Kıtab-ı Mukaddes’e ve Kur’an’a Göre Teokrasi ve Laiklik

Kıtab-ı Mukaddes’e ve Kur’an’a Göre Teokrasi ve Laiklik[i]

 

abdulaziz bayindir

 

Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR[ii]

Türkiye’de siyaset, ekonomi ve hukuk gibi temel konuların din ile ilgisi, genellikle hırıstiyanlık ve yahudilik açısından ele alınır. Bu sahada yetişenlerin çoğu, İslam’ın bu gibi konulara bakışını ya bilmez ya da yanlış bilir. Teokrasi ve laiklik kavramları da böyledir. Bu iki kavram, hırıstiyan ülkelerde ortaya çık­mıştır. Aşağıdaki yazı, böyle bir bilgi eksildiğini gidermeye katkıda bulunmak amacıyla hazırlanmıştır.

 

I – TEOKRASİ

Teokrasi, theos (tanrı) ve kratein (hükmetmek) sözlerinden oluşan birle­şik bir kelimedir[1]. Hâkimiyeti Tanrıya, ya da Tanrı iradesine dayandıran yöne­timler için kullanılır. Buna göre krala ve hükümetlere itaat Tanrı’ya itaattir. On­lara karşı gelmek Tanrı’ya karşı gelmektir. Çünkü kral, hükümetler ve valiler Tanrı tarafından belirlenir ve onun tarafından göreve getirilirler.

Bunun Kitab-ı mukaddes’te dayanağı vardır. Ama Kur’an böyle bir yöne­tim anlayışını kabul etmez.

 

A- Kitab-ı mukades ve Teokrasi

Kitab-ı mukaddes, Ahd-i atîk ve Ahd-i cedîdden oluşur. Tevrat’a Ahd-i atık, İncil’e de Ahd-i cedîd denir,

1- Teokrasi ile ilgili metinler

İncil’de teokrasiyi öngören metinler vardır. Tevrat’ta ise bu anlama ge­lebilecek bir ifade yer alır. Tevrat’ın ifadesi şöyledir:

Süleyman dedi ki, “Ey oğlum Rab’den ve kraldan kork. İhtilalcilere karışma[2].”

İncil, iki yerde teokrasiyi açıkça emreder. Bu metinler Pavlos’un ve Petrus’un mektuplarında yer alır:

a- Pavlos’un mektubu

Pavlos Romalılar’a mektubunda şöyle demiştir:

“Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Zira Allah ta­rafından verilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hükümetler Allah tarafından atan­mıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah’ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorumluluk altına sokacaklardır. Çünkü hükümdarlar iyi işler için değil, sadece kötü işler için korkuturlar. Hükümetden korkmamak is­ter misin? Öyleyse iyi olanı yap, o zaman onun tarafından övülürsün. Çünkü o Allah tarafından, senin iyiliğin için görevlendirilmiştir. Ama eğer kötü olanı yaparsan kork, çünkü kılıcı boş yere taşımıyor. Zira o Allah’ın hizmetindedir, kötülük işleyene olan öfkeden dolayı intikam alır. Bu sebeple yalnız korkudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak gerekir.”[3]

b- Petrus’un 1. mektubu

Petrus’un 1. Mektub’unda şu ifadeler geçer:

“İmdi insanlar tarafından kurulan her düzene Rabb için bağımlı olun. Gerek başta bulunan kişi olması nedeniyle krala, gerekse valilere boyun eğin. Çünkü onlar, O’nun tarafından, suçluları cezalandırsınlar ve iyi iş yapanları övsünler diye gönderilmişlerdir. Zira Allah’ın istediği şudur: Hür kişiler gibi yaşayın, ama hürriyetinizi şerre örtü yapmayın. Ancak Allah’ın kulları gibi olup iyilik yaparak cahil kişilerin cahilliğini susturun. Herkese saygı gösterin. Kar­deşleri sevin. Tanrı’dan korkun. Krala saygı gösterin.” [4].

 

2 – Kilise ve teokrasi

Kilise, teokratik sistemin en temel kurumudur. Çünkü bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getirenin Tanrı olduğuna inanılır. Hırıstiyanlara göre Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır, “Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir.” [5] İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kilisede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevi varlığı ile bütünleşmiştir.[6] Kutsal Ruh ise kiliseyi Allah’ın yani Baha’nın nimeti ve armağanlarıyle doldurur ve hatalardan korur[7].

Matta İncil’ine göre Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıkmış, Galile’de 11 havarisine görünmüş ve şöyle demiştir: “Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar bana verilmiştir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğren­ci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sîzlere buyurdu­ğum her şeyi tutmalarını onlara öğretin, işte dünyanın sonuna kadar ben her an sizlerle beraberim.” [8].

Bu, kiliseyi hırıstiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiştir. Hatta bir kim­senin hırıstiyanlığa kabulü de kilisenin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, Yunanca suya batırmak demektir. Bir Hıristiyanlık terimi olarak İsa’nın manevi vücuduyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh’la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, hırıstiyan olmanın ilk şartıdır. Bir kiliseden diğerine geçmek de vaftizle olur [9].

Hıristiyan dünyasında en çok mensubu bulunan mezhep Katolik Mezhe­bidir, Bu mezhep kendini Petrus’a bağlar. Ruhanî reis Papadır. Papa, İsa’nın ve­kili ve Petrus’un halefidir. Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kili­se dışında kurtuluş yoktur. Roma, diğer kiliselerin ruhanî merkezidir ve hepsin­den üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Ba­ba ve Oğuldan çıkar. İncil’in yorumu kilise eliyle olur[10].

Teokratik düzende kralı, hükümetleri ve valileri belirleme ve göreve ge­tirme yetkisi kiliseye aittir. Çünkü kilise Tanrı adına hareket eder ve ona ait olan yetkiyi kullanır. Fakat kilise bu konuda bir sorumluluk üstlenmez. Zaten Kutsal Ruh’un kiliseyi hatalardan koruduğu[11] inancı onlara sorumluluk yüklemeye en­geldir.

Buna göre teokrasiyi şöyle tarif etmek gerekir: “Teokrasi, hâkimiyeti kili­senin iradesine bırakan yönetim biçimidir. Bu sistemde kralı, hükümetleri ve va­lileri belirleyen ve göreve getiren kilisedir.”

 

3 – Calvin ve Brııtus’un görüşleri

Hıristiyan düşünürlerden Jean Calvin ve Stephanus Jumus Brutus’a göre Hıristiyanlık teokrasiyi emretmektedir.

a- Jean Calvin ‘in görüşleri

Calvin Kitab-ı mukaddes’in yukarıdaki ifadelerini şöyle yorumlamaktadır:

Petrus, “krala saygı gösterin.” ve Süleyman, “Oğlum Tanrıdan ve kraldan kork.” dediği zaman bizden bir şey istiyor. Çünkü birincisi, saygı terimi ar­dında içten ve gerçek bir hürmeti kastediyor. İkincisi, kralı Tanrı’yla birlikte anarak kralın bir çeşit kutsal yücelik ve değerle donatılmış olduğunu gösteriyor.

Pavlos’un önemli buyruğunu da unutmamalıyız. Onun, “Bu sebeple yalnız korkudan değil, gönülden bir bağlılıkla da ona bağımlı olmak gerekir.” sözüyle anlatmak istediği, prenslere ve yöneticilere olan itaatin sadece korkudan değil, bunun aynı zamanda Tanrı’ya itaat olduğu bilinerek yapılması gereğidir. Çünkü prenslerin ve yöneticilerin iktidarı Tanrı’dan gelir…

Pavlos der ki, “Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin.” Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın düzenine karşı gelmiş olur.

Şu hususta kimse kendini aldatmasın, Tanrı’ya karşı gelmeksizin yöneti­cilere karşı çıkamayız. Çünkü silahsız bir yönetici cezalandıramayacağı için küçümsense de, Tanrı silahlıdır ve bu küçümseyişin intikamını derhal alacaktır.

İtaat kavramı altında şu unsurları görüyorum; Fertler kamu ile ilgili konu­larda kendilerini yetkili görmemeli, devlet işlerine karışmamalı, yöneticilerin yetkisine giren işlere burunlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgilendi­ren herhangi bir girişime kalkışmamalıdırlar. Kamu düzeninde düzeltilmesi ge­rekli olan bir bozukluk varsa kargaşa çıkarmamalı, ellerinin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokmamalıdırlar. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yönetici­dir. Demek istediğim, kendilerine emir verilmeden hiç bir işe kalkışmasınlar. Çünkü eğer yönetici emir verecek olursa onlar da kamu otoritesi ile yetkilendi­rilmiş olurlar…

Kamu yararına uygun yönetenler, Tanrı’nın hâkimiyetinin gerçek örnekle­ridir. Adaletsizce ve diktatörce hükmedenler de yine Tamı tarafından insanları günahkârlıklarından dolayı cezalandırmak için görevlendirilmişlerdir. Yine de onlarda yasal gücü Tanrı’dan aldıklarını gösteren o kutsal haşmet vardır…

Bütün şereften yoksun, en kötü karakterli bir kimse bile eğer kamu yetki­sine sahipse, Tanrı’nın kendi buyrultusuyla adaletinin ve yargısının bakanlarına havale ettiği o görkemli, kutsal iktidarla donatılmıştır ve dolayısıyla halkına ita­ati bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye layıktır.

Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlılığı bütün yöneticilerimize sonuna kadar göstermek zorundayız. Bunu sık sık tekrar ediyo­rum ki, kişileri kendi başlarına ele almamayı öğrenelim; Tanrı’nın buyrultusuyla kişiliklerinde sarsılmaz bir haşmetin yazılı ve kazınmış olmasını yeterli saya­lım…

Kötülükleri tedavi etmek üstümüze düşmez. Bize düşen tek şey, bütün kralların yürek ve meyilleri elinde olan Tanrı’nın yardımını istemektir… Tanrı’nın önünde onun kutsadıklarını öpmeyen, yargılanan boynu bükükleri ezmek için adaletsiz yasalar çıkaran, yoksul insanlara zulüm, dul kadınlara haksızlık, öksüzlere eziyet eden, yeryüzünün bütün kralları ve yargıçları sonunda yerlerin­den düşecek ve ezileceklerdir[12].”

b- Stephanus Junıus Brutus’un görüşleri

Brutus bu konuda şöyle der: Kutsal Kitap, Tanrı’nın kendi sultasıyla, kral­ların ise Tanrı’dan aldıkları sultaya dayanarak hükmettiklerini, asıl egemenliğin Tanrı’da bulunduğunu, kralların onun delegeleri olduklarını söyler[13].

Kral makamını, Krallar Kralı efendimiz Tanrı’dan, kendi halkına adalet dağıtmak ve onları bütün düşmanlarına karşı korumak amacıyla alır.

Kralların taç giymesinde iki türlü sözleşme olduğunu okuyoruz: Biri hal­kın Tanrı’nın halkı olması için Tanrı’yla kral ve halk arasında, İkincisi, halkın sadakatla itaat, kralın da adaletle hükümdarlık etmesi için kralla halk arasında­dır[14].”

B- Kur’an ve Teokrasi

Kur’an’da devlet başkanı, yöneticiler ve yönetim sistemiyle ilgili özel bir hüküm yoktur. Bu konuda Hz. Muhammed’den de bir emir ve tavsiye gelmemiş­tir. Ancak teokrasi, Allah’ın yetkisinin bir kuruma devri veya onunla paylaşıl­ması anlamına geldiği için Kur’an teokrasiyi kabul etmez. Kur’an’a göre böyle bir davranış şirktir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: Çocuk edinmemiş olan, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlik­ten ötürü bir dosta ihtiyacı olmayan Allah’a hamdolsun.” O’nu büyükledikçe büyükle.” (İsra 17/111),

Teokraside Allah’a boyun eğer gibi yöneticilere boyun eğilmesi istenir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara muhalefet Allah’a karşı gelmek sayılır, Kur’an bunu da şirk sayar. Çünkü onların Allah’ın Kitabına aykırı isteklerine boyun eğen, o konuda onları Allah’ın yerine koymuş olur. Şirk yani Allah’a ortak koş­ma, Allah’ın asla bağışlamayacağı tek günahtır. O, şöyle buyurur:

“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı di­lediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48).

1- Kur’an’m yönetimle ilgili bazı kuralları

Kur’an’ın devlet yönetimi ile ilgili kuralları evrenseldir. Bunlar her türlü rejimde savunulabilir. Onların yokluğu huzursuzluğa ve kargaşaya yol açar, On­lara doğrudan karşı çıkmak insanı güç duruma sokar. Bu kurallara uyan her sis­tem, ideal bir devlet sistemi haline gelir. Şimdi bunlardan bir kaçını teokrasi ile mukayeseli olarak görelim:

a- Adalet

Kur’an, bir ön şart koymaksızın adil olmayı emreder. Bu sebeple yönetici­ler, din, ırk, yaş, cinsiyet ve sosyal konum vs. aynımı yapmaksızın herkese adil davranmakla yükümlüdür. Bu konudaki emirler kesindir.

Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Belki tutarsınız diye size öğüt ve­rir. (Naili 16/90)

Allah zorbalara boyun eğmeyenleri ödüllendireceğini bildirmektedir.

Zorbalardan, onlara içtenlikle boyun eğmekten [15] kaçınıp Allah’a yöne­lenler varya, işte bu müjde onlaradır. Kullarımı müjdele. (Zümer 39/17)

Teokraside adalet olmaz. Çünkü bu sistemde kamu yararına uygun yöne­tenler Tanrının hâkimiyetinin gerçek örnekleri, adaletsizce ve diktatörce yöne­tenler de Tanrı tarafından insanları günahkârlıklarından dolayı cezalandırmak için görevlendirilmiş kişiler olarak algılanırlar. Böyle bir yönetimde adalet ara­mak boşuna olur.

b- Hürriyet

Dinin hür iradeyle seçilmesi Allah’ın değişmez yasasıdır. Bu sebeple bü­tün peygamberler hürriyet konusu üstünde titizlikle durmuşlardır. İnsanlara; “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” demelerinin anlamı budur. Çünkü ibadet sözlükte taat anlamına gelir. Taat boyun eğmek demektir, daha çok “emre uy­mak ve izinden gitmek” anlamında kullanılır [16]. Türkçede buna kulluk ve kölelik denir.

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” demek, Allah’tan başkasına kul-köle olmayın, demektir. Bu sebeple teokratik sistem, peygamberlerin bu ortak istek­lerine aykırıdır. Çünkü bu sistem insanları yöneticilere köle etmektedir.

Burada inanç ve ibadet hürriyeti ile inandığı gibi yaşama hürriyeti, özel önem kazanmaktadır.

 

(1) – İnanç ve ibadet hürriyeti

Dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en hür oldu­ğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule veya inkâra zorlanamaz. Çün­kü bu, insan fıtratına aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağ­lam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)

İnsanlar ibadete de zorlanamaz. Çünkü ibadet için niyet gerekir. Niyet, bir şeye içten karar vermektir. “Ameller niyetlere göredir.” [17]. Bir ibadetin ne maksatla yapıldığını, tam olarak bir o ibadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz ibadet yapılamadığından zorla ibadet olmaz. Birisine zorla namaz kıldırılabilir ama niyet etmezse namaz kılmamış, boşuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye yaramaz.

Bir kimsenin müslüman olması için bir tören yapılmasına gerek yoktur. İnanılması gereken şeylere içten inandı mı müslüman olur. Ama hırıstiyanlıkta dine kabul, vaftiz töreniyle olur. Böyle bir tören kişiyi, onu dine kabul edenlerin manevi baskısı altında bırakır. İnsanları dine kabul yetkisini Allah Hz. Muhammed’e bile vermemiştir. O, şöyle buyurur:

“Sen, sevdiğini yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini yola getirir. Yola gelecekleri en iyi o bilir.” (Kasas 28/56)

 

(2) – İnandığı gibi yaşama hürriyeti

İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımanın veya tanımama­nın bir anlamı yoktur. Ancak din hürriyetinden bahsedilebilir. Din deyince, o di­nin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inandığı gibi ya­şama hürriyetidir.

Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet bo­yutunda olur. Müslümanların devlet geleneğinde, insanların inandığı gibi yaşa­maları sağlanmış ve inançlara hakaret fırsatı verilmemiştir. Mesela Osmanlı, meyhane açmayı ve domuz yetiştirmeyi müslüman kesime yasaklarken hırıstıyanlara serbest bırakmıştır. Çünkü onların inançlarına göre bunlar günah değil­dir.

Bu anlayış, İspanya’dan kaçan yahudilere kucak açmamıza ve onlara hu­zurlu bir hayat sağlamamıza sebep olmuştur. Onlar bunun hatırasına Türkiye’de 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.

c- Aklın kullanılması

Akıl insanı hayvandan ayırır. İnsan arzularını dizginleyebilirse güzel şey­ler olur. Arzular öne çıkarsa düşünceler, bakışlar ve anlayışlar değişir.

Kuran daima aklı kullanmaya çağırır. Kur’an’da akıl kelimesi geç­mez onun yerine 16 yerde lübb’ün çoğulu olan elbâb geçer.

Lübb, lekesiz saf akıl anlamına gelir. Çünkü şartlanmış, menfaatlerinin ve beklentilerinin esiri olmuş kişiler de akıllıdır ama onlar akıllarını gereği gibi kulla­namazlar. Kullansalar bile çıkan sonuca güven duyup bağlanamazlar. Onların akılları lekeli ve bulanıktır. Öncelikle aklı, arzuların esiri olmaktan kurtarmak gerekir[18].

Kur’an’da akıl kökünden türetilmiş olup aklı kullanma anlamındaki keli­meler 48 yerde geçer. Bunlardan biri şöyledir:

“Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100)

Teokratik sistem, vatandaşın aklını kullanmamasını ve bir şeye karışma­masını ister. Jean Calvin’in şu ifadeleri bunu açık bir şekilde göstermektedir:

“Fertler kamu ile ilgili konularda kendilerini yetkili görmemeli, devlet iş­lerine karışmamalı, yöneticilerin yetkisine giren işlere burunlarını sokmamalı ve genel olarak kamuyu ilgilendiren herhangi bir girişime kalkışmamalıdırlar. Ka­mu düzeninde düzeltilmesi gerekli olan bir bozukluk varsa kargaşa çıkarmamalı, ellerinin bağlı olduğu bir işe kendilerini sokmamalıdırlar. Bu alanda eli kolu bağlı olmayan tek kişi yöneticidir[19].

Buna karşılık Kur’an, insanın etrafında olup bitenlerle ilgilenmesini, yan­lış davranışlara karşı çıkmasını ister. Kur’an’da, İsrailoğullarından inkâr edenlerin, Hz. Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendikleri ve bunun se­beplerinden birinin şu olduğu açıklanır:

“Onlar birbirlerinin işledikleri fenalıklara engel olmazlardı. Yapmış ol­dukları şey ne kötü idi!” (Maide 5/79)

Hz. Muhammed de şöyle der: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Ona da gücü yetmezse içten içe karşı çıksın. Bu imanın en zayıf olanıdır.”[20].

d- Yalnız Allah’tan korkmak

Allah şöyle buyurur: “insanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin.” (Maide 5/44)

“Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.” (Tevbe 9/13)

Teokrasi, yöneticiden korkulmasını ister, Jean Calvin’in sözleri şöyledir: “Ülkenin babası, halkının çobanı, barışın koruyucusu, adaletin başkanı, suçsuz­ların savunucusu olan yöneticinin gücünü kabul etmeyen kişi haklı olarak deli sayılmalıdır.”[21]. Demek ki bu sistemde yöneticiden korkmayan ve onun gücünü kabul etmeyen deli damgası yer.

e- Yanlışa karşı çıkmak

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“İçinizde iyiliğe çağıran bir Öncüler grubu bulunsun. Doğruyu emretsin­ler ve uygunsuzluğa engel olsunlar, işte böyle toplumlar düzlüğe çıkar.” (Al-i İmran 3/104)

Firavun Mısır’da güçlü bir krallık kurmuştu. Halkını köle yerine koyar, onlar da ona baş eğerlerdi. Allah bunu kınamış ve şöyle buyurmuştur:

“Musa’yı belgelerimizle ve açık bir yetki ile göndermiştik,

Firavun’a ve adamlarına… Ama onlar Firavunun buyruğuna uydular; oysa Firavun’un buyruğu doğruyu göstermiyordu.” (Hud 11/96-97)

Bir kişi, Hz. Muhammed’e sordu:

“Hangi cihad daha değerlidir?”

Dedi ki, “Zalim sultanın yanında söylenen doğru söz.[22].

Teokrasi, yetkililerin zalimliğini Allah’ın halkı cezalandırması sayarak kutsamaktadır. Böyle bir sistem zalim sultanın yanında söylenecek her doğru sözü yanlış sayar. Çünkü bu sistemde yetkililerin yaptığı her şey doğru, onlara karşı çıkmak yanlıştır, Jean Calvin’in şöyle diyor:

Karakterleri ne olursa olsun, bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlılığı bü­tün yöneticilerimize sonuna kadar göstermek zorundayız.,, Bundan itaatin adil yöneticilere gösterileceği sonucunu çıkarıyorsanız yanlış düşünüyorsunuz… Eğer bir vahşi tarafından zalimce işkence görürsek, eğer haris ve lükse düşkün biri tarafından doymak bilmez bir şekilde soyulacak olursak, eğer bir tembel ta­rafından ihmal edilecek olursak, eğer kısacası doğruluğumuz yüzünden dine ve kutsal şeylere saygısız olan bir prens tarafından eza görecek olursak ilk önce iş­lediğimiz günahları hatırlayalım, çünkü Tanrı, şüphesizdir ki karşımıza çıkan bu kötülüklerle bizi cezalandırmaktadır. Böylelikle boyun eğiş bizi sabırsızlığımız­dan kurtaracaktır. Ve düşünelim ki bu kötülükleri tedavi etmek bizim üstümüze düşmez. Bizim üstümüze düşen tek şey, bütün kralların yürek ve yönsemeleri elinde olan Tanrı’nın yardımını istemektir.” [23].

Kur’an’a göre bir kimsenin etkili ve yetkili bir makamda olması onun doğru davranacağı anlamına gelmez. Yanlış davranan kim olursa olsun, onun bu davranışı onaylanamaz.

Güçlü kral Firavun Hz. Musa’ya karşı halkına şöyle demişti:

“Ey kavmim! Mısır’ın hâkimiyeti bende değil mi? Bu nehirler benim top­raklarımın içinde akmıyor mu? Görmez misiniz?”

“Yoksa ben şundan, daha ne demek istediğini bile açıklayamayan şu al­çaktan iyi değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52)

Firavun dedi: “Bırakın beni Musa’yı öldüreyim; o da Rabbini çağırsın bakalım. Çünkü korkarım o, sizin dininizi değiştirir veya bu toprakta karışıklık çıkarır.”

Musa şöyle dedi: “İşte ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Al­lah’a sığınırım. Hesap gününe inanmayan her kibirlinin şerrinden.” (Mümin 40/26-27) Çünkü Hz. Musa, gereken her uyarıyı yapmış, ama Firavun bu uyarılara zulmünü artırarak cevap vermişti.

Bütün bunlar, siyasi çalışmalara katılıp yetkililerin yanlış davranışına engel olmak için elden geleni yapmayı zorunlu kılar. Teokratik sistem böyle bir şeyi kabul etmez.

1- CAMİ VE TEOKRASİ

İslam’da ruhban sınıfı yoktur. Camiler kilise teşkilatı gibi örgütlenmemiş­tir. Eskiden camide görevli imam ve müezzin bile bulunmazdı. Cemaatten biri ezan okur, ehliyetli biri de namaz kıldırırdı. Camilerin düzenli olarak açılması, ezanın zamanında okunması, cami bakımlarının yapılıp eşyasının korunması gi­bi ihtiyaçlar cami görevlerinin ihdasına sebep olmuştur. Cuma namazı için de durum aynıdır. Ancak Cuma günü büyük bir cemaate namaz kıldırmak ve onlara hitabetmek bir çok kimsenin ilgisini çekeceği için bu konuda çekişme ve tartış­ma çıkabilir. Bunu göz önünde bulunduran Hanefî mezhebi, Cuma namazını ya o yerleşim yerinin en yetkili kişisinin ya da onun tayin edeceği bir kişinin kıldırmasını şart koşmuştur. Yoksa ibadet için toplaşan insanlar birbirine girebilir­ler[24].

Bir kimsenin müslüman olması tamamen kendi kararına bağlıdır. Bunun için caminin veya bir dini kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin yapılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslam’da ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hareket edemez. Zaten Allah müslüman olmayı öyle bir kaideye bağlamıştır ki, buna kimse karışamaz. Çünkü dinin özü imandır, İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inan­cı kabule veya inkâra zorlanamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağ­lam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)

Kiliseye benzer bir teşkilatı olmayan, din adamlarını birer ruhanî lider de­ğil, sadece din konusunda toplumu aydınlatan ve onlara örnek olmaya çalışan kişiler olarak gören bir dinin teokrasiyi kabul etmesi sözkonusu olamaz.

2- MEZHEP VE TARİKATLAR

Buraya kadar anlatılanlar sünni mezheplerin görüşüdür. Ama şiilik ile ta­rikatlar öyle değildir. İran’da şianın imamiye kolu yaygındır. Şimdi İran şiilerinin konu ile ilgili görüşleri ile tarikatların bazı görüşlerine bakalım,

a- İran benzeri İslam cumhuriyeti

İran’a hâkim olan mezhep Şiiliktir. Bu mezhep devlet başkanının kim ola­cağı hususunda çıkan ihtilaftan doğmuştur. Onlara göre imam, yani devlet baş­kanı Hz. Peygamber tarafından tayin edilmiş olmalı ve bütün günahlardan arın­dırılmış bulunmalıdır. İlk şiiler bu şahsın Hz. Ali olduğu konusunda ittifak et­mişlerdir. Onlara göre devlet başkanlığı siyasi değil dini bir makamdır. Onların imamlık, yani devlet başkanlığı konusundaki bazı görüşleri şöyledir:

“İmamlık ancak Allah’tan nass (açık bir emir) ile, yahut o imamdan önce­ki imamın onun imametini beyaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, iste­mesiyle olmaz. İnsanlar dilediklerini imam olarak tayin, yahud dilediklerini azil hakkına sahip değillerdir,[25]

Şia’nın konu ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın da peygamber gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masun (korunmuş) olduğuna inanıyoruz, İmam, imametten önce, soma, soy boy şerefi bakımından en yüce ve te­miz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masundur[26].”

İran’daki şiilerin, İmamın sıfatları ve bilgisi ile ilgili inançları şöyledir:

“İmamın peygamber gibi, yiğitlik, kerem, temizlik, gerçeklik, adalet, ted­bir, hikmet ve bütün üstünlükler ve iyi huylar bakımından halkın en seçkini ol­ması gerekir ve buna inanmaktayız…          ,

İmamın İlahî hükümlere, İlahî maarife, bütün bilgilere sahip olması, pey­gamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtayladır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allahu Talâ’nın ona ihsan ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla gereği gibi hükmeder, o şeyi künhüyle anlar, bilir. Bir şeye yönelirse, onu bilmek diler­se, o şey hakkında, ancak gerçeği bilir, yanılmaz, şüpheye düşmez, bu hususta aklî delillere, yahut belletenlerin belletmesine ihtiyacı yoktur. Bilgisi iktiza edince daha da derinleşir. Daha da ziyadeleşir…”

“… İmamlardan hiçbiri bir muallime gitmemiş, bir mürebbiden bir şey öğ­renmemiştir… Hiç biri bir hocadan ders görmemiş, hiç biri bir mektebe, bir medreseye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey sorulunca ona derhal en doğru cevabı vermedeler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için düşünmeleri yahut cevabı bir müddet sonraya tehir etmeleri de vaki değildir…[27]

Şiilerin imamlara itaat konusunda inançları şöyledir:

“Onların buyrukları Allah’ın buyruklarıdır. Yasakları O’nun yasaklarıdır. Onlara itaat Allah’a itaattir. Onlara isyan, Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı sever. Onlara düşman olan Allah’a da düşman olur. Onların emirlerini reddet­mek caiz değildir[28].”

Bu görüşler teokrasi ile bağdaşır, Ehl-i sünnetin bunları kabul etmesi mümkün değildir. Şia’nın imamlar için söylediklerinin çoğunu ehl-i sünnet pey­gamberler için dahi söylemez. Çünkü Kur’an’a göre Hz. Muhammed tıpkı bizim gibi bir insandır. Bizden farkı, Allah’ın Elçisi olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kdıf 18/110)

Sünniler devlet başkanlığını siyasi bir makam sayarlar. Bu sebeple dev­letlerini, İslam adıyla değil, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kurmuş­lardır. Dört halife döneminde devlete ad bile konmamıştır. Sünniler, devlet başkanını sıradan bir insan sayar, ona olağanüstü kişilik vermezler. O da herkes gi­bi yanılabilir ve yanlış kararlara varabilir.

Bir gün Halife Ömer minberden şöyle seslenmişti: “Ey insanlar, ona salat ve selam olsun, Muhammed’in görüşü doğru idi: Çünkü Allah ona gerçeği göste­riyordu. Bizim görüşümüz ise sadece zan ve sorumluluk altına girmekten ibaret­tir.”

Halife Ebûbekir bir konuda Allah’ın kitabında ve Hz. Muhammed’in sün­netinde bir şey bulamazsa kendi görüşüne göre ictihad eder ve şöyle derdi: “Bu benim görüşümdür. Doğruysa Allah’tan, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni ba­ğışlamasını dilerim.”

Halife Ömer bir kişiyle karşılaşmış ve ne var ne yok, diye sormuştu. O da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler, demişti. Bunun üzerine Ömer; “Eğer ben olsaydım şu şekilde hükmederdim.” dedi. Adam dedi ki;

“Senin hükmetmene ne engel var, yetki senin elindedir.” Ömer şöyle cevap verdi:

“Senin meseleni Allah’ın Kitabına ya da Allah’ın Elçisinin hükmüne dayandırsaydım bunu yapardım. Ama meseleni görüşe dayandırıyorum, görüş be­lirtme hakkı ortaktır. Benim görüşüm Ali’nin ve Zeyd’in görüşünü değersiz hale getirmez.”[29]

 

b- Tarikatlar

Tarikatlar teşkilatlıdır, Onların tekkeleri ve zaviyeleri vardır. Her birinin bir ruhani reisi yani şeyhi bulunur. Onlara göre şeyh, kul ile Allah arasında bir vasıta, Allah’ın kaplarından bir kapıdır [30]. Tarikata giriş el alma (bey’at) denen bir işlemle gerçekleşir. Böylece şeyh müridi Allah yolunda teslim almış sayılır.

Kurtuluş için bir tarikata girmek şarttır[31]. Şeyh peygamberin vekili [32] ve yanıl­maz bir otoritedir[33]. O müridin manevi babasıdır[34].

Bunlar Kur’an’a açıkça aykırı şeylerdir. Nasıl gerçek İncil’in dışında olu­şan Kilise, teokrasinin kaynağı olmuşsa bizde de Kur’an’ın dışında oluşan tari­katlar teokratik düşünceye zemin hazırlamışlardır. Tarikatlar tarafından asırlarca işlenen fikirler bugün tarikat mensubu olmayan kişileri de sarmıştır.

Hiç bir tarikat kilise gibi teşkilatlanmış değildir. Bugüne kadar bir tarika­tın emrine girmiş devlet de olmamıştır. Kur’an var olduğu sürece bunun gerçek­leşmesi beklenemez. Tarikatlarla ilgili şikâyet edilecek bir çok konu vardır. Bunlar, müslümanlarm Kur’an ışığında eğitilmesiyle ortadan kalkar.

II- LAİKLİK

Laiklik, devletin dini bir kurumun hâkimiyetinde olmaması demektir. Bu sebeple laiklik ile teokrasi birbirine zıttır.

Kilisenin Tanrı adına hareket ettiğine inanıldığından kralı, hükümetleri ve valileri belirlemede ve göreve getirmede kilise kendini hep yetkili görmüştür[35]. Bugün kilise, seçilmiş kişilere yemin ettirmekle bu yetkisini az da olsa sürdür­mektedir. Bu sebeple teokrasiye karşı mücadele kiliseyi devletten uzaklaştır­makla başarılabilmiştir. Fransız tarihi bu konuda verilmiş mücadelelerle dolu­dur. Bu ülkede Kilisesinin devlet üzerindeki egemenliğini kırma çabalan XIV. yüzyıla kadar gider[36]. Laiklik, gösterilen bu çabalar sonucu ortaya çıkmıştır.

Fransızca’da dini kuruluşların hâkimiyetinden bağımsız bir kuruma Laik (laic veya laique) denir [37]. Fransa’da dini kuruluş deyince akla gelen Katolik Ki­lisesidir, dolayısıyle bu kilisenin hâkimiyetinde olmayan her kurum laiktir.

Laiklik mücadelesi dine karşı değil, kiliseye karşı verilmiştir. Nitekim Fransa’da kurucu meclis üyeleri tarafından hazırlanan ve Ağustos 1789’da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirgesi’nin 10. maddesi din özgürlüğünü, 11. maddesi de düşünce özgürlüğünü düzenliyordu, Bu bildirge 1791 tarihli Fransız Anayasası’nın başlangıç bölümü oldu [38]. Böylece bu anayasa, Katolik Kilisesinin imtiyazlarına son vermeyi ve protestan, yahudi veya dinsiz olanların haklarını, özellikle vicdan hürriyeti adına her çeşit dini tezahürü eşit görmeyi hedefliyordu[39]. Çünkü teokratik sistemde bir başka din mensubuna hayat hakkı tanınamazdı. Bu hareket dine karşı olsaydı, başarıldıktan sonra din özgürlüğü verilmez, aksi­ne bu özgürlük tümüyle ortadan kaldırılırdı.

1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evren­sel Beyannamesi de düşünce vicdan ve din hürriyeti konusunu karara bağlaya­rak teokrasinin önünü iyice kesmeye çalıştı. Bu madde de dine değil, kilisenin hâkimiyetine karşıdır. Bu hareket, dinin sosyal alandan ve kamu alanından so­yutlanmasına yönelik de değildir. Bu zaten düşünülemez. Dindar bir kişi, dini­nin emrini bırakarak başka kişilerin emrini yerine getiremez. Eğer yerine getir­mek zorunda kalırsa ya gizlice ya da açıktan buna karşı koyar. Bu da toplumda huzursuzluk doğurur. Beyannamenin ilgili 18. maddesi şöyledir:

“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu herkes için yal­nız ya da topluca, gerek kamu önünde gerekse özel olarak öğretimle, uygula­malarla, tapınmayla ya da dinsel yükümlülükleri yerine getirerek dinini ya da inancım ortaya koymak özgürlüğünü de içerir [40].

Bütün bu durumlara göre laiklik, devletin dini kurumların hâkimiyetinden bağımsız hale gelmesi demektir. Yani laiklik devletin bir vasfıdır. Nitekim 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 2. maddesi de bunu böyle belirlemiştir. Madde aynen şöyledir:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet an­layışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti­dir. “

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başka özelliği de insan haklarına saygılı olmasıdır. Anayasa’nın 24. maddesi her vatandaşa vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyeti tanımıştır. 26. maddeyle de düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve­rilmiştir.

Konu Kur’an açısından değerlendirilince, Kur’an’da din özgürlüğünün de­ğişmez esaslara bağlandığı görülür.

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünyasındadır. İnsan burada alabildiğine hürdür. Bu sebeple hiçbir inanç insana zorla kabul ettirilemez. Din hürriyetinin teminatı Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken in­sanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus 10/99)

III- DEĞERLENDİRME

Tevrat’ta teokrasinin delili diye gösterilen söz Hz. Süleyman’a aittir. Eli­mizdeki Tevrat’a göre Hz. Süleyman Allah’ın elçisi değil, bir kraldır [41]. Ama Kur’an Hz. Süleyman’ı Allah’ın elçisi sayar.

Tevrat’ta Hz. Süleyman’a ait olduğu bildirilen ifade şöyledir: “Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork. İhtilalcilere karışma”.[42] Kral’dan korkmak, onun zulmüne karşı korunmak için olabilir. Çünkü bu, haksızlığa bir çeşit karşı koy­madır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kâfir ve münafıklara karşı korunma ile ilgili benzer bir ifade vardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Eğer sabırlı olur ve korunursanız onların hileleri size bir zarar ver­mez.” (Al-i İmran 3/120) Korunma ihtiyacı korkudan doğar. Bu sebeple ayette, “korunma” diye tercüme ettiğimiz ittikâ kelimesi korku diye de tercüme edilmiştir.

“İhtilalcilere karışma” ifadesi de “bozgunculara karşıma” şeklinde yorum­lanırsa Hz, Süleyman’a ait olduğu ifade edilen bu söz, teokrasinin delili olmak­tan çıkar.

İncil’deki metinlere gelince;

Pavlos’un ve Petrus’un mektuplarının İncil diye gösterilmesini Kur’an kabul edemez. Çünkü Kur’an’a göre İncil Allah’ın ki­tabı, Hz. İsa da elçisidir[43]. Petrus ile Pavlos ise birer hırıstiyandır. Petrus Hz. İsa’nın havarilerindendir [44]. Pavlos ise Kur’an’ın tanımladığı anlamda bir havari değildir ama hırıstiyanlar onu havarilerden sayarlar[45]. Hz. İsa’nın havarileri, Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in sahabileri gibidir[46],

Tevrat, İncil ve Kur’an, Allah’ın sözlerini içeren kitaplardır. Bunlarda in­san sözü olmaz. Ama elimizdeki Tevrat ve İncil’e insan sözü karışmıştır. Bunun en açık delili Pavlos ve Petrus’un mektuplarıdır. Kur’an’da Allah’ın sözleri dışın­da tek bir söz yoktur. Hz. Muhammed’in sözleri Kur’an’ın dışındadır ve hadis adını alır. Havariler ise Hz. Ali ve Hz. Ebubekr gibidir. Ali ve Ebubekr’in sözle­rine sahabi sözü denir. Hz. Peygamber’in sözleri Kur’an seviyesinde kabul edile­mez. Sahabinin sözü de peygamber sözü seviyesinde olamaz. Dolayısiyle Petrus ve Pavlos’un mektupları İncil’in bir parçası sayılamaz. Bunlar birer insan sözü­dür,

İncil’de Hz, İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıktığı, Galile’de 11 havalisine görünerek şöyle dediği yazılıdır:

“Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar bana verilmiştir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sîz­lere buyurduğum her şeyi tutmalarım onlara öğretin, işte dünyanın sonuna ka­dar ben her an sizlerle beraberim.” [47].

Bu sözler kilisenin, güçlü olduğu zaman devletler üzerinde hâkimiyet kurmasına yol açmıştır.

Aynı İncil’in bir başka ifadesine göre Hz. İsa, dünyaya hâkimiyet kurmak için değil, hizmet etmek ve hayatını birçok kimsenin hayatına karşılık fidye ola­rak vermek için gelmiştir[48]. Bu, bir önceki ifadeyle çelişmektedir.

Kur’an Hz. İsa’nın vefatından sonra dünya ile ilişkisinin kesildiğini ve olup bitenlerden haberdar olmadığını bildirir.

“Allah, (ahirette şöyle) diyecektir. “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?” O da şöyle cevap verecektir: “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz sen onu bilirsin; sen, benim içimde olanı bilirsin; ben senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin”

“Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim, içlerinde bulunduğum sürece onları gözetiyordum.

Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin (Mâide 5/H6-117)

Dolayısıyla Kur’an’a göre Hz. İsa’nın vefatından sonra söylediği iddia edi­len sözler gerçek İncil’in ifadesi olamaz. Teokrasi bu sözler üzerine kurulduğuna göre gerçek İncil’in de tıpkı Kur’an gibi teokrasiyi kabul etmediği ortaya çıkar.

Hırıstiyanlar nasıl Petrus ve Pavlos’un mektuplarına dayanarak bir teokra­tik sistem kurmuşlarsa şiilerin imamiye kolu da kendi büyüklerine ait sözlere dayanarak teokratik sisteme benzer bir sistemin savunucuları olmuşlardır.

Şiiler imamlarının ve müctehidlerinin sözlerine Allah’ın sözü demezler. Ama bir çoğu onları Allah’ın sözü gibi bağlayıcı sayar. Onların şu ifadelerine bakalım:

“Îctihad şartlarını kendisinde toplamış müctehit, (imamın nerede olduğu­nu Allah’tan başka kimsenin bilmediği) gaybet zamanında İmam aleyhisselam’ın naibidir, mutlak olarak hâkim ve reisdir; hüküm vermekte, halka hükmetmekte İmamın salahiyetine sahiptir. Onun hükmünü kabul etmemek İmam’ın hükmünü kabul etmemektir; İmam’ın hükmünü kabul etmemek ise Allah’ın hükmünü ka­bul etmemektir ki, bu, sâdık-i âl-i Muhammed’den rivayet edilen hadise göre Al­lah’a şirk koşmakla birdir [49].”

Sâdık-i âl-i Muhammed, Hz. Muhammed’in soyundan, gelen doğru kişi demektir. Bu kişi Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin dahi olsa onların sözleri bize de­lil olamaz. Bu, Petrus ve Pavlos’un sözlerine verilen değere çok benzemektedir.

Ehl-i sünnet, müctehid imamlardan hiç birine kutsallık tanımaz ve hiç bi­rinin sözünü bağlayıcı saymaz,

Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malikten şunu işittim; “Ben sa­dece bir insanım, hata yaptığım da olur doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerin­de düşünün, Kitap ve Sünnet’e uygun olanını alın, Kitap ve Sünnet’e uygun ol­mayanını da bırakın[50].”

İmam Malik sık sık şöyle derdi: “Bizimkisi zandan ibarettir. Kesin bir ka­naate varamayız[51]

Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife’nin şöyle dediğini nakletmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüştür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha güzelini getirirse kabul ederiz[52].”

 

SONUÇ

Kur’an teokratik sistemi asla kabul etmez. Teokrasi, Allah’ın yetkisinin kiliseye devri veya kilise ile paylaşılması anlamına geldiği için Kur’an’a göre böyle bir davranış şirktir.

Diğer taraftan teokraside Allah’a boyun eğer gibi yöneticilere boyun eğil­mesi istenmektedir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara muhalefet Allah’a karşı gel­me sayılmaktadır. Kur’an, bunu da şirk sayar.

Bunun dışında Kur’an’ın tavsiye ettiği bir devlet düzeni de yoktur. İslamın evrensel ve zamanüstü olması bunu gerekli kılmaktadır. Kur’an devletlerden, bir takım evrensel isteklerde bulunur. Bunların bir kısmı yukarıda belirtilmiştir. On­lar öyle şeylerdir ki, hiçbir toplum bunlardan vazgeçemez. Hiç bir idare de bu konuda mücadele eden insanları doğrudan karşısına alamaz. Bu da İslamın her zaman ve her yerde yaşanabilmesine imkân verir.

İslam bilginlerinin siyasi otoriteden bekledikleri görevler şöyle özetlene­bilir:

“Siyasi otorite kanunları uygular, cezaları infaz eder, toplumun ihtiyaçları­nı giderir, askeri donatır, vergi toplar, zorbaları, soyguncuları ve eşkıyayı dize getirir. İnsanlara, inandıkları gibi yaşama hürriyetini sağlar. Adliye teşkilatının aksamadan ve serbestçe çalışmasını temin eder. Gelir ve servet dağılımlımı den­geli olması için tedbirler alır. Korunmaya muhtaç çocukların ihtiyaçlarının tabii ortam içinde karşılanabilmesi için gerekeni yapar. Yoksullara destekte bulunur.”

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Teokrasi Kur’an’ın kabul etmediği bir devlet sistemidir. İncil’in teokratik düzeni emreden ifadeleri, Kur’an ölçüleri­ne göre gerçek İncil’e ait olamaz. Bu konu yukarıda açıklanmıştır. Bundan ger­çek hırıstiyanlığın da teokrasiyi kabul etmeyeceği sonucu çıkar. Laiklik de dine karşı değil, teokrasiye karşı verilen mücadelenin adı olmuştur.

Dipnotlar

[1] Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara 1968, s. 16

[2]     “Ey oğlum Rab’den ve melik’ten kork, ihtilalcilerle ihtilal etme” Ahd-i atik, Emsal-i Süleyman, XX1V/21, Kitab-ı Mukaddes, İbrani, Keldânî ve Yunan dillerinden tercüme. Dersaadet 1910. s.775

[3]     Mektup sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: “Herkes emri altında bulunduğu hükumetlere itaat etsin. Zira Al­lah tarafından olmayan bir hükümet yoktur ve mevcut hükümetler Allah tarafından tertip olunmuştur. Bunun içün hükümete muhalefet eden Allah’ın tertibine mukavemet elmiş olur ve mukavemet edenler kendi aleyhlerine hüküm davet edecekler. Zira hükümdarlar iyi ameller içün değil, ancak kötü ameller içün korkuturlar. Hükümetden korkmamak ister misin, İyi olanı işle ve onun tarafından medholunacaksın. Çünkü senin iyiliğin içün Allah tarafından memurdur. Lâkin eğer kötü olanı işler isen kork, çünki kılıcı beyhude yere taşımıyor. Zira Allah tarafından memur olup kötülük işleyen üzerine gazab icrası içün intikam alıcıdır. Bu ecilden yalnız gazab sebebiyle değil, ancak zamir sebebiyle dahi tabi olmak la­zımdır.” (Pavlos’un Romalılara Mektubu, 13. bab, 1-5, Kitab ı Mukaddes, Ahd-i cedîd s.206,}.

[4]     İfadeler sadeleştirilmiştir, asit şöyledir. “İmdi Rabb içtin tanzimat-j beşeriyyenin her birine gerek padişa­ha cümleye faik olduğundan, gerek valilere, şer işleyenlerin mücâzâtı ve hayır işleyenlerin medhi içün anın tarafından irsal olunanlar bulunduklarından itaat ediniz, Zira Allah’ın iradeti budur ki, hürler gibi, ama hürriyetinizi şerre örtü tutmayup ancak Allah’ın kulları gibi olarak cahil ademlerin cehaletini hayır işlemekle iskat edesiz. Cümleye hürmet ediniz. Biraderleri seviniz, Allah’tan korkunuz. Padişaha hürmet ediniz,” (Petros’un 1. mektubu, 11/13-17. Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 298.)

[5]     “Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükümet bana verildi.” (Matta 18, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[6]    Günay TÜMER, Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s.263,

[7]    TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[8]     Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifadeler şöyledir.” Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emretdigi dağa vardılar. Ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lâkin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükümet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle millet­leri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz. Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile berabe­rim.” ( Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.).

[9]    TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 268.

[10] TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 270

[11] TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[12] Jean Calvin, Hıristiyan Dininin Öğretisi’nden seçme parçalar (Christianae religionis insütudo, Kitap IV, Bölüm 20: Devlet Yönetimi Üstüne) çeviren Şahin ALPAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. Derleyen Mete TUNCAY Ankara 1969, s.48-51.

[13] Stephanus Junıus Brutus, Vindiciae contra Tyrannos {Tiranlara karşı haklar) Çeviren Mete TUNCAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ, Seçilmiş Yazılar, Ankara 1969, s. 62.

[14] Brutus, a.g.e. s. 63.

[15] Ayette “onları ibadet etmekten” ifadesi geçiyor. Onun yerine “içtenlikle boyun eğme” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ibadet içiyle ve dışıyla boyun eğmektir. Eğer bu boyun eğme Allah’ın isteğine uygunsa ona ibadet, edilmiş, aykırıysa başka şeye ibadet edilmiş olur.

[16] İbnu Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. Rağıb el-İsfalıânî, el-Müfrcdâi (Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut 1412/1992, s.529

[17] Bu hadis-i şerif, Salıilı-i Bulıârî’nin eıı başında yer alır.

[18]     er-Ragıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz’ıl-Kur’an, Beyrut 1412/1992, s. 733.

[19] Jeaıı Calvin, Batı da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ, s.49.

[20] Müslim, İman 78 (49).

[21] Jean Calvin, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.49

[22] Nesaî, Bey’a, 37, Babü men tekelleme b’il-hakki ‘inde imamin câir.

[23] Jean Caivin* Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. s.51.

[24]  Şemsüddin es-serahsi el-Mebsût, Mısır 1324,11,24.

[25] Muhatnmed Rıza’l-Muzaffer, Akâaid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçcye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[26] Şia İnançları, s. 5L.

[27] Şia İnançları, s. 52-53.

[28] Şia İnançları, s. 54,

[29] İbnu’l-Kayyım el- Cevziyye, I’lâmu’l-Muvakkıîn, Beyrut 1407/1987 c. 1, s. 54.

[30] Abdulgani en-Nablusî’nin bu konuda şöyle dediği nakledilir: “Bir kimse Allah yolunda kendini teslim alan bir şeyhe teslim olursa onun, Allah’ın kapılarından bir kapı olduğuna inanması gerekir. Şeyhi bu mertebede görmek mertebelerin en düşüğüdür. Şuna da inanmalıdır ki, şeyhden kendine ne gelirse Al­lah’tan bilmeli, şeyhten bilmemelidir. Eğer hayır gelirse Allah’ın ona hidayeti, şer gelirse O’nun imtihanı­dır. Şu halde salikin yani tarikata girmiş bir kimsenin şeyhini Allah’ın kapısı bilmesi ilk basamaktır.

İkinci basamak salikin şeyhini, Allah’ın isim ve sıfatlarının ortaya çıkıp gözüktüğü kişi olarak bilmesidir. Allah’ın emir ve yasaklarıyla yükümlü olan kimse nasıl saygı duyarsa, şeyhinin yanında o şekilde saygılı olmalıdır. Bu orta basamaktır.

Üçüncü basamakta salik şeyhini hiç görmemelidir, o manevidir. Onun yerine Allah’ın sıfatlarını görmeli­dir. Şeyhi arada fani bilmeli, Allah’ı bakî bilmelidir. Doğrusu da budur. Bu hal üç basamağın en üstüdür. (KOTKU, Tasavvufi Ahlâk, İst. 1982, c. II s. 185)

[31] Mehmet Zahid KOTKU’nun konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: Kalbi huzur-ı ilahiye dühulden men eden sıfat-ı mezmumeden halas edecek bir şeyhi, mürşit ittihaz etmek insan için vacibdir diye icma ve ittifak vakidir.

[32] Haşan Kamil YÍLMAZ, İslam Tasavvufu, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, İst. 1996, s. 494. ,

[33] Haklı dahi görünse müridin şeyhine itirazı haramdır. (KOTKU, Tasavvufı Ahlâk, c. II s. 5)

[34] KOTKU, Tasavvufı Ahlak, c. 11 s, 247.

[35] TÜMER, KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[36] Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laiklik maddesi.

[37] Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi.

[38] Büyük Larousse Ansiklopedisi, insan maddesi

[39] GRIC (Groupc de Rechcrcehes Islamo- Chretien “İslam Hıristiyan Araştırmaları Topluluğu)» Din ve Devlet, Islamochristana, 12, Roma 1986, s. 49-72′ den. Tercüme M. Sait HATİPOGLU, İslâmî Araştır­malar Dergisi, C. III, sayı 3, Ankara 1989» s. 102,

[40] Biiyük Lrousse Ans. İnsan maddesi. İst. 1986.

[41] Bkz. Emsal-i Süleyman, 1/1, Kilab-ı Mukaddes, Ahd-i atik s,75I,

[42] Emsal-i Süleyman, XXIV/21, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i atîk s.775.

[43]  … Meryem oğlu İsa’ya, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat’ı doğrulayan İncili sakı­nanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik, (Maide 5/46)

[44] Bak. Büyük Laroussse Ansiklopedisi, Petrus ve Paulııs maddeleri, İst. 1986.

[45] Pavlos Hz. İsa’yı görmemiştir. Elimizdeki İncil’de Pavlos’un asıl adının Saul olduğu, (A’mâl-i rusul 13/9) azılı bir hıristiyan düşmanı iken, Şam yolunda ansızın gökten parlayan bir nurun çevresini sardığı, Hz. İsa’nın ona seslendiği (A’mâl-i rusul 9/3-6), sonra onun Hz. İsa’ya inandığı ve vaftiz edildiği (A’mâl-i ru­sul 9/18 vd.) ifade edilmektedir. Buna göre Pavlos, Kur’an’ın tanımladığı havarilerden değildir.

[46] “Ey inananlar! Allah’ın dininin yardımcıları olun. Nitekim, Meryem oğlu İsa, Havarilere: “Allah’a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?” deyince, Havariler: “Allah’ın dininin yardımcıları biziz” demişlerdi. İsrailoğullarının bir takımı böylece inanmış, bir takımı da inkâr etmişti; ama biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik de üstün geldiler.” (Saff 61/14)

[47] Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifadeler şöyledir “Ve onbir şakirdler Galile’e İsa’nın onlara emrettiği dağa vardılar ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lâkin bazısı şüphe eldiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle millet­leri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz. Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine değin ben her vakt sizin ile berabe­rim.” ( Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[48] “Nitekim İbn’ül-insan (yani İsa), kendine hizmet olunmak içtin değil, ancak hizmet etmek ve canim çok kimseler bedeline fidye vermek içün geldi, dedi.” (Matta 20/28)

[49] “Şia inançları, s. 24.

[50] İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b, Ebubekr (öl, 701 h.) flâm’ul-mııvakkıîn, c. I, Beyrut, 1987/1407, s. 75.

[51] İbnu’l-Kayyım, a.g.e. e. I, s. 76.

[52] İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.

————————————————————

[i] BAYINDIR, Abdülaziz. “Kitab-ı Mukaddes’e ve Kur’an’a Göre Teokrasi ve Laiklik.” İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1.

[ii] İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi

Yazar
Abdulaziz BAYINDIR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen