Genç İnsanın Anlam Arayışı ve Din

Prof. Dr. Mualla SELÇUK[i]

Bugünkü konuşmamız “Genç insanın Anlam Arayışı ve Din” adım taşıyor.[1]

Önce bu kavramlar üzerinde biraz durmak isti­yorum. Ondan sonra “Din, insanın anlam arayışına cevap verebilir mi?” sorusunu cevaplandırmaya çalı­şacağım.

Eğer cevabımız “evet”se o zaman bir sorumuz daha olacak; “Acaba hangi din anlayışı, nasıl bir din eğitimi ve nasıl bir din algısı anlam arayışımıza ce­vap verir?”

Bize ayrılan zaman dilimi içinde üzerinde dura­cağım kavramlar; genç insan, anlam arayışı ve din. Soracağım soru, dinin bu arayışa katkısı var mı? Eğer cevabımız evetse, buna ihtiyacımız varsa; o za­man nasıl bir din bu katkıyı sağlayabilir?

Önce anlam arayışından başlayalım, ondan sonra “genç insan” diyeyim ve sonra din diyelim.

“Anlam arayışı” ne demek acaba?

Anlam arayışını, aslında çok yalın bir biçimde biz kendimize sormasak da farkında olmasak da za­man zaman bir varoluş düzeyi olarak yaşıyoruz he­pimiz: Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyo­rum? Acaba hayatın anlamı doğmak, belli bir iş edin­mek, para kazanmak, çoluk çocuk sahibi olmak, son­ra ölmek mi? Hayatta başarılı olmak mı, çok para ka­zanmak mı?

Bunu kendimize telâffuz etmesek bile biz aslın­da hep bu uğraşların içindeyiz ve özellikle kültürü­müzün yetiştirdiği ve insana insanlığını hissettiren büyükler, düşünürler veya insan odaklı din anlayışı­na sahip bilim insanları, gönül insanları insanın bu ihtiyacını dinle çok yakından ilintilendirmişler.

Ben size Mevlâna’dan birkaç dize okuduğum zaman, aslında hepimizin o varoluş düzeyini yaşadı­ğını ve o düzeyden din dünyasına zaman zaman atıf­larda bulunduğumuzu birlikte daha iyi hissedeceğiz.

İzninizle metni aynen okumak istiyorum.

Mevlâna şöyle söylüyor efendim:

“Ben kimim? Niçin bir sürü vesveseler içinde­yim? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki yıldızlardan birisi miyim ki, burçtan burca geçer, uğursuzluklara ağlar, mutluluklara güle­rim?

Göklerdeki burçlarda, alçalış ve yükselişlerde bazen rüzgârla sürüklenirim, bazen kayıtlarla bağla­nırım, bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım?

Bazen gulyabanilerin yolunu bile keserim, ba­zen içim daralmış ve hüzünlüyüm, bazen bu iki hâl­den de uzağım ve en yüksek nesnelerden de yükse­ğim.”

Sevgilerimiz, coşkularımız, hüzünlerimiz, acı­larımız, yaşadıklarımız, paylaştıklarımız ve zihnimi­zin, duygularımızın onlara verdiği cevaplar; hepimiz bu uğraş içindeyiz. Bu uğraş içinde din bizim ayakta durmamıza, hayatı sürdürmemize ve özellikle yaşa­ma cevap vermemize nasıl katkıda bulunabilir ve bu­nun için nasıl bir kaynaktır? Peki, Mevlâna’nın bu bi­zi ve haletiruhiyemizi tarif edişine “genç insan” de­diğimiz ve “acaba kim?” diye soracağımız genç insa­nın ağzından çıkan sözlerle de aslında seslenmek is­tiyorum.

Üniversitelerde özellikle derslerimizde ve genç arkadaşlarımızla bazen ampirik (deneysel) çalışma­lar yapıyoruz.

Bir çalışmada bir genç öğrencimizin söyledik­leri aynen şöyleydi: “Acaba insanoğlu, özellikle bu­rada edindiği bütün bu bilgilerin üzerinde daha baş­ka bir bakış kazanabilir mi? Ne bilebilir, neye inana­bilir? Bildiğinin doğruluğunu, inancının geçerliliğini nasıl belirleyebilir? Belki de her şeyden en önemlisi ne yapmalı, nasıl davranmalı? Güneşin her gün do­ğuşu ve batışına bir anlam verip kendini bugüne ve yarına hazırlamalı mı, yoksa her şeyin bir hiç uğruna olduğuna mı karar vermeli? Bir şeyler bilmeye baş­ladık mı, bu bilgi öylesine durmuyor ki, kınından çe­kilen bir kılıç gibi yapmaya, eyleme yönlendiriyor bizi. Üstelik insanın Yüce Varlıkla olan ilişkisi hak­kında, din konusunda, din sahasında acaba doğru ne­rede, denge nerede? Farklı uçlarda yaşayıp günün bi­rinde uçlardan birine kayıp kaymamakta mı? Güne­şin doğduğu her yerdeki aydınlık kadar bir gerçek, sağlıklı bir din anlayışı var mı? Neden bunca farklı­lıklar? Neden inanmak, neden inanmamak? inanan­lar inandıklarını kime nasıl anlatacaklar? Peki, isim­lerimizin ve izm’lerimizin olması mı önemli, yoksa hayat yolunda yüreğimizin ve eylemlerimizin bizi götürdüğü ufukların zenginliği mi önemli?”

Bu, bir genç insanın dudaklarından dökülen ve onun, hayata anlam verme arayışında veya hayatı sorgulamada içinde bulunduğu haletiruhiyeyi tasvir anlamında birkaç cümledir.

O zaman genç insan dediğimde belli bir yaş di­limini kastetmiyorum. Gerçi psikoloji kitaplarını açıp baktığımızda bununla ilgili karşımıza şöyle bü­tanım çıkar: “Genelde 13-24 yaş arası genç insanın hayatını sorguladığı, hayatın anlamını aradığı yaşlar­dır” denir. Bazen bunu daha da sınırlayabilir, farklı yaş dilimlerine bölebiliriz. Ama ben bu konuşmada şöyle söylüyorum: Özellikle hayatı yaşarken, hayatı anlamlandırırken duruşunu sorgulayan her insan gençtir. O zaman, bu arayışımız çerçevesinde ben, dâhil olmak üzere hepimiz genciz burada. Belli bir yaş dilimi üzerinde durmuyorum, ama gençliğin as­lında tipik bir özelliği olduğu için biz “genç insan” dedik. Bu arayış yaşam boyu devam ediyor.

O zaman, bu birlikteliğimizde, konuştuğumda zaman zaman “genç insan”, zaman zaman “insan” kavramlarım kullanacağım. Orada kastetmeye çalış­tığım şu: Acaba bu hayat yaşanılmaya değer bir ha­yat mı? Değilse neden, evetse neden? Ve bu konuda inandığım değerlerim bana neler söylüyor? Somları­nı soran ve cevaplarını arayan insana neler söylüyor?

Din konusuna gelince; din, çok yalın bir tabir­le, kendi kültürel değerlerimiz içinde kültüre en hâ­kim rengim veren unsurlardan biri. Özellikle kendi toplumumuz için konuştuğumuzda, büyük bir ço­ğunluğun Müslüman olduğu ve Islâm dinine mensup olduğunu bildiğimiz bir kültürel zenginliğe sahibiz.

Ancak burada, o tek kelimeyle, “Ben Müslümanım, elhamdülillah Müslümanım, inanıyorum, Al­lah’a inanıyorum.” Evet, her işime başlarken “bismil­lah” derim. Konuşmalarımızda, “Allah kolaylık ver­sin”, hastalıktan kalktığımız zaman “Allah şifa ver­sin”, yeni bir bebek olduğunda “Allah analı babalı büyütsün”; aslında hayatımızda kendiliğinden var olan, iletişim biçimimizde, dilimizde o kadar doğal yer alan kültür motiflerimizden biri din. Ama bir o kadar da ciddî bir biçimde yaşamımızı belirleyen, yaşamımızda bizi aslında şekillendiren de bir olgu.

O zaman burada konuştuğumuzda şöyle bir so­ru soracağız: Din acaba hayatı anlamlandırmada- bi­raz önce konuştuk, anlam verme veya hayata cevap verme konusunda insanın arayışına atıfta bulunuyo­rum tekrar- bize cevap verir mi? Cevabımız çok net­tir: Evet! Din insanın hayata anlam verme arayışın­da aslında çok iddialı bir cevaba sahiptir.

Birey olarak ben veya siz veya bir başkası bu­nu kaynak olarak seçmeyebilir; hayatını anlamlan­dırmada bilim yeterli olabilir; felsefe yeterli olabilir veya başka kaynakları tercih edebilir; o bir tercih meselesidir. Ancak ayakta durmada dinim, inandı­ğım değerlerim benim için bir kaynaksa, ben dinim­le beraber, değerlerimle beraber, inançlarımla bera­ber hayatı anlamlandırmak istiyorum diye bir tercihi­miz varsa; bu kulvarda beraber yürüyelim ve bu kul­varda bir sorgulama yapalım diyorum.

Tekrar söylüyorum; din, hayata anlam veren en önemli kaynaklardan biri, ama bilim de cevap veri­yor, felsefe de cevap veriyor. Burada ben bilimi, fel­sefeyi veya dini bir kaynak olarak karşılaştırmayaca­ğım. Bu beraberliğimizi biz bu başlıkta seçtiğimiz için sorumu tekrar soruyorum: “Acaba din bu arayı­şa cevap verebilir mi?” “Evet, cevap verebilir.” Çün­kü dinin bu konuda çok güçlü bir cevabı var ve güç­lü bir iddiası var. Bütün dinlerin amacı aslında insanın yaşamını anlamlandırmak. Tabiî akış içinde söy­leyeceğim, şeklin belirlediği din mi, dış güdümlü din mi, yoksa iç güdümlü din mi; o ayrı, bireysel dindarlığı ayrıca konuşacağım. Ama dinin cevabı var.

Eğer siz bunu cevap olarak seçerseniz o zaman karşımıza çok doğal bir soru çıkıyor: “Acaba hangi din, nasıl bir din anlayışı?”

O zaman izninizle biraz, en azından şöyle bir öz eleştiri yapmak için, sahip olduğumuz ya da za­man zaman çevremizdeki örneklerden, zaman zaman da bizim kendi yetişme biçimimizden yola çıkarak şöyle kalın çizgileriyle bir belirleme yapmak istiyo­rum, sonra ikinci soruma geleceğim.

“Nasıl bir din aslında bunu başarabilir?”

Bir şeklimiz var, biz buna “öğrenme hunisi” di­yoruz. Bu sadece din bilgilerinin öğrenilmesinde kullanılan bir metafor, bir benzetme değil.

Aslında her konuda bizim bir yanılgımız var. Biz zannediyoruz ki, bir konuyu, bir bilgiyi, bir me­seleyi genç insanlarla, gençlerimizle veya öğrencile­rimizle veya birlikte olduğumuz grupla çalıştığımız zaman veya öğretmeye çalıştığımız zaman bizim bi­raz yanlış bir telâkkimiz var, o da şu: Sanki bilgileri o beyne, o algıya, o yaradılışa empoze etmenin yeter­li olduğunu zannediyoruz. Ve bunu özellikle din ala­nında ve din öğretimi alanında bildiğimiz klâsik be­lirlemelerle, yap-yapma, doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü -dinî bir literatür kullanayım- helâl-haram, günah-sevap; buna benzer kavramların içine sıkıştırı­rız ve biz buna “kalıp endeksli, belli kalıpların akta­rıldığı din öğretimi ve din eğitimi anlayışı” diyoruz.

Böyle bir kalıp endeksli anlayış hayatı anlam­landırmada belki zengin bir bilgi bankası oluşturabi­lir insanda. Ama, kalıplarla ve şekilsel formatlarla verilen bir din anlayışı, maalesef insanı, hayatın özü­nü bulmada, hayatın esprisini keşfetmede ve özellik­le kendi gönlünü, aklını birlikte yaşama katarak ya­şama renk verme çabasında yeterli olmuyor. Maale­sef diyorum, çünkü bunun örnekleri çok fazla, böyle bir din anlayışı bizi daha farklı bir tutuma da götüre­biliyor.

O da şu: Bu sefer öğrendiğimiz kalıplan karşı tarafta, “bende varken ötekinde neden yok” sorgula­masına başlıyoruz ve tırnak içinde kullanacağım, za­man zaman da “din müfettişliği” yapabiliyoruz.

Maalesef bu eğitim-öğretimimizde veya yetiş­me biçimimizde veya dini algılamada sanki bu yön­tem, kalıplara endeksli, kavramlara endeksli, “bunu yap, ama neden?”, “bunu yapma, ama neden?” sorularının sorulmadığı, sadece kalıplarla verilen bir an­layış, evet, yerleşebilir, güzel davranışlar da kazan­dırabilir. Ama, ciddî anlamda birlikte yaşamada, ha­yatı renklendirmede, çeşitlendirmede bizi motive edecek, geliştirecek zengin bir kaynak olmaktan çı­kıp o kalıpların âdeta kontrolörlüğünü yapmak gibi bir yanılgıya ve bir yanlışa bizi düşürebilir. “Ben ve öteki” ilişkimizde, “bende bu davranış varsa sende de olmalı” gibi birbirimizi denetlemeye ve bir din müfettişliğine götürebilir ve götürüyor da.

O zaman, biz eğer dini, bir kaynak; inandığımız değerler bütünü olarak; yaşamımızı anlamlandırma­da bir kılavuz olarak; bir rehber olarak algılamak is­tiyorsak, salt kuralların belirlediği; doğru-yanlış, gü­zel-çirkin, iyi-kötü anlayışına dayalı bir yetişme bi­çiminin bunu garanti etmediğini en yalın örnekleri­mizle çevremizden de hepimiz biliyoruz.

Bir örnek şimdi aklıma geliyor. Çocuk, eve gi­diyor “Ne öğrendin yavrum bugün?” “Baba, bugün ahlâk kelimesi, ahlâk kavramı, ahlâk konusu üzerin­de durdu öğretmen.” “Peki söyle bakalım, anlat bana, neler öğrendin.” “Baba, ahlâk, hulk kelimesinden ge­liyor, çoğul bir kelimedir. Eğer vücutta kötü emeller, kötü niyetler olursa kötü fiiller çıkar, iyi niyetler olursa vücuttan da iyi fiiller çıkar. O zaman ahlâk as­lında bizim iyi fiiller yapmamıza yardım eder.” “Ta­mam yavrum, ne demek bu, bana biraz anlatır mı­sın?” “Sen anladın mı?, “Ay baba, anlamaya ne ge­rek var, ezberle, yeter!”

Bu kadar, sadece kalıplara, sadece kelimelere, sadece belli tanımlara dayalı bir din eğitimi, bir din öğretimi anlayışı arzu ettiğimiz güzel davranışları geliştirmemize yardım etmiyor.

Peki, o zaman dini eğer yine bir kaynak kabul ediyorsak diyorum, çünkü öyle bir iddiayla yola çık­tık, din bir kaynak ve hayatı anlamlandırmada bir rehber. O zaman konuşmamın akışı çerçevesinde “Nasıl bir din anlayışı?” ve o nasıl bir din anlayışın­dan sonra da aslında “Din insana neler katabilir?”, bu iki sorumu cevaplandırmak istiyorum.

Burada yansıda bir şekil var ve çok rahat, kişi­lik bütünlüğü elde edebilmek için, yani aklının, gön­lünün, davranışlarının ve kendi bütün yapıp etmele­rinin ayırdında olan, sorumluluğunun bilincinde olan, özgürlüğünün sınırlarını bilen, -bu tanımın is­tediğiniz kadar niteliklerini uzatabilirsiniz- kişilik bütünlüğüne ulaşabilmek için, -bunu bilhassa büyük harfle yazdık, bu bir hedeftir bizim için- aslında din insanın doğru karar vermesinde, kendini tanımasın­da, kendini kabul etmesinde, kendini gerçekleştirme­sinde ve bugünkü konumuz olan hayatın anlamını keşfetmede ciddî bir kaynaktır.

Ama tekrar söylüyorum, kalıplara sıkışmış, ku­rallara boğulmuş, sadece belli bilgilerin aktarıldığı bir din anlayışı değil. Çünkü, kutsal kitapların bütü­nüne baktığımızda aslında hepsinde temel hedefin; sevgiye, saygıya, yardıma dayanan birlikte yaşama tecrübelerini insana öğretmek olduğunu görüyo­ruz. Dinlerin aralarında farklar vardır. En mükemmel din İslâm dinidir ve bu anlamda tabiî bizim dinimi­zin kendi kuralları içinde diğer dinlerle mukayese edildiğinde elbette ki farklılıklar olacaktır. Ama “din” kelimesi tek başına, yalın olarak aslında insa­na, sevgiye, saygıya ve birlikte yaşamaya rehberlik edecek ciddî kılavuzluk ilkeleriyle, öğretileriyle yo­la çıkar ve böyle bir iddiası vardır.

Bunu örneklendirmek mi? Hemen bir örnek:

Bir derleme yaptım ve ahlâkın kendisi olduğu­nu tanımladığım ifadeler: Ahlâk nedir? Ahlâk aslın­da şudur: Konfiçyus’a bakıyoruz; “Kendine yapılma­sını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma.”

Rabbihilel’e bakıyoruz; “Başkalarının sana yap­masını istemediğin şeyi sen de onlara yapma.”

Hazreti İsa’ya bakıyoruz; “Diğer insanların size yapmalarını istediğiniz şeyi siz de aynıyla onlara ya­pın.”

İslâm dinine bakıyoruz, bir hadis-i şerif: “Siz­den biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de iste­medikçe gerçekten mümin olmaz.” Hz. Peygamber İmanı buraya getiriyor, kardeşine olan sevgisine ve kardeşine ve birlikte olduğu insanın iyiliğini dileme­ye, istemeye.

Jainizm’e bakıyoruz; “İnsan kendisine nasıl davranmasını istiyorsa bütün yaratıklara böyle dav­ranmalı.”

Budizm’e bakıyoruz; “Benim için rahat ve se­vindirici olmayan bir durum onun için de olmamalı ve benim için rahat ve sevindirici olmayan bir duru­ma başkasını nasıl zorlarım?”

Hinduizm’den: “Bir kişi kendisi için rahatsızlık verici bir şeyi bir başkası için yapmamalıdır; işte ah­lâk budur.”

Bütün dinlerin özünde, yaşamı anlamlandırma­ya yönelik ilkeler var ve dinlerin aslında iddiası da bu.

Bunların üzerinde tek tek durulabilir, bunların her biri ayrı bir konferans konusu; Fakültede dersle­rimde her biri ayrı bir ders konusu.

Ama, bugün biz sadece şunu seçtik: Hayatın anlamım keşfetme. Hayatın anlamını keşfetmede, di­nin katkısı nasıl olacak?

İşte bir ayet-i kerime; “Bu bir öğüttür, dileyen Rabbine varan bir yol tutar.” (Müzzemmill9)

Benim sahip olduğum din eğitimi-öğretimi an­layışında bu “dilemek” sözü çok çok önemli. Çünkü, hiç kimseyi siz, arzu etmediği, istemediği veya haya­tına katmayı kendisi için tercih etmediği bir konuda kimseyi zorlayamazsınız; dinde zorlama yoktur ve bu, dinin aslında en önemli prensibidir.

Onun için özellikle buraya vurgu yapıyorum ve bu “dileyen Rabbine varan bir yol tutar” anlayışıyla yola çıkıyorum.

Üç kavramımız var bizim genellikle din öğreti­minde; deriz ki, anlama, anlatma ve olma.

Anlama; anlamaya çalışıyoruz hepimiz bir şey­leri. Ben bir hoca olarak derse giriyorum, anlatıyo­rum da. Ama “olma”, ne olacağına karar verme, bu­nu konuştuğumuz konuyla ilintilendirerek söyleye­yim; inanıp inanmama, dindar olup olmama, dinî de­ğerleri hayata taşıyıp taşımama, bu insanın kendi ter­cihidir. Burada eğitim ve öğretimin değil, bireyin kendi iradesinin, hür iradesinin rolü söz konusudur.

Zaten İslâm dininde de, yeri geldikçe baktığı­mızda Kur’anı Kerime; aramızda arkadaşlarımız var, onların alanları ama, bir örnek kullanacağım, Kur’anı Kerime baktığımızda Peygamberimiz dahi za­man zaman, tırnak içinde kullanıyorum, Yüce Yara­dan tarafından bazı hatırlatmalara muhatap olmuş: “Sen onlar üzerinde bir vekil değilsin, sen onlar üze­rinde bir gözetmen değilsin. Biz insanlara doğru yo­lu gösterdik, yanlış yolu da anlattık; o ister şükretsin ister küfre yönelsin bu onun tercihidir. Sana düşen sadece apaçık anlatmadır.” (Isra 107, insan 3)

O zaman biz, doğru anlayıp doğru anlatacağız eğitimciler olarak; ama olmaya karar vermek bireyin kendi tercihidir. Bunun üzerinde ben önemle duru­yorum.

Eğer kendi tercihimiz olursa, o zaman; teşekkür ederim, biraz evvel arkadaşım benim özgeçmişimi okurken bir etüdümden söz etti, “Din öğretimi öz- gürleştirebilen bir süreç olabilir mi?” diye. Evet; eğer siz kendiniz kendi iradenizle tercih etmişseniz, o bir özgürlük kapısıdır aslında. Çünkü kula kul ol­muyorsunuz siz. Özellikle Kur’anî bir kavram kulla­nacağım; dost diyoruz, veli diyoruz, yardımcı diyo­ruz. Yüce Allah’ın sıfatlarına. Sadece O’nunla olan iletişimimizde kendinizi bağımlı kılıyorsunuz, onun dışındaki bütün engeller kalkıyor; eğer özel olarak kendinizi Tanrınızla birlikte hayatı anlamlandırma yolculuğuna aday veya yolculuğunda karar kılmışsa­nız kendiniz ve yaşamınızla ilgili olarak.

O zaman bu çok önemli, bu bir öğüttür; “Dile­yen Rabbine varan bir yol tutar.” (Müzzemmill9)

Onun için biz eğitimcilerin insanlara empoze etmek, dikte etmek, onlara “şöyle yapın böyle yapın” demek gibi bir hakkı olmamalıdır diye düşünüyo­rum; yapıyoruz, o ayn bir hâdise, ama olmamalı.

Bizim görevimiz doğruyu, güzeli, gerçek olanı ortaya koymak; ama bunu seçip hayatına taşımak in­sanın hür iradesinin sonucudur.

Burada hayatın anlamını keşfetme arayışımızda dine ve din eğitimine ben bir tanım yüklüyorum ve ona “Dinsel danışmanlık, rehberlik” diyorum. Aslın­da Kur’anıkerim de kendini öyle tanımlıyor; “Rehbe­rim” diyor, “yol gösterenim.” Tanrının sıfatlarından da biri Hüdâ’dır, Yol Gösteren’dir.

O zaman bu yol göstermede acaba, biz dini bir kaynak olarak aldığımızda, genç insanlara nasıl bir yol gösterebiliriz?

Bu hayatın anlamı ve hayatı anlamlandırma arayışında ben iki konu, iki önemli katkıyı getirdim bu paylaşımımıza.

Bir, din bizim aslında zihin gelişimimize katkı sağlar. Şöyle bir niteleme yapayım, bakma ve görme arasındaki ayırımı hepimiz biliyoruz. Bakmayı gör­me hâline getirebilecek aslında ciddî bir destek ola­bilir; tabiî doğru bir din eğitimi anlayışı sonucunda.

O zaman şöyle bir katkıdan söz etmemiz müm­kün: Din insanın zihnini geliştirebilir.

Bir katkıdan daha söz edeceğim. Aslında din insanın duygu aynalarına da sesleniyor ve duyguları­nı da geliştiriyor. Bu ne demek?

Öfke, kıskançlık, bu ara çok kullandığımız ve çare aramaya çalıştığımız, özellikle iletişim biçimi­mizde hep artık olumsuz anlamda bir niteleme olarak kullandığımız şiddet, başkasını küçük görme, hakir görme, kendi yetenekleriyle ilgili olarak olumsuz duygulara sahip olma, başarıp başaramama konusun­daki kaygılar; buna benzer hepimizin yaşadığı ve başta Mevlâna’nın da sizinle birlikte paylaştığım o “ben kimim?” sorusunda rastladığımız üzüntü, se­vinç, hüzün, birliktelikteyken ortaya çıkan problem­ler, yalnızken kendimle ilgili değer yargılarım. Hep­sine yönelik aslında dinin bir katkısı vardır ve din, doğru biçimde öğretildiği zaman insanın fıtratına uy­gun duygular içinde hareket etmesine yardım eder.

Çünkü, Kur’anı kerime baktığımızda, ben bir eğitimci olduğum için Kur’an-ı kerimi öyle sadece hukuk normları veya şekil normları çerçevesinde okumuyorum, bizim bir okuma biçimimiz var; biz buna “etik eksenli okuma” diyoruz. Nedir etik ek­senli okuma?

Kur’an-ı Kerim insanlara öğütlediği güzel dav­ranışları nasıl anlattığı, nasıl ortaya koyduğu yolun­daki okuma.

Şems Suresini açıyoruz, orada bir ayet var, hat­ta bir yemin var; insanın fıtratına, insanın yaradılışı­na yemin ediyor ve diyor ki, “İnsanın aslında bir ya­radılışı var, o kötülük de yapabilir iyilik de yapabilir, güzellik de yapabilir çirkinlik de yapabilir. O yaradı­lışa ben vurgu yapıyorum, oraya ben aslında atıfta bulunuyorum”( Şems 8) diyor Yüce Allah. Ondan sonra da sırrı veriyor: “Kim ki nefsini yıkarsa, temiz­lerse, arındınrsa, o işte kazanılan kullarımdan ola­cak. Kim ki nefsini örterse, kapatırsa, ona gölge ya­parsa işte o kaybeden olacak.” (Şems 9-10)

Çok ciddî anlamda bir duygu eğitiminden söz ediliyor; duygularımızla tanışmak.

İşte burada biz, bazı hatalar yapıyoruz, o duy­guların sanki yanlış olduğunu, günah olduğunu öğre­tiyoruz insanlarımıza ve insanlarımız duygularını eğitmek yerine, onlarla başa çıkmak yerine onlardan utanıyorlar, korkuyorlar ve onları bastırıyorlar. O za­man da duygu patlamaları oluyor ve insanın kendini ifade edebilmesi yolunda ciddî bir kaynaktan da mahrum olabiliyor.

Çok somut bir örnek: Çocuklar arasında en ta­biî olan kıskançlıkta bile bazen eğitimimizde, “Birbi­rinizi kıskanmayın, kıskançlık günahtır” diyebiliyo- ruz. Hayır; kıskanmak çok tabiî bir duygudur, kıska­nabiliriz hepimiz. Hatta baktığımızda, bu kıskançlı­ğımız öyle bir hâle gelebilir ki, biz kutsal Kitabımız­da bunun örneklerini görüyoruz, iki kardeş karşı kar­şıya geliyor (Hâbil ile Kâbil) hatta kardeşler birleşi- yor, hepinizin bildiği Yusuf Peygamberle ilgili ola­rak, Yusufu kuyuya atacak derecede kıskanıyorlar. Ama, oradaki sözünü ettiğimiz kıskançlık, günah olan ne, kıskançlık evet, ama o kıskançlığın ayırdın- da olup onu kontrol edip etmeme noktasında insan sorumlu. O duygularından korkmayacak, onlardan utanmayacak, onları tanıyacak, ama onlarla da başa çı­kabilmenin yollarını öğrenecek. İşte eğitim bunu ver­meli, işte öğretim bunu vermeli diye düşünüyoruz.

O zaman iki katkıdan söz ettim, ama hayatın bütününü aslında kucaklayan bir katkıdan da genel olarak söz etmek istiyorum; o da güzel davranışlar sergilemek.

Dini bir kaynak olarak aldığımızda ona biz din dilinde “Güzel davranışlar, salih amel” diyoruz.

Yüce Allah diyor ki, “Ben yaşamı da ölümü de aslında hanginizin daha güzel iş yapacağınızı göre­bilmeniz için yarattım.” Düşünebiliyor musunuz, böyle, bu kadar bütün hayatı kucaklayacak espriyi tek bir kelimeye sığdırıyor; güzel iş, güzel eylem ya­pabilmek.

Ve örnekleri dolu; yürürken yoldan, birinin düşmesini engelleyecek taşı kenara itmek bile ima­nın dairesi içinde ve güzel eylemin örnekleri içinde.

O zaman şöyle bir toparlama yapabilirim: Din eğitimi, din öğretimi, genç insanlarımıza doğru yön­temlerle verildiği takdirde, onların yaratıcı düşünce­lerine, yani akıllarının zihinlerinin gelişmesine, bak­mayı görmeye dönüştürecek nitelikte bir katkı vere­bilir. Yaratıcı düşünce diyoruz buna.

Din, insanların duygularına nasıl dönüp baka­caklarına, duygu aynalarıyla tanışmalarında onlar için bir kaynaktır; buna da “Yaratıcı sevgi” diyoruz.

Bir de, biraz evvel size söylediğim, hayatın bü­tününü kucaklayan, hayatın bütününü içine alan, gü­zel davranışlar diye tanımlayabileceğimiz “yaratıcı eylem.”

O zaman dinin, insanın hayatının anlamını ku­caklamada üç önemli katkısından söz edebiliriz, eğer bu sonuncusunu da bir katkı olarak alırsak: Bir, ya­ratıcı düşünce; iki, yaratıcı sevgi, üç, yaratıcı eylem.

Peki, dikkat ettiniz muhakkak ben konuşurken, özellikle öyle bir niteleme kullandım, doğru din eği­timi ve öğretiminden söz ettim. O “doğru din eğiti­mi ve öğretimi” ne demek acaba? Biraz da onu açık­lamak istiyorum. Çünkü dikkat edilirse, gitgide yaşa­dığımız, özellikle son yıllarda ki hızlı çağrışımlarla din konusu insanların gündeminin neredeyse en ba­şına oturdu ve insanlar din konusuyla çok ilgilenme­ye başladı. O kadar çok ilgi var ki, o ilgiyi çok yük­sek görüyorum, hem Türkiye’de hem dünyada. Ben, vaktimiz olursa, biraz dünyada katıldığımız ve katkı­mız olan uluslararası çalışmalardan söz etmek istiyo­rum. İlgi o kadar yüksek ki, ama onunla mukayese ettiğimiz zaman bilgi eşit değil ve o ilgi-bilgi denge­sizliği bizi yoruyor; ilgimiz var, ama onunla ilgili doğru bilgilerimiz maalesef çok az.

Ve onun için Cumhuriyeti kuran irade, bunu her yerde söylüyorum, çok önemli güvenceler, temi­natlar ortaya koydu, kurumsallaştırdı bu işi ve dedi ki, “Halkın din konularında aydınlatılması için bizim bir teşkilâta ihtiyacımız var.” Diyanet işleri Başkan­lığı o amaçla kuruldu 1924’te.

Halkın imamet-hitabet gibi vazifelerin ifasında onlara doğru bilgileri sağlayacak okullar yine Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kuruldu ve dendi ki, “Eğer insanlar dinlerini öğreneceklerse bunu doğru yerden, okullardan, sağlam bilgiden öğrensinler.”

Çünkü din; yaşamın bir parçası ve onunla ilgi­li doğru bilgi öğrenmek hepimizin en tabiî hakkı.

Ama o bilgi yanlışsa o bilgi bilinci parçalıyor­sa, örseliyorsa, hayatı anlamlandırmada önünüzde engelse ve size bir din dayatılıyorsa ve deniyorsa “Sen bunun içinsin, sen din içinsin, din senin için de­ğil”; böyle bir ortamda insanlar nereden öğrenecek­ler doğrulan? Hurafeler, yanlışlar nasıl düzeltilecek?

Onun için doğru bir din eğitimini; ben okulları­mızda verilen din eğitiminin, özellikle son yıllarında düzeltilmesi için bana bir sorumluluk verilmişti ve o sorumluluğu şerefle taşıdım yakın zamana kadar. 1998’deıı 2003’ün Mart ayına kadar ben Din Öğreti­mi Genel Müdürlüğü yaptım ve orada biz çok ciddî çalışmalar yaptık, genç insanlarımızın dinimizi doğ­ru öğrenmeleri için, ilkemiz şuydu: ilgi, sevgi ve doğru bilgiye dayalı bir din öğretimi. Ve bunu nasıl yapacağımız konusunda çalıştık, üniversitelerden yardım aldık. Şu anda aramızda iki Üniversite Öğre­tim Üyesi meslektaşım var, genç araştırma görevlisi arkadaşlarımız var, hepimiz bu sürecin içine girdik ve özellikle dinimizin doğru kaynaklarından, arada kimse olmadan; Kur’an’dan ve doğru Peygamber ha­dislerinden ve rivayetlerinden öğrenilmesi için biz çalıştık.

Bu anlamda doğru bilginin, ilginin ve sevginin yumak hâline geldiği bir öğrenme ortamı, hayatın problemleri karşısında insanın o problemlerin üste­sinden hem gelmede, hem kendini gerçekleştirmede, yeteneklerini fark etmede, gözlerini doğru kullanma­da, kalbini doğru kullanmada, hayatını sürdürmede ciddî bir kaynak olabilir. Öbür türlü, hepimizin bildi­ği gibi, kuralların şekillendirdiği ve insanlara dayatı­lan bir din anlayışının böyle bir zengin kaynak olma ihtimali çok zayıf.

Barışın, hoşgörünün ve özellikle birlikte yaşa­manın getirdiği sorunların üstesinden gelebilmek ve hayata anlam katabilmek için ilgi, sevgi ve doğru bil­gi dengesinin kurulduğu bir din öğretimi anlayışı.

Bunun somut örneklerini de vereceğim ve yavaş yavaş birlikteliğimizin sonuna gelmek is­tiyorum.

Genç insanın anlam arayışında kalbin ve zihnin birlikte hareket edebildiği, kalbin ve zihnin aslında insana rehberlik, kılavuzluk edebildiği bir din an­layışında, bir yolculukta eğitimin katkılarını ortaya koyabilecek bazı uluslararası projelerimizden veya ulusal projelerimizden örnekler verelim: Türkiye’de bizim düzenlediğimiz bir sempozyum: “Din Öğ­retiminde Yeni Yöntem Arayışları Sempozyumu.” 2001 yılında yapıldı ve orada ciddî bir soru sorduk, dedik ki, “Acaba din, duygusal zekâya ve zihin gelişimine nasıl katkıda bulunabilir?”

Örnekler getirdiler, yurt dışındanl4 katılımcı geldi, bizden 3 bilim insanı yer aldı, 19 bilim insanı da tartışma ve değerlendirmeleriyle katkıda bulundu; bunun üzerinde çalışıldı ve doğru bilginin yollan yöntemleri çözülmeye çalışıldı.

Bir başka etkinliğimiz olacak. Özellikle yurt dışında ve 11 Eylül, vahşetinden sonra Islâm dinine karşı da çok büyük bir ilgi oluştu.

Doğru bilgiyi vermek veya belki de şiddetle, terörle yan yana zikredilen bir kavramın acaba niçin böyle kullanıldığını öğrenmek için meraktan da olsa bazı çalışmalar yapılıyor. Bunlara ben de katılıyorum. Mesela: “Islâmda Batı, Batıda İslâm” (28 Ekim-01 Kasım 2002) konferansı. Orada da biz yine genç insanlara doğru bilgi vermenin önemi üzerinde durduk. Çünkü, doğru bilginin aslında in­sanın hayatına rehberlik ettiği konusunda hiç şüp­hemiz yok. Ama bunun din olması durumunda, yan­lış olduğu takdirde olabilecek örnekleri tarihten de, günümüzden de bulmak zor olmasa gerek.

Yine Almanya’da, “Avrupa’da Kültür ve Ortak Yol” diye bir projemiz vardı ve biz buna Ekim 2002’de katılmıştık. Ve orada yaptığımız çalışmalar bir kitapçık olarak yayınlandı.

Avrupa Konseyi’nin Nisan 2002’de başlayan ve hâlâ devam etmekte olan bir projesi var (Education for Intercultural and Interfaith Dialogue) onun da ben çalışma gruplarına katıldım (8-19 Nisan, 27-28 Haziran, 30 Eylül, 28-29 Kasım 2002). Orada da,”Ben ve Öteki” konusu işlendi. Çok kültürlü bir toplumda bir arada yaşarken acaba dinimiz bize doğ­ru davranış kurallarım nasıl öğretiyor?

Orada Kur’an-ı Kerim’den okuduğum bir pasaj, bir anda sanki yeniden keşfedilmiş gibi oldu bir workshop’ta, o da şuydu: “Yüce Allah sizi çok farklı insanlar olarak, çok farklı kültürler olarak, çok fark­lı topluluklar olarak yarattı. Sizi bir örnek yaratması onun için zor değildi, ama niçin sizi böyle farklı yarattı? Birbirinizi tanımanız, birbirinizden öğren­meniz, birbirinize yönelik duyarlılıklar geliştirebil­meniz için.(Hucûrat, 13; Rum, 22)” Birlikte yaşamanın getirdiği hem güzellikler, hem güçlükler karşısında dinin referans olmasımn en güzel örnek­lerinden biridir bu.

İspanya’da bir çalışma olmuştu (23-25 Kasım 2001) özellikle bir hoşgörü eğitimi çalışması. Bu, Birleşmiş Milletler Özel Raportörü tarafından düzenlenmişti. O da, gençlerin doğru bilgilenmesi durumunda aslında dini bir endişe kaynağı olarak, bir şiddet kaynağı olarak ya da bizi birbirimizden ayıran bir olgu olarak anlamamamız gerektiği nok­tasında bir çalışmaydı.

Ayrıca UNESCO’nun bildirisi var gençlere yönelik. Dünya barışının korunması, yine birlikte yaşama tecrübeleri, genç insanın hayatı anlamlandır­ma sürecinde barış, hoşgörü, farklılıklara açık olabil­me, onları anlayabilme sürecinde UNESCO’nun Gençlik Deklarasyonunun Akdeniz Ülkeleri Dinler Arası Toplantısı” (27-29 Ocak 2000) vardı. Orada ben şunu sunmuştum: Üç dinli bir toplantıydı, İs­lâmiyet, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin anlatıldığı. Ben orada demiştim ki, Yüce Allah’ın adı İslâmiyet’te Selâm, esenlik demek; İslâm oradan geliyor. Hıris­tiyanlıkta “peace”, o da barış demek. Yahudilikte ise “şalom.” Selâm, şalom, peace. Eğer adı barış olan bir Tanrıya biz kulluk ediyorsak, neden o zaman barış yolunda çalışmayalım ki?

Son bir örnek olsun bu; Ürdün’de Amman’da 25-29 Kasım 1999’da katıldığımız “Dinler Arası Projelerde Barış Eğitimi’ydi. Ve biraz evvel söy­lediğim o “Selâm, Şalom, Peace”, Yüce Allah’ın üç dindeki adının barış, esenlik, hoşgörü olduğu adının bir ders kitabına nasıl aktarılacağının küçük bir workshop’uydu.

Toparlamak gerekirse şöyle diyebiliriz: Din, aslında genç insanın anlam arayışına cevap verebile­cek bir kaynaksa, ki dinin böyle bir iddiası var, dinin ve özellikle İslâm dininin doğru öğretilmesinde, doğru anlaşılmasında ve doğru anlatılmasında yön­temin rolü çok büyük. Ve yöntem elbette üniver­sitelerde ve benim şimdi Dekanlığını yaptığım fakül­tede ve benzeri fakültelerde üretilecek. Ama, bir o kadar aslında bizim yaşamımızda da bunu keşfet­memiz zor değil.

Onun için şöyle diyebiliriz; “Nasıl bir din öğ­retimi?” sorusuna cevap ararken din, hayatın an­lamını keşfetmede çok ciddî bir kaynak, ama doğru kullanılırsa.

O zaman ben özetleyeyim yine bir Kuransal söylemle ve öyle nokta koyayım.

Diyor ki Yüce Allah: “inanıp güzel işler yapanlara gelince, Rahman onlar için bir sevgi oluşturacaktır.” (Meryem 96)

O sevgiyi hayatımıza geçirebilmek ve ona uy­gun davranışlar ortaya koyabilmek dileğiyle ben hepinize saygılar sunuyorum.

——————————————–

[1] Prof.Dr.Mualla Selçuk’un Türk Dil Kurumu Konferans Salonu’nda (17 Nisan 2003) ve (14 Mayıs 2003) tarihlerinde Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Konferans Salonu’nda verdiği konferans metnidir.

—————————-

[i]Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, [email protected]

Yazar
Mualla SELÇUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen