Aydınlanma ve Bilim: Bilimsel Zihnin Yeniden İnşası ve Dönüşümü

Aydınlanma ve Bilim: Bilimsel Zihnin Yeniden İnşası ve Dönüşümü[i]

ahmet erhan.sekerci

Doç.Dr. Ahmet Erhan ŞEKERCİ[ii]

Giriş

Bilim, düşünce tarihinde, felsefi faaliyetin en önemli ve etkili alanlarından biri olarak her zaman var olmuştur. Bilim uzun bir za­man varoluşunu felsefe ağacının altında, onun bir dalı olarak sür­dürmüştür. Ancak on altıncı ve on yedinci yüzyılda bilimsel ve felsefi gelişmeler, ortaya çıkan yeni imkânlarla birlikte bilim kendi özerk sahasına kavuşmuştur. Aydınlanma dönemi, bağımsız bilim alanları­nın düşünsel, toplumsal, siyasi ve entelektüel açıdan nasıl bir dönü­şüm geçirdiğini anlamamız açısından dikkate değer bir dönemdir. Aydınlanma dönemi pek çok dinamiği içinde barındıran olumlu ve paradigmatik değişimlerin yanında, yeni bir bilimsel anlayışın oluşup gelişmesinde etkili olmuştur. Ortaya çıkan bu yeni bilimsel anlayış zamanla kuvvetlenmiş, toplumsal kabulün en önemli dinamiklerin­den ve meşruiyet unsurlarından biri haline gelmiştir.

Diderot’un “zaman gelip güneş, akıllarından başka efendileri olmayan özgür insanların başlarında parlayacak” [1] diyerek yücelttiği bir dönem olan Aydınlanma, uygarlık tarihinin en önemli paradigma- tik değişimlerini içinde barındırmakta ve bugün çağdaşlık, modernizm, yenilenme, kadın hakları, özgürlük, eşitlik, sosyal haklar, tole­rans ve insan hakları gibi pek çok siyasi ve sosyal kazanımın ortaya çıkmasında etkili olan bir düşünce dönemini ifade etmektedir.[2] Böylesine önemli ve bir o kadar da popüler olan bu dönemin, bilim ile olan ilişkisi yeni bir zihniyetin doğuşuna imkan sağlarken, diğer yan­dan sosyolojik, epistemolojik ve teolojik bakımından önemli bir dö­nüşüm ve değişime de neden olmuştur. Ortaya çıkan bu dönüşüm ve değişim, Aydınlanma’nın popülerleştiği dönemlerdeki toptancı ve indirgemeci bakış açısıyla evrilerek, yeni bir bilim anlayışının doğu­şuna vesile olmuştur. Bu durum bilimin popülerleşmesini ve toplum­sal dönüşümün ayakta tutan önemli bir unsur haline gelmesini sağ­lamıştır.

Aydınlanma, özelde on sekizinci yüzyılı, genelde ise on yedinci yüzyılın son çeyreğinden on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden bir buçuk asırlık bir zaman dilimini ifade eden bir dönemdir.[3] Aydınlanma tarihsel olarak tamamlanmış olmakla birlikte, onun bıraktığı düşünsel mirasın etkileri günümüze kadar uzanmak­tadır. Aydınlanma, çağdaşlaşmak, uygarlaşmak, ilerlemek ve modernizm gibi pek çok yeni kavram ve kabulün ortaya çıkmasına ve yay­gınlık kazanmasına ön ayak olmuştur. Zamanla Aydınlanma düşüncesi bir bakış açısına ve ideolojik bir söyleme ve zihniyete dö­nüşmüştür. Bu dönüşümün kendi içinde iyi ve kötü yanları olmakla birlikte, baskıcı ve ötekileştirici yanı zamanla çağdaşlaşma ve mo­dernleşme ülkülerinin motor gücü olarak gizil bir şekilde görev yap­mıştır. Onlara bu gücü ve imkanı sağlayan en önemli unsurların ba­şında, bilimsel gelişmelerin Aydınlanma düşüncesine sağladığı entelektüel altyapının yadsınamaz bir önemi vardır. Öyle ki, bu yeni sosyal kazanımlar ve ilmi mahsuller, düşünsel, bilimsel ve sosyal an­lamda toplumu oldukça derinden etkilemiştir.

Aydınlanma, on yedinci yüzyıl rasyonalizminden sonra, Kant’ın deyimiyle; insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama du­rumundan, bizatihi bireyin kendi aklını kullanma cesaretini göstere­rek kurtulması anlamına gelen bir dönem ya da popüler tabirle bir “Akıl Çağı”dır.[4] Ancak düşünce tarihine baktığımızda bilimsel çalış­malar bağlamında bu dönemin kendini önceleyen on altıncı ve on yedinci yüzyıla oranla bir fetret dönemini andırmakta olduğunu mü­şahede ederiz. Aydınlanma dönemi bilimsel buluş ve üretimden daha çok, var olan miras üzerinden yeni kazanımlar ortaya çıkaran ve bu kazanımların toplumsal açıdan yerleşmesine imkan sağlayan bir dö­nemi ifade etmektedir.

Bilimsel açıdan oldukça üretken bir dönemin sonrasında orta­ya çıkan Aydınlanma düşüncesini, felsefi olarak J. Locke (1632-1704] ile bilimsel olarak ise Newton (1643-1727] ve onun ünlü eseri Tabiat Felsefesinin Matematik İlkeleriyle (1687] başlatabiliriz. Aslında Newton bağlamında aydınlanma, özellikle son iki yüzyıldır Batı’da süregelen başta matematik, fizik ve astronomi gibi bilimsel çalışmala­rın artık yaygın bir kabul ve kanaat haline gelmiş halini ifade etmek­tedir. Aydınlanma ve bilim bağlamında Newton, hem bir dönüm nok­tası, hem de yeni bir zihniyetin ilk yapı taşıdır. Aydınlanma yüzyılının zirvesini teşkil eden on sekizinci yüzyıl her ne kadar bilimsel açıdan bir geçiş yüzyılı özelliğini taşımakta ise de, bilimsel açıdan zirvenin ve yeni bir zihniyetin ilk işareti olan Newton bağlamında ayrı bir öneme sahiptir. R. Hall’in deyimiyle aslında Newton’un 1727 yılında vefat ettiğinde bilimsel devrimlerin yaratıcı evresi tamamlanmış ve özüm- senme dönemi başlamıştı. Aydınlanma bir anlamda on dokuzuncu yüzyılda yeniden yükselişe geçecek olan bilimsel faaliyetler için bir hazırlık ve dönüşüm dönemiydi.[5]

Aydınlanma ve Bilim

Aydınlanma düşüncesini İngiliz ve Fransız aydınlanmaları bağ­lamında iki ana kısımda ele aldığımızda, aydınlanma ve bilim ilişkisi­nin birbirinden farklı tezahürleri olduğunu görürüz.

Mendellssohn’ın insan aklının kullanımını gerektiren henüz tamamlanmamış, ancak herkese açık bir eğitim süreci olarak[6] gördü­ğü aydınlanma kavramı, insanın kendi cesaretiyle daha önce Tanrı’ya ve dine dayandırılan pek çok gerçeğin insani çabayla anlaşılabilece­ğini iddia etmesi bakımından oldukça önemli bir düşünsel başkaldırı­yı ifade etmektedir. Bu başkaldırının özellikle aydınlanmanın top­lumsal bir fenomen ve popüler bir kültür ve çağdaşlaşma projesi haline geldiği Fransa’da din ve metafizik karşıtı bir söyleme ve za­manla da seküler ve ateist bir yapıya büründüğünü söylemek müm- kündür.[7] Bu söylem bilimselliğin ve bilimsel bakışın tek geçer para­digma olarak kabul edildiği toplumsal bir meşruiyet unsuru haline gelerek Fransız ihtilali sonrası çevre ülkelere hızla yayılmıştır. Her iki dünya savaşı sonrasında kurulan yeni cumhuriyet ve devletlerden, gelişme ve çağdaşlaşma ülküsünü kendine rol model olarak alanlar, bilimsellik kriterini kesin bir koşul olarak hem yönetim kademelerine hem de halk nezdinde buyurgan ve dönüştürücü bir unsur haline getirmişlerdir.

Günümüzde de Aydınlanmacı bakış açısının bir yansıması ola­rak aydın, bilimsel bilgi nosyonuna ve davranışına sahip, teknolojinin ve çağın tüm imkânlarını kullanabilen ve ona göre kendini değiştire­bilen insan olarak kabul edilir. Ancak aynı süreç aydınlanmanın doğ­duğu topraklar olan İngiltere bağlamında ele alındığında daha ente­lektüel, bilimsel ve toplumun kadim değerlerini de bir şekilde ayakta tutmayı amaçlayan eklektik bir yapıya bürünmüştür. Bunun böyle olmasında da kuşkusuz bilim adamı Newton ile filozof J. Locke’un hayat boyu çalışmalarını yönlendiren dini kaygıları ve dindarlıkları­nın çok büyük bir rolü vardır.

On sekizinci yüzyıl bilimsel açıdan bir geçiş yüzyılıdır. Özellikle Astronomi alanında, Kopernik (1473-1543], Kepler (1571-1630), T. Brahe (1546-1601] ve Galileo (1564-1642] ile başlayan köklü bilim­sel değişimler, Newton’la beraber artık kemale ermiş ve bir anlamda üretime ve kullanıma hazır bir sistem haline gelmiştir. On altıncı yüz­yılın ortalarından itibaren yükselişe geçen astronomideki gelişmeler, on yedinci yüzyılda giderek hız kazanmış elde ettiği başarılar diğer bilim dallarının da ön plana çıkmasını sağlamıştır. Özellikle matema­tik, kimya, fizik, optik gibi alanlarda ciddi çalışmalar yapılmıştır. Ay­dınlanma bu hazır sistemin uygulanmasında ve zamanla hegomonik bir güç unsuru haline gelmesinde etkili olmuş bir yapıdır. Ancak sü­recin özellikle ilk yarısında karşımıza çıkan karşılıklı ilişkilere ve bunun toplumsal ve özellikle de dini açıdan eklektik sonuçlarına bak­tığımızda günümüz popüler problemlerine de çözüm arayışlarının mevcut olduğunu görmek mümkündür.

Aydınlanmayı karakterize eden, yenilenme, ilerleme, çağdaşlık, mitlerden kurtulma, özgürlük, sekülarizm, liberal düşünce ve din eleştirileri bu dönemin ortak tartışma alanları olarak dikkat çekmek­tedir. Aydınlanma temelde aklın özgür kullanımını, onun din, mitoloji ve siyasi belirleyicilerden bağımsız hareketini amaçlamıştır. Bu ama­ca ulaşmanın en önemli araçlarından birisi de, aydınlanmacı zihniye­tin meydana getirdiği bilimsel anlayıştır.[8]

Bilimsel zihniyetin aydınlanmacı yapıda yeniden inşa edilmesi, başta din ve ahlak olmak üzere, önemli tartışmaların ortaya çıkması­na neden olmuştur. Özellikle kendini bir inanan olarak tanımlayan ya da eski alışkanlıklarından vazgeçemeyen çoğu birey, sahip oldukları metafizik mirasa ve dini inanca uygun belli başlı açıklamalar ve bi­limsel yorumlar ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu durum, yeni ha­kim paradigma olan bilim ile eski hakimiyetini korumaya çalışan din ve dinsel yapı arasında önemli etkileşim ve karşıtlıkların ortaya çık­masına neden olmuştur. Bu karşıtlıklar bilimsel veriler ışığında dinin yeniden yorumlanmasını, dini ve seküler yapıların bir arada olduğu laik yönetim şekillerini ve tabiatı ve bilimi esas alan ahlak anlayışla­rını ortaya çıkarmıştır. Buradaki temel kaygı ve amaç, değişen ve bilimsel birikimi artan insanoğlunun, değer verdiği kavramlara yeni yaşam alanları bulmaktır. Bu çabanın önem arz ettiği alanların başın­da ise din ve ahlak gelmektedir. Özellikle İngiliz aydınlanma geleneği bağlamında ele aldığımızda bilimsel paradigmanın zirvesini temsil eden Newton, tıpkı daha önce Kepler ve Descartes (1596-1650] gibi, âlemi matematiksel ilkeler ışığında açıklamaya çalışırken,[9] o zamana değin ortaya konulan pek çok soruya cevap vermenin yanında her şeyin başlatıcısı ve anlam vericisi olarak Tanrı’yı özellikle zikretmek­tedir. Diğer yandan siyasi, entelektüel ve sosyal anlamda aydınlan­manın kurucu filozofu olarak kabul edebileceğimiz Locke’un en önemli amaçlarından birisi, bu yeni anlayış çerçevesinde inanmış olduğu Hıristiyanlığın mantıksal temeller üzerine inşa edildiğini gös­termektir. Tıpkı bugün bizlerin de yaptığı gibi, o da bir filozof ve ina­nan olarak dinin bilimle ve özellikle de akılla çelişmeyeceğini gös­termeye çalışmış ve Hıristiyanlığın Akliliği/Mantıkiliği (1695] isimli eserini kaleme almıştır. Batı toplumunda çıkmış bir kavram olan Ay­dınlanmanın, yine kendi içinde bir öz eleştiriye ve dönüşüme uğradı­ğını, özellikle de sürecin kendi içinde siyasi, ahlaki ve dini açıdan yaşadığı değişimden anlamaktayız. Ancak tüm bu sürecin ve zihinsel değişimin anlaşılabilmesi için bilimsel devrimlerin ortaya çıkardığı dönüşümü iyi analiz etmek gerekmektedir.

Ortaçağ felsefe ve bilim özelinde, İslam dünyasında bir ilerle­meyi ifade ederken, Batı dünyası açısından Batlamyusçu anlayışın Aristocu fizikle birleşerek, teolojik anlayışı bilimsel anlamda destek­leyen yan unsur haline geldiği bir dönemdi. Felsefe kurumsal din anlayışının bir destekçisi olarak mevcut bilimsel anlayışı, yani Aristo­cu bilim anlayışıyla dinsel inancı temellendirirken, metafiziğin de doğrulamasını ortaya koyuyordu. Bu sistemin temelinde Hz. İsa’nın üzerinden inşa edilmiş bir kutsiyetin, dünyayı merkeze alan bir koz­molojik anlayışa ve her şeyin bu kabul üzerinden inşa edildiği bir sisteme dönüşmüştü. Ancak on altıncı yüzyıldan itibaren, matematik, coğrafya ve özellikle de astronomi alanında yapılan çalışmalar, önce­sinde mükemmel ve değişmez olarak nitelendirilen ve tüm dini ve metafizik düşüncenin üzerine inşa edildiği bilimsel anlayışın devrim­sel bir şekilde değişmesine sebep olmuştu. Bu durum ise sonuçları bakımından oldukça etkili ve bir o kadar da trajiktir. Rupert Hall’ın deyimiyle Newton 1727 yılında aydınlanmanın ilk yarısında vefat ettiğinde, bilimsel devrimlerin yaratıcı evresi bitmiş, özümsenme dönemi başlamıştı. Aydınlanma döneminde bilimsel bilgi anlayışı, Batı kültürünün belirleyici unsuru haline gelmiş, zamanla bir kimlik meselesine dönüşerek etkinliğini yüzyıl boyunca artırarak devam ettirmiştir. Aydınlanma döneminin diğer önemli yanı ise, kolonyalist eğilimlerin ve bu eğilimlere bağlı olarak başta coğrafya olmak üzere biyoloji ve kimya gibi diğer bilim alanlarında da önemli gelişmelerin yaşanmasıydı. Coğrafyanın bir ilim olarak ortaya çıkmasında Kant’ın (1724-1804] verdiği derslerin daha sonraki önemli coğrafyacılar F. W. H. Humbolt (1769-1859] ve Carl Ritter (1779-1859] için bir teşvik niteliğinde olduğunu bilmek önemlidir.[10] Yine aynı dönemde termo­metre, barometre, buhar makinaları, teleskop, gemi yapımında kulla­nılacak pek çok alet, elektriğin keşfi ve depolanması gibi irili ufaklı pek çok yenilik yapılmıştır. Tüm bu yenilikler insanoğlunun sosyal alandaki gelişimine paralel olarak, hayatı kolaylaştıracak teknolojik ürünlerle tanışmasına da imkan sağlamıştır.[11] Aydınlanma sonrası özellikle Darwin’in ve onu takip eden pek çok bilim adamının bitki biyolojisindeki atılımıyla[12] bilimsel çaba astronomideki yönünü belli bir süre için değiştirecektir. Sanayi devrimiyle birlikte ise bilim, üre­ten ve hayata doğrudan etki eden ve çağdaş teknolojinin yaygınlaş­masını sağlayan günümüz toplumunun ilk örneğini ortaya çıkaracak­tır. Bilim ve teknolojiye bağlı olarak gelişen basın ve yayım, insanların bilgi paylaşımına verdiği önemle birleşerek, ortak değerle­rin ve imkanların doğması ve paylaşılmasını hızlandırmıştır. Aydın­lanmanın çekiciliği bilimle ve evrensel akıl anlayışla birleşerek, ko- lonyalizm, totaliterlik, ırksal ve cinsiyet ayrımcılığı gibi pek çok harekete etki etmiştir. Aydınlanmanın en önemli yanlarından ya da çıkarımlarından biri de, bilime, akla ve evrenselliğe adeta tapılacak kadar bir önemin verilmesi, bilgi ile gücün değişmez ve ayrılmaz bir bütün haline gelmesidir.

Aydınlanma öncesinde başlayan en büyük bilimsel değişim ve devrim kuşkusuz astronomide yaşanmıştır. Astronominin merkezin­de bulunduğu bilimsel değişim Kopernik ile başlayıp Kepler, Tycho Brahe, Descartes ile devam eden ve Newton’la tamamlanan devrimsel bir süreçtir. Bu süreç bilimsel, dini ve metafizik anlayış bakımından köklü yapısal değişmelere vesile olmuştur. Özellikle aydınlanma dö­neminin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan cari durum, yeni bir meşruiyet unsuruna dönüşmüş, zamanla da tek tipçi, baskıcı bilimsel bir anlayış modeli haline gelmiştir. Bizzat aydınlanmanın kendisi, ontolojik olarak karşıt olduğu baskıcı bir yapının unsuru haline gele­rek sosyolojik bir vakıanın da doğmasına sebep olacaktır. Tarih bo­yunca insanoğlunun doğa ile olan mücadelesinde, elde ettiği her bilgi ona yeni kazanımlar ve imkanlar sunmuştu. Bu kazanım ve imkanla­rın oluşturduğu bilgi dünyası inanç açısından belli bir anlam bütün­lüğüne sahip olarak, uzun süre yeknesak bir şekilde devam etmiştir. Ancak özellikle Yeniçağ ile birlikte felsefe ailesinden kopan, başta fizik, matematik ve optikteki gibi bilimlerdeki gelişmeler,[13] yeni alet­lerin geliştirilmesi ve bazı kadim kabullerin değişmesine neden ola­caktı. Özellikle teleskop gibi teknik aletlerin gelişmesi ve sağladığı bilgiler astronomi de devrimsel sonuçların doğmasına imkan sağla­yacaktı. [14]

Ortaçağ boyunca kozmolojik tasavvur Aristocu alem anlayışı üzerine inşa edilmişti. Bu anlayışta dünya kozmosun merkezinde bulunmaktaydı. Dünyanın bu durumu sadece kozmolojik açıdan değil, aynı zamanda metafizik açısından da merkezi bir konuma sahip oldu­ğu düşünülmüş ve yüzyıllarca bu şekilde kabul edilmişti. Zira dünya evrendeki akleden tek varlık olan insana ve insanlar için kendini feda eden Hz İsa’ya ev sahipliği yapmaktaydı. Bu nedenle ontolojik ve kozmolojik olarak bu alemin merkez olarak kabulü, epistemolojik açıdan da temellendirilmeye çalışılmış, zamanla bu kabul bir Hristi- yan dogması haline gelmişti.

Aristocu alem anlayışı, zamanla Batlamyusçu yapı ile kaynaşa­rak, Ortaçağ boyunca Batı’ya hakim olan bir kabule dönüşecektir. Bu anlayışta varlık temelde iki kademeye ayrılmıştı. Oluş ve bozuluşa uğrayan ya da uğramayan varlıklar ay altı ve ay üstü şeklinde iki ka­tegorik ayrıma tabi tutulmuştu. Ay altı değişebilen, insanın da içinde olduğu doğadaki canlıları içeren bir yapıyı ifade ederken, ay üstü alem değişmez, mükemmel, manevi bir ilke olan “ether” ile açıklanan bir yapıydı. Değişen ve bozulan varlıktan değişmeyen ve bozulmayan mükemmel varlığa doğru yükselen bir hiyerarşi tasavvur edilmişti. Bu tasavvurda ay üstü alemde olduğu kabul edilen gezegenler mü­kemmel ve değişmez olanı temsil etmekteydi.[15] Bu kozmolojik yapı Ortaçağ Hıristiyan düşüncesi içinde zamanla kökleşerek dini açıdan da temellendirilmişti. Bu yapıda Hz İsa’nın manevi kişiliği ve Tanrı­sallığı, yani teslis inancı da kozmolojik yapı içinde kendine yer bul­muştu. Ortaçağ bilim ve felsefesi dinin doğrulayıcısı ve destekleyicisi olarak varlığını skolastik düşünce içinde bu şekilde devam ettirmiştir. Bu yapı M.S. 512 yılında antik dünyanın kadim okulları olan Akademi ve Lise’nin kapatılmasından, on altıncı yüzyıla kadar varlığını sorgu- lanmaksızın sürdürmüştür.

Skolastik anlayışın ana karakterini yansıtan korumacı algının ürettiği her şey, Aristocu anlayışın izlerini taşımakla birlikte, dinsel bir anlam ve içerik üzerinden açıklanmaya ya da anlamlandırılmaya çalışılıyordu. Felsefe ve bilim de bu algı içinde ancak tamamlayıcı bir unsur olarak, yüzyıllarca bilkuvve mevcudiyetini muhafaza etmişti. Her şeyin Tanrı’nın hikmetinin bir gereği olarak ortaya çıktığı bu anlayışta bilimsel veriler de bu hikmetin doğrulaması olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştı. Ancak yapılan yeni keşifler yüzyıllardır sür­mekte olan bu kendi içinde kusursuz bir şekilde devam eden düzenin sarsılmasına ve devrimsel bir şekilde değişmesine neden olmuştu.

Batlamyus’tan beri, dünyanın yaşadığımız evrenin merkezinde olduğu görüşü kabul edilmiş,[16] [17] dini inanç başta olmak üzere tüm düşünsel sistem buna göre inşa edilmişti. Ancak on altıncı yüzyıldan itibaren bu sisteme ciddi eleştiriler gelmeye başlamıştı. İlk olarak Nicolaus Copernicus (1473-1543] Gök Kürelerinin Hareketi Üzerine (1543) isimli eserini kaleme aldığında güneş merkezli bir sistemi formüle etmişti. Bu sistem Kopernik’ten sonra Tycho Brahe ve Kep- ler’in gözlemleriyle doğrulama sürecine girmiş, Galileo’un gelişmiş teleskobuyla beraber daha da belirgin hale gelmişti. Kopernik’in ça­lışmaları ilk başta kilise tarafından desteklenmiş olmasına rağmen ortaya çıkan bilginin tamamen dini epistemolojiyle çatışması ve tüm paradigmayı altüst etmesi nedeniyle ortaya konan görüşler Papalığın kovuşturmasına uğramaya başlamıştı. Ancak Kopernik’in ilk defa fikirlerini ortaya koymasından Newton’un ünlü eseri Tabiat Felsefesi­nin Matematik Prensipleri’ni kaleme aldığı döneme kadar geçen yak­laşık yüz elli yıllık dönemde sistem külli bir değişime uğramış, kilise­nin tüm mücadelesine rağmen, yapılan gözlem ve kanıtlamalar bin yıldan fazladır hüküm süren Aristocu evren anlayışının hakimiyetine son vermişti. Aristocu alem anlayışı/kozmolojisi, Kepler’in Göksel Gizem (1596] Newton’un matematiksel kesinliğin verdiği güçle alemi açıklarken ortaya koyduğu yerçekimi kanunu, böylece pek çok eski kanı ve bilimsel açıklamayı yerle bir etmiştir. Newton bilimsel bakış açısının yegâne temsilcisi olarak ön plana çıkarken Einstein’a kadar sürecek dönemde, ortaya koyduğu görüşler mutlak bir hakimiyetin ifadesi olmuş ve bilimsel meşruiyetin yegâne geçerli kriteri haline gelmiştir.

Newton, rasyonalizmin kurucusu olan Descartes’ın kendinden önce ortaya koyduğu mekanik ve determinist yapısından[18] farklı olarak Tanrı’nın da müdahil olduğu bir fizik anlayışını teklif etmiştir. Newton’un yakın arkadaşı olan ve kitabının basımına da yardımcı olan Edmond Halley, kendi ismiyle anılan kuyruklu yıldız hakkındaki çalışmalarla, düşünürün fizik anlayışının bir doğrulamasını ortaya koymuştu. Zira onun keşfettiği kuyruklu yıldız, Aristocu sistemdeki gibi sadece ay altı aleme ait bir gerçeklik olmayıp, aynı zamanda de­ğişmez olarak kabul edilen ay üstü alemdeki gök kürelerinin arasın­dan geçerek daha uzaklara gidebilen bir gök cismidir. Bu da değişmez olarak kabul edilen ay üstü alemin, hiç de öyle varsayıldığı gibi olma­dığının önemli kanıtlarındandır. Yine benzer bir durumu T. Brahe, Süpernova gözlemleriyle de kanıtlanmıştır. Değişim sadece ay altı aleme değil, aynı zamanda ay üstü aleme de hakim olan bir gerçekliğe işaret etmekteydi. Ortaya çıkan yeni durumla birlikte, Aristocu sistem ağır eleştiri ve saldırılara maruz kalmış, değişiklik artık kendini zo­runlu bir şekilde hissettirmeye başlamıştı. Ancak devrimsel sürecin nihai noktası olan Newton öncesinde bazı uzlaştırıcı çabaların da olduğu gözlemlenmiştir. Bunun en önemli örneği, sistemi kökten sarsan T. Brahe’nin uzlaşımcı[19] yaklaşımıdır. Öyle ki, Newton’dan önce Kopernik, Kepler ve Galileo’nun sistemleştirmeye çalıştığı güneş merkezli sistem, Brahe tarafından daha uzlaşımcı bir şekilde Aristo ve Kopernik sistemini bir arada barındıran bir yapıda yeniden ortaya konmaya çalışılmıştı. Böylece Brahe hem yeni verilerinden vaz geç­miyor, hem de Aristocu ve teolojik yapının öngördüğü epistemolojiyi de korunmaya çalışıyordu. Ancak asıl paradigmatik değişim Gali­leo’nun 1610 yılında teleskobuyla yaptığı gözlemlere dair yayımladığı Yıldız Habercisi eseridir. Burada, Aristocu anlayışın tam tersine gök­sel cisimlerin kusursuz özel bir maddeden yapıldığına dair anlayışın tersine pürüzlü ve vadilere sahip ay yüzeyine dair gözlemler, güneş lekeleri, Jüpiter’in dört uydusuna dair gözlemler, artık eski sistemin savunulamaz olduğunu da ortaya koyuyordu. Galileo’nun İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine (1632), isimli çalışması değişime etkileri ba­kımından ayrıca önemlidir.[20] Eserler, Papa VII. Urban’ın sansür te­şebbüslerine rağmen yayımlanmış; düşünür eserlerindeki fikirlerin­den dolayı kovuşturma ve ardından ev hapsine mahkum olmuştur.

T. Kuhn bilimsel devrimlerin politik devrimler kadar etkili ol­duğunu beyan etmişti.[21] Galileo ile başlayıp Newton ile tamamlanan astronomideki devrimsel süreç, ay altı ve ay üstü olarak ikili bir alem tasavvurunu zorunlu kılan Aristocu anlayış yerine, tek bir alem algı­sının öne çıktığı bir sisteme dönüşmüştür. Ayrıca Galileo ve Descar- tes’te ön plana çıkan matematiksel açıklamalar, daha sistemli bir şekilde Newton tarafından kullanılarak, kanıtlanması ve temellendi- rilmesi daha kolay hale gelmiştir. Ancak bu imkan aynı zamanda din­sel ve kadim paradigmalar açısından da var olan kabullerin yeniden revize edilmesini sağlamıştır. Yeni bilimsel verilerin ışığında insanoğ­lunun özellikle doğa üzerindeki hakimiyeti artmış, bununla birlikte bin yıldır Batı toplumunu katı bir şekilde yöneten kurumsal Hıristi­yanlık derin yaralar almıştır. Pek çoğu dindarın ya da dini bir geçmişe sahip bilim adamının gözlemleri ya da araştırmalarıyla ortaya çıkan bilgi birikimi ve gerçekler ile kurumsal din anlayışının imlediği epis­temoloji karşı karşıya gelmiştir. Ancak burada, özellikle Newton’la başlayıp, Locke ve Berkeley’le (1685-1753) devam eden anlayışta, yeni veriler ışığında kurumsal dinin yanlış ve yozlaşmış uygulamala­rından soyutlanmaya çalışılan bir dini algıdan ya da saf Hıristiyanlı­ğın hâlihazırdaki bilimsel bilgilere ters düşmeyeceği iddiasını taşıyan rasyonel din algısından bahsetmemiz gerekmektedir. Newton’un düalist anlayışında kendine yer bulan Tanrı ve din kavramları, mate­matiğin kesinliği karşısında mevzi kaybederken, yine matematiği kendine rehber edinip alemi ona göre açıklama iddiasında olan bu Newtoncu sistem, alemin başlangıcının ve halihazırda gözlemlediği­miz düzen ve mükemmelliğin nedenin Tanrı olduğunu iddia ederek, dine ontik ve daha mantıklı bir yer açmaya çalışmıştır. Hipotetik- dedüktif adı verilen (deneysel yöntemle matematiksel yöntemin bir­leşimi] bu yöntemle, bilimsel açıdan bir çığır açılmıştır. Böylece bi­limsel bilgi gözlem, deney ve kuramsallaşma olarak üç evrelik bir sistem ve bir etkinlik olarak düzenlenmiştir. Onun bu yöntemi Des- cartes’in sonuçları katı bir mekanistliğe giden dedüktif yöntem gibi de değildir. Ancak Descartes’in düşlediği mekanik matematikle doğa tasarımı kabulü, kendinden sonra bizzat Newton’un gözlemleri son­rası ortaya çıkmıştır. Kendinden önceki pek çok düşünürün görüşle­rinin iyi bir sentezlemesini ve yorumlamasını yapan Newton, mate­matiğin yanında bulmuş olduğu diferansiyel hesabıyla birlikte fizik, kimya, biyoloji, mühendislik ve ekonomi alanlarında da kullanılacak modellemeler ortaya koymuş ve böylece hem bilimsel hem de düşün­sel anlamda önemli bir evreye de geçişi sağlamıştır. Onun evrensel çekim kanunuyla ortaya koyduğu vizyon, yaşadığı dünyanın her ala­nında hakim olan Kartezyen bakış açısının ve Descartes’in akışkan (vortex] alem açıklamalarının yerine ikame edilirken, rasyonalizmin ve rasyonalistlerinde bilim ve felsefedeki hakimiyetini kırmıştır. Onun açtığı kapıdan Locke, Hume ve Berkeley gibi İngiliz ampiristleri girerek, Newton’un bilimlerde yaptığı ilerlemeyi, felsefe, siyaset, ah­lak gibi insanı merkez alan ilimlerde de yapmaya çalışmışlardır.[22] 1687 yılında yayımlanan Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri isimli eser bilimsel anlamda aydınlanmayı karakterize eden yapının oluş­masını sağlarken, bundan bir yıl sonra 1688 yılında Glorious Devri- mi’yle birlikte, İngiltere siyasi ve sosyal aydınlanma tecrübesi yaşı­yordu. 1689 yılında ilan edilen Tolerans Akti ve yine aynı yıl yayımlanan Locke’un Tolerans Mektupları ve Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserler, Aydınlanma çağının zihinsel ve sosyal yapısının da hangi siyasi yapılar ve düşünceler üzerine inşa edileceğinin işaret­lerini veriyordu. Newton’la başlayıp, Locke ile devam eden bu süreçte Aydınlanma felsefi ve bilimsel açıdan döneme güçlü bir başlangıç yapıyordu. Ancak bilimsel anlamda bundan sonra genellikle Newton- cu anlayışı doğrulayan lokal astronomi, matematik çalışmaları yapılı­yor bunun yanında başta kimya olmak üzere diğer bilim dallarıyla da ilgileniliyordu.

Aydınlanma yüzyılı bilimsel çalışmaların teknolojik araçlara dönüştüğü ve zamanla bunların kullanışlı aletler olarak insan haya­tında yer edindiği bir safhanın da başlangıcını ifade etmektedir. Gü­nümüz teknoloji ve bilgi çağında hayatımızı kuşatan bu yeniliklerin ne denli etkin ve önemli olduğunu her gün müşahede eden bizler için, o dönemde yaşanan en ufak gelişmelerin dahi insanların gündelik alışkanlıklarını hızlı bir şekilde değiştirirken, eski inanç ve kabulleri­ni de derinden etkilediğini söylememizde fayda vardır. Koyre’nin deyimiyle özünde bir düşünce tarihi olan bilim tarihi, insanın kendi­siyle ve tabiatla olan mücadelesinin hikayesidir. Bu hikaye Aydınlan­mayla birlikte insan oğlunun narsistik bir şekilde doğa ile oynaması­na ve onun üzerinde bir hakimiyet kurmasına neden olmuştur. Aydınlanmanın pozitivizmi doğuran keskin ve buyurgan bilimsel bakışın pek çok toplumun hızla değişmesinde ve artık bugün küresel­leşme diye nitelendirilen tek tipçi bakış açısının oluşmasında oldukça etkilidir. Aydınlanmanın bizzat kendisi karşı çıktığı mitsel ve değiş­mezlik karşısında yer alan tutumu erozyona uğrayarak, bilimsel ve sosyal anlamda kendisi değişmez ve baskıcı bir tutum haline gelerek meşruiyetin sembolü haline gelmiştir. Bu anlayış zamanla işin özün­den yoksun baskıcı bir aydınlanma projesi haline gelmiştir. Bu anla­yışın ortaya çıkardığı iki önemli sonuç kuşkusuz Napolyon ve Hitlerin eliyle çağdaş dünyanın karşılaştığı iki büyük yıkımın meydana gelme­sindeki entelektüel zemini de hazırlamıştır. Ancak şu bir gerçektir ki insanoğlunun doğa karşısındaki kazanımları zamanla tabiatı hoyratça kullanmaya ve tahrip etmeye dönüşmüştür. Özellikle sanayi devri- miyle hız kazanan ve günümüz tüketim algısının oluşmasında etkili olan unsur hızlı ve savurgan anlayışın temelinde aydınlanmayı karak- terize eden bilim anlayışının zamanla sadece insanın bencilce kendi refahını düşünen bir hakimiyet arzusuna dönüşmesidir. İnsanoğlu aydınlanma sonrası ve özellikle de on dokuzuncu yüzyıl sonrası sa­nayi devrimiyle birlikte yirminci yüzyıl sonrasında bilimin teknoloji­ye dönüşümünde kendine yeni imkanlar açarken, gelecek nesilleri tehlikeye atan ve kendi sonunu hazırlayan doğayı anlamaktan çok onu tahrip ve yok etmeye çalışan bir varlık haline getirmiştir. Bu açı­dan insanın yeni bilimsel anlayışının getirdiği imkanları kullanırken, ona da saygı duymasını sağlayacak metafizik bağlamlara sahip olma­sının önemi burada ortaya çıkmaktadır. Teknolojik imkanlar insanları entelektüel ve modern yapmadığı gibi daha narsistik ve şizofren kişi­liklerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu açıdan bilime değer ka­tan şeyin onu kullanmanın yanında anlamak ve anlamlandırmak ol­duğunu unutmamak gerekmektedir. Newton araştırmaya iki kaynak sunmuştur. Bunlardan birisi Tanrı’nın eseri olan muhteşem evren, diğeri ise Tanrının buyruğudur. Ona göre Tanrı’nın planlarının keşfi için kutsal kitaba bakılması ve Tanrı’nın sözünden yararlanılması gerekmektedir. Onun anladığı Tanrı etken ve maddi evrenle sürekli ilişkisi olan bir varlıktır. Aslında düşünüre göre Tanrı kavramına başvurulmaksızın evrenin açıklanması mümkün değildir. Ancak onun bu öngörü ve hassasiyeti kendini takip eden bazı düşünürlerce payla- şılmamıştır. Onun dini hassasiyete sahip bir şekilde inşa etmeye çalış­tığı evren algısı kendisinden sonra özellikle Fransız aydınlanmacıların ve Laplace gibi bilim adamlarının elinde metafizik bağından soyutlanarak seküler bir yapıya indirgenmiş bir şekilde günümüze kadar gelmiştir. Newton’un hiç de hesap etmediği ve belki de isteme­diği bu durum daha sonra Berkeley tarafından eleştirilmiş ve inanç bağlamında bir tehlike olarak görülmüştür. Newton’un doğa bilimle­rindeki başarısından oldukça etkilenen Hume, aynı şeyi insan bilim­lerinde de yapma arzusuyla klasik nedensellik algısını eleştirerek, zorunluluk üzerine kurulu bir epistemolojinin de eksikliğini ortaya koymuştur. Bu bakış açısı Kant’ı dogmatik uykusundan uyandırdığın­da, başta metafizik olmak üzere eski kabullerin öldürücü bir şekilde kritik edildiği agnostik dünyayı bizlere açmıştır. Ortaya çıkan bu so­nuçta, Newtoncu paradigmanın dönüştüğü mutlakiyetçi hakimiyeti­nin izlerini görmek mümkündür. Aslında Kant’ı Newtoncu bilim algı­sının etkisini üzerinde taşıyan Hume’un ampirizminin ve Kartezyen bakışa sahip Leibnizci rasyonalizmin bir sentezi gibidir. Bu sentez öylesine büyük ve etkili bir yapıya sahiptir ki, teolojiden ahlak ve estetik değerlere kadar söz söylediği her alanda dönüştürücü bir etki yapmıştır.

Sonuç

Aydınlanma yüzyılı Newton’un rengini verdiği bir bilimselliğin etkisi altında kalmış olmasına ve on yedinci yüzyıl gibi devrimsel değişimlerin meydana gelmemesine rağmen, pek çok bilimsel keşfin de ortaya çıktığı bir dönemi temsil etmektedir. Aydınlanma on doku­zuncu yüzyılda meydana gelecek büyük gelişmelerin altyapısını oluş­turan, bir geçiş dönemi olarak da görülebilir. Descartes’in oluşturmak için çabaladığı ama tam olarak başaramadığı Tanrısal hakikati ispat­lama çabası, Newton tarafından mekanik evren tasarımı bağlamında yerine getiriliyordu.[23] Yani aydınlanma yüzyılının entelektüel dünya­sı, Newton sisteminin neden-etki ilişkisine bağlı mekanist yapısını materyalizm açısından öne çıkaran düşünürlerin hakimiyeti altında­dır. Başta Fransız ansiklopedistleri olmak üzere, özellikle Diderot, La Mettrie ve Baron d’Holbach bunların başındadır. Bu dönemde, ısı ışık, elektrik, matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimler mekanik dünya görüşünün biricik bilimsel alt yapısı olarak ortaya çıkarken, aynı za­manda sosyoloji, antropoloji, felsefe, ahlak, siyaset gibi alanlarında belirleyicisi olmaya başlamışlardı. Aydınlanma döneminde hegomo- nik bir hakimiyet kuran Newtoncu kozmoloji, otoriter aydınlanmacı tavrın ve elitist bir bilim anlayışının da doğmasına zemin hazırlamış­tır. Özellikle bilim akademileri ve kafeler gibi sosyal ve sivil alanlarda ifadesini bulan aydınlanmacı bilimsel algı, on dokuzuncu yüzyılda pozitivist bir görüş olarak kendini gösterecektir.[24] Zaten aydınlanma yüzyılının ortalarından itibaren, durum zamanla katı bir bilim anlayı­şına neden olurken, metafiziği tamamen yadsıyan, kutsalı bilimsel açıklamalarla anlamsızlaştıran, fiziksel varlığın toplumdaki varoluşu­nu siyah ve beyaz gibi kesin bilimsel yargılara göre ötekileyici bir şekilde açıklayan bir durum haline gelmişti. Ancak bu anlayış Aydın­lanma sonrasında Almanya’da Goethe, Schiller ve Shelling gibi idea­listlerce bir kırılmaya uğrayacaktır. Ancak bunun yanında unutul­maması gereken en önemli husus, aydınlanma düşüncesinin zamanla tüm unsurlarıyla beraber tüm toplumu ve kurumlan kuşatan bir po­pülist algıya dönüşerek, oldukça etkileyici ve dönüştürücü bir hale gelmesidir. Zira bu durum, aydınlanma kavramının etrafında oluşan entelektüel ve bilimsel çekicilik, zamanla bilimsel ve evrensel akıl anlayışıyla beraber, başta kolonyalizm, totaliterlik, ırksal ve cinsiyet ayrımcılığı gibi pek çok harekete etki etmiştir. Zamanla aydınlanma popülizmi bilime, akla ve evrenselliğe adeta tapılacak kadar, bilgi ile gücün birlikteliğini imleyen bir yapı haline dönüşmüştür.[25]

Bilimsel açıdan aydınlanmayı, Kepler, Galileo, Descartes, Leib­niz ve Newton tarafından gerçekleştirilip tamamlanan bilimsel dev- riminin entelektüel ve sosyal açıdan bir uzantısı ya da kazanımı ola­rak görebiliriz. Bu açıdan aydınlanma düşüncesi, bu bilimsel yapının bir mirasçısı ve bir anlamda da dogmatik bir emanetçisidir. Bu ne­denledir ki aydınlanma aslında bilimsel devrimler açısından, on ye­dinci yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyıl arasında bir geçiş, bir dinlenme ve özümsenme dönemi olarak da kabul edilebilir.[26]

Aydınlanmacı bilim algısının ve özellikle de Newton’un ortaya koyduğu öngörülerin ilk dönemlerde din adamları tarafından yücelti­lerek sıkça kullanıldığını belirtmemiz gerekmektedir. Kopernik’le başlayan bilimsel gelişmelerin her aşaması kurumsal dini algılara sert darbeler indirirken, inanç dünyasındaki gerçekliklerin anlamsal tabanını da yok etmiştir. Ancak Newton ve sonrasında Locke gibi bilim adamı ve filozofların inanca referansta bulunan açıklamaları, bu yeni durum karşısında inananlara da kendilerini ifade etme şansı vermiştir. Newton’un bakış açısının etkin olduğu bir yapıda Samuel Clarke gibi bilim adamı, filozof ve din adamı kişiliğini bir arada taşı­yan kimselerin verdiği Boyle konferanslarında başta Tanrı’nın varlığı olmak üzere, deizme ve ateizme dair argümanlar yeni bilimsel keşif­ler ışığında reddedilerek dini epistemolojinin doğrulanması sağlan­mıştır. Burada temel vurgu, özellikle Locke ve Berkeley gibi düşünür- lerce ifade edildiği gibi, söz konusu yanlış anlaşılma ve dine dair eleş­tirilerin bizatihi dinin kendisinden değil de, yanlış uygulamalarından kaynaklandığını ve bu durumdan kurumsal dini yapıların sorumlu olduğudur. Sonraları Hume doğal din algısının başta Locke olmak üzere insanın sahip olması gereken inanç dünyasını şekillendiren yapısına işaret etmiş ve bu yapıyı bozulmamış ve kurumsallaşmamış Hıristiyanlığın ilk hali olarak tasvir etmiştir. Bu durumu tıpkı günü­müz dünyasında Müslümanların ve Hıristiyanların ortaya çıkan ge­lişmelere karşı dini yeniden yorumlama çabalarının ilk tezahürleri olarak görebiliriz. Bilimin hızla değişen dünyasının yanında değiş­mezliği esas alıp ve bunu metafiziksel gerçeklikler üzerinden inşa etmeye çalışan dinin bir arada bulunduğu pek çok alanda önemli tartışmalar yapılmaktadır. Ancak bununla birlikte artık günümüzde, aydınlanmanın başlattığı ve pozitivizminde önemli katkıda bulundu­ğu katı, seküler ve ateizme götüren bilim anlayışının yanında, Tanrıyı anlama ve onu doğrulama şeklinde tezahür eden ve hikmeti esas alan bir bakış açısının da yeniden kuvvetlendiğini de görmekteyiz. Kadim iddia yeniden revize edilerek, yeni imkanlar ışığında bir kez daha, dinin bilime karşı olmayıp bizatihi onu destekleyen bir unsur olduğu gerçeği vurgusu gittikçe kuvvetlenmektedir. Bilimsel veriler insanları ateizme ya da dine götürmekten çok aslında mevcut kanaatlerinin daha da kuvvetlenmesini ve/veya meşrulaştırmasını sağlayan bir enstrüman olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak olup biteni yo­rumlayacak, buna anlam katacak ve nesnel ölçüleri kaybetmeyecek hem bilimsel hem de sosyal açıdan bizlere yol gösterecek kriterlerin ve ortamın varlığına hala ihtiyacımız vardır.

Kaynakça

Arslan, İshak, “Evrenin Mekanik Tasarımı: Newton”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni, İnsan Yay., İstanbul-2015, c. IV.

Barnett, S. J., The Enlightenment and Religion The Myths of Modernity, Manchester University Press, 2003.

Berkeley, G., “A Defence of Freethinking in Mathematics” The Works of George Berkeley, v. III, London 1820.

Bozkurt, Ömer (ed.], Aydınlanma Din Demokrasi, EskiYeni Yayınları, Ankara 2012.

Cevizci, Ahmet, “Aydınlanma”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstan­bul 2002.

Cevizci, Ahmet, Aydınlanma Felsefesi Tarihi, Asa Kitapevi, Bursa 2008.

Condercet, N., Political Writings, ed. Steven Lukes, Nadia Urbinati, Cambridge 2012.

Çiğdem, Ahmet, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.

Erdoğan, Eyüp, Aristoteles’ten Newton’a Pradigmatik Bilim Tarihi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2009.

Ford, Brian J., “Scientific Illustration in The Eighteenth Century”, The Cambridge History of Science Volume 4 The Eighteenth-Century, ed. Roy Porter, Cambridge University Press, Cambridge 2008.

Kant, Immanuel, “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt (1784]”, Çev: Nejat Bozkurt, Toplumbilim (Aydınlanma Özel Sayısı], sy. 11, Temmuz 2000.

Koyre, Alexander, Bilim Tarihi Yazıları I, Tübitak, Ankara 2002.

Kuhn, Thomas, Kopernik Devrimi Batı Düşüncesinin Gelişiminde Geze­gen Astronomisi, İmge Yayıncılık, Ankara 2007.

Mendelssohn, Moses, “Aydınlanma Nedir? Sorusu Üzerine”, Çev: Ali Irgat, Toplumbilim (Aydınlanma Özel Sayısı], sy. 11, Temmuz

2000.

Outram, Dorinda, Aydınlanma, Çev: S. Çalışkan – H. Çalışkan, Dost Kitabevi, Ankara 2007.

Özalp, Hasan, “Galileo Galilei”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni, İnsan Yay., İstanbul-2015, c. IV.

Özalp, Hasan, “Johannes Kepler”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüve­ni, İnsan Yay., İstanbul-2015, c. IV.

Özden, H. Ömer & Elmalı, Osman, Yeniçağ Felsefesi Tarihi, Arı Sanat, 2. Baskı, İstanbul 2014.

Reill, Peter Hanns, “The Legacy of The ‘Scientific Revolution’ Science and the Enlightenment”, The Cambridge History of Science Vo­lume 4 The Eighteenth-Century, ed. Roy Porter, Cambridge Uni­versity Press, Cambridge 2008.

Şekerci, Ahmet Erhan, “Aydınlanmanın Ulusal Karakteri Üzerine Ana­litik Bir Deneme”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni Yeniçağ Düşüncesi, İnsan Yay., İstanbul 2015, c. 3.

Şekerci, Ahmet Erhan, Aydınlanma ve Din, İnsan Yayınları, İstanbul 2016.

Topdemir, Hüseyin Gazi & Unat, Yavuz, Bilim Tarihi, Pegem Yayın­ları, 2. Baskı Ankara 2009.

Ural, Safak, Bilim Tarihi III, Modern Çağ, Ağaç Yay, İstanbul 1994. Yıldırım, Cemal,

Dipnotlar

[1] N. Condercet, Political Writings, ed. Steven Lukes, Nadia Urbinati, Cambridge 2012, s. 130.

[2]   Ahmet Erhan Şekerci, Aydınlanma ve Din, İnsan Yayınları, İstanbul 2016, s. 20. Bu konularla ilgili olarak farklı makaleleri içeren bir çalışma için bkz. Ömer Bozkurt (ed.), Aydınlanma Din Demokrasi, EskiYeni Yayınları, Ankara 2012.

[3]    Bkz. Şekerci, Aydınlanma ve Din, s. 14; S. J. Barnett, The Enlightenment and Religion The Myths of Modernity, Machester University Press, 2003, s. 1; Ah­met Cevizci, “Aydınlanma”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul 2002, s. 111; H. Ömer Özden-Osman Elmalı, Yeniçağ Felsefesi Tarihi, Arı Sanat, 2. Bas­kı, İstanbul 2014, s. 237-238.

[4]    Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt (1784)”; Çev: Nejat Bozkurt, Toplumbilim (Aydınlanma Özel Sayısı), sy. 11, Temmuz-2000, s. 17.

[5]    Roy Porter, “Introduction”, The Cambridge History of Science Volume 4 The Eighteenth-Century, ed. Roy Porter, Cambridge University Press, Cambridge 2008, s. 2.

[6]    Moses Mendelssohn, “Aydınlanma Nedir? Sorusu Üzerine”, Çev: Ali Irgat, Toplumbilim (Aydınlanma Özel Sayısı), sy. 11, Temmuz- 2000, s. 13.

[7]    Bkz. Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi Tarihi, Asa Kitapevi, Bursa 2008, s. 13; Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1999, s. 13; Barnett, The Enlightenment and Religion The Myths of Modernity, s. 26; Ahmet Erhan Şekerci, “Aydınlanmanın Ulusal Karakteri Üzerine Analitik Bir Deneme”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni Yeniçağ Düşüncesi, c. 3, İnsan Yayınları, İstanbul 2015, s. 160.

[8]    Şekerci, Aydınlanma ve Din, s. 39; Dorinda Outram, Aydınlanma, Dost Kitabevi, Çev: S. Çalışkan-H. Çalışkan, Ankara 2007 s. 38.

[9]   Eyüp Erdoğan, Aristoteles’ten Newton’a Pradigmatik Bilim Tarihi, Arkeoloji ve

Sanat Yayınları, İstanbul 2009, s. 200.

[10]   Hüseyin Gazi Topdemir &Yavuz Unat, Bilim Tarihi, Pegem Yayınları, 2. Baskı Ankara 2009, s. 266-267.

[11]  Topdemir & Unat, Bilim Tarihi, s. 279.

[12]   Brian J. Ford, “Scientific Illustration in The Eighteenth Century”, The Camb­ridge History of Science Volume 4 The Eighteenth-Century, ed. Roy Porter, Cambridge University Press, Cambridge 2008, s. 567-569.

[13]  Safak Ural, Bilim Tarihi III, Modern Çağ, Ağaç Yay., İstanbul 1994, s. 74.

[14]  Koyré, Galileo’nun ilk bilimsel aletleri yapan ya da yaratan insan olarak nite­lendirmiştir. Galileo’un geliştirdiği teleskop, sonrasında Newton tarafından daha da geliştirilerek önemli çalışmaların yapılmasına imkan sağlamıştır. Bkz. Topdemir & Unat, Bilim Tarihi, s. 218; Alexander Koyré, Bilim Tarihi Ya­zıları I, Tübitak, Ankara 2002, s. 65.

[15]   Haşan Özalp, “Johannes Kepler”, Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni, İnsan Yay., İstanbul 2015, c. IV, s. 975; Haşan Özalp, “Galileo Galilei”, Doğudan Batı­ya Düşüncenin Serüveni, İnşan Yay., İstanbul 2015, c. IV, s. 986, 987.

[16]  İshak Arslan, “Evrenin Mekanik Tasarımı: Newton”, Doğudan Batıya Düşün­cenin Serüveni, İnsan Yay., İstanbul 2015, c. IV, s. 1010.

[17]  Bkz. Erdoğan, Aristoteles’ten Newton’a Pradigmatik Bilim Tarihi, s. 171; Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2015, s. 86; Topdemir & Unat, Bilim Tarihi, s. 230-231.

[18]   Erdoğan, Aristoteles’ten Newton’a Pradigmatik Bilim Tarihi, s. 208-209.

[19]   Özalp, “Johannes Kepler”, s. 972.

[20]  Özalp, “Galileo Galilei”, s. 984.

[21]  Kuhn’un özellikle astronomi bağlamında Batı’da meydana gelen değişimin oldukça etkili olduğunu düşünmektedir. Bu hususta bkz. Thomas Kuhn, Ko- pernik Devrimi Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi, İmge Ya­yıncılık, Ankara 2007.

[22]   Locke, Berkeley ve Hume, Newton’un bilimlerdeki başarısını felsefi alanda da gerçekleştirmeye çalışırken, Berkeley başta Newton ve selefi olan Locke’un yaklaşımlarının dini açıdan sakıncalı olduğunu düşünüp önemli eleştiriler ge­tirmiştir. Özellikle Locke’un deistik yaklaşımları ve zamanla mekanik bir alem tasavvuruna dönen Newtoncu bilim anlayışının din açısından tehlikeli sonuçları olacağını düşünmüştür. Bkz. G. Berkeley, “A Defence of Freethin- king in Mathematics” The Works of George Berkeley, v. III, London, 1820, s. 10­11.

[23]  Arslan, “Evrenin Mekanik Tasarımı: Newton”, s. 1009.

[24]  Arslan, “Evrenin Mekanik Tasarımı: Newton”, s. 1015.

[25]   Peter Hanns Reill, “The Legacy of The ‘Scientific Revolution’ Science and the Enlightenment”, The Cambridge History of Science Volume 4 The Eighteenth- Century, ed. Roy Porter, Cambridge University Press, Cambridge 2008, s. 24.

[26]   Reill, “The Legacy of The ‘Scientific Revolution’ Science and the Enlighten­ment”, s. 23.

——————————–

[i] Bilim Tarihi ve Felsefesi Sempozyumu (27-28-29 Kasım 2015), Mardin, Bildiri Kitabı, Ed. Ömer BOZKURT, Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 2016 Mardin, ISBN 978-605-4202-25-6

[ii] Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı

Yazar
Ahmet Erhan ŞEKERCİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen