Osmanlı’dan Cumhuriyete Çağdaşlaşma Sorunları

Osmanlı’dan Cumhuriyete Çağdaşlaşma Sorunları[i]

Civilization Problems From Ottoman Till Turkish Republic        

 

Osmanli Modernlesme2

Prof.Dr. Bayram KODAMAN[ii]

Özet

Günümüzde çağdaşlaşma bütün toplumlar için ciddi bir problemdir. Osmanlı tarihi, neredeyse Batı ile mücadele tarihi gibidir. Bu süreçte XVI. yüzyıla kadar önemli sıkıntılar hissedilmezken bu tarihten itibaren, bugün hâlâ devam eden, çağdaşlaşma çabasına girmiştir. Bu süreci müspet yönde sonlandıramaması, çağdaşlaşmadaki hareket noktasını ve hedefleri tespit edememe ya da yanlış tespite dayanmaktadır. Burada, bu tespitlerle ilgili bazı değerlendirmeler yapılmak­tadır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Devlet, Avrupa, bilim. Toplum, ıslahat

Abstract

It become contemporary today is a serious problem for every society. Ottoman history is almost
contend history with the West. Ottoman society not had important difficulty about contend history with the West until XVIth century, but then, it began process to struggle to contemporary. This progression is not to be positive complete is stand to reason in contemporary point of departure and target is not determined or wrong. In paper, about this fixings will be made some evaluations.

Key Words: Ottoman, State, Europe, Science, society, reformation

*****

Giriş

Her şeyden önce çağdaşlaşmanın ve modernleşmenin ne olduğunu ortaya koymayı uygun bulduk. Çağdaşlaşma; tabiata, başka milletlere ve hurafelere boyun eğmeden, aklın, ilmin, sezginin rehberliğinde tabiat ve cemiyet kanunla­rını keşfederek, mal, hizmet, fikir üretmek ve böylece maddî refahı-gücü, ma­nevî gücü-mutluluğu yakalamaktır. Toplumun, bu hedefe doğru giderken, kendi muhtevasının ve müktesebatının özünü muhafaza ederek değişen bir yapıda olması gerekmektedir. Aynı zamanda, bu muhteva ve müktesebata sa­hip toplumun, orijinal bir modeller silsilesi yaratacak yeteneğe sahip olması da şarttır ve arzu edilen husustur. Ancak bu takdirde milletler özelliğini ve istikla­lini koruyabilir. Aksi halde yok olmaya mahkûm olurlar.

Bu şekilde çağdaşlaşma şuuruna sahip olan milletler-toplumlar, ilmî usûl­lere uygun olarak kendi dilleri ve kendi akılları, fizikî-coğrafî çevreleri, kültür­leri (mazileri, tarihleri) ve manevî dünyaları vasıtasıyla, yabancı dilleri de kul­lanarak, başka kültür ve medeniyet âlemleriyle temasa geçerler ve yeni ürünler, yeni fikirler, yeni modeller üreterek, bu ürünlerini hem kendilerine hem de in­sanlığının hizmetine sunma imkânına kavuşurlar. Bireyin toplumun refah ve mutluluğu için, toplumun da insanlığın refah ve mutluluğu için bir şeyler üretmesi, çağdaşlık anlayışının özüdür.

Osmanlıların Durumu

Çağdaşlaşmaya yüklediğimiz anlam çerçevesinde Osmanlılara baktığımız­da görünen manzara şudur: Her şeyden evvel Osmanlı, ziraat ve hayvancılığa dayalı bir ekonominin ve cemaat ruhunun hâkim olduğu Ortaçağ imparatorlu­ğudur. Çağına göre kendi ilmî ve teknolojisiyle coğrafyasına, kültürüne, moral dünyasına hâkimdir ve diğer medeniyetlerle temasını sürdürmüştür. Yarattığı model veya sistem kendine has yani orijinaldir. Bu sistemiyle XIV-XV.ve XVI. yüzyıllarda, hem toplumların istediği ve ihtiyacı olan güveni, emniyeti, huzuru hem de yiyeceğini-içeceğini, giyim-kuşamını temin edecek imkânları sağlamış­tır. Buna karşılık, başta tımar sistemi olmak üzere Osmanlı modeli, fertlerde hiçbir zaman zengin olma hayal ve ümidini uyandırmamış; dolayısıyla ferdî zenginliğe müsaade etmemiştir. Nitekim “azıcık aşım, ağrımaz başım”, “işten artmaz, dişten artar”, “bu günümüze de şükür”, “bir lokma, bir hırka” gibi halk deyişleri bu anlayışın ürünüdür. Bu ifadeler sistemin özünü yansıtmaktadır. Bu durum ise, Avrupa’daki liberal-kapitalist sistemin tam karşıtı bir anlayıştır.

Osmanlı’nın hedefi “nizam-ı âlem”dir. Fetih yoluyla hem dünya düzenini kurmayı ve hem de güç kazanmayı gaye edinmiştir. Dünya düzenini “adalet” üzerine kurma iddiasındadır. Para ve zenginlik gaye değil, araçtır. Bunun için­dir ki, “veren el-alan elden üstündür” prensibi geçerli olmuştur. Esas olan; na­mus, şeref, kahramanlık, şöhret, şan gibi değerlere servet gözüyle bakmak ve bunlara sahip olmaktır.[1]

Osmanlı sisteminin aktörleri kimlerdir? Padişah, kapıkulu olan sivil ve as­kerî paşalar (vüzera ve ümera), ve ulemadır. Kurumları; saray, yeniçeri ocağı, medrese ve timar sistemidir. Saray ve padişah dışında kimsenin siyasî hakkı yoktur ancak imtiyazları vardır. Hepsi padişaha ve saraya kapılanmıştır. Os­manlı’nın sırrı; güçlü ve kudretli olduğu dönemlerde bu gurupların arasında sağladığı denge, ahenk, dayanışma, sadakat ve kolektif davranıştır.

Kısaca Osmanlı İmparatorluğu, adalete dayanan; padişah, paşa ve ulema­nın hâkim olduğu bir sistem kurdu. Bu sistemle Müslüman Osmanlı, Hıristiyan Avrupa’yı tanıyor, onunla temas kuruyordu. Ancak, XVII. ve XVIII. yüzyıllar­dan itibaren Osmanlı, fetihten aldığı enerjiyi kaybetti. Enerji kaybolunca siste­min işleyişi durakladı. Dolayısıyla iç ve dış problemlerini çözme kabiliyetini yitirdi. Problemlerini çözmede aciz kalması ve bu arada Avrupa’nın üstünlüğü ele geçirmesi karşısında “paniğe” kapıldı. Bu panik durumu, Osmanlıyı içe ka­panma ve dışa açılma konusunda tereddüde sevk etti. Bu panik ve tereddüt döneminde, sistem bozulmaya ve çökmeye yüz tuttu. İlmîye teşkilatı, timar sis­temi, adalet sistemi, askerî sistem, yeniçeri ocağı bozuldu. Bunun üzerine Av­rupa, her şeyiyle Osmanlıya sızmaya başladı. Sermayeyi ve ticarî hayatı elinde bulunduran gayr-i Müslimler, Osmanlılık idealini kaybederek Avrupa ile tema­sa geçtiler ve farklı hedeflere yöneldiler.

Osmanlı çaresizlik içinde, kendi tebaası olan gayr-i Müslimlerden ve ecnebi temsilciliklerinden yararlanmak istedi. Gayr-i Müslimlere imtiyazlar tanıdı ve devlet kapılarını onlara kısmen de olsa açtı. Ecnebi teknisyenlere, uzmanlara ve mühendislere görev, makam, rütbeler vererek ıslahatlar dönemini başlattı. Isla­hatlar böylece gayr-i Müslimlerin ve ecnebilerin insafına ve takdirine bırakılmış oldu.[2] Avrupalılara görev ve gayr-i Müslimlere de imtiyazlar verilmesi, mo­dernleşme sayıldı. Bu büyük bir yanılgıydı. Zira bunlar vasıtasıyla Avrupa’nın gözü, kulağı, beyni Osmanlı’nın içine girmiş oldu. Esas unsur olan Türklerde de, gemisini kurtaran kaptan misali, ortak Osmanlılık ideali kayboldu ve ferdi­yetçi anlayış yayılmaya başladı.

Osmanlı’nın durumunu daha iyi ortaya koyabilmek için treni yani lokomo­tif ve vagonları örnek vermek uygun olacaktır. Kuruluş döneminde lokomotifin makinisti padişahtı ve birinci vagonda da Türkler vardı. Tren hızlı gidiyordu. Her toprak fethinde trene bir vagon daha ekleniyor ve lokomotifteki kömür stokları artıyordu. Neticede, lokomotifin arkasına Rum, Bulgar, Sırp, Hırvat, Rumen, Macar, Ermeni, Boşnak, Arap ve Arnavut vagonları takıldı. Yolcuların güvenliğini ve lokomotifin kömürünü Türkler temin ediyordu. Tren XVII. yüz­yılın sonuna kadar hızlı gitti. Yolcular memnun, hızlı gittiği için de, hedeflerine ulaşacaklarına dair ortak bir inanç vardı. 1683 Viyana Bozgunu’yla birlikte, lo­komotifin hem kömürü azaldı hem de hızı kesildi; artık tren o kadar vagonu çekemez oldu. XIX. yüzyıla gelindiğinde lokomotifin kazanı da çatladı, dolayı­sıyla tren de yavaşladı. Türkler lokomotifi tamir etmeye çalışırken, gayr-i müslimler de ya vagonları terk etmeye başladılar ya da vagonları katardan ayırmaya kalktılar. Hal böyle iken, bir de Avrupalı güçler gayr-i Müslimlere, kendi trenlerine binmeyi yani yeni demiryolu yeni lokomotifler ve yeni vagon­lar vaat ettiler.

Bunu gören gayr-i müslimler de, artık Osmanlı’dan ayrılmanın zamanının geldiğine kanaat getirdiler ve Türk trenini sabote etmeye başladılar. Osmanlı, bu sabotajları geçici zannederek sabotajlarını durdurmaları için onlara daha fazla hak, daha fazla imtiyaz, hatta ıslahatlarla yeni bir lokomotif ve ilave va­gonlar sözü verdi. Bu arada Osmanlı kendini unuttu; ne kendi lokomotifini ta­mir edebildi ne de yeni bir lokomotif yapabildi. O da, Avrupa lokomotifinin çektiği bir vagona binerek kendini kurtarmaya kalkıştı. Ancak ülke içinde buna itirazlar ve muhalefet vardı.

Avrupa’ya Bakış

Avrupa, Rönesans’ını ve Reform’unu yaparak insanını kiliseden, ruhban sınıfından, feodaliteden, eski düzenden kurtardı. Ferdi, aklı ve ilmi merkeze koydu. XVII. yüzyıldan itibaren, kendi içindeki din ve mezhep kavgalarına son verdi. Dünyaya açılarak sömürgecilik hareketlerini başlattı. Sonuçta yeni bir model ve sistem yarattı. Bu dönemde artık sistemin aktörleri; tüccarlar, işadam­ları, serbest meslek sahipleri, sanayiciler, ilim adamları, sanatçılar ve filozoflar­dı. Vasıtaları; fabrikalar, atölyeler, üniversiteler, araştırma merkezleri, bankalar, şirketler ve teknoloji idi. Bütün bunlar Avrupa’yı yaratıcı, üretici ve aynı za­manda emperyalist yaptı, zengin ve güçlü hale getirdi. Müessir vasıtaları elinde bulunduran Avrupa doğayı, başka milletleri, toplumları, kültürleri etkiledi. Sonra kendi maddî-fikrî üretimini ve diğer ülkelerin fakirliği pahasına da zen­ginliğini, artırdı.

1789 Fransız İhtilali ile Avrupa yeni bir döneme girdi. Bu devrin kavramla­rı; hayat tecrübeleri üzerinde düşünen insan aklını, hakikati (doğruyu, iyiyi, güzeli) bulmada tek kaynak kabul eden Rasyonalizm; herkes kendi çıkarını dü­şünürse bütün toplum ilerler diyen Ütilitarizm; realite fertleri neye inanmaya zorluyorsa hakikat odur, birey en çok faydayı sağlayacak şekilde hakikati kendi inşa eder diyen Pragmatizm; varlık âlemini ve düşünceyi, gözlenebilen maddi dünya ile sınırlayan ve metafizik âlemi reddeden Scientizm (Bilimcilik); otorite­nin tek kaynağı olarak insan aklını ve iradesini gören Hümanizmdir.[3] Ayrıca, bu anlayışlardan ilhamını alan Materyalizm, Marksizm, Pozitivizm, Liberalizm gibi ideolojiler, Avrupa’da entelektüellerin ve siyasetçilerin önemli bir kısmını etkisi altına almıştı.

Bütün bu görüşler Avrupa’ya gücün, kuvvetin, kudretin kaynağı “Madde­dir” anlayışını getirdi ve insanî değerleri unutturdu. Ferdiyetçilik ve Milliyetçi­lik de bu anlayışın üzerine oturtuldu. Neticede insanın insanı sömürdüğü, mil­letlerin diğer milletleri soyduğu, Avrupa’nın ise dünyayı sömürdüğü, vahşi kapitalizm dönemi başladı. XIX. yüzyıl boyunca Avrupa bu sömürü düzenini, kendi içinde yumuşattı, ılımlı hale getirdi ve kısmen son verdi. Ancak, bu sö­mürü düzenini, emperyalizm ve koloniyalizm sayesinde diğer ülkeler ve top­lumlar aleyhine sürdürdü ve sürdürmektedir.

Avrupa, maddî dünyaya hâkimiyeti ve maddî gücü sayesinde, mevcut sö­mürü düzenini sürdürebilmek için ticarî, ekonomik ve malî emperyalizme kül­tür emperyalizmini de ekledi. Bunda başarılı olmak için diğer ülkelere medeni­yetini, dilini, dinini, zihniyetini ve kanunlarını kabul ettirdi. Böylece Avrupa merkezli bir dünya yarattı. Neticede Asya-Afrika-Güney ve Orta Amerika ül­keleri gibi Osmanlı İmparatorluğu da pazarıyla, stratejik önemiyle, ham madde kaynaklarıyla ve gayr-i Müslim unsuruyla Avrupa emperyalizminden nasibini ağır bir şekilde aldı.

Osmanlı’nın Farkı

Osmanlı ilk olarak, ıslahatları yapmadan önce kendi mazisini-kökenini- tarihini araştırıp, kendi zemini-özünü-biçimini tespit edememiştir. İkicisi ve daha vahimi, kendi tarihini Avrupalıların görüşleriyle açıklamaya kalkmıştır. Üçüncüsü, yaratıcı olmadan çağdaşlaşmaya kalkmış ve taklitçiliğe mahkûm olmuştur. Dördüncüsü, Batıyı çözememiş ve anlayamamıştır. Beşincisi, bunları yapacak ve kendine has bir model yaratacak bilgi-araştırma-kapasite Osman­lı’da bulunmamaktaydı.

Osmanlı kültürünün ve sisteminin, bir özü ve muhtevası vardı. Onun yeni veya farklı bir öze ihtiyacı yoktu.[4] Onun yapması gerekeni, eskimiş özünü ve muhtevasını dönüştürerek yenilemekti. Bunun için Avrupa’dan ilham almasın­da sakınca yoktu. Fakat Osmanlı bunu yapamadı. Bu arada ıslahat yapma ihti­yacı da ortaya çıkmış ve acele edilmesi gerekiyordu. Bunun üzerine acil çözüm olarak Osmanlı, fevkalade iyi niyetle Avrupa’dan, Avrupalılardan, gayr-i Müslimlerden istifade etme yolunu seçti.[5] Ancak bu yol yanlıştı. Zira Avrupa, Os­manlı İmparatorluğu’na avlanmaya gelmiş, avına akıl vermeye değil. Osmanlı güya, ava gelen Avrupa “kurdunu” kuzuların başına çoban yaparak, kuzuları kurtarmak istiyor görünümündeydi. Bu tehlikeli oyun Osmanlı’ya pahalıya mâl oldu.

Osmanlı aydınlarının ve devlet adamlarının durumuna gelince: Avrupa’nın biçimini görüyor, gücünü fark ediyor, fakat özünü anlayamıyorlardı. Tabiatıyla bu durumun anlaşılır bir tarafı da vardı. Bu dönemde, Avrupalı “düşünüyo­rum, o halde varım” derken; medreseden yetişmiş Osmanlı uleması “inanıyo­rum, o halde varım” ilkesini benimsemişti. Avrupalı, devlet otoritesini sınırlan­dırıp ‘hürriyet’inin tadını çıkartırken, Osmanlı bürokrasisi ‘ulü’l-emre itaati’ görev saymıştı. Avrupalı, orduyu siyaset ve sivil hayatın dışında tutarken; Os­manlı, savaşta şehit ve gazi olmayı düstur edinen orduyu toplumum önüne çıkarmıştır. Kısacası Osmanlı aydını; düşünme-inan, düşünme-itaat et, düşünme-şehit veya gazi ol zihniyetiyle, Avrupa düşüncesinden tamamen uzak ve farklı yetişmişti. Bu yüzden Osmanlı aydınlarının Avrupa’daki dönüşümü Os­manlı toplumunda yapması zordu. Nitekim başarısızlığa uğramaları da bunu gösteriyor.

Islahat ve Aydınlar

Osmanlı İmparatorluğu’nun geriliğine, dolayısıyla ıslahatların zaruretine inanan Osmanlı aydınları arasında bir, birlik ve ortak hareket etme anlayışı bu­lunmuyordu. Aydınlar, yenilikçiler (batıcılar), muhafazakârlar (statükocular) olarak ikiye ayrılmışlardı. Birbirine karşı ön yargılı olan her iki tarafın da ciddi bir planı yoktu. Bir taraf kurtuluşu Avrupa’yı taklit ederek yenileşmede görü­yor, öbür taraf ‘kânûn-ı kadîm’de yani eskiye dönüşte görüyordu. Dolayısıyla birbirlerini anlamıyorlar ve aynı zamanda da iyi tanımıyorlardı. Aralarında ciddi bir inatlaşma söz konusuydu. Aslında Avrupa’yı taklit etmek isteyen ye­nilikçilerle, maziyi taklit etmek isteyen muhafazakârlar arasında önemli bir fark yoktu. Her ikisi de taklitçiydi. Muhafazakârlar, “bir suda iki defa yıkanılmaya- cağının” farkına varmadan, mazide yıkanmaya kalktılar. Yenilikçiler ise, “dibi görünmeyen suya girmenin tehlikelerini” farkedemediler ve anafora kapıldılar. Böylece her iki taraf da esası gözden kaçırmış oldu. Yenilikçiler, modernleşme­nin kolay olan biçim yönüne ve sonuçlarına önem verdiler. Muhafazakarlar ise, ahlakî yönünü öne çıkarttılar. Halbuki Osmanlı toplumunun kendine has bir şekli-biçimi ve ahlakı vardı ve bu, o dönem için yeterli idi. Buna rağmen dikkat­ler biçime çevrildi, böylece hedef şaşırtıldı; Avrupanın hedefi gizlendi.

Esasında hedef: topluma güç katacak ve refah verecek ilmî teknoloji ve sa­nayiyi geliştirmek olmalıydı. Zira XIX. yüzyıl, fertlerin ve toplumların, akla ve ilme uygun iş yapma derecelerine göre zengin veya fakir olduklarının, hayatta mı kalıp yoksa yok mu olacaklarının anlaşıldığı bir çağdı. Bilimin, teknolojinin ve ekonominin öneminin arttığı, bu kavramların, politikanın ve diğer kavram­ların önüne geçtiği çağdı. Osmanlı aydını, işin bu tarafını fazla tartışmadı veya tartıştırmadı. Şayet modernleşme, teknoloji ve sanayileşme seviyesinde kalsay­dı, ne halktan ne de muhafazakarlardan tepki gelirdi. Nitekim matbaanın geli­şine, ordunun teknik donanımının modernizasyonuna, fabrikaların kuruluşuna, okulların açılışına, gazetelerin çıkışına, yol-köprü-demiryolu inşasına hiç tepki yoktur. Tepki Lâle Devri’ndeki lükse, şatafata, eğlenceye, II. Mahmut’un getir­diği kılık kıyafete, Tanzimat’tan itibaren gelen dansa, müziğe, tiyatroya, ağır vergilere, adaletsizliğe, rüşvete, yolsuzluklara gelmiştir. Halkın bu tepkisini daha iyi anlayabilmek için askerî ıslahatlara bakabiliriz. Bilindiği üzere ordu modernleşmeyi, teknolojik ve ilmî seviyede gördüğü için yenilikçi bir kimliğe sahip oldu ve toplumun önüne geçti. Sivil kadrolar ise, bunu anlayamadı.

Islahatların sonuçları açısından değerlendirilmesi

Osmanlı ıslahatlarında Avrupa’nın telkini, baskısı ve yönlendirmesi, şüp­hesiz vardır. Bu doğrudur; ancak Avrupa’nın yüzde yüz etkili olduğu söylene­mez. Tam olarak tepeden inme olduğu da söylenemez. Bu ıslahatlarda padişa­hın, sarayın ve bürokrasinin rolü olduğu muhakkaktır. Esasında ıslahatçıların itici gücü ve dinamikleri, toplumun ‘fakr u zaruret’ içine düşmesi ve istikrarın, emniyetin, güvenliğin ortadan kalkmasıdır.[6] Bunu görmezlikten gelmek, büyük bir hatadır. Sanki, Osmanlı toplumunda her şey güllük gülistanlıktı da, Avru­palı bu ortamı bozmak veya biraz daha iyileştirmek için mi geldi? Aksine, şart­lar Avrupa’yı getirmiş, cezbetmiştir. Avrupa, kendisine engel olan Osmanlı müesseselerini, anlayışını ve geleneklerini ortadan kaldırmak, bunların yerine de Osmanlı İmparatorluğu’na sızmasını, nüfûzunu kolaylaştıracak liberal mü- esseseleri ve kavramları yerleştirmek için ıslahatlarda rol oynamıştır. Saray ve bürokrasi de, toplumdaki ekonomik ve siyasî sıkıntıların baskısıyla ıslahatlarda öncülük yapmak mecburiyetinde kalmıştır. Tanzimat ile Islahat fermanları ve I. Meşrutiyet, bu sürecin sonunda ortaya çıkmıştır.

Osmanlı, ıslahatlarda samimi idi; toplumun sıkıntıları ve ihtiyaçları gerçek­ti. Avrupa ise samimi değildi; ikiyüzlü davrandı. Gayr-i Müslimler de ıslahatla­rın kendi lehlerine ve Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmesine sebep oldular. Sonuçta Avrupa’ya ve gayr-i Müslimlere güvenen samimi Osmanlı ıslahatçıları yanıldılar ve hedeflerine ulaşamadılar. Avrupa ve gayr-i Müslimler ise, hedef­lerine ulaştılar. Bunun böyle olduğunu anlamak için ıslahatlardan ne bekleni­yordu, sonuçları ne oldu, sorularının cevaplarına bakmak lazımdır:

  • Devletin, yani merkezî otoritenin gücü artacaktı, aksine azaldı.
  • Ordunun kuvvetlenmesi bekleniyordu, aksine malî-teknik donanım ih­tiyacı daha çok ortaya çıktı.
  • Bürokrasi iyice şişti, devletin malî yükünü arttırdı.[7]
  • Sanayi kurulamadı, kurulan işletmeler başarılı olamadı.
  • 1854’de dış borç tuzağına düşüldü ve 1881’de Duyun-ı Umumîye İdare­si (ikinci bir Maliye Nezareti) kuruldu.
  • Mevcut kapitülasyonlara, 1838 Ticaret Antlaşması, borçlar, faizler ek­lendi.
  • Bütün imparatorluğu yabancı mallar istila etti, yerli sanayi perişan ol- du.[8]
  • Gayr-i Müslimler, verilen siyasî, iktisadî, kültürel imtiyazlarla zengin­leşti ve komprador sınıf haline geldi. Ayrıca Osmanlı aleyhine, Avrupa ile menfaat birliğine girdiler ve onlarla bütünleştiler.
  • Osmanlı toprağında bulunan ecnebiler (levantenler) ekonomik hayatta müessir hale geldiler.
  • Osmanlılık ideolojisiyle bütün unsurlara Osmanlılık şuuru verilmek is­tenirken, Osmanlı toplumu dinî, etnik, milliyet, mezhep açısından par­çalandı yani atomize edildi.
  • Osmanlı’nın toprak bütünlüğü Avrupa tarafından garanti edilecekti, buna riayet edilmedi. Rusya Kars’a, Fransa Tunus’a, İngiltere Mısır’a yerleşti.
  • İç isyanların önü kesilemedi.
  • Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın iç ve dış işlerine müdahaleleri yoğun­laşarak arttı.
  • İstanbul, İzmir, Beyrut, Selanik ve Trabzon Avrupa’nın ticarî, malî, kül­türel emperyalizminin üssü haline getirildi.
  • Anadolu’da Ermeni sorunu yaratıldı.
  • İç ve dış ticaret, gayr-i Müslimlerin ve levantenlerin aracılığıyla Avru­pa’nın eline geçti.[9]

Osmanlı’nın elinde Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, 1876 Kânun-i Esa- sî’si, Ticaret Kanunu, Vilayet Kanunları kaldı. Arşivlerimiz zenginleşti ama Osmanlı toplumu fakirleşti. Zira, yapılan ıslahatların hedefi Osmanlıyı liberalleştirmeye yönelikti. Liberalizmin, güçlü ekonomilerin, kültür seviyeleri yüksek ve millî tesânüdü sağlam devletlerin lehine çalıştığı göz artı edilmişti.

Bu bakımdan Tanzimat’ın getirdiği hürriyet ve eşitlik, uygulamada eşitsiz­liğe ve Osmanlı’yı sömürme hürriyetine dönüştü. Zira hürriyeti ve eşitliği, Av­rupa farklı, Osmanlı farklı yorumladı. Avrupa; ticarî hürriyet, malî hürriyet, ekonomik hürriyet, kültürel hürriyet gibi güçlünün lehine, zayıfın aleyhine ola­cak hürriyetler peşindeydi. Tanzimat’ın getirdiği eşitlik ise; sermayesi bol, mamûlleri teknolojiyle üretilen ecnebi tüccar ve müteşebbis ile, parası, malı, tekno­lojisi olmayan Müslümanların eşitliği anlamına geliyordu. Hürriyet ve eşitlik, zengin ve Avrupa desteğine sahip gayr-i Müslimler lehine düşünülmüş ve gayr-i Müslimlerin kendilerini siyaseten Osmanlı’dan ayırmasına zemin teşkil etmiştir. Hâlbuki, hiçbir devlet, hiçbir rejim, hürriyetin ve eşitliğin kendi aley­hine kullanılmasına müsaade etmez. Tanzimat ve Islahat fermanlarının fertlere verdiği hukukî eşitlik ve hürriyet, başka alanlarda devletin aleyhine kullanıl­mıştır. Osmanlı ıslahatçıları, bu hususları dikkatten kaçırmışlardır. Bu dikkat­sizlik 1913’te II. Meşrutiyet meclisinde, İzmir mebusu Karolidi Efendi’yi “Ticaret ve sanayi hakkı, gayr-i Müslimlerin kadîm hakkıdır. Türklerin bu işlerle uğ­raşması Kânun-i Esasî’ye aykırıdır.” dedirtecek kadar cesaretlendirmiştir. Bu sözler hem ilginçtir hem de ıslahatçılar açısından ibret vericidir. Demek ki Av­rupalılar ve gayr-i müslimler, 1838’den beri hak ve hürriyetleri böyle yorumlu­yorlardı. Bu, açıkça Osmanlı’nın iyi niyetini ve samimiyetini suistimal etmektir. Karolidi Efendi’nin bu sözleri, İttihat ve Terakki’yi uyandırmış ve millî iktisat politikasını Kara Kemal’e uygulamaya koydurmuştur; ama bunun için çok geç kalınmıştır.

Sonuç

Osmanlı ıslahatları Avrupa’nın malının, parasının, sermayesinin, kültürü­nün, tüccarının, okullarının, misyonerlerinin, teknolojisinin imparatorluğa giri­şini meşrulaştırmış; gayr-i Müslimler de kullanılarak, Osmanlı’nın yıkılışına yardımcı olmaları sağlanmıştır. Osmanlı ıslahatçıları ise, bu sonuçları göreme­mişlerdir. Buna rağmen, Osmanlı ıslahatları değerlendirilirken iki şekilde ele alınmalıdır: İlk olarak, ıslahatların, Osmanlı İmparatorluğu açısından bakıldı­ğında iyi netice vermediğini, ikinci olarak da, Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti açısından bakıldığında olumlu yönleri olduğunu söyleyebiliriz. Zira ıslahatların menfî sonuçları ile Avrupa ve gayr-i Müslimlerin zararlı politikaları, Türklerde millî şuur, millî devlet, millî ekonomi, millî kültür gibi kavramların ve anlayış­ların yerleşmesine vesile olmuştur. Mustafa Kemal’i de, Millî Mücadeleyi ya­parken ve Türkiye Cumhuriyetinin temellerini atarken, Türkleri, Osmanlıyı teh­dit eden benzer tehlikelerden uzak tutmaya sevk etmiştir.

Kısaca ‘Düvel-i Muazzama’, hasta fakat henüz hayatiyetini devam ettiren Osmanlı Devleti’ni, ıslahatlarla can çekişir hale getirmiş; Tanzimatçılar da bunu görememişlerdir. Sonra ise, medenî ve hayırsever olduklarını için hastane yaptırmaya kalkmışlar, hep hastane ile uğraşır görünmüşler, ama bu arada can çekişen hastanın başına gayr-i Müslimler, sinekler gibi üşüşmüş, has­ta ile ilgilenen olmamış ve hasta Hakka doğru yola çıkmıştır. Sonuçta Osmanlı ölmüş, ancak mirasçısı durumundaki çocuğunu (Türkleri), Mustafa Kemal kur­tarmıştır. O halde, öncelikli olarak “düşmanını hoş görmek, affetmek asaletten­dir; ama düşman olduğunu unutmak ise gaflettendir” sözünü devlet adamla­rımıza hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz.

————————————-

Kaynak:

Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 149

******

[1]    Oğuz Adanır, Eski Dünyaya Yeni Bakış, I-II, İzmir 1997, s.21-31.

[2]    Metin Eriş, “Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma Hareketleri”, Türkler (Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Ankara 2002, s.93-94.

[3] Cihan Yamakoğlu, Derin Düşünce Düşüşte, Anarşi ve Terör Yükselişti, Ankara 2001, s.110- 144.

[4]    Oğuz Adanır, a.g.e., s.248.

[5]    Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Modernleşmesinde Sorunlar”, Türkler, XIV,Ankara 2002, s.634.

Ebubekir Sofuoğlu, a.g.e., s.572.

[7]    Metin Eriş, a.g.e., s.596.

[8]    Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, ticarî, kültürel yönden gayr-i Müslimler tarafından nasıl kuşatıldığını anlamak için Bkz: Ali Güler, Türkiye’deki Gayr-i Müslimler, Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, Ankara 1996, s.245.

[9]    Bayram Kodaman, “Avrupa Emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu’na Giriş Vasıtaları (1838­1914)”, Milli Kültür Dergisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Haziran 1980, s.24-33.

——————————————-

[i] Bu metin, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm’ünün düzenlediği 14 Mayıs 2005 tarihindeki Türk Modernleşme Sempozyumu: “Prof. Dr. Ercüment Kuran’a Saygı“’da bildiri olarak sunulmuştur.

[ii] Prof. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

Yazar
Bayram KODAMAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen