Kutadgu-Bilig’ deki Ahlâk ve Siyaset Felsefesi

Kutadgu-Bilig’ deki Ahlâk ve Siyaset Felsefesi[i]

 

mahmut arslan2

Prof. Dr. Mahmut ARSLAN[ii]

 

“kişen ol kişike bilig hem ukuş; kişenlig yaragsızka barmaz öküş”

(Bilgi ve akıl insan için frendir; freni olan kötü işler yapmaz)

YUSUF HAS HACİB

“Kötülük bilgi eksikliğinden doğar”

Sokrates

Kutadgu-Bilig, tür olarak bir “siyaset-nâme”dir. Türklerin belli başlı ilk İslâmî eseri olan Kutadgu-Bilig, bugünkü ölçüleri­miz açısından bakılırsa teokratik bir “siyaset” eseri olarak kar­şımıza çıkmaktadır. Nasıl FARABI, devlet reisini “Peygamber hırkası giymiş bir EFLATUN” gibi düşünmüşse, YUSUF HAS HACİB de aynı atmosferin çocuğu olduğu için başka türlü düşüne­mezdi.                                                                 

Kutadgu-Bilig’in bize tasvir ettiği devlet teokratik ise de, hükümdar (=ilig), ne bir zorba (=Tyran), ne bir despot, ne de bir “Machiavélique” prenstir. Başta bilginler olmak üzere bir çok danışmanı vardır. O, âdil kanun (=köni törü) yapar, adaletli ve merhametlidir. Halka doğru yolu gösteren, erdemleri öğreten, bilgiyi her şeyin üstünde tutan bir ahlâk sembolüdür. Yüzyıllar sonra Batı’da “Aydın Kral” denilen hükümdar tipidir. PLATON’ un, ARİSTOTELES’in, FARABÎ’nin anlayışına göre, bilgi en bü­yük erdem olduğu gibi, YUSUF’a göre de bütün erdemler bil­giden doğar.

Doğu’da, Kutadgu-Bilig türündeki siyasetnamelerin yazılış nedenlerini kısaca şöyle açıklayabiliriz :

Tarih boyunca Doğu’da, halk kitlelerinin istediği ve dilediği biricik nimet, adalet olmuştur. Ve çoğunlukla adalet, vezirlerin, kadıların, güç ve yetki sahibi devlet adamlarının haksız işlemle­rinden, zulümlerinden korunabilmek anlamına gelmiştir.

Halkın ızdırabını, devlet hayatındaki düzensizlikleri yakından gören ve yaşayan düşünürler, filozoflar ve devlet adamları, her fırsatta hükümdarlara, vezirlere adalet tavsiye etmişler, adalet olmadıkça, devlet ve saltanatın dayanaktan yoksun kalacağını anlatmaya çalışmışlardır.

İşte bu tür kaygılarla kaleme alınmış “Siyaset-nâme”ler, bizim için, Orta-Çağ Doğu uluslarının toplum ve devlet gelenek­lerini, zihniyetlerini ve felsefelerini bilmek bakımından paha bi­çilmez belgelerdir. İşte bu tür eserlerden biri olan YUSUF HAS HACİB’in “Kutadgu-Bilig” (=Devlet Yönetme Bi 1 gisi)’i, ayrıca kendi ulusal kültür tarihimiz bakımından da eşsiz bir hazinedir.

Kutadgu-Bilig’de yönetici olarak sadece hükümdar (=ilig) vardır. Bir “Kurultay”, bir “meclis” ya da herhangi bir <s.urul ve kurumdan söz edilmemiştir. Hükümdarın baş danışmanı (=er ögi), başbakanı (=vezir) bakanları ve görevlendirdiği memurlar (=tapugcu) vardır. Sonra devlet kadrosu içinde bilginler önemli bir yer tutmaktadır. Devletin başlıca amacı, sık sık belirtildiği gibi, adalet ve halkın refahıdır.

“Kutadgu-Bilig”in yazılışındaki başlıca amaç, bir taraftan XI. yüzyıl Türk aydınlarının ahlak, siyaset ve devlet yönetimi alanındaki geleneksel görüş ve anlayışlarını bir kitapta toplaya­rak, bu geleneksel ahlak ve devlet anlayışını gelecek kuşaklara bırakmak; diğer taraftan ise hükümdarlara ve devlet adamlarına bu gelenekleri anlatmak ve bu ahlak, siyaset ve devlet düşünce­sini aşılamak olsa gerektir.

Çin, Hind ve İslam felsefî sistemlerini iyi bildiği şüphesiz olan YUSUF’un, yine o kadar da kendi öz kültürüne ve diline de bağlı olduğu eserinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca “Kutadgu-Bilig”, çağının komşu edebiyat geleneklerini de yansıtmak­tadır. Eserde, İslâm-öncesi Türk gelenekleri, steplerin dinamik hayatı türlü renk ve motifler içinde yer almaktadır. Bu bakım­dan YUSUF’un eseri, Türk dil ve edebiyatı kadar, Türk sosyolo­jisi, Türk devlet düşüncesi ve Türk Kültür Tarihi bakımından da son derece önemlidir.

YUSUF HAS HACİB bu eseri ile, insan hayatının anlamını ve insanın toplum ve dolayısıyla devlet içindeki görevlerini tes- bit edip inceleyen bir toplum ve devlet felsefesi sistemi kur­muştur.

“Kutadgu-Bilig”in yazılmış olduğu XI. yüzyılda, Orta-Asya Türk dünyasının geçirmekte olduğu uygarlık değişiminin, eski ve geleneksel değer ve yargıların şiddetle sarsılmış bulunuşunun et­kisiyle YUSUF, böyle bir eser yazarak, sarsılan ahlak ve siyasi prensipleri yeniden ele almak; gelecek kuşaklara ve kurulacak yeni Türk devletlerinin hükümdar ve devlet adamlarına derli-toplu bir ahlak ve siyaset doktrini bırakmak istemiş olabilir.

“Kutadgu-Bilig”den anlaşıldığına göre, YUSUF, eserini, bir aydın olarak, içinde yaşadığı toplum ve devlete karşı derin bir sorumluluk duygusu ve misyonu içinde kaleme almıştır.

Tıpkı YUSUF gibi SOKRATES de, içinde yaşadığı Antik Yu­nan toplumuna yeni bir ahlak anlayışıyla yeni bir biçim verme­ye çalışmıştı. Çünkü, o günkü Yunan toplumu ahlak! bir yozlaş­ma içinde kıvranıyordu. Onun öğrencisi PLATON da, Yunanlıla­ra, yeni ve ideal bir toplum ve devlet modeli teklif etmekteydi. Çünkü, kendi dönemindeki Yunan toplum ve devleti tam bir çö­küş ve kargaşa devri yaşıyordu. “Kutadgu-Bilig” yazarı YUSUF ise, yeni din ve uygarlık değiştirmiş bir topluma, yeni ahlak, siyâsi hedefler gösteriyor, alt-üst olan değerleri yeni bir sente­ze ulaştırmak istiyordu.

“Kutadgu-Bilig”, müslümanlığın Türkler arasında yayılışının ilk yüzyılında yazılmıştır. Eserde, yeni kabul edilmiş bir dinin ve uygarlığın coşku ve heyecanı da sezilmektedir. Bununla bir­likte, eserin ruhu ve felsefesi bakımından, İslam! düşüncenin et­kisi oldukça sınırlıdır.

YUSUF’un ahlak ve siyaset sistemi başlıca dört ilkeye da­yanmaktadır: A-“Bilig” (=bilgi), B-“Kılgı” (=eylem-action), C-“Könilik” (=adalet), D-“Kut” (=Egemenlik).

Şimdi bu temel ilkelerin üzerinde teker teker durmaya ça­lışalım:

A – “BİLİG” (=Bilgi)

YUSUF HAS HACİB’in eserinde göze çarpan ilk temel ilke “bilig” ya da “bilgi”dir. “Kutadgu-Bilig”in yazarı, gerek toplum­sal ve siyasal ahlakla, gerekse bireysel ahlakla ilgili düşüncele­rinde “bilgi”nin oynadığı önemli rolü anlatmaktan usanmıyor. Macar Bilgini VAMBERY, YUSUF’un “bilgi”ye verdiği önem hak­kında aynen şunları söylemektedir: “Was den kenner asiatisch­türkischer Zustânde bereden muss İst das grosse Gewicht, Welc­hes der Moral -prediger im Kudatgo-Bilik auf Wissenschaft und Gelehrsamkeit legt. Wissen steht ihm höher als Fürstenglanz, Ja über allem anderen göttlichen Segen” (1). (=Asya-Türk dün­yasını tanıyan birinin dile getirmesi gereken şey, Kutadgu-Bilig’ deki ahlak-dersinin bilim ve bilgeliğe büyük bir ağırlık ver­diğidir. Orada bilim, hükümdarlık ihtişamından ve hatta bütün diğer tanrısal lütuflardan daha yücedir).

Kutadgu-Bilig’de “bilgi”nin felsefî bir teorisi görülmemekle birlikte, YUSUF, bilgi ile aklı (=ukuş) birbirinden ayırmaktadır. YUSUF’a göre “bilig”i “ukuş”tan ayıran başlıca özellik birinci­nin sonradan-kazanılmış olmasıdır. “Bilig” sahibini bilgin saydı­ğımız takdirde, bilgin ile cahil arasında bir fark kalmayacaktır. Asıl önemli olan şey, bilenin bilgisine “ukuş”un, yani aklın ek­lenmesidir. “Ukmak” (=Anlamak), YUSUF’a göre doğuştan gelen bir yetenektir ve bilgiyi tamamlamaktadır. Yine ona göre, ger­çek bilgi, “bilgi” ile “akıl”ın birleşmesinden doğar “=ukuşlug ugar ol biliglig bilir; biligli ukuşlu tilekge tegir). “Bilig”in “ukuş”la birleşmesi bir kere gerçekleşti mi, o zaman bireysel ve toplumsal yaşayışın istediği bütün erdemlere yol açılmış de­mektir.

Görüyoruz ki, bilgi YUSUF’ta tıpkı SOKRATES’de olduğu gibi ahlakî bir değer kazanmaktadır. SOKRATES’in temel düşün­cesi, bilgi ile erdemin özde aynı şey olduğudur. Ahlakta üstün ve erdemli olmak bilgiye bağlıdır. Ancak gerçek bilgi, insanı doğru eyleme götürür. İşte bu yüzdendir ki SOKRATES, “hiç kimse bile bile kötülük yapmaz, kötülük bilginin (episteme) ek­sikliğinden doğar” diyordu (2). Kutadgu-Bilig’te de, ahlakî dav­ranışın, mutluluğun temel şartı olarak “bilgi” gösteriliyor. İnsan ancak bilgi sahibi olursa uygun davranışları anlar, yapar, mutlu olur (3). Tıpkı SOKRATES gibi YUSUF da; “bilgi ve akıl insan için frendir; freni olan yakışıksız işlere yönelmez” (=kişen ol kişike bilig hem ukuş; kişenlig yaragsızka barmaz öküş) demekte ve bilgi ile erdemin aynı şey olduğunu söylemektedir.

SOKRATES’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlâka yönelik olmuştur, denilebilir. Onun yaşadığı dönemdeki Grek top­lumu çok sarsıntılı ve sancılı bir değişme ve geçiş devri yaşa­maktaydı. Bu yüzdendir ki o dönem Atina’sında geleneksel de­ğerler geçerliliğini yitirmeye başlamış; toplum içinde ahlakî ku­ral boşluğu ortaya çıkmıştı. O dönemin Grek düşünür ve filozof­ları, bu değer kargaşası içinde kıvranan topluma yeni hedefler göstermeye çalışmışlardır. Bu da Antik-Çağ Grek dünyasında yeni ahlâk sistemlerinin doğuşuna ortam hazırlamıştır. İşte bu ortam içinde SOKRATES, kendisini iyi vatandaş yetiştirmeye memur sayıyordu. Bireyi kurtardığı zaman, toplumun ve devletin de kurtulacağına inanıyordu (4).

PLATON’da ise ahlâk, şu ilkelere dayanmaktadır: İyi olanı aramak insanlarda bulunan doğal bir güçtür. Erdem, bilgidir ve bilgiden doğar. İnsan iyi huylu olarak yaratılmıştır, kusurlu dav­ranışları istemeyerek yapar. Ruh bedenden daha önemlidir. Ru­hun başlıca dört erdemi vardır : Bilgelik, adalet, cesaret ve ılımlılık. İnsan yaradılıştan toplumsal bir varlıktır. Akıl, insanın en yüksek doğal yeteneğidir (5).

PLATON da Yunanlılara, yeni bir ahlâk sistemi yanında, yeni ve ideal bir toplum ve devlet modeli teklif ediyordu. Çün­kü, kendi devrindeki Yunan toplum ve devleti tam bir kaos ve kargaşa dönemi yaşıyordu.

KONFÜÇYÜS, toplum ve devletin küçültülmüş bir modeli olarak gördüğü aileyi, yeni ahlâk ilkelerine oturtmak; bozulmuş olan aile-içi ilişkilerini, yeni bir düzen ve sisteme bağlamak ih­tiyacını duyuyor ve aileyi kurtardığı zaman toplumun ve devle­tin de kurtulacağına inanıyordu.

BUDDHA, Eski Hind’de, “Kast” denilen katı sınıf duvarları içinde toplumu bölüp parçalamış, olan geleneksel Brahman düşün­cesine karşı bir tepki ve pasif bir direniş felsefesiyle ortaya çıktı ve topluma daha demokratik bir hava getirmeye çalıştı.

XI. yüzyılda yaşayan “Kutadgu-Bilig” yazarı YUSUF ise, ye­ni bir din ve uygarlık değiştirmiş bir topluma, yeni ahlakî ve siyasî hedefler gösteriyor, alt-üst olan değerleri yeni bir düzen ve sisteme bağlamak istiyordu. Bu bakımdandır ki, Kutadgu-Bi­lig, yeni bir dini kitleler halinde kabul eden; tarihi kaderine yeni bir yön veren; yepyeni bir kültür ve uygarlık çevresine gi­ren bir ulusun, şiddetle sarsılan eski ve geleneksel değer yargı­larını yeni sentezlere kavuşturmak endişesini yansıtması açısın­dan da çok önemlidir.

Türk kültürü, Uzak-Doğu uygarlık dairesinden İslam uygar­lık çevresine ve Tanzimat hareketinden beri de çağdaş batı uy­garlık çevresine girmiştir ya da girme çabası içindedir. Türk ulusu, son iki yüzyıldır geçirmekte olduğu kültür ve uygarlık değişiminin sancılarını, bin yıl önce, İslam uygarlık çevresine girerken de, bütün sıkıntı ve sarsıntılarıyla yaşamıştır. İşte o devirde YUSUF HAS HACİB “Kutadgu-Bilig”i yazmakla, bir de­ğer kargaşası içine düşen sosyal yapıyı yeni bir düzene ve istik­rara kavuşturmak; sarsılan ahlakî ve siyasî değerleri yeniden ele almak; gelecek kuşaklara ve gelecekte kurulacak yeni Türk dev­letlerinin hükümdar, devlet-adamı ve yöneticilerine, derli-toplu bir ahlak ve siyaset doktrini; âdeta bir “Anayasa” bırakmak is­temiştir.

Kutadgu-Bilig1 in VI., VII., IX. ve X. bölümlerinde YUSUF, kendi dünya görüşünü ortaya koymaktadır. Bu dünya görüşü üç ana ilkeye dayanmaktadır: 1- Bilgi, herşeyin üstündedir, ona de­ğer biçilemez; bilgi, üstün bir varlık, bir erdem- ve bir güçtür. Bilgi, akıl (-ukuş) ile elde edilir. 2- Di1, Tanrının insanoğluna bağışladığı en değerli armağandır; dil erdemi iyi kullanılmalıdır; bilginin tercümanı dildir; kişi ölür, sözü kalır. 3- İyi1ik (edgü- lük), büyük bir erdemdir. İyilik yapmak (=edgülük kılmak), suç bağışlamak, verilen sözü tutmak bu erdeme bağlıdır; kişi ölür yaptığı iyilik kalır.

YUSUF, bu üç erdemden birincisini, yani “bilgi”yi üstün tu­tuyor, insanlık niteliğini ona bağlıyor; bilgiyi, insanla hayvanı ayıran bir kriter olarak görüyor: “Ya bilgi edin, insan ol, özünü yücelt; ya da hayvan adını al, insanlardan uzaklaş!” (=BiIig bil kişi bol bedütgil özüng; ya yılkı atangıl kişide yıra).

YUSUF diyor ki, “bilgi” ve “akıl” sahibi kim se birşey yap­maya, “eylem”e (=action)’a yönelmelidir. Bilen ve bilgisini ak­lıyla birleştiren kimse bireysel bir erdem sahibi demektir. Fa­kat YUSUF bu çeşit bir erdemle yetinmemektedir. Hatta birey­sel erdem üzerinde hiç durmadığını söylersek, yeridir. Akıl ile kaynaşmış bilgiyi sürekli eyleme çevirmek endişesi, YUSUF’un en büyük kaygısıdır. “Kutadgu-Bilig”de bulunan düşüncelerden biri ve belki de en önemlisi işte bu kaygıdır. YUSUF’un bazan “sınama” bazan da “kılgı” demliği şey, düşünce sisteminin ikinci ana prensibi yani “eylem” (=action)’dur (6).

B – “KILGI” (=Eylem – action)

Gerçekten “K.utadgu-Bilig”de “bilmek” unsuru yanında “kıl­mak” unsuru daima birlikte düşünülmüştür. “Bilmek”le kalma­malı, insan bildiği şeyi uygulamalı (=etkü kılmalı)’dır. Bir de çeşitli unsurları birleştiren bir “sınamak” kavramı görülmektedir. YUSUF için “sınamış kişi” (=tecrübeli adam), bilgi sahibi, fakat “ukuş”tan yoksun olan kimseden üstündür. Yine YUSUF’a göre, gerçek “sınamış kişi”, “bilig”le “ukuş”u nefsinde toplayan kim­sedir. Ahlâk ve siyasetle ilgili öğütlerinde YUSUF, bizi daima “sınamış kişi “yi dinlemeye davet etmektedir :

“Negu ter işitgil sınamış kişi; sinamış kişining pişik ol ki­şi” (=Tecrübeli insanın ne dediğini dinle; tecrübeli adamın işi mükemmeldir).

YUSUF, “kılgı” için gereken “bilig” ve “ukuş”tan en çok “ukuş”un “kılgı” ile ilişkisi olduğuna önemle işaret ediyor. “Bilig”in doğrudan doğruya ve “ukuş”un yardımı olmadan “kılgı”ya dönüşmesi hatanın ancak yarısını giderebilir.

Bir yerde YUSUF, “ukuş”suz bir “bilig” sahibi olana, bilgili olmasına rağmen “biligsiz” (=câhil) diye hitap ediyor ve kendi­sini “ukuş”la tedavi etmeye çağırıyor. Çünkü O’na göre “kılgı” (=action), bu iki entellektüel yetinin birleşmesi sonucu doğmak­tadır: “biliglig ukuşlug bilir bilsa iş; biliglig ukuşlug kılur kılsa iş” (=İşi bilse bilse, bilgili ve akıllı olan bilir; işi yapsa yapsa, bilgili ve akıllı insan yapar).

Aksiyonun soyut ve teorik şartlarını sağlayan “bilig”i yal­nız başına yeterli görmediğini anladığımız YUSUF, her aksiyo­nun kendine özgü oluşumunu göz önüne alan ve somut şartları kavrayan “ukuş”un yardımını gerekli görmektedir. Bunun içindir ki ona göre, “kılgı”y1 bilse bilse bilgili ve akıllı kimse bilebi­lir; “iş”i yapsa yapsa bilgili ve akıllı kimse yapabilir.

Kutadgu-Bilig bütünü bakımından teorik ahlâktan çok pratik ahlâkla ilgili bir eserdir. Teorik düşünceler, pratik endişeler do­layısıyla kitaba serpiştirilmiş gibidir.

Diğer taraftan “Kutadgu-Bilig”in kendi devrindeki Türk hü­kümdarlarına ve devlet adamlarına toplumsal ve siyasal ahlâk çerçevesinde öğüt vermeyi amaç edindiğini görmekteyiz. Gerçek­ten “Kutadgu-Bilig”deki ahlaki düşüncelerin çoğunluğu toplum­sal ve siyasal ahlâkla ilgilidir ki, bunları “Könilik” (=adalet) kavramı etrafında toplamak mümkündür (7).

C – “KÖNlLİK” (=Adalet)

YUSUF HAS HACİB’e göre, hükümdarın ana görevlerinden biri halkı (=budun) yönetmektir. Halkı yönetmenin en önemli aracı ise kanun (=törü)’dür. “Törü” ile “Budun”u yönetmede varılrfıası gereken tek amaç ise adalet (=könilik) olmalıdır.

Adaletin konusu olan halk hakkında YUSUF, bazan “Mac­hiavélique” diyebileceğimiz düşünceler ileri sürer. Hükümdar ve yöneticiler halk ile yakından düşüp-kalkmamalı, halkı kendileri­ne “eş kılma” malıdırlar. YUSUF, halkın “kılık” (=huy)larını çok “sina”dığını (=denediğini) ve bu deneylerine dayanarak halktan uzak durmak gerektiğini tekrarlar ve bir yerde halkın biricik “katgu”sunun (=kaygısının) “karın” olduğunu, karnı tok olmazsa kendi hükümdarını bile terkedebileceğini söylemektedir.

Aynı düşünceyi, YUSUF HAS HACİB’den çok daha kötüm­ser, halka karşı çok daha şüpheci bir biçimde MACHİAVELLİ’ nin “Prens” adlı eserinde bulmaktayız. O diyor ki : “Halkın doğuştan nankör olduğunu bilmekteyiz. Uzun süre halka iyilik ya­parsın da, bir kere aksattın mı, o, yaptığınız bütün iyilikleri unutup size yüzçeviriveri r” (8).

Bununla birlikte, “devlet sadece iyilik üzerine kurulmaz” di­yen M ACHİAVELLİ’ye karşı YUSUF; hükümdarı halka iyilik yap­makla görevli sayar. Ona göre, halka iyilik yapmanın en kes­tirme yolu “adalet”in yerine getirilmesidir. “Karnu uçun” kay­gılı olan halk “adalet”e muhtaçtır. Bu yüzden halkla olan iliş­kilerde akıllıca davranmak gereklidir. YUSUF’a göre halkın, hü­kümdara ve yöneticilere verebileceği bir şeyi yoktur. Bu yüzden onunla yakından temas etmenin yararı da yoktur. Fakat, hü­kümdarın ve yöneticilerin halka vereceği çok şeyi vardır. Çünkü halk olmaksızın hiç birşey olmaz. Bundan dolayı halka “güzel söz” (=edgü söz) söylemeli, “iyi işler yapmalı” (=edgü iş) yani bütün halka iyilik (=kamug edgülük) edilmelidir.

Halkla iş yapacak olanların başında hükümdar gelir. Halkın can ve malını korumak hükümdarın en önemli görevi olmak ge­rekir. Hükümdar ile halk arasındaki sevgi ancak buna bağlıdır: “Bu yanglık melik’ni budunlar sever; yüzüni görey tep atimler eyer” (=Bu âdette olan hükümdarı halk sever; yüzünü göreyim diye acele eder).

YUSUF HAS HACİB’e göre, hükümdar görevini yerine geti­rirken zulüm ve zorbalıktan (=küç) kaçınmalıdır. Halka zulüm yapan hükümdar halkı bozar (budunu bozar) ve devleti (=il’i) yıkar.

“Korku”, “zulüm” ve “zorbalık”a her fırsatta karşı çıkan YUSUF’a karşılık, ünlü “Prens” yazarı MACHİAVELLÎ şunları söylemektedir: “Halkı korkutup sindirmek lazımdır. Çünkü halk korktuğuna sevdiğinden daha çok, daha iyi hizmet eder. Sevgi­nin süresi sağladığı çıkarla orantılıdır; çıkar tükendi mi, sevgi de biter. Bu bakımdan korkunun daha sağlam bir bağ olduğunu kabul etmeliyiz” (9).

Görülüyor ki M ACHİAVELLİ, YUSUF HAS HACİB’in aksine halka karşı zorbalığı ve korkuyu, iyilik ve sevgiye üstün tutmak­tadır.

Ayrıca YUSUF, M ACHİAVELLİ’nin, “Prens”in gerektiğinde yalan söyleyebileceğini ve verdiği sözden dönebileceğini söyle­mesine karşılık şöyle diyor :

“Ulugluk yimesün ol elgi uzun; yanar erse tilde yorıtmış sözün” (verdiği sözden dönen hükümdar; hiç bir zaman ululuğa ermesin), (b.5073).

YUSUF HAS HACİB’in hükümdardan istediği erdemler şun­lardır: Adalet (=könilik), iyilik (=edgülük), bilgelik (=biliglig), akıllılık (=ukuşlug), merhamet (=bağırsak), sabır (=serimlig), cömertlik (=Akı), seçkinlik (=talu), soyluluk (=tüzün). Ayrıca yedirme, içirme, giydirme, para dağıtma, iyi ad bırakma, halkı güven refah-sevinç içinde yaşatma.

900 yıl önce yaşayan YUSUF’un, hükümdarlara, devlet adamlarına ve yöneticilere bıraktığı mesaj şu olsa gerektir: “Bilgiye ve akla değer ver; yaptığın iyiliklere karşılık bekleme; adil kanun, düzen ve adaletten yana ol; gelenek ve göreneklere bağlı kal”.

YUSUF HAS HACİB’in üzerinde ısrarla durduğu bir konu var: Bilgi. İnsanı hayvandan ayıran bilgi; karanlık gecede bir meşale gibi bize ışık tutan biİgi; erdemin temeli olan bilgi; SOKRATES’in, PLATON’un- ve FARABÎ’nin üzerinde durduğu bilgi. Balasagunlu YUSUF, “Kutadgu-Bilig”ini işte bu temel üze­rine oturtmuştur (10).

YUSUF HAS HACİB’in ahlak sistemi hakkında genel olarak şunu söyleyebiliriz: Ahlakta bilgi ve bilimin rolü, eylem-bilgi ilişkisi, adaletin yerine getirilmesi gibi problemlerden her biri, her ahlakçının eserinde değinilen sorunlardandır. Fakat göz önün­de tutulması gereken nokta YUSUF’un kafasında bu üç önemli ahlak ilkesinin birbirleriyle adeta perçinlenmiş gibi olan bağlı­lığıdır. “Kutadgu-Bilig”i okuduktan sonra bir yandan “bilig” ve “ukuş”, diğer yandan “kılgı” ve “könilik” karşımıza, bir teorik ve pratik ahlak sisteminin ana düşünceleri halinde çıkmaktadır­lar. Biraz daha yakından bakıldığı zaman, “bilig”in diğer ilkele­re egemenliğini kabul etmek gerekiyor.

Görülüyor ki, ahlak ve politika doktrinleri tarihini dolduran bütün problemlere YUSUF HAS HACİB’in eserinde rastlamakta­dır. Fakat asıl ilginç olan şu ki, Avrupa’nın Orta-Çağ’da sko­lastik bir karanlık içinde yüzdüğü sırada, belli ki yüksek bir uy­garlığın yetiştirdiği YUSUF’un, bu kadar güçlü ve derin bir sez­giyle, ahlak ve politika felsefesinin ana problemlerini sistematik bir biçimde kavramış olmasıdır. YUSUF, bununla da kalmayarak, görüş ufkunu, bireysel ahlaktan, en realist bir toplumsal ve si­yasal ahlaka kadar genişletmiştir (11).

YUSUF HAS HACİB eserinin bir yerinde diyor ki; “Tanrı ateş, hava, su ve toprağı yarattıktan sonra insanı akıl, erdem ve bilimle donattı”. “İnsana kalp ve dil verdi. Ona ahlaki sorum­luluk duygusu bağışladı. İyi davranışlara eğilim telkin etti”. “Tanrı insana akıl verdi ve akıl sayesinde bilim verdi”. “Tanrı tarafından kendisine akıl ve bilim verilmiş insan bütün ruhuyla iyilik yapmaya eğilimlidir”. “Akıl, özgürlüğü anlar, bilgin özgür­lüğü bilir”. “Bilim sayesindedir ki, dünyada kötülük azalmakta­dır”. “Cahil insanlar kötülüğün tahakkümü altındadır”.

Görülüyor ki, bu düşünceler SOKRATES, PLATON ve FARABÎ’nin ahlak sistemlerine çok uygun düşmektedir. YUSUF HAS HACİB’in PLATON’un eserlerini okuyup-okumadığını bil­miyoruz. Fakat FARABÎ’nin eserlerini ve Özellikle “El-Medinetü’l Fâzıla” adlı ünlü eserini görüp okuduğuna muhakkak gözü ile bakabiliriz. Bu yüzdendir ki biz burada, YUSUF’un içinde yaşadığı düşünce ortamını daha iyi kavramak bakımından, FA­RABÎ’nin ahlak ve siyaset sistemi üzerinde kısaca duracağız.

FARABÎ’ nin ahlâk ve siyasetle ilgili görüşü, insanın toplum­sal bir varlık olduğu ilkesine dayanmaktadır. O, toplumsal bir varlık olan insanların, yaradılışları ve birbirlerine olan karşılıklı ihtiyaçları gereği olarak toplum halinde yaşamak zorunda olduk­larını kabul eder. İnsan topluluklarının da ancak pratik alanda iş-bölümüne, ahlakî ve siyasî alanda da karşılıklı sevgi ve daya­nışma düzenine oturduğu zaman olgunlaşıp gelişebileceğine ina­nır. Bireyler arasındaki ilişki ve ahengi bu iki esasa bağlayan FARABÎ, böylece ideal bir toplum ve devlet şekli ortaya koyu­yor.

O’nun, “medinetü1-fazıla” dediği ideal site, siyasal kurulu­şun ünitesi, ilk birimidir. Ondan sonra daha geniş ve daha yük­sek siyasal kuruluşlar doğar. İlk büyük siyasal kuruluş, bir ülke­deki ideal sitelerin birleşmesiyle ortaya çıkan birleşik devlet­tir. En yüksek siyasal-ideal kuruluş ise, bağımsız birleşik dev­letleri temsil eden ve kendi deyimiyle “bütün meskûn arza şâ­mil” olan bir dünya devletine doğru gitmek olmalıdır.

FARABÎ, insan toplulukları için ilk siyasal birlik olarak ka­bul ettiği “medinetü’l-fazıla”yı, yani ideal siteyi, tıpkı PLATON gibi, bir insan bedenine benzetir. Her site yurttaşı bedendeki organlara karşılıktır. Her biri iş-bölümüne göre görevini, diğer­leriyle ahenkli bir biçimde yerine getirmekle yükümlüdür.

İşte bu iş-bölümü yurttaşlar arasında toplumsal bir dayanış­ma yaratır. “Medinetü’l-fazıla”nın temeli, iş-bölümü ve toplum­sal dayanışmadır. Böyle bir toplum ve devlette yurttaşlar kederi ve neşeyi ortak olarak duyarlar. Yurttaşların bir kısmına gelen felaket, hepsini birden sarsar.

İş-bölümünde görevler, amaçlara göre değişir, fin yüksek ve en ağır görev, yurttaşlar arasında her bakımdan en mükemmeli olması gereken devlet reisinindir. İnsan bedenindeki kalp ve bey­nin rolleri ne ise devlet reisinin rolü de odur.

FARABÎ’ye göre toplum ve devlet yapısının bütünü insan vücuduna benzediğine göre, insan vücudunda başlıca organ olan kalbin çok mükemmel olması gerekir. Aynı şekilde reis, yani devletin başı da mümkün olduğu kadar mükemmel olmalıdır. Nasıl kalp, vücudun çeşitli organlarının düzenli işlemesi için ha­reket kaynağı ise ve bu çeşitli organlar, başka hangi organların kendilerine hizmet edeceğini biliyorlarsa, aynı şekilde devletin kalbi yani “Reis” de toplumun çeşitli kademelerinin statüsünü, bir kelimeyle topluluğu oluşturan çeşitli sınıfların haklarını ta­yin edebilmelidir. Vücuttaki organların önemi, kalpten uzaklaş­tıkları ölçüde azalır.

FARABÎ devletleri iki sınıfa ayırmaktadır: Faziletli medineler, faziletsiz medineler. Ona göre bütün insanlar doğal ola­rak bir hükümdarın yönetiminde bir topluluğa girmek zorunda­dırlar. Eğer hükümdar kötü, cahil, adaletsiz ve ahlaksız olursa devlet de kötü ve faziletsiz olur. Eğer hükümdar iyi, bilgili, adaletli ve ahlaklı olursa, o zaman devlet de faziletli ve iyi olur. Hükümdar fazilet ve “hikmeı”i kişiliğinde toplamış ve “hırka-i nübüvvet giymiş bir Eflatun-u İlahîdir” (12).

FARABÎ’ye göre, kötü devlette amaç yiyecek, içecek ve maddî lezzetten ibaret olduğu halde, iyi devlette fertler birbir­lerine yardım eder; cömert, fedakar ve doğru sözlü olurlar. Ona göre kötü devletin tek sorumlusu reislerdir.

FARABÎ’nin “Medinetü’l-fazıla”sında, toplum düzeninin te­meli saydığı ve bütün umutlarını bağladığı devlet reisinin rolü, yalnız siyasal bir rol olmakla kalmaz. Devlet reisinin, aynı zamanda siyasal rolü kadar önemli ahlakî ve sosyal görevleri de bulunmaktadır. FARABÎ üç tür eğiticiden söz etmektedir. Aile reisi, aile içindekilerin, devlet reisi de ulusun eğitimcisidir. Her ikisi de, eğittikleri kişilerin bazılarının huyunu yumuşaklıkla ve inandırma ile, bazılarının huyunu da zorla şekillendirir. Yalnız, hükümdarın ulusunu eğitmesi çok daha zordur ve çok iyi bir maharet: ve beceriye ihtiyaç gösterir (13).

Siyasal rol bakımından devlet reisi, ülke yönetiminden bi­rinci derecede sorumludur. Ahlak bakımından ise reis, bütün yurttaşlar için bir “fazilet” örneğidir. Toplum ve devletin huzur ve mutluluğu, devlet reisinin yeteneğine ve yüksek niteliğine bağlıdır (14).

Antik Grek filozoflarından, politika ve devlet hakkında önemli eserler yazmış olan ARİSTOTELES, toplum ve devletin iyi ve kötü oluşunun nedenlerini özellikle halkın (=Demos) dev­let yönetimine katılmasının derece ve biçiminde ararken, FARA­BÎ bu konudaki önemli rolü devlet reisinin kişiliğine ve nitelik­lerine vermektedir. FARABÎ’ye göre devletin iyi ya da kötü ol­ması, halkın yönetime katılma derece ve şekilleriyle değil, dev- Ieii yöneten “reis”in nitelik ve yetenekleriyle ilgilidir. Bu yüz­dendir ki ARİSTOTELES, “Politeia” adlı eserinde, devletle ilgili düşüncelerine yurttaşın tanımı ile başladığı halde (15), FARABÎ devlet reisinin sahip olması gereken nitelik ve özellikleri tesbit ile işe başlamaktadır (16).

Antik Yunan filozofları, halkın katılmasıyla yönetilen küçük Site-Devlet (=Polis) hayatına alışık, Site-Devlet içinde büyümüş insanlardı. FARABÎ ise Asya’da büyük hükümdarlar ve impara­torluklar realitesi içinde doğup yaşadı.

FARABÎ’ye göre devletin temeli ahlak olduğundan, devlet erdemli, bilgili ve ahlaklı kişilerce yönetilmelidir. Devlet reisini seçecek olan da, yüksek ve erdemli bir sınıf olmalıdır. Gerekir­se devleti birkaç kişi de yönetebilir. Böylece bir kişide toplan­ması güç olan nitelikler birkaç kişide bulunmuş, istenilen mut­luluk elde edilmiş olur (17).

FARABÎ’ye göre devlet reisi, üstünde diğer bir reis bulun­mayan reistir. O, erdemli halkın ve devletin reisidir. Yine o bütün yeryüzündeki insanları kapsayan “dünya devleti”nin reisi­dir. Herhangi bir insan devlet reisi olamaz. “Reis”de bulunması gereken özellikler iki esasa dayanır: Doğal yetenekler ve sonra­dan kazanılan nitelikler.

Reis, bir yandan kendisine doğuştan bahşedilmiş yetenekle­re, diğer yandan sonradan kendi iradesiyle kazanmış olduğu ni­teliklere sahip olmalıdır.

FARABÎ’ye göre, devlet reisinin kişiliğinde, aşağıdaki oniki nitelik toplanmış bulunmalıdır :

  • – Reisin sağlığı yerinde olmalıdır.
  • – Reisin doğuştan keskin bir zekâsı bulunmalıdır.
  • – Reisin hafızası güçlü olmalıdır.
  • – Reis kuvvetli bir kavrayışa ve ön-görüye sahip olmalıdır.
  • – Reiste bir “nutuk yeteneği” yani aklına gelen her dü­şünceyi güzel ve kolay ifade gücü bulunmalıdır.
  • – Öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmelidir.
  • – Aşırı derecede yeme, içme ve kadın düşkünü olmamalı­dır ve her türlü oyun ve kumardan uzak bulunmalıdır.
  • – Doğruluğu ve gerçeği söyleyenleri sevmelidir. Bunun ter­sine yalandan ve yalancılardan nefret etmelidir.
  • – Reis cömert olmalıdır.
  • – Reisin gözünde paranın ve diğer dünya nimetlerinin ve mallarının değeri olmamalıdır.
  • – Reis, adaletin ve âdillerin dostu olmalıdır. Zulümden nefret etmeli, her zaman zâlimlerin düşmanı olmalıdır.
  • – Reis, büyük bir “azim ve irade” sahibi olmalı ve gere­ğinde, doğru olduğuna inandığı tavırları almakta cesur olmalı, asla tereddüt, gevşeklik ve küçük ruhluluk eseri göstermemelidir.

FARABÎ’ye göre, bütün bu özelliklerin bir kişide bulunması çok az görülen bir olaydır. Eğer “faziletli devlet” içinde, yuka­rıda sayılan nitelik ve yeteneklere sahip bir kimse yoksa, bu niteliklerden altı tanesine sahip olan kimse reis olur. Bu nite­likler ise şunlardır :

  • – Hikmet sahibi (=yani filozof) olmak,
  • – Bilgin olmak ve kendisinden önceki reislerin koymuş ol­dukları kanun ve kuralları korumak, kendi davranışlarını geçmiş reislerin davranışlarına uydurmak,
  • – Bir devlet işi hakkında kendinden önceki reisler bir esas bırakmamışlarsa “kıyas ve muhakeme” yoluyla kendisi yeni esaslar koyacak güçte olmak,
  • – Reis, kuvvetli bir idrak ve muhakeme gücüne sahip ol­malı ve kendinden önceki reisler zamanında çıkmamış, yeni bir olay görülünce, durumu derhal kavrayarak, dev­letin selâmeti için gereken önlemleri hızla alabilmeli,
  • – Reis, “nutuk yeteneği”ne sahip olabilmelidir ki, kendin­den önceki reislerden kalan kanun ve kuralları açıkla­yıp yorumlayabilsin,
  • – Reisin sağlığı yerinde olmalı ve “harp yeteneği” bulun­malıdır. Ta ki gereğinde savaş işlerini de yönetebilsin. Hem bir er gibi, hem de bir komutan gibi savaşabilsin.

Yine FARABÎ’ye göre, eğer bir kişide bu altı özellik de bulunamazsa, o zaman, ikisi birlikte bu altı niteliğe sahip iki kişi reis seçilebilir. Bu altı özelliğe sahip iki kişi de bulunmadı­ğı zaman, her biri bu niteliklerden birine sahip olan altı kişi reis olabilir. Eğer bütün devlet içinde “hikmet sahibi” (=filozof) hiç kimse yoksa, devlet başsız demektir. Bu gibi bir devlette fiilen “reislik” yapan gerçek hükümdar değildir. Bu gibi bir devlette eğer “hikmet sahibi” (=filozof) biri ortaya çıkmadığı takdirde o devlet, “helak” olmaya mahkumdur.

İlk bakışta aristokratik bir karakter gösteren FARABÎ’nin devletinde “adalet” hüküm sürecektir. Ona göre bu ideal devlet ve yönetim ancak, yüksek nitelik ve yeteneklere sahip reisler sayesinde gerçekleşebilecektir (18).

BOER’e göre, FARABÎ’nin “şarklı” görüşünde, PLATON’un ideal devleti “filozof Hükümdar” şekline dönüşür. FARABÎ’nin “reis”i, insanlığın ve felsefenin bütün erdemlerine sahip, peygamber hırkası giymiş bir İlahî EFLATUN’dur (19).

FARABI, “Faziletli Medine”nin ideal reisi için gerekli gör­düğü yukarıda saydığımız şartlarla da yetinmemektedir. O, sis­teminin genel ahengine uygun olarak, reisin üstün bir insan ol­masını istemektedir. Onun gözünde üstün insan, ahlâk ve bilim bakımından diğer insanların üstünde olan ve bedenî tutkulardan sıyrılmış bulunan yurttaştır. FARABÎ’nin “Ukul” doktrinine göre, bu olgunluğa yükselmiş olan üstün insan, “akl-ı nıüstefad”dan feyz almak yeteneğini kazanmış demektir. Bu mertebeye yükse­len insan, başkalarının sezemediğini görür, anlayamadığını kav­rar, engin ve uzak görüşe dayanan muhakemesinin dürüstlüğü ile yurttaşlara huzurlu, refahlı, mutlu bir hayat sağlar (20).

Başta “Adalet” olmak üzere hükümdarların sahip olması ge­reken nitelikler, bütün “siyasetnâme”lerde ve dolayısıyla “Kutadgu-Bilig”de de en önemli konuyu oluşturmuştur. Çünkü, he­men bütün Doğu devlet teori ve geleneklerinde gördüğümüz gibi, siyaset, ahlâka dayanmaktadır. Herşeyden önce hükümdar ahlâk bakımından tutarlı olmalı ve devlet yönetiminde akla ve bilgiye dayanmalıdır. Ayrıca hükümdar adalet, kanun ve cezalandırmayı temsil ettiği için duygularına bağlı olmamalıdır (21).

Kutadgu-Bilig’de hükümdar veziri Ügdülmiş’e sorar: “Çeşit­li halk nasıl bir baş tarafından yönetilmeli, hükümdar nasıl ol­malı?” der. Vezir ügdülmiş verdiği cevapta, önce “yönetmek için doğan kimse tecrübe ile öğrenir, yönetme işini hükümdarlar benden daha iyi bilir” derse de, Hükümdar: “Ben iş kılan, sen ise iş görensin; iş kılan iş görenden öğrenir” (h. 1939) diye karşılık verir. Vezir ügdülmiş verdiği cevapta; “Hükümdarlar âdil, bilgili, akıllı, cömert ve temiz, iffetli olmalıdırlar” der. Burada eski Türk geleneklerinden de örnekler getirerek: “Tec­rübeli, sözünü düşünerek söylemiş olan ütüken beyi ne der, dinle: Halkın yöneticisi seçkin, gönlü ve dili doğru, karakteıi yüksek olmalıdır” (b. 1963) der. Vezir Ügdülmiş’e göre hüküm­dar, ayrıca sakin, tok gözlü, haya ve erdem sah.oi olmalıdır: “Bayat kimse birse uyut köz suyı; Angar birdi devlet tükel yüz suvı” (=Tanrı kime haya ve iz’an vermişse; ona devlet ile bir­likte bütün şerefleri de verir) (b. 2007).

Hükümdarlara bunlardan başka iki erdem daha gereklidir: Bunlardan biri “törü” ( = kanun), diğeri “saklık” (=ihtiyatlılık)’ tır. Bu iki şey eliyle hükümdar ülkeyi düşmanlardan korur. “Tö- rü”nün ülke ve devlet hayatında çok önemli bir yeri vardır. YUSUF HAS HACİB diyor ki; “Uzun il yiyeyin tise ay bügü; tö­rü tüz yorıtgu budunug kügü” (=Fy bilge Hükümdar, uzun zaman hüküm sürmek istersen kanunu âdil uygulamalı ve halkı koruma­lısın” (b. 2033).

Tıpkı FARABÎ gibi YUSUF da hükümdarın tutum ve davra­nışlarıyla halka örnek olmasını istiyor. Ona göre hükümdar içki içip kumar oynamamalıdır. “İçki içip kumar oynayan hükümdar ülke işine nasıl bakar?” diyor. “Hükümdar içki içerse bütün halk içkici olur” diyerek, hükümdarın halkına kötü örnek olma­masını öğütlüyor. Çünkü YUSUF’a göre, “halk, kendi tavır ve davranışlarını hükümdarlarına uydurur”.

Bir gün hükümdar, veziri Ügdülmiş’i yanına çağırıp ülkesin­de neler olup bittiğini, halkın kendisi için neler dediğini sorar: “Halk dilinde nasıl sözler yansır, küfür mü ederler yoksa över­ler mi? Kabahatim mi çok, yoksa faziletim mi?” der. Vezir ögdülmiş ise, hükümdarın ülkesini adaletle ve âdil kanunlarla iyi yönettiğini, halkın memnun ve huzur içinde olduğunu anla­tır: “Törü sııv teg ol, küç kör ot teg yodug; süzük suv akıtdıng udıttı otug” (=Kanun su gibidir, zulüm ise ateş gibi her şeyi mahveder; sen berrak su akıttın ve ateş söndü) (b. 3107).

Vezir Ögdülmiş hükümdara; “Halka zarar üç şeyden gelir. Biri hükümdarın ihmalkârlığı, İkincisi devletin başında bulunan kimsenin zayıf oluşu, üçüncüsü ise ihtiras (-suk) ve tamahkâr- lık’tır, ki bunların hiç birisi sende yoktur” der (22).

Kutadgu-Bilig’de sayılan, hükümdarların sahip olması gere­ken nitelikleri, biz şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Yiğitlik ve Cesaret: YUSUF HAS HACİB’e göre iyi bir hükümdar cesur (=alp), yiğit (=katıg), güçlü (=kurç) ve katı yü­rekli (-tong yürek) olmalıdır. Çünkü hükümdar, ancak yüreklilik ve cesaret ile düşmanlara karşı durabilir. Görülüyor ki, YUSUF; hükümdarda “alp”lik aramakla eski Türk şövalye ahlâkına da bağlı kalmaktadır (23).
  • Bilgelik ve Akıllılık : YUSUF’un eserinde en çok yer alan ve üzerinde ısrarla durulan, hükümdarın hemen en önemli özelliği budur. Ona göre hükümdar, bilgisi sayesinde halka baş olmuştur. O, devletin ve halkın işlerini bilgi ve akıl ile yürüt- melidir. Hükümdarlık ancak bilgi ile ayakta durur. Bu yüzden hükümdarlar akıllı, bilgili ve bilge olmalıdırlar. Çünkü her türlü iyilik, bilgi ve akıldan gelir. Akıl ve bilgi, insan için her türlü erdemin başıdır. Hükümdar, ülkeyi ve kanunları bilgi ile ele alır, akıl ile yürütür. Aklın tek başına büyük bir önemi yoktur. Bilgi olmazsa akıl tek başına pek işe yaramaz. l>i bir hükümdar hal­kını ve devletini bilgi ile yönetmelidir.


Görülüyor ki YUSUF HAS HACİB, tıpkı PLATON’da ve FA- RABİ’de olduğu gibi devletin temeline aklı, bilgiyi ve bilgeliği koymaktadır. Ona göre hükümdarlar işlerinde yanılıp hata yapar­larsa, devlet hastalanır. Devlet hastalığının biricik çaresi ise akıl ve bilgidir. Yine ona göre, bir Tanrı vergisi olan “kut” (=Egemenlik) ancak, akıllı ve bilgili insana layıktır. Bu yüzden­dir ki YUSUF eserinde, hükümdara akıllı, bilge ve filozof anla­mına gelen “bögü” sözcüğü ile hitap eder.

  • Erdemlilik: YUSUF, “erdem” sözcüğünü “fazilet” anla­mında kullanmaktadır. Geleneksel Türk devlet anlayışının hüküm­darda görmek istediği erdemlerin başında “cömertlik” gelmek­tedir. YUSUF’a göre hükümdar cömert olursa etrafına çok in­san ve asker toplanır, hükümdar da böylece bu ordu ile diledi­ğine kavuşur. O diyor ki, “Ey hükümdar, cömert ol, mal bağış­la, yedir ve içir”.
  • Dürüstlük: YUSUF HAS HACİB’in hükümdarda görmek istediği bir başka nitelik de dürüst, özünün ve sözünün doğru ol­masıdır. Kutadgu-Bilig’e de yansıyan Türk devlet anlayışı hü­kümdarı, tutum ve davranışları bakımından da topluma örnek ve cimler görmek istiyordu. YUSUF’a göre, “halk, yolunu ve gidişi­ni hükümdarın tutum ve davranışlarına uyduracağından, hüküm­darlar söz, tutum ve hareketlerinde doğru ve dürüst olmalıdır­lar. Ona göre bir hükümdar için en kötü durumlardan biri, adı­nın yalancıya çıkmasıdır. İşte hu yüzdendir ki, hükümdarın her zaman sözü doğru olmalı ve davranışları güven telkin etmelidir. Böylece ancak, halk ona inanır ve huzur içinde yaşar. YUSUF’a göre, sözünden dönen hükümdara asla güven olmaz.
  • İhtiyat 1 ılık: Anlaşılıyor ki, devlet hayatında gâfil ve ihmalkar olmak, affedilmez bir kusur oluşturuyordu. “Kutadgu- Bilig”e göre bir ülkenin ve devletin bağı iki şeyden ibarettir; biri ihtiyarlılık, diğeri kanundur. YUSUF’a göre devlet işlerinde tedbir ve uyanıklık devletin ömrü bakımından son derece önem­lidir. Ona göre, hele ihmalkârlığın yanında bir de zulüm olursa, o zaman devlet bozulur ve ülke harap olur.
  • Zâlim Olmamak: YUSUF’a göre zâlim kimse uzun süre devlete sahip olamaz. Çünkü, zâlimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz. “Zulüm yanar ateştir, yaklaşanı yakar”.
  • Adil Olmak: YUSUF MAS HACİB’e göre hükümdar âdil olmalı ve âdil kanunlar koyarak halkı adaletle yönetmelidir. Ülkesinde uzun süre hüküm sürmek isteyen hükümdar, kanunu eşit uygulamalı ve halkı korumalıdır. Kutadgu-Bilig’de, “hüküm­darlar örf ve kanunlara riayet ederlerse, halk da onlara itaat eder” denilmektedir. Bu sözleriyle YUSUF, kanun ve kuralların sadece halkı değil, hükümdarı da bağladığını, böylece o, devlet hayatında hukukun üstünlüğünü savunduğunu, bu vesileyle bir ke­re daha ortaya koymaktadır.

Ayrıca YUSUF, şöyle diyor: “Adının ün ve şöhret kazan­masını isteyen hükümdar, şu beş şeyi kendinden uzak tutmalı­dır: Biri acelecilik, İkincisi cimrilik, üçüncüsü hiddet, dördün­cüsü inatçılık, beşincisi yalancılıktır”. Yine YUSUF’a göre, hü­kümdarın halk tarafından sevilmesi ve saygı görmesi için, güler yüzlü, tatlı sözlü ve yumuşak huylu olmalıdır.

Görülüyor ki, YUSUF’un eserinde, “hükümdarın sahip olma­sı gerekir” diye ileri sürdüğü niteliklerle, FARABÎ’nin “El-medinetü’l-Fâzıla” adlı eserinde “Medine Reisi”nin sahip olması ge­reken özellikler arasında tam bir benzerlik bulunmaktadır. Ayrı­ca, her iki düşünürün de devlet yönetiminde bilimin ve aklın rolü hakkındaki fikirleri de aynıdır. Ve yine her ikisinde de gö­rülen “adalet” arzusu ve zulümden nefret duygusu, onların siya­set ve’devlet görüşünü birleştirmektedir (24).

D – “KUT” (=Egemenlik)

Kutadgu-Bilig, Islâm öncesi Türklerin ahlak, hukuk, siyaset ve devlet yönetimi hakkındaki düşüncelerini öğrenmek bakımın­dan da bizim için oldukça zengin bir kaynaktır. Zaten “Kutadgu-Bilig” adı, eski Türkçede “egemenlik” anlamına gelen “kut” sözcüğünden yapılmış “Kutadmak” (=devlet yönetmek) fiilinin kökünde de görülmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki “Kuıadgu- Bilig”, “Devlet Yönetme Bilgisi” anlamına gelmektedir.

Dilbilgisi bakımından eserin adı “kutadgu” ve “bilig” gibi iki Türkçe sözcükten oluşmuş bir tanılamadır. Tanılanan “Bilig” sözcüğü bil- fiil kökünden, -g fiilden isim yapma eki ile yapıl­mış bir isim olup, “bilgi” demektir. Tanılayan “kutadgu” söz­cüğü ise, “kut” isim kökünden, -ad- isimden fiil yapma eki ile yapılmış kutad- fiilinden, o dönem Türkçesinde çeşitli fonksi­yonları olan -gu, -gü eki ile yapılmış bir isimdir.

YUSUF HAS HACİB, yalnızca eserinin isminde değil, içinde de “kut” sözcüğünü sık sık kullanmaktadır. Bugün birçok eski kültür tarihimizle ilgili araştırmalar bize göstermektedir ki, “kut” sözcüğü Türk ulusları tarihinde M.Ö. 11-1. yüzyıllarda Hun hakanları tarafından unvan olarak “tengri kutı” biçiminde kulla­nılmıştır. Bundan da anlamaktayız ki, “kut” sözcüğü Türkçenin en eski kelimelerinden biridir. M.Ö. 176 yılında Ulun İmparato­ru Mo-tun tarafından Çin İmparatoruna yazılan bir mektupta, bu Hun İmparatorunun adı şöyle geçmektedir: “Tengri kutı Tan-hu” (=Tanrının egemenlik verdiği büyük Hakan).

Bu çok eski “Kut” sözcüğünü, Türklerin tarih boyunca gir­diği çok çeşitli dinler bile ortadan kaldıramamışı ır. İslam önce­si anlamı ve ifade ettiği dinsel kült, XI. yüzyıldan sonra Müslü­man edebiyatında da pekçok yerde kullanılmıştır. Bu terimin en eski anlamı, ZİYA GÖKALP’in incelemelerine göre, “ruh” tur ve Şamanizm kalıntısıdır (25). Ona göre “kut”, klan halinde yaşayan ilkel topluluklardaki “mana” denilen esrarlı kuvvetin aynıdır. İlkel toplulukların inançlarına göre “mana” denilen yay­gın bir kuvvet vardır ki, herhangi bir cisme dokunursa ona kut­sallık verir.

DOERFER, “kut” terimini, “insanın bir çeşit otonom ruhsal gücüdür ki, özellikle hükümdar bakımından, Gök ve Yer tarafın­dan desteklenmeye muhtaçtır” şeklinde açıklamaktadır (26). KAŞGARI.I MAHMUD da “kut” sözcüğüne “devlet” anlamını vermiştir (27).

Bu “kut” sözcüğü, yukarıda da değindiğimiz gibi, M.Ö. Hunlarca kullanıldığı Çin kaynaklarında da tesbit edilmiştir. İNOSTRANTSEV, “Hunnu i Gunny” adlı incelemesinde Hun hakanının “tengri kutı” unvanını taşıdığını LEON CAlTUN’den naklen söy­lemektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, “kut” söz­cüğü Türk tarihinin başlangıcından beri, Türkçe konuşan uluslar tarafından, din ve mezhep farkı dinlemeksizin kullanılmıştır. Bu nedenledir ki YUSUF da bu büyük eserine “Kutadgu-Bilig” de­mekten kendini alamamıştır (28).

Ayrıca şunu da biliyoruz ki, M.Ö. 682’de, “Şad” unvanı ta­şıyan bir Türk beyi, devlet kurduktan sonra “Kutlug” adını al­mıştır. Kendisinden sonra tahta çıkan kardeşi Kapagan Hakan da “Kutlug” ünvanını taşımıştır (29).

M.S. 744’de Kuzey Uygur devletini kurmuş olan hükümdar da, devletin başına geçtikten sonra aynı ünvanı taşımaya başla­mıştır. Bu arada Güney Uygur Hakanları da “lduk Kut” (=Kut­sal Kut) adını taşımaktaydılar (30).

Bazan “kut” karşımıza mitolojik bir unsur olarak da çıkmak­tadır. Sözgelişi, gökten inen bir nurdan doğan Buguhan ve oğul­ları elindeki “kut” taşı, Uygur soyunun egemenliğini sağlıyordu. Bu taşın elden çıkması ise, onların iktidarı kaybedip göçmeleri­ne neden oldu (31).

Yukarıda verdiğimiz bütün bu bilgilerden şunu çıkarmaktayız ki, “kut” sözcüğü, etimolojik bakımdan “siyasal egemenlik gü­cü”, “devlet yönetme yetkisi”, “hükümranlık” anlamlarında kullanılagelmiştir. Yani çağdaş politika bilimi ve devlet felsefesi terminolojisi ile söylemek istersek diyebiliriz ki, “Kut” terimi “autorité de l’Etat”, “Souveraineté”, “Staatsmacht” ya da “Staatsgewalt” deyimleri ile karşılanabilir. “Kut”un, Roma Hu­kuk terminolojisindeki karşılığı ise, tanı anlamıyla “Imperium” yetkisidir (32).

Orhon Yazıtlarında ise “Kut” sözcüğü birçok yerde kullanıl­mıştır. Bilge Kağan diyor ki; “halkı toprağa yerleştirmek için ben yirmi iki defa büyük ordularla savaştım. ‘Kut’uni var oldu­ğu için başarılı oldum… ölüme mahkûm ulusa ben hayat ver­dim. Yoksulları zengin yaptım, az ulusu çok ettim” (33). Anla­şılıyor ki, burada da “Kut” sözcüğü “egemenlik” ve “devlet otoritesi” anlamlarını taşımaktadır. Yine Bilge Kağan diyor ki, “babam (Kutlug Kağan) öldükten sonra Kültegin ögem katun kutuna koca yerini tuttu” (34). Bu son cümledeki “Ögem katun kutuna” deyimi ise “Majeste anam iımparatoriçeye” sözüyle kar­şılanabilir. Ünlü Rus Bilgini BARTHOLD da, Orhon Yazıtlarında geçen “Kut” teriminin “majeste” karşılığı kullanılmış olma ihti­malinden söz etmektedir (35).

Ayrıca şunu da söyleyelim ki, Kara Balgasun Yazıtının Orhon harfleriyle yazılmış kısmındaki, “Tengride kut bolmuş, Alp Bilge Tengri Uygur Kağanının bitiği” cümlesindeki “kut” sözcü­ğü de ancak “egemenlik güç ve yetkisi” anlamını taşıyabilir (36). Uygurca metinlerde geçen “kut” sözcüğünün “hükümran­lık”, “Majeste” anlamlarını ifade ettiğini ünlü Alman Oryanta­listlerinden olan BANG da kabul etmektedir (37).

YUSUF HAS HACİB’in “kut” sözcüğünü, egemenlik, devlet yönetme kudreti, egemenlik yetkisi, yönetme sanatı anlamında kullandığını eserin konusu ve genel esprisi de kanıtlamaktadır. “Odgurmış” dışında, eserin hemen bütün kahramanları devlet yönetiminden, devlet yönetmek için gereken niteliklerden söz açıyorlar. Ayrıca şunu da söyleyelim ki, “Kutadgu-Bilig” yazarı “kut” sözcüğünü bir çok yerde “devlet” sözcüğüyle eşanlamlı olarak kullanmaktadır.

Ayrıca YUSUF HAS HACİB, “devlet” sözcüğünü de bilmek­te ve onu, bugünkü siyaset biliminin anladığı anlamda “Etat”, “Staat”, “State” karşılığı olarak kullanmaktadır.

“Kut” sözcüğü Oğuz Kağan Destanı’nda da “Devlet yönet­me yetkisi”, “siyasal egemenlik” anlamında kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Destanda, ‘Uruz’ adındaki Oğuz’un düşmanı bir hükümdarın, kendisine bir şehri savunma görevi verilmiş olan oğlu, şehri gönlüyle Oğuz Kagan’a teslim ettiği zaman şu sözle­ri söylüyordu: “Eğer babam size karşı gelmişse bu benim suçum değildir. Ben size itaat etmeye ve sizin emirlerinizi yerine ge­tirmeye hazırım. (Bugün), bizim “kut”umuz sizin “kut”unuz ol­muştur. Biz sizin ağacınızın bir dalı olmuşuzdur.”

Burada da “kut” ancak “Devlet yönetme hakkı”, “siyasal egemenlik gücü” anlamlarında çevrilebilir. Yukarıdaki metinde son cümlelerin günümüz siyaset bilimi diliyle ifadesi şöyle ola­bilir: “Bizim siyasal iktidarımız, devlet yönetme hakkımız, si­zin egemenliğinize girmiştir, yani egemenlik size geçmiştir”.

Özellikle, ‘Divanü Lügatii-Türk’de, “kut” sözcüğünün arap­ça “devlet” kelimesiyle karşılanması ve “devlet”in gerçek ve mecazî çeşitli anlamları dikkati çekmeye başlamıştır. Bazan “Kutadgu-BiIig”de “kut”u (=yani devleti) temsil eden vezir Ay-Toldı’nun öğütlerinde ya da görüşlerinde hem hükümdara ve hem de genel olarak o konuda bütün okuyuculara ve insanlara yol göstermek isteyen bir tutum buluruz. Şu halde “Kutadgu-Bilig” adı aynı zamanda “Devlete erişme bilgisi” diye çevrilebilir (38).

Dahası “Kutadgu-Bilig”de hükümdara hitap edilirken, “Ey ilig kutu” denilmektedir. “Ey ilig kutu” formülündeki “kut” hiç şüphe yok ki, egemenlik ve siyasal iktidar anlamını taşımakta­dır.

Kısacası diyebiliriz ki, “Kutadgu-Bilig”, hemen tamamen, devlet yönetimi için gerekli nitelik ve ilkelerden, kanun, adalet, iktidar, akıl, bilim gibi devlet yönetmek için zorunlu prensip, yetenek ve niteliklerden söz açmaktadır. Bütün bu kanıtlardan anlaşılacağı gibi “Kutadgu-Bilig” adı, bugünkü dile, yaygın olan ve alışılagelen mutluluk veren bilim” ya da “saadet veren bil­gi” olarak değil, “devlet yönetme gücü”, “devlet yönetme yet­kisi” ya da bu kudrete sahip olan kişinin “iktidarı” anlamında çevrilebilir. Aksi takdirde, “Kutadgu-Bilig”in adı ile içeriği ara­sında bir çelişki ortaya çıkmaktadır.

“Kut” sözcüğünün gerçek anlamını tesbit, sadece “Kutadgu- Bilig”in adının ne ifade ettiği bakımından değil, genel olarak eski Türk devletlerinde “kut” kavramının rolünü anlamak bakı­mından da çok önemlidir. Eski Türk devlet anlayışına göre “kut” herhangi bir fiili otorite değil, siyasal egemenlik gücü ve yetki­si, bir çeşit kutsallığı olan bir manevi kudrettir.

Göktürk yazıtlarından anlaşıldığına göre, Türk hakanları “Kut”u yani “egemenliği” Gök-Tanrı’dan almaktadırlar. Ancak, bu “kut”lu kılmanın hangi yolla olduğu ve bir töreni gerektirip gerektirmediğini bilemiyoruz. Şu kadarını biliyoruz ki, Gök Tanrı hakana “Kut”tan başka “yarlıg” (=emir), “ülüg” (=talih) ve “küç” (=güç) de verdiğine inanılıyordu. Orhon Yazıtlarında ha­kanın siyasal başarısı “kutum, ülügüm var üçün” gerekçesine da­yandırıldığını görmekteyiz. Kuzeydeki Göktürk yazıtlarında ise, “erdemim üçün” denilerek, bu unsurlara bir de “erdem” ekleni­yor. İşte bütün bu unsurlar, hakanlara ihsan edilen birer Tanrı vergisi sayılmaktaydı. Eski Türk hakanlarına “Tengride kut bul­muş” ya da “gökte kut bulmuş” yani “siyasal iktidarını ve ege­menliğini gök Tanrıdan almış” sözleri de bunu kanıtlamaktadır. “Kut”, Tanrının bir vergisi olması nedeniyle, aslı ve yapısı bakı­mından kutsaldır. Zaten Uygurlar döneminde sık sık kullanılan “iduk-kut” sözcüğü, “kutsal-kut” anlamına gelir. Ayrıca şunu da söyleyelim ki, gök Tanrı “kut” verdiği bir hakandan, isterse tekrar geri alabiliyordu.

Bir de eski Uygur metinlerinde geçen “Kut Tengrisi” (=Kur Tanrısı) sözü vardır ki, F.W.K. MÜ1.LER bunu bir makalesinde (39) “devlet ve kutluluk Tanrısı” (=Glücksgott) diye çevirmiştir. “Tengriçe” (=Tanrıca), yani Tanrı gibi, Tanrı’ya benzer sözü bir hakan ünvanı olarak eski Türkçede bulunmaktadır. “İliğimiz Iduk-kut Kün Tengriçe”, yani “Hakanımız Iduk-kut, gün ya da güneş Tanrısınca” ünvanı, Uygur devlet protokolünde kullanılmış olmalıdır. Çünkü, Uygur Türklerinin hakanlarına “Iduk-kut” (=Kutsal Kut) diye hitap ettiklerini artık kesinlikle bilmekteyiz. “Iduk” (=kutsal) sözcüğünün, “ıdmak” (=göndermek) kökünden geldiği anlaşılmaktadır. Böylece “Iduk”, Tanrı tarafından gönde­rilmiş bir şey, daha doğrusu “Kutsal”lığın tam kendisi demektir. Demek ki “Iduk-Kut”, üzerine geldiği insanın, vücut ve davra­nışlarını kutsallaştırıyor, olmak gerekir.

Göktürklerde ise “kut”, âdeta “hakan için verilmiş bir ba­şarı kaderi” gibiydi. Bazan herhangi bir hakan için “kutı taplamadı” deniyor ve bununla “kutunun hakana yar olmadığı” söylen­mek isteniyordu.

Bütün bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki “Kut” Eski Türk devlet anlayış ve geleneğinde temel bir yer tutmaktadır. Türk tarihinin başlangıcından beni bu sözcüğün, çeşitli kültür ve uygarlık değişikliklerine rağmen yaşadığını görmekteyiz. Osman­lılarda bile “kut” ve “kutluluk”, “tebrik” ve “uğur” anlamlarına gelmekteydi. Bu sözcük, bilindiği gibi bugün de dilimizde yaşa­maktadır.

Eski Türkçede “Kut”tan türemiş olan “kutluğ”, hakan isim­lerinin başına getirilmekteydi. KAŞGARLI MAHMUD, “kutluğ” sözcüğünü “devlet sahibi” diye çevirmektedir (40). Osmanlılar döneminde nasıl hükümdarlara “devletli” deniyorsa, aynı şekilde Göktürklerde de buna benzer bir anlayış vardı. “Kutlu Kağan” “majeste kral” anlamına geldiğini MÜI.LER, ısrarla söylemekte­dir (41). Nitekim eski Uygur yazılarından anlaşıldığına göre, Ka­ğan’ın oğlu babasına seslenirken, “Kangım kutı” yani “Majeste babam” diyordu (42). Bilindiği gibi Kutadgu-Bilig’de de hakana seslenilirken “Ay ilig kutı” (=Ey majeste hükümdar) diye hita- bedildiğini biliyoruz. Bazan da hükümdara “Ay kut bulgıçı” (=Ey devlet sahibi) diye de sesleniliyordu (b. 550). Bu sesleniş, eski Göktürk ve Uygurların “Kut bulmış” diye başlayan kağan ünva- ıııyla benzerlik gösteriyor (43).

Göktürk kağanları, Tanrı izin verdiği ve desteğini esirgeme­diği sürece başarıya ulaşabiliyordu. Kağanların ayrıca “ülüglü” yani “talihli” olmaları da Gök Tanrının desteği ile mümkün ola­bilmekteydi. “Kut” sahibi olan kağan, zaten iyi bir “talih” için gerekli arka ve desteği elde etmiş demekti. Artık bundan son­raki iş, kağanın kişiliğine, bilgelik derecesine, irade ve davranış- lurına bağlı kalıyordu. Bundan da anlaşılıyor ki, Gök Tanrı des­teğini bir defa için başlangıçta veriyor ve avantajı iyi kullanıp kullanmamak kağana düşüyordu.

Elimizdeki Türk dili ile ilgili belge ve bilgilere göre, arap­ça “devlet” sözcüğü, ilk defa Kutadgu-Bilig’de yani 1069-1070 yıllarında ortaya çıkmıştır. YUSUF HAS HACİB’in bu sözcüğü çok az kullanmasından da anlaşılıyor ki, “devlet” sözcüğü o dö­nem Türkleri arasında pek yaygın değildi. YUSUF HAS HACİB’in çağdaşı olan KAŞGARLI MAHMUD’un eserinde de “devlet” söz­cüğünü bulmaktayız. Bundan da anlaşılıyor ki, bazı yeni arapça sözcükler ilk defa olarak o dönem aydınları tarafından benim­senmiş ve daha sonra halk kitlelerine mal olmuştur. Kutadgu-Bilig’deki birçok yerde, “devlet” ile “kut” sözcükleri sanki bir­birinin eş-anlamı gibi kullanılırlar: “İnanma bu kuta gelir hem gider; inanma ona hem devlet verir, hem alır” (b. 694). Burada “devlet” ile “kut” eş-anlamlı olarak yer değiştirirler. KAŞGAR- L.I’da da “devlet” sözcüğü, “kut” karşılığı olarak kullanılmıştır.

Bütün bu açıklamalarımızdan anlaşılmaktadır ki, Kutadgu-Bilig’e ad olan “kut”, Türk dilinin en eski siyaset terimlerinden biridir. “Kut” denilen “egemenlik” ya da “yönetme yetkisi” her­kese verilmez. “Kut”, bilgisiz, iyi ahlâk ve davranışlarını yitiren­lerden uzaklaşır, kaçar. “Kut” ve “devlet”, bilgi ve akıl ile tu­tulur. Kut ve devlet, erdem ister. Göktürk Yenisey Yazıtların­da “er erdemin üçün (=erdemim olduğu için iktidara geldim) denmesi, “erdem”e devlet anlayışı içinde verilen yerin önemini gösterir. Dede Korkut kitabında da “taht vergil erdemlidir” de­nilmektedir. Osmanlılar ise, devlet hayatında “erdem iyesi” ya da “sâhib-i erdem” hükümdarları üstün görmektedirler. Anlaşılı­yor ki, çeşitli kültür ve uygarlık çevrelerinin etkisine rağmen, Türk tarihi boyunca “kut” ve “devlet “e sahip olmanın ve onu elinde tutmanın “erdem” yolu olduğuna dair bir inanç vardır. Çok eski bir atasözü, “erdemsizden kut çetrilür” (erdemsizden iktidar uzaklaşır) diyerek, bu devlet anlayışını güzel bir şekilde özetlemiştir.

KAYNAKLAR

1)    VAMBFRY, H. iligurische Sprachmonumente und das Kutadku-Bilik, Innsbruck, 1870, s. 27.

2)    GÖKBFRK, M., Felsefe Tarihi, İstanbul 1961, s. 51.

3)    AKYÜZ, Y., Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1982, s. 27-

4)    TANYOL, C., Sosyal Ahlak, I, İstanbul 1960, s. 169.

5)    AS1FR, F., Histoire de la Philosophie, M. Belvianes, Paris 1952, p. 77.      

6)    FINDIKOGLU, Z. F., Türklerde Ahlak Felsefesi, İM, S. 1, Yıl 1, 1934, s. 6-5.

7)    FINDIKOGLU, Z. F., a.g.m., s. 5-6.

8)    FERRARO, 0., Machiavel, Paris 1928, XVII.

9)    FFRRARO, 0., a.g.e., XVII.

10)  DİLAÇAR, A., Kutadgu-Bi1ig İncelemesi, Ankara 1972, s. 157

11)  FINDIKOGLU, Z. F., a.g.m., s. 7-8.

12)  TAPLAMAÇIOĞLU, M., İslam Bilginlerinin loplum Görüşleri, İFD, Yıl: 1966, C. XII, s. 86.

13)  AKYÜZ, Y., Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1982, s. 17

14)  Bkz. SHFRVANI, H., A1-Farabı’ s Political lheories, Islamic Culture, Vol. XII, No. 3, Hyderabad 1938.

15)  Bkz. PRFL01, M., Politique d’Aristote, Paris 1950.    

16)  FARABI, a 1-Medinet-al-Fadıla, N. Danışman, İstanbul 1956.

17)  FARABI, Fs Siyasetü’l Medeniyye, Süleymaniye Ktp. Mikrofilm Arşivi, No. 576.

18)  ARSAL, S. M., Farabı’nin Hukuk Felsefesi, İÜHFM, 1945, s. 629-30.

19)  DF BOFR, 1. J., İslam Felsefe larihi, Ankara 1960, s. 87

20)  GÜNALTAY, Ş., Farabı’nin Şahsiyeti ve Eserleri, AÜD1CFD, C. VIII, S. 6, 1950, s. 635-36.

21)  İNALCIK, H., Kutadgu-Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri, R. R. Arat İçin, Ankara 1966, s. 266.

22)  ÇAĞATAY, S., Kutadgu-Bilig’de Ögdülmiş, K.G.Ö. Sayısı, 1. K. Sayı 98, 1970, s. 35-36.

23)  TANFRİ, A., Türk Devlet Geleneği, Ankara 1975, s. 76.

24)  ARSAL, S. M., Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1967, s. 119.

25)  Bkz. GÖKALP, Z., Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1976.

26)  DOFRFFR, G., Türkische und Mongolische Flemente im Neupersischen, III, Wiesbaden 1967, s. 551.

27)  Bkz. Divanü lügati’t-lürk, B. Atalay, I, s. 320.

28)  İNAN, A., Yusuf Has Hacib ve Fseri Kutadgu-Bilig Üzerine Notlar, 1K, S. 98, s. 69.

29)  HIRIH, F., Nachworte zur Inschrift des lonjukuk, ATİM, II, Folge 1899, p. 2A.

30)  MÜLLER, F.W.K., Uigurica, C. I, Berlin 1908, p. 56.

31)  TURAN, 0., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I, İstanbul 1969, s. 7?.

32)  ARSAL, S. M., Türk larihi ve Hukuk, İstanbul 19A7, s. 120-121.

33)  ORKUN, H. N., Eski Türk Yazıtları, I.O.K. İstanbul 19Aû, I, E. 29.

34)  ORKUN, H. N., a.g.e., I, E 31.

35)  BARIHOLO, V., Die historische Bedeutung der alttürkischen Inschriften, St. Petersburg 1897, p. 20.

36)  ARSAL, S. M., a.g.e., s. A6-A7.

37)  BANG und GABAIN, Uigurische lurfantexte I, Anmerk 1893.

38)  KARAMANLIOGLU, A. F., Kutadgu-ßi1ig’in Diline ve Adına Dair, IK, S. 98, 1970, s. 63.

39)  Bkz. MÜLLER, F. W. K..Uigurica, IV, A. 55.

40) Bkz. Divanü Lügati’t-Türk, ß. Atalay, III, A6, 6.

41)  MÜLLER, F. W. K., Uigurica, II, 87, 53, 73.

42) HAMILTON, J. R., Les Ouighours a l’epoque des Cinq Dynasties d’apres les documents chinois, Paris, 1955, p. 6.

43) ÖGEL, B., Türk1erde Devlet Anlayışı, Ankara 1982, s. 193. 

——————————–

[i] Arslan, Mahmut. “Kutadgu Bilig’deki Ahlak ve Siyaset Felsefesi.” Sosyoloji Konferansları 21 (1986): 23.

[ii] Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, Emekli Öğretim Üyesi

Yazar
Mahmut ARSLAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen