Protestan Etiğine Dayalı Liberal Ahlakilik ve Ekonomik Küreselleşme

Protestan Etiğine Dayalı Liberal Ahlakilik ve Ekonomik Küreselleşme[i]

husnu ezber bodur

 

Prof. Dr. Hüsnü Ezber BODUR[ii]

Özet

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde dünya ölçeğinde görülen değişmeleri vasıflandırmak için kullanılan küreselleşmenin te­mel akidelerinden birini, bu süreçte üsten aşağıya tüm toplum- ların genişleyen ekonominin nimetlerinden yararlanacağı savı oluşturmuştur. Ancak kısa zamanda bunun pek de geçerli ol­madığı görülmüş,başta küresel güçler olmak üzere küreselleş­menin sürdürülebilirliği üzerinde çeşitli tartışmalar başlatılmış­tır. Bu süreçte başat küresel aktörlerin kimi siyasetçileri ve teo- risyenleri Protestan etiğine dayalı liberal ahlakiliğin yeniden üretilip güncelleştirilmesiyle bu tür sıkıntıların üstesinden geli­nebileceğini ifade etmişlerdir. Bununla ilintili olarak ülkemizde de bazı dini oluşum ve cemaatlerin Protestan etiği ilkelerinin sadık uygulayıcıları olduklarından övgüyle bahsedilmiştir. Kü­resel aktörlerin Kalvinist Müslümanlar ya da “İslami Protestanlar” gibi kavramsallaştırılmalarına karşı oluşlarını ifade etmele­rine rağmen, zımnen bu liberal ahlakiliğin, Protestan çoğunluklu ülkelere nazaran kendileri tarafından tam bir biçimde uygulan­dığı mesajı verilmektedir. Bu makalenin ikinci bölümünde bu konu küresel ahlakilik bağlamında analiz edilecektir.

Anahtar Kelimeler: yeni ekonomi, neo-liberal doktrin, protestan ahlakı, ulus-devlet, İslami kalvinistler, Anglo- Protestan kültür, Peter Bergrr, Huntington.

Liberal Morality Based On Protestant Ethic and Economic Globalization

Abstract

One of the main creeds of globalization which is used to describe the changes during the last quarter of the twentieth century has formed the claim that it would benefit all societies, producing worldwide economic expansion which its wealth would trickle down to all people. But in a short time, it became apparent that it would not be realized, firstly the global forces and other various sections related globalization have com­menced the discussions on the sustainability of this process. In this process, some of the theorists and politicians of the leading global actors stated that it was possible to overcome the dan­gerous consequences of globalization by reproducing the liberal morality based on Protestant ethic. ethic. In connection with these developments, some of the religious sects and communi­ties which operate their activities secretly in Turkey have been mentioned boastly by these global actors due to their sincere followers of the principles of Protestant ethic. However, al­though the leaders of these communities have stated to be against the naming of global actors such as “Islamic Calvinist” or “Islamic Protestant”, in fact they seem to be happy tacitly by considering both their application of this ethic was very com­plete in terms of Protestant majority countries and their activi­ties would be legitimate under the aegis of these forces. The second part of this article will analyze this issue in the context of global morality.

Key Words: New economy, neo-liberal doctrine, protes­tant ethic, nation-state, Islamic Calvinists , Anglo-Protestan cul­ture, Peter Berger, Huntington.

Geride bıraktığımız yüzyılın bilhassa son çeyreğinde dünyamız, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir etkinlik ve genişlikte değişim tecrübesi yaşamış ve halen de yaşamakta­dır. Bilim adamları, toplum önderleri, siyasetçiler, sosyal bi­limciler, iş adamları, sanatçılar, medya mensupları kısaca top­lumun her kesiminden insanlar arasında yeni teknolojilerin, yeni kurumsal yapının, yeni kültürün ve yeni ekonominin şe­killendirdiği bir dünyanın doğduğu şeklinde yaygın bir kanaat hakim olmuştur.[1]

Dünyanın tecrübe ettiği bu olağanüstü değişimi tasvir etmek ve özetlemek üzere küreselleşme sözcüğü kullanılmaya başlamıştır. Buna göre küreselleşme, gelişmiş dünyanın her­hangi bir yerinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal olayla­rın başka toplumların üzerinde de etkili olması sebebiyle top­lumlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın giderek arttığı bir sü­rece işaret etmektedir. Karşı konulmaz ya da döndürülemez bir güç ve süreç olarak ifade edilen küreselleşmenin meydan okumalarına ve etkilerine karşı boyun eğmekten başka bir ça­renin olmadığı da her platformda açık ya da üstü kapalı bir şekilde dile getirilmiştir. Böylece küreselleşme bir yandan dünya ölçeğinde görülen mal ve hizmetlerin, teknolojilerin, fi­kirlerin, sermayenin, emeğin, kültürel unsurların akışkanlığını belirten bir kavram olması hasebiyle tasvir edici olurken bir yandan da yeni dünya düzeninin ilkelerinin benimsenmesi doğrultusunda zımnen bir yönlendiriciliği de içinde taşımakta­dır.

Neo-liberal doktrinin üzerinde şekillenen ekonomik kü­reselleşme ile ilgili farklı yaklaşım ve stillerde yazılan çok sayı­da kitap,dergi, makale vb. türden yayın sayesinde bu konuda geniş bir literatür doğmuştur. Bu çalışmalar ilkin, Enformas­yon Teknolojisi Devrimine dayalı küresel enformasyon ve ileti­şim ağının yol açtığı yeni ekonominin dünya ölçeğinde meyda­na getirdiği derin ve kapsamlı değişimi anlamaya yönelik ol­muştur. Küreselleşmenin mahiyetini ve sonuçlarını anlama çerçevesinde gelişen bu teşebbüslerin yanı sıra, küreselleşme­nin sosyal, insani ve etik boyutları da bir yandan yeni bilimsel yayınlar ve çalışmalar yoluyla, bir yandan da oluşturulan çe­şitli “forum”lar altında ele alınmaya başlamıştır.

Ekonomik küreselleşmenin neo-liberal ideolojisi bağla­mındaki prensipleri, çok uluslu şirket liderleri ve yöneticileri, 1990ların ortasında ortaya çıkan Dünya Ticaret Örgütü, G-7 olarak bilinen önde gelen kapitalist ülkeler, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel finansal kurumlar tarafından belirlen­miştir. Böylece, yeni ekonominin kuralları doğrultusunda yü­rütülen serbest ticaretin sağlayacağı ekonomik gelişmenin üs­ten aşağıya tüm ülkeleri etkileyeceği ve fakirliği geniş ölçüde ortadan kaldıracağı hususunda yaygın bir inanç hasıl olmuş­tur. Ancak küresel ticaretin yoksulluğu ve sosyal dışlanmayı azaltacağı yönündeki neo-liberal iman ve itikadın pek de geçer­li olmadığı kısa zamanda görülmüş, hatta bunun yoksulluğu, adaletsizliği ve dışlanmışlığı daha da artırdığı gözlenmiştir.

Böylece küreselleşmenin ekonomik etkilerinin yanı sıra sosyal, siyasal ve kültürel etkilerini de dikkate alan siyasetçi­ler, bilim adamları hatta bizzat küresel aktörler bu haliyle kü­reselleşmenin ne kadar sürdürülebilir olduğu hususunda tar­tışmaya başlamışlardır. Ünlü finansör George Soros, ekonomik küreselleşmenin temellendirildiği neo-liberal doktrinden piyasa fundamentalizmi olarak söz etmiş ve fundamentalizmin her çeşidi gibi bunun da son derece tehlikeli olduğunu belirterek küreselleşmenin geleceği hakkında endişelerini dile getirmiş- tir.[2] Böylece küreselleşmenin taşıdığı sosyal dışlanmışlık sosyo-kültürel yozlaşma ve çözülme, çok hızlı ve yaygın çevre kirliliği, yeni hastalıkların yayılması, fakirliğin ve adaletsizliğin artması, yabancılaşma ve yalnızlaşma toplumsal ümitsizlik ve memnuniyetsizlik gibi birbiriyle ilişkili çok ciddi ekonomik, sosyal,kültürel ve siyasal tehlikeler ekonomik aktörler arasın­da da önemli endişelere yol açmıştır.

Bu yüzden küreselleşmenin dünyanın giderek belirsiz ve güvenilmez bir mecraya sürüklenmesi karşısında önde gelen küresel güçlerin oluşturduğu Davos Ekonomi Forumunda bir dizi önlemlerin alınmasının şart olduğu dile getirilmiştir. Bu arada neo-liberal doktrinin dayandığı muhafazakar ilişkiye ve bununla ilintili moraliteye önem vererek küreselleşmenin işle­yişinde gözlenen aksaklıkların üstesinden gelinebileceği şek­lindeki bir kanaatin de dikkatlerden kaçmadığını belirtmek isterim.

Ekonomik küreselleşmeyi “Davos Ruhu” olarak yücel­ten ünlü din sosyologu Peter Berger, liberal moral değerlere küresel ölçekte yeniden işlerlik kazandırılarak bu süreçte gözlenen aksaklıkların giderilebileceğine inanmaktadır.[3] Berger, dönemin iç ve dış siyasal gelişmelerinin neden olduğu kaotik ortamda kaleme aldığı “Kutsal Kubbe” (The Sacred Canopy: Elements of a Sociological Theory of Religion, Doubladey, New York, 1967) isimli kitabında dinin birleştirici semboller ve dünya görüşü sağlayıcı fonksiyonuna vurgu yapmaktadır. Sekülerleşme sürecinin dini dünya görüşünü zayıflatacağı­nı dolayısıyla toplumsal dezentegrasyona yol açacağını belirten Berger, daha önceki sekülerleşme ile ilgili görüşlerinden vazge­çerek Anglo-Protestan kültüre etkinlik kazandırılmasını iste­mektedir. zayıflamasının toplumda dizentegrasyona yol aça­cağını belirterek Anglo- Protestan kültüre etkinlik kazandırıl­masını istemektedir. Böylece muhafazakar bir yaklaşım sergi­leyen Berger, ortak değerlere bağlılığın toplumsal düzen için bir temel oluşturacağına inanan Amerikalı Fonksiyonalist Talcott Tarsons’un yolundan giderek muhafazakar moralitenin küreselleşmesiyle bu sürecin yol açabileceği sorunların gideri­lebileceğine inanmaktadır.

Bilhassa kurtuluşçu dinlerin evrenselleşme pratikleri ve bununla eş zamanla yürüyen dış ticaretin uluslararası bir ka­rakter kazanması tarihte küreselleşmenin prototipi olarak gö­rülebilir. Ancak bu tip küreselleşme benzeri süreçte din; mer­kezî bir konumda iken, bugün seküler karakterli yeni teknolo­jik ve kültürel güçler küreselleşmenin yeni motivasyon kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Biraz evvel, kısmen değindiğimiz gibi, bu yeni süreçte Evanjelik Protestanlığın izleri görülmekte ve meşrulaştırıcı bir güç olarak bundan yararlanılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır.Berger,Amerikan toplumunun ayırt edici ana kültürünün temelini Anglo-Protestanlığın oluşturduğunu söy­leyen Huntigton’un görüşlerini paylaşmaktadır.

Bilindiği gibi, üzerinde hararetli tartışmaların yapıldığı “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya atan Samuel Huntington’a göre püritanik Protestanlık ya da Anglo-Protestan kültür, Amerikan merkezi kültürünün temelini oluş­turmaktadır. Dolayısıyla merkezi kültüre karşı gelebilecek her türlü düşünce ve oluşumun bu egemen ideolojiye karşı yürü­tülecek bir kampanyanın parçası olarak değerlendirileceği vur­gulanmaktadır. Huntigton, Amerika’nın ayırt edici Anglo-Protestan kültürünün oluşturucuları arasında; İngilizce’yi, Hıristiyanlığı, dinsel bağlılığı, bireyciliği, iş ve çalışma ahlakını, “tepedeki şehir” mitolojisinde olduğu gibi dünyada cennet ya­ratma yolunda çalışmayı, yani, Protestan değerleri saymaktadır.[4] Anglo-Protestan kültürdeki çok çalışma, tutumluluk, ka­zanma ve servetin yeniden yatırıma yönlendirilmesi gibi öğe­lerden oluşan iş ahlakı, küreselleşmenin taşıdığı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel tehlikeleri giderme vasıtası ola­rak görülmektedir. Böylece Weber’in, modern kapitalizmin güdüleyicisi olarak gördüğü Protestan iş ahlakı, neo-liberal doktrin bağlamında tekrar gündeme getirilmiş olmakta- dır.Böylece hem Berger, hem de Huntington neo-liberalizmin ahlaki çerçevesini çizmeye çalışarak dinden yararlanıp küre­selleşmenin ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.

Protestan gelenekselciliği ile Amerikan mitolojik unsur­ları arasında bir etkileşimin ve bunun küreselleşme ile ilişkisi­nin analizi, yukarıda belirttiğimiz argümanı destekler mahiyettedir. Nitekim, bağımsız olmayı tercih eden kimse anlamın­da “yalnız” teriminin Amerikan gündelik diline özgü olduğu belirtilmiştir. Böylece Amerikan popüler kültüründe “yalnızlar” önemli mitolojik figürler olmuştur. Hollywood filmlerinde sıkça işlenen tema olarak “yalnız adam”, hatta tüm dünyada başta çocuklar olmak üzere her yaştan insanın zevkle izledikleri çizgi filmlerindeki Süpermen, Batman, Redkit gibi “kötülüklerle sa­vaşan yalnız adam figürü” sembolik olarak güçlü bir küresel aktörün doğmasında katkıda bulunan unsurlardan biri olmuş­tur. Buna ilaveten Amerikan kültüründe Protestan orijinli bir başka mitolojik figür olan “tepedeki şehir” silueti,[5] Amerika’nın küresel bir güç olarak yer yüzünde adaleti temsil etme hak ve yetkisine sahip olması biçimindeki anlayışlara dayanak oluşturulmuştur. Böylece, belirtmeye çalıştığımız Amerikan ege­men kültüründeki neo-liberal doktrin, küreselleşmenin eko­nomik ayağını oluştururken, puritan Protestanlık da küresel­leşmenin dini temelini oluşturmuştur.

Bu analizler ışığında, ekonomik küreselleşmenin taşıdığı riskleri bertaraf edebilmek için liberal ahlaki prensipleri be­nimsemiş muhafazakar ve son derece muğlak olan ılımlı dini oluşumlara dini çoğulculuk bağlamında fırsat verildiği, hatta bunların teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Mesela, dini çoğulcu­luğun toplumun istikrarı ve işleyişine önemli tehdit oluşturdu­ğunu savunarak kelimenin tam anlamıyla konsensüs teorisyenlerinden biri olan Berger’in cemaatçi yapılara arka çıkması dikkatlerden kaçmamaktadır. Nitekim Berger, küçük dini olu­şumların ya da dini hareketlerin neo-liberal ekonomik doktrine dayalı küreselleşmenin sürdürülebilir olmasında etkili olabile­ceğini belirtmektedir.[6] Bu arada neo-liberal ideolojinin baş mimarlarından biri olan Hayek’in de aile benzeri cemaatçi din­sel oluşumların yeni ekonomik modelin işleyişinde fonkyonel olduğu görüşünü hatırlatmak isterim.Aslında bu teorisyenler, bugün Amerikan yönetiminde etkin olan ve fonksiyonalist perspektiften dinin statükonun devamında fonksiyonel oldu­ğuna inanan “neo-con”ların düşünce ve aksiyonlarının temeli­ni oluşturmuşlardır.

Halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu kimi ülke­lerde, neo-liberal küresel ideoloji kapsamında yer alan Protes­tan iş ahlakına uygun hareket edildiği hatta Protestan çoğun­luklu ülkelere göre daha iyi riayet edildiği ifade edilmektedir.[7] Bu bağlamda ülkemizde, Avrupa İstikrar Girişimi adlı merkezi Berlin’ de bulunan bir sivil toplum örgütü tarafından yaptırı­lan ve Kayseri’yi merkez alan “İslami kalvinistler; Orta Anado­lu’da değişim ve Muhafazakarlık”[8] isimli rapordan kısaca söz etmekte yarar vardır.

Adı geçen kuruluş tarafından hazırlatılan raporun 19 Eylül 2005 yılında yayınlanmasını müteakiben Türk basının­da, bu rapor etrafında çeşitli tartışmalar yaşanmıştır.[9] Rapor­da, Kayseri’de birçok kişinin, son yıllarda Kayseri ve Orta Ana­dolu kapitalistlerinin yükselişini Protestan çalışma ahlakına atıfta bulunarak açıkladıklarından söz edilmektedir. Ayrıca raporda görüşlerine başvurulanların bir bölümünün, Kayseri halkının çok çalışan Protestan olduklarını ve bunların ekono­mik yönden yaşanan gelişmeleri anlayabilmek için Batı’da kapitalizmin doğuşunu Protestan ahlakı ile ilişkilendiren Max Weber’in iyi değerlendirilmesi gereğini vurguladıkları belirtil­mektedir. Böylece Weberci modelin özelde Kayseri merkezli küçük ve orta ölçekli işletmelerde genelde Türk toplumunda uygulanmasıyla batılı toplumlarda görülen kapitalistik geliş­melere benzer sonuçların elde edilebileceği, böylece küresel­leşmenin sürdürülebilir kılınabileceği bizzat küresel aktörler tarafından üstü kapalı şekilde ifade edilmektedir.

Bireycilik ve girişimcilik ekseninde oluşturulmaya çalışı­lan Türk İslam’ının; çok çalışmayı, her türlü spekülatif eğilim­lerden uzak durmayı, tutumluğu ve kârları yeniden yatırıma döndürmeyi özendirdiği ifade edilerek bunun, Protestan iş eti­ğinin rehberliğinde, ekonomik başarıya yol açacağı şeklindeki savın, küreselci aktörler tarafından teşvik edildiği anlaşılmak­tadır. Yine raporda liberal moralitenin egemen değerinin özgür­lük olduğu ve bu kavramın da muhafazakar çevreler için birey­ler üzerinde devlet müdahalesinin olmaması anlamına geldiği şeklindeki Amerikan Anglo-Protestan kültürüne dayalı küre­selci anlayışın izlerine rastlanmaktadır. Şöyle ki, bünyesinde Anadolu şirketlerinin çoğunun yer aldığı MÜSİAD’ın yayınları arasında yer alan Homo Islamıcus adlı kitapçıkta ekonomik hayatta devlet müdahalesinin sınırlandırılması gereği, Hz. Muhammed’e atıfta bulunarak dile getirilmekte,[10] İslami anlayışta devletin piyasaya müdahalesinin söz konusu olamayacağı vurgulanmak suretiyle ekonomi kurumunun kuralları çerçevesin­de yürütülmesi gereken ekonomik faaliyetler dinin alanına sokulmaya çalışılmaktadır. Böylece din, çeşitli çıkarlar için is­tismar edilmekte, bir yandan da küresel kapitalizm için uygun düşecek çabalar özendirilmiş olmaktadır.

Küreselleşme sürecinin halkının çoğunun Müslüman olduğu ülkelerdeki etkileri ve yansımaları, İslam’ın evrenselliği ve toplumsal katmanlara kültürel nüfuzu gibi eski iç dinamik kalıplarını[11] harekete geçiren dışsal bir faktör olarak çeşitli reaktif dinsel ve etnik oluşumlara fırsat vermesi biçiminde ol­maktadır. Buna göre küreselleşmenin dinsel hayattaki görü­nümü, dinsel çoğulculuk bağlamında ılıman dini oluşumlar­dan siyasal köktenci eğilimlere kadar tüm dini cemaat ve eği­limleri içermektedir.

Müslüman çoğunluklu ülkelerde çok çeşitli dinsel olu­şumların gelişmesi için uygun ortam yaratan küreselleşme olgusu, bir yandan neo-liberal doktrine bağlı kendilerini ılıman olarak gören kimi İslamcı cemaatlerin artmasına, bir yandan da radikal dinsel hareketlerin gelişmesine yol açmaktadır. Bi­lindiği gibi uluslar arası finansal kurumlar yoluyla küreselleş­me olgusu, sosyal devlet yapısının zayıflamasıyla sonuçlana­cak politikaları liberallik çerçevesinde bu ülkelerde dikte ettir­mektedir. Böylece siyasal motivasyonlu radikal dini hareketle­rin sosyal refah alanında çeşitli faaliyetlere girişerek güçlenme­lerine zemin hazırlamaktadır.

Buna ilaveten, Arap dünyasında küresel aktörlerin des­teklediği otoriter ve anti-demokratik rejimler, köktendinci ha­reketlerin gelişmesi için uygun ortamları hazırlamış gözükmektedir.[12] Ayrıca devleti dinsel pirensiplere göre düzenlemeyi amaçlayan çeşitli varyantlarıyla İslamcılık ideolojisi etrafında örgütlenen bu din temelli siyasal oluşumlar, hem küresel güç­ler, hem de bazı İslamcı ve liberal yazarlar tarafından demok­ratik çerçevede toplumsal değişimi savundukları ve birer sivil toplum organizasyonları oldukları şeklinde değerlendirilerek teşvik bile görmektedir.

Küreselleşmenin homojenleştirici etkilerinin yanında eş anlı olarak lokal farklılıkları yani partikülaristik eğilimleri bes­lediği şeklinde bir kanaatin sosyal bilimciler arasında yaygın olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede küreselleşmenin paradok­sal olarak, oldukça yoğun biçimde lokal farklılıkları teşvik et­mesini Robertson “glocalisation” terimiyle ifade etmektedir.[13] Buna göre, çok uluslu şirketlerin başarılı olabilmeleri için mal ve hizmetlerini götürdükleri ülkelerde önceden mevcut olan kültürel anlam çerçevelerine uyarlanmaları vurgulanmıştır. Aslında, son derece donuk ve ruhsuz olan küresel ürünlere lokal pratik ve gelenekler çerçevesinde, yeni bir biçim ve anlam kazandırılması, karşı konulamaz bir güç ve olgu olarak empoze edilen küreselleşmenin, bünyesinde taşıdığı riskleri ve belirsiz­likleri giderme çabası olarak görülebilir.

Küreselleşmenin daha evvel belirttiğimiz gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerde çeşitli dini oluşumların ve radikal İs­lam’ın yükselişine ve etnik milliyetçiliklerin artmasına yol aç­ması gibi ürettiği tehditler karşısında ulus-devletin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz küreselleşmenin bilhassa gelişmekte olan ülkelerdeki sosyal ilişkiler ve siyasal kimlikler üzerindeki etkisi bağlamında mikro milliyetçilikleri teşvik et­mesi, ülke bütünlüğü açısından çok ciddi tehditler oluştura­cak mahiyettedir.

Küreselleşme çağında ulus-devletlerin durumu ve gele­ceği hakkında ortaya konan görüşleri üç başlık altında topla­mak mümkündür.[14] Bunlardan birincisini, ekonomik küresel­leşmenin, sınırları büyük ölçüde ortadan kaldırarak ulusal ekonomileri zayıflatacağı ve sonuçta temel siyasal ve ekonomik birimler olan geleneksel ulus-devletlerin sonunun yakın oldu­ğunu iddia eden tez oluşturmaktadır.

Küreselleşmenin insanlık tarihinde görülen yeni bir dö­nem olmadığını ve bunun daha çok Batılı emperyalizmin yeni bir safhasını teşkil ettiğini ileri süren septik eğilimli yazarlara göre küreselleşme, medeniyetler arası çatışmalara yol açmakta ve bu çerçevede ulus-devletlere büyük görevler düşmektedir. Bu ikinci yaklaşım çerçevesinde ulus-devletlere, neo-liberal kurallara uygun programlar uygulamak bakımından olumlu bir fonksiyon yüklenmekte ve yine küreselleşmeye karşı Avru­pa Birliği gibi finansal ve ticari bölgeselleşme ya da bloklaşma sürecinde ulus-devletin gücü ve önemi vurgulanmaktadır.

Üçüncü tez, küreselleşmeyi, tek bir dünya toplumunun ortaya çıkması olarak görmemekte, tersine, küresel dünyaya entegre olanlarla marjinal kalanlar gibi yeni küresel tabaka­laşma kalıplarına göre toplumları ele almaktadır. Bu yaklaşı­ma göre, küreselleşen dünyaya önemli katkı yapma kapasitesi ve potansiyeli anlamında güçlü ulus-devlet vurgusu yapılmak­tadır. Ülkeyi dünyaya kapatmak yerine dünya gerçeklerini gö­zeten, neo-milliyetçilik temelli ulus-devlet anlayışı benimsen­miş gözükmektedir.

Küreselleşmenin bu haliyle taşıdığı riskler nedenliye sürdürülemez olduğu görüşü, küresel aktörler arasında yay­gınlık kazanmış ve bu çerçevede liberal ahlakçılığa önem veren Dünya Ekonomi Forumu gibi çeşitli toplantılarda bu konu ile ilgili çözüm yolları aranmıştır. Buna karşılık sosyal moraliteyi benimsemiş daha adaletli dünya görüşünü savunan ve insani yönü öne çıkaran “Dünya Sosyal Forumu”da birincisinin tam karşı kutbunda yer alarak bu konuda politika üretmeye çalış­maktadır. Farklı bakış açılarını benimsemiş her iki yaklaşım da küreselleşmenin önü alınamaz bir süreç olduğunu kabulle, bunun ömrünü uzatmaya yönelik çabalar olarak küresel işbir­liğini vurgulamakta ve faaliyetlerini küresel platformlara taşımaktadır. Sosyal moraliteye önem vererek daha adil bir dünya oluşturmaya katkı sağlamayı küresel işbirliği bağlamında ele alan bu tür organize çabalar da aslında ulus-devleti zorunlu kılmaktadır.

Küreselleşmenin ulus-devlet karşısındaki tutumu ile il­gili görüşler ışığında, ulus temelli devlet yapılanmalarının hem büyük güçlerin etkisine açık hale gelmiş küçük parçalara bö­lünme biçiminde ortaya çıkan tehditleri, hem de onun ekono­mik, sosyal ve kültürel alanlardaki olumsuz etkilerini önleme bağlamında hala önemini koruduğu anlaşılmaktadır.

Dağılan Osmanlı İmparatorluğunun enkazları arasından Türkiye Cumhuriyetini kuran büyük Atatürk, ulus-devlet mo­deline dayalı bir siyasi yapılanmanın genç Cumhuriyet için en uygun yol olduğunu görmüş ve uluslaşmaya yönelik reformla­ra hiç vakit kaybetmeden girişmiştir. Toplumsal entegrasyonu sağlamada hayati öneme haiz modern mekanizmalardan biri olarak gördüğü milliyetçilik etrafındaki ulus-devlet anlayışı, etnisite ve siyasal sınırların özdeşliğine dayalı Batı tipinden ayrı kendine özgü bir model olarak temayüz etmiştir.

Etnik kimliği ve dini ne olursa olsun Türkiye Cumhuri­yeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlanan herkesin Türk ol­duğu ilkesine dayalı Atatürk milliyetçiliğinin temel girdileri, Anayasamızın 2. maddesinde somutlaşan laiklik, demokrasi, sosyal hukuk devleti prensipleridir. Türk devletinin temel ilke­lerinin tavizsiz uygulanması, içe kapanmayan küresel dina­mikleri dikkate alan ve bu çerçevede ulus ve devleti sürdürü­lebilir kılan iyi kurulmuş ulus-devlet modeli, küreselleşme ile baş edebilme potansiyeline ve gücüne sahiptir.

Çeşitli dini oluşumların ve ırksal temele dayalı mikro milliyetçiliklerin ulusal bütünlüğümüze ve üniter yapımıza karşı oluşturduğu tehditleri bertaraf edebilmek için Atatürk milliyetçiliğine dayalı, güven politikalarını yeniden önemli hale getirmeye çalışmamız gerekmektedir.Ancak böyle bir mentalite ile, küresel aktörler tarafından küreselleşmenin ömrünü uzatmaya yönelik olarak geliştirilen çeşitli tezlere dayanak olmadan ve bu sürecin olumsuzluklarının maliyetlerinden kurtulabilmek mümkün olabilecektir.

 Dipnotlar

[1] Ekonomik küreselleşmenin sonuçları hakkında bkz. F.Capra, The Hidden Connections, Harper Collins, London, 2003, s.113-137

[2] Capra, The Hidden Connections, s.137

[3] F. Keyman, “Küreselleşme Sosyal Adalet ve Sol”, Radikal İki, 02.09.2006

[4] J. B. Tamney, “The Failure of Liberal Morality”, Sociology of Religion, 66/2, 2005, s. 108.

[5] Tamney, The Failure of Liberal Morality, s.103-104

[6] G. Dorrien, “Berger: Theology and Sociology”, Woolhead, L.(ed),Peter Berger and the Study of Religion, Routlege, London, 2001, s.26-39.

[7] S. Alpay, “İslam ile Batı Nerede Ayrılıyor”, Zaman, 30.10.2006.

[8]   “Islamic Calvinists: Change and Convervatism in Central Anatolia”, 19 September 2005, Berlin-Istanbul başlıklı raporun tam metni için bkz: www.esiweb.org

[9]  Söz gelimi, S. Yılmaz, “Kayseri ve İslami Kalvinistler”, Milliyet, 20.10.2005; Ö. İnce, “Protestosuz Protestanlar”, Hürriyet, 08.02.2006; E. Özkök, “Tür­kiye’nin ‘Calvin’i Kim?”, Hürriyet, 20.03.2006; Ş. Alpay, “İslami Kalvinistler”, Zaman, 08.10.2005; Ö. İnce, “Dinin Ekonomiye Alet Edilmesi”, Hürriyet, 17.02.2006, gibi yazılar bunlardan sadece bir kaçıdır.

[10] Ö. İnce, “Avrupa İstikrar Girişiminin Amacı Ne?”, Hürriyet, 15.02.2006

[11] Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz: S. A. Arjomand, “İslam, Political Change and Globalization”, Thesis, Eleven, Number 76, February 2004, s.9-28.

[12] Bkz.; L. A. Stone, “The Islamic Crescent İslam, Culture and Globalization”, Innovation,15/2, 2002, s.121-131; F. Najjor, “The Arabs, İslam and Globa­lization”, Middle East Policy, 12/3, Fall 2005, s.91-102.

[13] S. Vertigons-P.W.Sutton, “Globalizations Theory and Islamic Praxis”, Glob­al Society, C. 16, S.1, 2002, s.34.

[14] Küreselleşmenin Ulus-devlet üzerindeki etkisi ile ilgili üç söylem hakkında bkz. F. Başkan, “Globalization and Nationalism: The Nationalist Action Par­ty of Turkey”, Nationalism and Ethnic Politicizes, 12, 2006, s. 83-105.

[i] KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8 (2006) s. 1-13

[ii] KSÜ İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, [email protected]

Yazar
Hüsnü Ezber BODUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen