle anlaşılıyor ki, Aydın’ın liberal İslam hayalinin gerçekleşme­sinde rasyonelliğin (eleştirel ve analitik yaklaşı­mın) ve bilimsel zihniyetin kritik bir rolü vardır. Zira İslam’ı tarihsel yorumlarından ve uygula­malarından arındıracak ve saf/özsel İslam’ı keşfedecek olan rasyonel ve bilimsel zihniyettir. Dolayısıyla İslami modernleşmenin anahtarı bilimdir; gücünü bilimden alan bir modernleş­me… Rasyonel ve bilimsel bir bakışın kaynakta, kökende keşfedeceği saf İslam, Aydın’ın hayali­ni kurduğu, demokratik ve liberal karakterdeki, sistemli toplumsal ahlâk düzenidir. (Aydın, 1999: 43, 140, 141, 152, 155, 251, 254-255; 2000: 47, 48, 155, 197-198). Böyle bir evrensel ahlâk düze­ninin tohumlarını atan Kuran’dır; tohumların iyileştirilmesi, geliştirilmesi ise rasyonel ve bi­limsel bir bilincin eline emanet edilmiştir. (Hatta “müellefe-i kulüb” meselesi hatırlanacak olursa, rasyonel ve bilimsel zihniyetin Kuran’ın koydu­ğu bir hükmü çağın şartlarına göre değiştirme yetkisi bile vardır). Bu tohumlar, aynı zamanda Kuran’ın çizdiği geniş çerçeveyi oluştururlar. Zira söz konusu tohumlar, yine eleştirel bir bakışla, kendisi de tarihsel olan Kuran’ın içinden ayıklanacak olan şeylerdir. Peki, nedir bu to­humlar? Bunlar, meşveret, adalet, işi ehline vermek, kitap ehliyle ortak bir zeminde buluş­mak, dinde zorlamaya gitmemek, ikna etmek ve öğüt verici olmak, herkesin dininin kendisine olduğunu kabul etmek, haksız yere bir kişiyi öldüreni bütün insanları öldürmüş gibi görmek, takva hariç hiçbir kimseyi ya da topluluğu üstün veya seçkin addetmemek gibi liberal değerler­dir. Ne var ki, Aydın’ın farklılık vurgusu çok güçlü bir İslami evrensel ahlâk medeniyeti haya­li ve bu hayali gerçekleştirmek üzere giriştiği projeler birlikçi tutumu güçlü muhafazakar Müslümanlarca kuşkuyla karşılanmış, hazmedilememiş ve en nihayet Aydın’ın kendisi küfür ve sapıklık ithamlarına maruz kalmıştır. www.ihvanlar.net adlı sitede rastladığım “Diya- logcu eski Bakan Mehmet Aydın’ın gerçek yü­zü” başlıklı yazı bunun açık bir örneğidir.

İslam düşünce tarihi, kanaatimizce, birey-toplum paradoksunun yarattığı zengin tar­tışmalardan yoksun kalmıştır. Zira Müslüman yöneticiler ve alimlerin birlikçi, düzenci, üm­metçi tavrı ve paradigması Müslümanlarda itaatkar, kaderci ve imancı bir tutumun kemik­leşmesine hizmet etmiş ve bu yüzden de Batıda gerçekleşen Rönesans, Reform, Aydınlanma vb. hareketlerin İslam dünyasında filizlenmesine izin vermemiştir. Yunan’ın bilim ve felsefesinin, İran ve Hind’in tasavvufi düşüncesinin İslam’la sentezlenmesiyle 900’lü yıllardan başlayarak gelişen ve büyük düşünürleri, filozofları, bilim adamları ve mutasavvıflarıyla dünyanın gidişa­tına yön veren farklılıkçı, çoğulcu, özgürlükçü, hoşgörülü İslam medeniyeti, Gazali sonrası güçlenen aşırı birlikçi selefi tavırla kan kaybet­meye başlamış ve 20. yüzyılın başlarında yok oluşun eşiğine gelmiştir. Sebep, dengeli bir geri­limle beslenmesi ve sürekli uzlaştırılması gere­ken birey-toplum paradoksunun, aşırı birlikçi ve toplumcu tavır nedeniyle çökmüş olması ve hastalıklı bir hal almasıdır. Bu yüzden, İslam düşünce tarihinde birey/bireycilik fikri hep zayıf kalmış, Batılı manada hak, özerklik ve özgürlük mefhumu neredeyse hiç önem görmemiştir. Özgürlüğün, farklılığın, hoşgörünün, eleştirelliğin sesi olduklarını söyleyebileceğimiz Kindi, Farabi, Ebu Bekir Razi, İhvan-ı Safa, İbn Rüşd gibi İslam filozofları ve felsefi topluluklar, Bayezid Bistami, Hallac, İbn Arabi, Mahmud Şebüsteri gibi sufiler, Fazlurrahman, Muhammed İkbal ve Mehmet S. Aydın gibi İslam modernistlerinin kaderi genelde hep dışlanmak, ötekileştirilmek, kâfirlikle itham edilmek, sürülmek veya öldürülmek olmuştur. Öyle görünüyor ki, Müs­lüman Doğunun aşırı birlikçi tutumu farklılık ve özerklik fikrini sakatlamış; Batının aşırı farklılık­çı tutumu ise birlik duygusu ve düşüncesini sakatlamıştır. Şu halde, güçlü bir ahlâk medeni­yetinin imkânı Doğunun ve Batının sentezlenmesinde, yani farklılıkta birlik paradoksunun hayata geçirilmesinde yatmaktadır. William Barrett’in (2003) çok güzel ifade ettiği üzere, “Batılı düşünce mevcut çıkmazını aşacaksa bunu pekala Doğululaşma ile yapabilir; fakat bunun sonuçları Doğunun bildiği her şeyden çok farklı olacaktır” (236). Aynı şekilde, Doğulu düşünce de mevcut çıkmazlarını aşmayı istiyorsa, bunu ancak Batılılaşma yoluyla gerçekleştirebilir; fakat bunun sonuçları Batının bildiği her şeyden çok farklı olacaktır.

KAYNAKÇA

Aydın, M. (2000). İslam’ın Evrenselliği. İstanbul: Ufuk Kitapları.

———-  (1999). İçe Kritik Bakış. İstanbul: İyi

Adam Yayınları.

Barrett, W. (2003). İrrasyonel İnsan (çev. Salih Özer), Ankara: Hece Yayınları.

Bauman, Z. (2003). Modernlik ve Müphemlik (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı Yay.

————- (2000). Siyaset Arayışı (çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Metis Yayınları.

Berten, A., da Silveira, P., Pourtois, H. (2006). Liberaller ve Cemaatçiler, Ankara: Dost Kitabevi.

Billington, R. (1997). Felsefeyi Yaşamak: Ahlâk Düşüncesine Giriş (çev. Abdullah Yıl­maz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Cevizci, A. (2014). Etik: Ahlâk Felsefesi, İstanbul: Say Yayınları.

Filizok, R. (1986). Mehmet Akif’in Batı Medeni­yetine Bakış Tarzı, Ölümünün Ellinci Yı­lında Mehmet Akif Ersoy, İstanbul: Ede­biyat Fakültesi Basımevi.

Frankena, W. (2007). Etik (çev. Azmi Aydın), Ankara: İmge Kitabevi.

İkbal, M. (2011). İslam Toplumunun Yapısı (çev. Ali Yüksel), İstanbul: Beka Yayınları.

———- (2006). Şarktan Haber (çev. Ali Nihat Tarlan), İstanbul: Sufi Kitap.

———- (2012). İslam Düşüncesi (çev. Yusuf Kaplan), İstanbul: Külliyat Yayınları.

———- (2007). Yansımalar (çev. Halil Toker), İstanbul: Kaknüs Yayınları.

———- (2008). Cavidname (çev. Halil Toker),

İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Nietzsche, F. (2002). Güç İstenci (çev. Sedat Um- ran), İstanbul: Birey Yayınları

Nietzsche, F. (2001). Ahlâkın Soykütüğü (çev. Ahmet İnam), İstanbul: Yorum Yay.

Popper, K. (2005). Daha İyi Bir Dünya Arayışı (çev. İlknur Aka), İstanbul: YKY.

Russell, B. (1998). Sorgulayan Denemeler (çev. N. Arık), Ankara: Tübitak.

Touraine, Alain, Demokrasi Nedir?, çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2011.

Tüzer, A. (2013). İkbal’in Modernlik Paradoksu, The Journal of Academic Social Science Studies, 6 (5), 755-790.

Wagner, Peter, Modernliğin Sosyolojisi, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İs­tanbul 2000.

—————————————————

Kaynak:

Abdüllatif TÜZER, “Ahlak Medeniyeti” Söylemi Üzerine Eleştirel Düşünceler – Critical Thoughts On The Discourse Of “Civilisation of Morality” The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS3227, Number: 41 , p. 27-34, Winter II 2015

—————————-

[i] Muş Alparslan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü

 

Yazar
Abdüllatif TÜZER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen