İslam’da Kadın Hakları

İslam’da Kadın Hakları[1]

 

mustafa yildirim

 

Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM[i]

 

1. Neden Kadın Hakları?

Kanaatimizce böyle bir konu başlığı çok doğru değildir. Doğru olan konu başlığı, “İnsan Hakları” olmalıdır. Çünkü insan türü kadın ve erkekten oluşur ve insan hakları deyince her iki cins için de aynı haklar akla gelir. Fakat gelin görün ki, tarihin akışı içinde bu haklar çoğunlukla erkekler adına tescillenmiş ve kadınlar bu haklardan büyük ölçüde mahrum bırakılmıştır. Dolayısıyla kadınlar, gasp edilen hakları konusunda ciddi alacaklı durumdadırlar. Bu sebeple günümüzde konu, “Kadın Hakları” şeklinde özel bir başlıkla ele alınmayı hak etmektedir.

Makasıd-ı şer’iyye/dinin ana amaçları zaruriyat, haciyyat ve tahsiniyyattır. Zaruriyyat, olamazsa olmaz şeylerdir ve beştir. Bunlar; can, mal, akıl, din ve nesil güveliğidir. Bunların her biri kendi içinde detaylı hükümler içerir. Haciyyat, karşılanmadığı takdirde hayatın sıkıntıya gireceği hususlardır. Tahsiniyyat ise hayatı keyifli kılmaya yarayan şeylerdir. Bu haklara sahip olma konusunda kadın ile erkek arasında İslam dini açısından hiçbir fark yoktur. Gerçek böyle iken kadınlar aleyhine oluşan fiili durumun sebebini bu dersimizde anlatmaya çalışacağız.  

 

2. Genel Durum

Güçlü toplumlar yaşam biçimlerini oluşturan değerleri tartışma ihtiyacı hissetmezler. Bu genelde böyledir. Çünkü fiili bir durum vardır ve sahip oldukları güç, daha iyiyi araştırmaya psikolojik bir engeldir. Toplum gücünü kaybetmeye, işler yolunda gitmemeye başlayınca zihinlerde “ne oluyoruz?” sorusu başlar ve dibe vurunca da “nerede yanlış yaptık?” düşüncesiyle sorgulamalar ve hesaplaşmalar, gündemin tam ortasına yerleşir. Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde yayınlanan Sebilürreşad ve İslam Mecmualarında çıkan yazılara baktığımızda bu gerçeği bütün çıplaklığıyla görmekteyiz. O günkü tartışmalar ve arayışlar Cumhuriyet dönemiyle birlikte uzun bir sekteye uğramamış olsaydı bugün sorunların çözümü noktasında en azından usûl açısından daha iyi ve ileri bir seviyede olunabilirdi.

Cumhuriyet döneminde kadının sosyal hayatın içine daha fazla girmesi, önceki dini ya da sosyal anlayış ve uygulamaların tenkit ve değerlendirilmesini de beraberinde getirmiştir. Bu tenkit ve değerlendirmeler daha çok İslam dininin kadına bakışı üzerinde yoğunlaşmış ve bu hususla ilgili olumsuzlukların hemen tamamı İslam dinine yüklenmiştir. Basın yayın organlarından ders kitaplarına varıncaya kadar hemen her yerde İslam dinine haksız ve bilimsel olmayan ithamlar yapılmıştır. İlhan Arsel’in “Şeriat ve Kadın” adlı eserini okuyan her insaf sahibi bu tespitimize hak verecektir.

Bu konuda oluşturulan olumsuz algı üzerinden konuyla ilgili bilimsel makale ve kitaplar yayınlanmıştır. Ayrıca üniversitelerde konu hakkında lisansüstü tezler hazırlanmıştır. Fakat yaşanmış tarihi tecrübeler ve gerçek hayatta yaşananlarla bu eserlerde yazılanların çok örtüşmediği de bir vakıadır. Bu çelişkinin bir usûl hatasından kaynaklandığı kanaatindeyiz. Bu hata, itham ve iddia sahipleri açısından da geçerlidir. Fakat onlar, konuyu bütün yönleriyle ortaya koymakla yükümlü olanlara nispetle daha az sorumludurlar. Zira sonuçta bu itham sahipleri kendilerine sunulan İslam algısı üzerinden iddialarını ileri sürmektedirler.

Sözünü ettiğimiz ve hatalı olarak nitelediğimiz “usûl” meselesi aslında günümüz İslam algısı açısından da geçerlidir. Fakat bu konunun içinde şiddetli tartışmaları barındırdığını da göz ardı etmemek gerekir. Temelde usûl-i fıkıhtaki “hüsün-kubuh” konusundaki farklı yaklaşımlardan kaynaklandığını düşündüğümüz bu tartışmalara girmeden ve fakat ister istemez bir tarafın görüşleriyle genel olarak örtüşebilecek olan düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız.

 

3. Kur’an ve Kadın

Kadın konusunda fıkhi bakış açısına geçmeden önce Kur’an’daki kadınlarla ilgili çokça tartışılan ayetleri, bilimsel bir usûl/yöntemle kısa bir değerlendirmeye tabi tutmak yerinde olacaktır. Zira fıkhın ilk ana kaynağı olan Kur’an’da kadına nasıl bakıldığının anlaşılabilmesi için öncelikle Kur’an’ın sağlıklı ve doğru bir şekilde anlaşılabileceğine dair usül/yöntem belirlememiz gerekmektedir. Aynı gereklilik daha dar çapta sünnet/hadisler için de geçerlidir.

Bu konuda bize yol gösteren ayetlerin başında İbrahim suresinin 4. ayeti gelmektedir. Bu ayette Yüce Allah, “Biz her peygamberi, vahyimizi kolayca açıklayabilmesi için kendi halkının diliyle gönderdik” buyurmaktadır. Bunun böyle olması da kaçınılmazdır. Zira sünnetullah denen Allah’ın varlık âlemine koyduğu yasalar gereği dünyada herkesin anlayacağı ortak bir dil bulunmamaktadır. Yani dillerin farklı farklı olması Allah’ın yasası gereğidir (Rum 30/22). O halde Yüce Allah’ın, gönderdiği peygambere de kendi kavminin diliyle vahyetmesinden daha tabii bir şey olamaz. Sağlıklı iletişim kurmak ancak bu yolla mümkün olacaktır. Burada şu soru akla gelmektedir: Dille kastedilen, sadece muhatabın anlayacağı bir cümle yapısı ile salt mana aktarımı mıdır? Yoksa muhataplarıyla sağlıklı iletişim kurabilmek için o dile ait edebi sanatlar, kıssalar, toplumun zihin raflarında bulunan sosyal ve kültürel değerler, ibadetten ekonomiye, hukuktan sanat ve eğlenceye kadar o toplumun yaşam tarzına dair bütün unsurlarla hitap etmek midir? Hiç şüphesiz ikinci şıkta ifadesini bulan bir usûl ve üslupta olmalıdır. Sağlıklı iletişim ancak bu yolla mümkün olacaktır. Zira “dil” denen kavram, ancak sözünü ettiğimiz unsurlarla sağlıklı bir iletişim aracı olma özelliği kazanmış olur. Sonuç olarak aşkın bir varlıktan gönderilen vahyin ifade biçimi yerden biten, yani o günün şartlarında yaşanan yerel gerçeklerle şekillenmiş olmaktadır.

Hz. Peygambere vahyolunan Kur’an Arapça indirilmiştir. Arapça zengin bir dildir ve Allah’ın muradını pek çok veçhesiyle ifade edebilecek bir anlatım gücüne sahiptir. Fakat aynı zamanda yukarıda sözünü ettiğimiz yerel gerçekleri de içinde barındırmaktadır. Kur’an’ı anlama çabaları, bu vasıfları haiz bir dille indirilmiş olan bir vahiy algısıyla birlikte değerlendirildiği takdirde sağlıklı bir netice verecektir.

3.1. Nisa 34. Âyet

3.1.1. Erkeğin Kavvâm Olması

Ayetin başında geçen “kavvâmûn” kelimesi tartışmaların başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Bu kelime “alâ” ile kullanıldığında “otorite sahibi”, “terbiyeci”, “âmir” “kendisine itaat edilmesi gereken âmir”, “koruyup gözetici”, “yönetici” gibi anlamlara gelmektedir. Klasik dönem müfessirleri ayete anlam verirken öncelikle kadına tahakkümü ifade eden anlamları tercih etmişler, Reşid Rıza, İbn Aşur ve Tantavi gibi son dönemin müfessirleri ise daha çok kadına şefkati ve onu koruyup kollamayı ifade eden anlamı öne çıkarmışlardır. Bu da gösteriyor ki, zengin bir anlam içeriğine sahip bir kelimeyi her âlim yaşadığı ortamın şartlarına göre anlamlandırmış ve kendi döneminin aile ve sosyal şartlarına uygun olacağını düşündüğü bir hüküm çıkarmıştır.

Bu durumda din adına günümüzdeki kadın algısına ters düşen anlamlar gündeme geldiğinde suçlanacak olan Kur’an mıdır? Yoksa şimdi bize olumsuz görünen ve fakat kendi dönemine uygun olduğunu düşündükleri anlamları tercih eden âlimler midir? Ya da bu âlimlerin bu tür tercihlerini hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan ve günümüz aile hayatını ve sosyal şartlarını dikkate almadan olduğu gibi bugüne aktaran sözüm ona ilahiyatçılar mıdır? 

Diğer taraftan ayetin devamında Yüce Allah erkeğin bu niteliği ile ilgili biri vehbî/Tanrı tarafından verilen, diğeri kesbî/kişinin çabasıyla kazanılan olmak üzere iki gerekçe sunmaktadır.

Vehbî olan, yaratılış özellikleri bakımından kadın ve erkeğin farklılık arz etmesidir. Erkek, beden gücü açısından daha üstündür. Bu basit bir gözlemle anlaşılabilir ve de bilimsel bir gerçektir. En azından bedensel spor müsabakalarının kadınların ve erkeklerin kendi aralarında ayrı ayrı yapıldığını, yarışma derecelerinin ve rekorlarının kadınlar ve erkekler olmak üzere ayrı değerlendirildiğini hepimiz biliyoruz. O halde günümüz kadın algısı açısından “kavvamun” kelimesine “koruyup gözeten, işlerini çekip çeviren” anlamı vermemiz, erkeğin bu tür üstünlüğü sebebiyle doğru bir mana olur.

Kesbî olan ise erkeğin “ailenin geçimini sağlaması”dır. Bu durum aslında önceki gerekçenin doğal bir sonucudur. Ayette ifade edilen husus, fıtri farklılıktan kaynaklanan toplumsal bir olgunun, indiği dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının bir gereği olduğu gibi, günümüz dünyasında da büyük çapta geçerliğini sürdürmektedir.

Peki, farz muhal özellikle nafaka konusunda erkekle kadın rol değiştirse ayeti nasıl anlamamız gerekir?  İbn Aşur’un konuyla ilgili değerlendirmesi bize bir ışık tutmaktadır: “Ayeti, Arapçadaki farklı gramer tahlillerine tabi tuttuğumuzda, erkek için zikredilen bu vasıflar insanların konuyla ilgili o günkü bilgilerinden dolayı zikredilmiş olması mümkündür.” (et-Tahrir ve’t-Tenvir V, 39) İbn Aşur’un diğer bir gramer tahlili sonucu yaptığı yorum, nafaka temini ile ilgili zaman içinde oluşabilecek rol değişimleri ile ilgili hususa da açıklık getirmektedir. Dolayısıyla koca ile hanımın ev masraflarına birlikte katkı sundukları bir ailede erkek hanımının “kavvam”ı olmayacaktır. (Kecia Ali, Cinsel Ahlak ve İslam, çev. A. Bülent Baloğlu, İstanbul 2015, s. 225)  

3.1.2. Eşlerin Geçimsizliğini Giderme yöntemleri

Nisa 34. Ayet, yuvayı yıkacağından endişe edilen kadınların ıslah edilmesi için önerilen yöntemlerden söz etmektedir. Bu yöntemler arasında “Kadınları dövme” anlamında “vedribuhünne” ifadesidir. Hz. Peygamber’in, “Gündüz dövüp geceleyin onunla nasıl birlikte olacaksınız?” buyurarak kadınlarını dövenleri kınadığını bile bile kadına şiddeti âyete dayandırmak en hafif ifadeyle cehalettir. Bu âyet, İslam dininin kadına şiddet kullanmak için referans gösterilmeye çalışılan ve günümüzde en çok tartışılan âyetlerdendir. Bir açılış dersi, bu konunun ciddi sosyolojik ve psikolojik tahlil ve değerlendirmeler yapılmadan açıklığa kavuşturulmasına imkân vermez. Bu konuda söylenecek hüküm cümlesi şudur: “İslam dininin savaş ve savunma durumu dışında şiddete izin vermesi aslâ söz konusu değildir. Hele kadın, çocuk ve savunmasız kimselere kullanılacak şiddetin hiçbir dini açıklaması olamaz. Son dönem müfessirlerden İbn Âşûr, eşlerine şiddet uygulayanlar için devletin cezalandırma hakkı olduğunu söyler. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir V, 44)

 Bir kadın düşünürün şu tespitleriyle konuyu bağlayalım: “Hatırlamamız gereken ve pek sık unuttuğumuz diğer bir gerçek, kadınlara yönelik ayrımcılığın “evrenselliği”dir. Bunlar fiziksel şiddetten ekonomik ayrımcılığa, çoğunlukla göz yumulan muazzam cinsel sömürü endüstrisine, Asya’da kız doğacak bebeklerin cinsiyetleri nedeniyle aldırılmasından Avrupa’nın göbeğine kadar uzar gider. Amerika birleşik Devletleri’ndeki veya Avrupa’daki kadına yönelik şiddet kültürel, hele ırksal bir olay değil, rasyonel bir şekilde ele alınması gereken sosyolojik bir olay olarak incelenir.  Buna karşın Meksika’da kadınların kadın olduğu için öldürülmesi, Meksika kültürünün doğasında olduğu düşünülür. Yine aynı mantıkla bu Meksika’lı kadınların cinayete kurban gitmesi, doğal olarak medyada Sudan veya İran’daki Müslüman bir kadının taşlanmasından daha az yer bulacaktır. Çünkü artık Müslüman ülkelerde kadınların taşlanması batı hegemonyasını yüceltmeye yarayan politik bir araca dönüşmüştür.” (Asma Lambrabet, agm., s. 52-53) 

3.2. Kadının Şahitliği Meselesi

Bu husus Bakara 2/282. ayette söz konusu edilmektedir. Karşılıklı borçların yazımı ve şahitlik yoluyla tespitini konu alan bu ayet başından sonuna kadar mali konularla alakalıdır. Ayet özetle, vadeli alışverişlerdeki borçlar için bir belge düzenlenmesi, bu belgeyi yazanın niteliği ve sorumluluğu, belge düzenlenmesi esnasında iki erkek şahidin bulundurulması, iki erkek şahit bulunamadığı takdirde bir erkek ve iki kadın şahidin de geçerli olacağı hükümlerini koymuş, peşinden de yazım ve şahitlikle ilgili diğer sorumluluklara dikkat çekmiştir.

Burada dikkat çeken ve konu başlığımızı ilgilendiren husus şahitlik konusunda kadının erkeklere nispetle yarım sayılmasıdır. Ayetin bu hususla ilgili bölümü şöyledir: “…(Borçlanma ile ilgili belge düzenlerken) içinizden (nitelikli) iki erkek şahit bulundurun; eğer iki erkek yoksa kabul edeceğiniz, güveneceğiniz bir erkek ve iki kadın şahit bulundurun ki, kadınlardan biri (şahitlik ettiği konuda) yanılırsa diğeri ona hatırlatsın…” Bizim “yanılma” anlamı verdiğimiz “tedılle” kelimesi çoğunlukla “unutma” şeklinde anlamlandırılmıştır ki tefsirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Oysa Maverdi gibi bir kısım müfessirlerin ifade ettiği gibi bu kelimeye, “yanılma/hata etme” anlamı vermek de mümkündür, hatta bu anlam lafza daha uygundur. Bu ayrıntıyı vermekteki amacımız, kadın zekâsı ile ilgili yorum ve rivayetlerin bu “unutma” anlamı üzerine bina edilmiş olduğunu hatırlatmaya yöneliktir. Gerçekten tefsirlerde ve fıkıh kitaplarında müelliflerin kendi kültürleri ve kadın algılarından kaynaklanan öyle rivayet ve yorumlara rastlıyoruz ki, bunları günümüz insanına izah etmek imkânsızdır. Garip olan ise bu rivayet ve yorumların din olarak algılanması ve İslam dininin kadına bakışı bu algı üzerinden değerlendirilip eleştiriliyor olmasıdır.

Söz konusu ayet baştan sona dikkatlice okunursa Yüce Allah’ın üzerine basa basa vurguladığı temel husus, karşılıklı borçlanmalarda bir hak kaybının önüne geçilmesine dair alınması gereken tedbirlerdir. Bu ayetten yola çıkarak kadına ve onun zekâsına dair bir kısım eksik sıfatlar tespit etmeye çalışmak, Allah adına Allah’ın muradına muhalif hükümler koymak anlamına gelir.

Peki, kadının şahitliği konusundaki ayetin ifadesini nasıl anlamalıyız? Ayetin bütünlüğü içinde bakarsak konu daha rahat anlaşılacaktır. Az önce ifade ettiğimiz gibi ayet, malı ilgilendiren sözleşmelerle ilgili hak kaybının önlenmesine dair tedbirlerden bahsetmekte, bununla ilgili belge düzenlenmesi ve şahitlik hakkında hukuki ve ahlaki hükümler getirmektedir. Ana konu bu olduğu için bizim de bu konudan yaklaşmamız gerekir. Sözleşmelerle ilgili düzenlenen belgelerin ana amacı o sözleşmeyle ilgili hak ve sorumlulukların güvence altına alınmasıdır. Tarihte ve günümüzde değişmez hukuki ispat delillerinden olan şahitlik müessesi için her dönemde farklı kriterler konduğunu da biliyoruz.

Meseleyi konumuza uyarlarsak, durumu şöyle izah edebiliriz: Genel olarak kadınlar ayetlerin indiği dönemde özellikle ticari konularla ilgili detaylı bilgi ve tecrübeye sahip değillerdi. Sosyal hayat da ticaret ise erkek merkezli idi. Kadınlar evlerinde sosyal ve ticari hayattan uzak olarak hayatlarını sürdürüyorlardı. (Zuhaylî, et-Tefsiru’l-Vasît, I, 63.) Oysa ticari hayatın kendine özgü kavram ve uygulamaları söz konusudur. Ticari bir muamele için şahitlik yapmak gerektiğinde şahit olacak kişinin bu kavram ve uygulamalara vakıf olunmadığı takdirde şahitlikle amaçlanan sonuç gerçekleşmemiş olacaktır. Dolayısıyla ticari konuda bilgi ve görgü eksikliği olan kadının şahitlik konusunda hata etmesini engelleyecek ikinci bir kadına ihtiyaç duymasından daha doğal bir şey olamaz.

Şöyle bir soru sorulabilir: Kadınlar sosyal ve ticari hayattan uzak idiyseler iki ya da daha fazla olması neyi değiştirir? Bilgi seviyesi birbirlerine yakın kadınlar şahitlik konusunda da ortak hatalar yapmış olmayacaklar mı? Ayette iki kadın şahidin bir erkekle birlikte zikredilmesi bu sakıncayı önlemeye yönelik olabilir. İbn Aşur’un ifadesiyle aslında Yüce Allah bu ayetle müşriklerin hukuki hiçbir hak tanımadıkları kadını sosyal ve ticari hayatın içine çekmek istemiştir. (et-Tahrir ve’t-Tenvir, III, 109)

Diğer taraftan sadece kadınların muttali olabileceği hususlarda kadınların şahitliğiyle ilgili olarak bir erkekle ve ikinci bir kadınla birlikte olması şartı aranmamıştır. Mesela, nesep konusu hukuk açısından çok önemlidir. Çünkü mahremiyetten mirasa kadar pek çok dini ve hukuki hüküm nesep tespitiyle alakalıdır. Bu kadar önemli bir konuda ebe kadının tek başına şahitliği yeterli görülmüştür. Çünkü o konuda en yetkin ve nitelikli kişi, doğumu bizzat yaptıran kadındır. O halde kadının şahitliğinin yarım olmasının illeti onun bizatihi kadın olması değil, tamamen şahit olacağı konuya dair yeterli bilgisi olmamasıdır.

Bu bahsi noktalarken şunu da hatırlamakta yarar görüyoruz: Ayetin başında vadeli alışverişlerde iki şahit ve bir kâtip bulundurulması istenmektedir. Nasıl ki bugün ayette ifade edilen bu şekil şartını uygulamak yerine tek bir kredi kartıyla bu ayetin muradını gerçekleştirecek bir işlem yapıyor ve bu işlemi dine aykırı görmüyorsak bu konuda da aynı mantığı yürütebiliriz.

3.3. Kadınların Mirastaki Payı

Kur’an-ı Kerim’de hukuki açıdan en geniş olarak ele alınan konu aile hukukudur. Sağlıklı bir toplumun hukuki yapısı güçlü bir aile ile mümkün olduğu düşünülürse bunun önemi daha iyi anlaşılır.

Kur’an-ı Kerim’de kadının mirastaki payı ana hatlarıyla kız kardeş, anne ve eş olma durumlarına göre farklılık arz etmektedir. Biz burada miras payları konusunda detaya girmeden genel olarak kadının erkeğin yarısı oranında pay almasını değerlendirmeye çalışacağız.

İslam öncesi Arapların kadınlara mirastan pay vermediklerini biliyoruz. Onun da ötesinde Dinler Tarihi uzmanlarının ifadesine göre, Hinduizm’den Zertdüştlüğe, Budizm’den Yahudiliğe kadar İslam dininden önce hiçbir dinde birinci dereceden erkek akrabanın olduğu yerde kızlara miras verilmemekteydi. Kadınlara böyle bir hakkı ilk defa İslam dini bahşetmiştir: “Ana babanın ve yakın akrabanın miras olarak bıraktıkları mallardan erkeklere bir pay vardır. Aynı şekilde ana babanın ve yakın akrabanın miras olarak bıraktığı mallardan kadınlar için de bir pay vardır. Evet, miras bırakılan mal ister az ister çok olsun, o malda kadın ve erkek için belirlenmiş paylar vardır.”(Nisa 4/7.) Bu ayetin geldiği ortamı ve şartları düşündüğümüzde kadın hakları konusunda bu hüküm çok ileri bir düzeyi ifade etmektedir. Yani kadınlar mirasla ilgili vücub/hak ehliyeti konusunda erkeklerle aynı konuma yükseltilmiş, o günkü şartlar çerçevesinde bir devrim gerçekleştirilmiştir. Ancak devrim niteliğinde de olsa getirilen hükmün kamu yararını gözetmesi, sosyal ve ekonomik dengeleri alt üst etmemesi de büyük önem arz eder. Bütün hükümlerinde yüce hikmetler olan Şâri’in bu hususu dikkate almaması düşünülemez. Bu sebeple, “Allah, çocuklarınızın alacağı miras konusunda, erkek evlada kıza verilenin iki katı verilmesini tavsiye etmektedir…” (Nisa 4/11) ayetini değerlendirirken bu husus göz önünde bulundurulmalıdır.

Buradaki temel problem şudur: İzah etmeye çalıştığımız illet ortadan kalkar ve farklı şartlar oluşursa bu oranla ilgili yeni düzenleme ve değerlendirmeler yapılabilir mi? Başka bir ifadeyle bu konu içtihada açık mı? Bir miras paylaşım kavramı olan “Asabe” üzerinde yapılan tartışmalar ve Hz. Ömer’in dede yetimi konusundaki içtihadı hatırlanırsa konunun içtihada açık yönü olduğunu düşünmek mümkün görünmektedir. Bu sebepledir ki, âlimlerin bir kısmı konuyu şer’i cevaz alanı içinde değerlendirmişler, yani bu konuda siyasi erke hukuki düzenleme yetkisi tanımışlardır. Hem toplumun sosyal ve ekonomik yapısının hem de kadının ve erkeğin hak ve sorumluluk alanlarının önceki yıllara göre çok değiştiği günümüzde bu anlayış doğrultusunda değerlendirme ve düzenleme yapmanın İslam dininin genel ve evrensel adalet ilkeleriyle çelişmeyeceğini söylemek yanlış olmaz.

3.4. Çok Kadınla Evlilik

Diğer ayetleri değerlendirirken göz önünde bulundurduğumuz hususları bu konuda da dikkate almak zorundayız. Öncelikle erkeklerin çok kadınla evliliğinin çok ciddi bir tarihi kökeninin olduğunu belirtmeliyiz. Bu durum Yahudilik ve Hıristiyanlık için de geçerlidir. İslam hukukunda bu konu Nisa suresi 3. ayete dayandırıldığı için değerlendirmemizi, bu ayetin çok eşliliğe düzenleme getirmesi ve çok eşlilikle hiç ilgisinin bulunmaması olmak üzere iki açıdan yapacağız.

a- Önceki ve son dönem alimlerimizin büyük çoğunluğu Nisa 3. ayetin çok eşlilikle ilgili bir düzenleme getirdiği kanaatindedirler. Buna göre asıl olanın tek eşlilik olduğu, eşler arasında adaleti sağlama şartıyla duruma göre birden fazla eş alınabileceği, fakat bunun dörtle sınırlı olacağı ve getirilen hükmün sadece bir ruhsat olduğu, zorunlu ve bağlayıcı bir hüküm olmadığı belirtilmiştir.

Bu düzenlemenin günümüz açısından değerlendirilmesinde üç bakış açısı söz konusudur:

aa- Lafzî yaklaşım: Bu düzenleme günümüzde aynen geçerlidir. Adaleti sağlayacağına ve gerekli şartları yerine getireceğine inanan herkes birden fazla eş alabilir. Nitekim başta Suudi Arabistan olmak üzere Ürdün, Mısır gibi ülkelerde belli şartlarla resmi olarak uygulanmaktadır. Buralarda konunun kanunla düzenlenmiş olması bir kısım hak ihlallerini kaldıracaktır. Oysa tek eşliliğe dair açık yasa hükmüne rağmen çok eşlilik konusunda günümüz Türkiye’sinin bazı bölgelerinde örfi, bazı bölgelerinde ise -özellikle batıdaki şehirlerde- gizli ve fiili bir durum söz konusudur. Bu durum, hukuki güvenceden yoksun olduğu için ahlaki zafiyetin dışında ciddi mağduriyetlere yol açmaktadır. Evlilik akdini salt bir dini ritüelden ibaret görüp arkasında yaptırım gücü olan bir erkten soyutlanmış bir işlem görmenin tabii sonucu, farklı mağduriyetlerin yaşanmasıdır.

ab- Gâî yaklaşım: Kur’an’ın indiği toplumun örf, adet ve geleneklerini dikkate almadan, ahkam ayetlerinden doğrudan hüküm çıkarmak, Kur’an’ın hukuki ayetlerle amaçladığı hedeften uzaklaşmaya sebep olabilir. Zira İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya konulan hukuki prensip ve çözümlerin, gerek muhtevasının, gerekse icra ettiği fonksiyonun anlaşılabilmesi, bunların o dönemlerdeki sosyolojik ve psikolojik sebep ve şartlar bağlamında ele alınarak değerlendirilmesi ile mümkündür. (Apaydın, Yunus, “İslam Hukukunun Konumlandırılması”, Yeni Dünya, Nisan, 1994, sy. 7, s. 20-23) Bu anlayış çerçevesinde Nisa 3. ayetteki bu düzenleme o günkü ihtiyaçların eseridir. Bu düzenlemenin günümüzü ilgilendirmesi benzer ihtiyaçların ortaya çıkması halinde söz konusu olabilir. Aksi takdirde toplum konuyla ilgili yeni düzenlemeler yapma yetkisini haizdir.

ac- Şer’î cevaz yaklaşımı: Mansurizade Said’e göre insan fiilleri vücup, haramlık ve cevaz alanını ilgilendirir. Çok eşlilik cevaz alanına girer, din bunu emretmemiş sadece izin vermiştir ve bu konuda yürütme erki, yani devlet yetki sahibidir. Ona göre şeriat ve kanun ayrı müesseselerdir. Kanun devlet başkanının emirlerinden ibarettir. Kamu otoritesi şeriatin men etmediğini kamu gücüyle men edebilir. Çok eşlilik de hakkında emir ve yasak bulunmadığından, İslam’a göre farz ve vacip olmayan caiz bir iştir. Serahsi’nin de belirttiği gibi şeriatın men etmediğini men etmek şer’an caiz olduğu, cevaz da şer’i hükümlerden olmadığı için bunda tasarruf yetkisi bulunan kamu otoritesi, çok eşliliği tamamen yasaklayabileceği gibi dilediği gibi kayıt altına da alabilir. Bu hususta hiç bir engel bulunmamaktadır. (Mansurizade Said, “Taaddüd-i Zevcat İslamiyette Men’ Olunabilir”, İslam Mecmuası, sy. 8, s. 238) Hz. Ömer’in müslümanların yararı, kamu düzeni gibi gerekçelerle cevaz alanına giren hususlarda âyetlerin lafzına muhalif, fakat maksadına uygun yeni hükümler koyduğu bilinmektedir. Mecelle’nin “Def’i mefasid celb-i menafi’den evladır” şeklindeki 30. maddesi de göz ardı edilmemelidir. Buna göre belli dönemlerde yararlı görülen çok eşle evlilik, daha sonra sakıncalı hale geldiğinde kamu otoritesi tarafından yasaklanarak zararın önlenmesi yoluna gidilebilir. Muhammed Abduh, çok eşlilikle ilgili dini ve hukuki kurallara uyulmadığı takdirde hâkimin çok eşle evlenmeyi yasaklayabileceği görüşündedir.(Abduh, Muhammed, A’malu’l-Kamileti li’l-İmami Muhammed Abduh, Beyrut 1980, II, 94-95.)

b- Kanaatimizce Nisa 3. ayeti çok eşlilikle ilgili bir düzenleme getirmiş değildir. Zira biliyoruz ki, ayetlerin anlaşılmasında nüzul sebeplerini bilmek önemli bir yer tutar. Bu ayetin iniş sebebi olarak nakledilen en açık bilgi Hz. Aişe rivayetidir. Hz. Aişe’nin kız kardeşinin oğlu Urve b. Zübeyr bu ayetin manasını sormuş, Hz. Aişe de şu cevabı vermiştir:

“Ey kız kardeşimin oğlu! Bu ayette sözü edilen yetim kız, velisinin velayeti altında tuttuğu ve malında ortak olduğu kızdır. Kızın malı ve güzelliği velisi olan erkeğin hoşuna gittiği için onunla evlenmekle ister, fakat kızın mehrinde adaletli davranmaz, başkasının vereceği kadar mehir vermek istemezdi. İşte bu ayette buna benzer velilerin velayeti altındaki yetim kızlarla, onlara adil davranmadıkça, onların mehirlerini en üst seviyede yükseltmedikçe evlenmeleri yasaklanmış, bunların dışındaki kadınlarla evlenmeleri emrolunmuştur.” (Buhari, Tefsir, 4; Nikah, 19; Müslim Tefsir, 6, 7, 8; Ebu Davud, Nikah, 12; Nesai, Nikah, 66.) Hz. Aişe’nin bu görüşüne bazı sahabi ve tabiilerden gelen rivayetler de destek vermektedir. (Taberi, Tefsir, IV, 156.)

Rivayetlerden anlaşıldığına göre bazı veliler, himayeleri altındaki yetim kızlarla sırf mallarına konmak için evleniyorlar ve mehirlerini de vermiyorlardı. Allah velilerin bu türlü davranmalarını yasaklamış ve “yetimlerin mallarını yemek için onlarla evliliği bahane etmeyin, evlenilecek pek çok kadın var, hem de istediğiniz kadar…” demek istemiştir. İkrime şöyle der: “O dönemde Araplardan bazıları himayeleri altındaki yetimlerin mallarını kullanarak çok sayıda evlilik yapıyor ve evlendikleri hanımlara dair geçim masraflarını da söz konusu yetimlerin mallarından karşılıyorlar ve bu şekilde yetimlere haksızlık ediyorlardı.  Allah bu uygulamaya son verilmesini istemiştir.” Bu durumda “zarar verme, haksızlık etme endişesi” evlenilmiş olan eşler arasında adaletsizlik yapmakla ilgili değil, birden fazla evliliğin getirdiği geçim masraflarının yetim mallarına zarar vermesi ile ilgilidir. Dolayısıyla burada asli mubahlardan olan evlilik ile ilgili bir hüküm söz konusu değildir. Konu tamamen yetimlerin mallarının korunmasıyla alakalıdır. Bir önceki ayetin açıkça yetim mallarıyla ilgili olması, sonraki ayette evlenilen kadınların mehirlerinden söz edilmesi, daha sonraki iki ayette de yine yetim mallarının konu edilmesi, ayetlerin konu yönünden insicamını sağlamakta ve bu görüşü desteklemektedir. Ayrıca ayetin çok eşlilikle ilişkilendirilmesi kendi içinde de konu bütünlüğü açısından sıkıntı oluşturmaktadır. Çünkü ayetin birinci bölümü yetim kızlarla evlenmek yerine başka kadınlarla evlenmeyi önerirken, ikinci kısmında konunun birden evlenilen başka kadınlar arasındaki adaletli muameleye çekilmiş olması, üzerinde durulan konudan kopmuş olmayı ifade eder ki, bu da ayet içerisinde konu bütünlüğünü bozar.  

Kur’an’ın bu konuyu gündemine almadığını düşünüyoruz. Peki, Nisa 3. ayetteki, “ikişer, üçer, dörder… başka eşler alın” ve 129. ayetteki “kadınlar aralarında adaleti asla sağlayamazsınız, hiç olmazsa hepten birine meyledip haksızlık yapmayın” mealindeki ifadeler bu konu ile bir düzenleme getirmiş olmuyor mu? Öncelikle 3. ayetteki “ikişer, üçer, dörder…” ifadesinin o dönemdeki mevcut çok eşlilik uygulamasının bir tezahürü olduğu kanaatindeyiz. Konuşma dilinde muhatabın kültürü ve algı biçimini dikkate almak iletişimin önemli şartlarındandır. Allah da muhatabıyla iletişim kurarken aynı şartı dikkate almıştır. Öte yandan  “ikişer, üçer, dörder…”  ifadesi sayı ifade etmekten daha ziyade, “yetimlerin mallarına konmak için onlarla evliliği bahane etmeyin, evlenilecek başka kadın mı yok, hem de istediğiniz kadar…” anlamında bir söz üslubu olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Araplar bu çeşit kullanımlarda sayıları genellikle dörde kadar ifade ederler, sonraki sayıları kullanmazlardı. (Buhari, Tefsir, 4)  Dolayısıyla bu ifadelerden çok eşlilikle ilgili bir hukuki düzenleme anlamı çıkarmak kelamın sevki açısından mümkün görünmemektedir. 129. ayet ise tamamen o günkü mevcut uygulamaya dair bir tespit ve bu tespite dayalı olarak bir uyarı niteliğindedir.

Nikah akdi her ne kadar iki şahit huzurunda iki kişinin icap ve kabulü ile gerçekleşse de -ki günümüzde resmi kayda geçme zorunluluğu vardır- sonuçları bakımından başkalarını da ilgilendirdiği için toplumsal bir olgudur. Yapılan işlemin pek çok hukuki sonuçları vardır. Bunun için nikah akdinin, yaptırım gücü olan bir erkin izin ve gözetiminde yapılması gerekir. Nikahtaki velayet aslında bu amaca matuftur. Veli ya da velayet kurumu, nikah akdinden doğan hakların bir çeşit garantörüdür. Akrabalık ve kabile bağlarının güçlü olduğu dönemlerde velayet kurumu bu işlevini mümkün olabildiği nispette gerçekleştirmiştir. Günümüzde bu görevi devlet üstlenmiştir. Hak ihlallerini önleyecek ya da yapılan hak ihlallerinin düzeltilmesini sağlayacak devletten daha güçlü bir kurum yoktur. O halde evlilikte eş sayısı ile ilgili kuralları koyacak tek kurum da devlettir. Çünkü devlet kamu düzenini sağlamak ve kamu yararını koruma konusunda birinci derecede yetkili, birinci derecede sorumludur. Hz. Ömer’in benzer gerekçelerle Kur’an’da açıkça belirtilmiş olan Müslümanların Kitap ehli kadınlarla evlenebileceklerine dair cevazı Müslüman kadınların maslahatına binaen kaldırıp bu tür evlilikleri yasaklaması tek başına örnek olarak yeter.

 

4. Hadis/Sünnet ve Kadın

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi aynı usulün, fıkhın ikinci ana kaynağı olan hadis/sünnet için de geçerli olduğunu söylemek daha kolaydır. Çünkü Arap bir peygamberin Arap bir topluma hitabında, iletişimin beşeri unsurları her zaman ön planda olacak ve sözünü ettiğimiz yerel gerçekler daima hitabın önemli bir unsurunu oluşturacaktır.

Kaldı ki, Hz. Peygamber (as) dönemindeki kadınların sosyal konumlarına bakıldığında o şartlarda dahi bazı hususlarda bugünkünden çok daha ileri konumda olduğunu görüyoruz. Kadınların, camiye gelip cemaatle namaz kılmak, mescitte itikafa girmek, mescitte yapılan genel toplantılara katılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, evini ihtiyaç sahiplerine açmak, misafirin sofrasına erkeklerle birlikte oturup yemek yemek, savaşa katılıp askerlere iaşe ve ilaç desteği vermek, âdetli dahi olsa bayram günü namazgâha gidip namaza ve dualara katılmak gibi pek çok etkinlikte bulunduğunu biliyoruz. (Abdulhalim Ebu Şakka, Tahriru’l-Mer’e, İslam Kadın Ansiklopedisi, çev. Şaban Haklı, Fethi Güngör, I, 44, 45) Kaynak olarak zikrettiğimiz söz konusu eser incelendiğinde, özellikle Hz. Peygamberin hayatında kadınların ne kadar eşitlikçi bir konuma sahip oldukları açıkça görülecektir.

Hz. Peygamber (as)’in hadislerinden kadınların aşağılandığına dair oluşturulmaya çalışılan yargının cehaletten ya da kötü niyetten kaynaklandığı kanaatindeyiz. Cenneti annelerin ayakları altına seren, eşini döveni “akşam nasıl onunla birlikte olacaksın” diye kınayan, “sizin en hayırlınız eşlerine karşı iyi davranandır” buyuran, şahsını ya da toplumu ilgilendiren konularda eşlerinin ve diğer mümin kadınların fikirlerini alan, ilim öğrenmenin kadınlara da farz olduğunu söyleyen, savaşlarda kadınlara da görevler veren, insan olma ve Allah’a karşı sorumlu tutulma konusunda erkekle kadının eşit bireyler olduğu esasına dayalı bir toplum kurma ülküsü peşinde koşan bir peygamberin kadınları aşağılayan sözler söylediğini iddia etmek akıl ve insaf ölçülerine sığmaz.

Peki, kadını aşağılayan sözde hadis olarak rivayet edilen bilgileri nasıl değerlendireceğiz? (Geniş bilgi için bkz. H. Ş. Tuksal, Kadın karşıtı söylemin İslam geleneğindeki izdüşümleri, Ankara 2000) Bu sorunun muhatabı hadis ilmiyle meşgul araştırmacılar olmakla beraber bazı tespitler yapabiliriz. Bu tür hadislerin şayet rivayet zincirlerinde bir sıkıntı yoksa metnin bütünlüğü ve bağlamı açısından bazı eksikliklerden söz edilebilir. Mesela “ev, binek ve kadın olmak üzere üç şeyde uğursuzluğun bulunduğu”na dair hadisi, Hz. Peygamber (as)’in bu anlayışı tenkit etmek üzere irad buyurduğu, fakat tenkit kısmının rivayette yer almaması sebebiyle yanlış bir algı yolunun açıldığını biliyoruz. Diğer taraftan kasıt olmasa bile bu tür rivayetleri nakledenlerin yaşadıkları dönemdeki kültürde kadın algısıyla ilgili bu tür olumsuz yargıların hadis şeklinde nakledilmiş olması da mümkündür. Bazen bu tür bilgiler hadis olarak rivayet edilmese de toplumun kültüründe yanlış bir dini bilgi olarak yer alabilmektedir. Bir misal vermek gerekirse, “Hz. Adem ile Havva’nın çocuklarının kızlı erkekli ikiz doğduğu, bir batından doğan kardeşin diğer batından doğan karşı cins kardeşle evlendiği ve çoğalmanın böylece gerçekleştiği”ne dair inanç toplumda din adına yerleşmiştir. Hatta dini alanda akademik çalışma yapan bazı araştırmacıların eserlerinde de bu bilgi hala yer bulabilmektedir. Oysa böyle bir bilgi ne ayetlerde ne de sahih hadisler arasında mevcuttur. Tevrat kaynaklı bir bilgidir. Maalesef bu bilginin İslam dini adına bilinçsizce kullanılması bir kısım haksız ithamlara yol açabilmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse kadınla ilgili olumsuz rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmalı, bu konuda Hz. Peygamberin sahih olarak bize nakledilen hadis ve uygulamaları esas alınmalıdır.

 

5. Fıkıh ve Kadın

İslam dininin hayata yansıyan ve uygulama alanını düzenleyen hükümlerini konu edinen fıkhın iki ana kaynağı Kur’an ve sünnettir. Kur’an ayetlerinin sübutu kat’i, hadislerin ise büyük oranda sübutu zannidir. Kur’an ve hadis lafızlarının delaleti, yani kesin bir anlamı ifade edip etmemesi ise siyak ve sibaka, ifadenin yapısına ve sevk ediliş biçimine ve daha başka gerekçelere göre bazen kat’ilik bazen de zannilik ifade edebilmektedir. Dolayısıyla bu iki kaynağa dayanarak çıkarılacak hükümlerin de aynı şekilde değerlendirilmesi zarureti doğmaktadır. Müçtehitlerin içinde yaşadıkları topluma dair hukuki düzenlemelerinde nasların bu özelliği onlara farklı ve geniş yorumlar yapma imkanı vermekte ve başta müçtehidin kendisi olmak üzere toplumun kadim kültüründen gelen değerler de verilen hükümleri etkilemektedir. Çünkü sosyal yapı, bugünden yarına bir çırpıda değişmez. Değişim için belli bir sürece ihtiyaç vardır. Bu sosyolojik bir vakıadır. Hatta ma’ruf olarak adlandırılan toplumsal kabuller ve uygulamalar dini hükümlere ciddi anlamda etki eder. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü hukukta örfün ciddi bir ağırlığı vardır. “Örf ile tayin nas ile tayin gibidir” (Mecelle m. 45).

Konunun başında ifade ettiğimiz gibi nasların sübut ve delaletlerinde zannilik ihtimalinin bulunması, sözünü ettiğimiz kadim kültür ve inanışların farklı dini değer ve bakış açısı oluşturmasının da önünü açmaktadır. Müctehidlerin de o kültürün insanı oldukları ve üstelik kendilerine dair farklı bakış açıları olduğu düşünülürse fıkıh adına üretilen hükümler de çok farklı olabilmektedir. İşte tam bu noktada yapılan en önemli hatalardan birisi bu nitelikte üretilen hükümlerin İslam dinine mal edilmesidir. Fıkıh, dini bir yorumun ürünüdür. Dinin bizatihi kendisi değildir. O halde fıkıh üzerinden İslam dini adına kesin hükümler koymak çoğu kere sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir. Kaldı ki, fıkhı üreten hukukçular hiçbir zaman kendi kişisel içtihatlarının değişmez olduğu yönünde bir görüş de belirtmemişlerdir.

Konuyu İslam dininin kadına bakışı özelinde değerlendirdiğimizde, günümüz şartlarında fıkhi açıdan radikal bir bakış açısı geliştirilmesi gerektiğine dair ciddi sesler yükselmektedir: “Ruhani mesaj olarak dinin idealleri ve evrensel değerleri ile fıkhın ürettikleri birbirleriyle apaçık çelişmektedir. Din, amaçları arasında eşitlik, haysiyet ve kadınlarla erkekler arasındaki eşitliği sayarken fıkıh, ataerkil yorumuyla cinsiyetler arası eşitsizliği zorunlu bir temel kabul ederek savunmakta, kadınları “sosyal bir varlık” değil de “cinsel obje” olarak tanımlamaktadır. Kur’an kadınların haklarından bahsederken, fıkıh kadınların neredeyse sadece görev ve zorunluluklarından, kadının kocasının mutlak tahakkümüne körü körüne bağlı olması gerektiğinden bahsetmektedir (Asma Lambrabet, Özcülüğün Reddi ile Müslüman Düşüncenin Radikal Reformu Arasında, Feminizmler, çev. Öykü Elitez, İstanbul 2014,  s. 61). 

Batıdaki feminist hareketlere karşı İslam hakkında çalışmalar yapan Asma Barlas’ın şu açıklamaları, kültürün İslami söylemleri nasıl baskıladığını yeterince anlatmaktadır: “İslam’ın ataerkil bir din olarak açıklanmasının kökleri tarihe de dayanmaktadır. Tarihe hızlıca göz gezdirdiğimizde ayrımcılık ve kadın düşmanlığının Müslümanlara özgü olmadığını görürüz. Feministlerin ortaya çıkardığı sürece göre kadın düşmanı inanç ve uygulamalar Musevi, Hıristiyan ve son olarak Müslüman dini geleneklerinin filtresinden geçmiş ve zamanla dönüşmüştür. Mesela Leila Ahmed, sonraki yılların kadınlar üzerine söylemlerini belirleyecek olan “önceden var olan” kadın düşmanlığının Ortaçağda İslam’a nasıl kolaylıkla dahil olduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan Barbara Stowasser, kaynağını İncil geleneklerinden alan fikirlerin ortaya çıkışında, birçoğu sonradan İslam’a dönmüş Musevi veya Hıristiyanlar olan Müslüman yorumcuların rolünü; şerhleri, Kur’an yorumları (tefsir) ve Hz. Muhammed’in hayatını ve sözlerini anlatan öyküler aracılığıyla ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Sonuç olarak Kur’an öğretileri, çoğu zaman onları yanlış açıklayan bir tefsirin altında kalmıştır. Mesela, Hz. Peygambere atfedilen sözlere göre Havva Adem’in kaburgasından yaratılmıştır ve cennetten kovulmalarının da sebebidir… Kur’an ise tersine yaratılışın kaynağını tek bir nefisten/özden aldığını belirtiyor. Erkeğin kadından önce yaratıldığını, kadının yalnızca erkeğin vücudunun bir mahsulü veya cennetten kovulmalarının sorumlusu olduğunu söylemiyor. Aslında İslam’da, İncil’in Tanrı ile insanların ayrılması ve birbirlerine yabancılaşması üzerine kurulu olan cennetten kovulma hikayesine denk bir konsept yoktur. Aynı şekilde Müslümanların “kadınların makullüğünü ve manevi sorumluluğunu” reddetme eğilimi de “İncil kaynaklı geleneklerden” gelmekte ve Kur’an’ın kadın ve erkeği eşit manevi sorumluluklara sahip aktörler olarak tanımlamasıyla çelişmektedir. Benzer şekilde Müslümanların Kur’an’daki kimi kadın figürler hakkındaki açıklamaları da Kur’an’ın kendi öğretilerine sadık kalınarak değil, “İncil’e bağlı geleneklerin yorumlamasıyla gerçekleşmiştir. Bu tür gelenek ve uygulamaları İslam’a uygun görmemiz, kanımca İslam’dan ziyade kendi okuma hatalarımızla alakalıdır…” (Asma Barlas, Müslüman Kadınlar ve Baskı: Kur’an’dan Yola çıkan Özgürlük Okuması, İslami Feminizmler, s. 73-75)

Sonuç

Semavi dinlerden Yahudiliğin evrensel bir din olma iddiası hiç olmamıştır. Hıristiyanlık ise bir din olmaktan daha çok mensupları tarafından sömürgeciliğin aracı olarak kullanılmıştır. Ayrıca günümüz şartlarında teolojik anlamda tartışılabilecek bir değeri de bulunmamaktadır. İslamın evrensel insanlık değerleri ise her türlü karartmaya rağmen insanlık için umut olmaya devam etmektedir. Bu gerçek karşısında İslam karşıtı zihniyetinin eli kolu bağlı durması elbette beklenemez. Özellikle Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra dünyada din ile ilgili arayışların yoğunlaşması karşısında insanlığın en korunaklı sığınağı olabilecek İslam dinine karşı bu zihniyet, çabalarını daha da hızlandırmış, çağdaş dünyanın hassasiyetini de dikkate alarak İslam dininin kadına bakış açısını, eleştirilerinin merkezine yerleştirmiştir.

Aslında bu zihniyetin kendi medeniyetinin kadın ve hukuku ile ilgili insanlık dışı tavır ve uygulamalarla dolu olduğunu, İslam dinine yönelik eleştirilerinin kadını ve onurunu önemsemelerinden kaynaklanmadığını çok iyi bilmekteyiz. Fakat biz o konudaki düşüncelerimizi ifade etmeden önce eleştiriye konu olan ana konuları özetle değerlendirmek istiyoruz.

Yapılan eleştirilerin dört ana husus çerçevesinde yapıldığı dikkati çekmektedir: Bunlar Kur’an-ı Kerim’deki kadın ve hukuku ile ilgili ayetler, Hz. Peygamberin hadislerinde kadını aşağılayan ifadeler, fıkıh kitaplarındaki olumsuz tespit ve yorumlar, son olarak da Müslüman toplumlarda kadının konumu ile ilgili uygulamalardaki çarpıklık ve olumsuzluklar.

Konunun Kur’an-ı Kerim ile ilgili olan kısmını dersimizin büyük bölümünde açıklamaya çalıştık. Özetle ifade etmek gerekirse Kur’an-ı Kerim’de kadına, insan olma ve Allah’a karşı sorumlu bir kul olma konusunda erkekle aynı derecede eşit bir statü verilmiştir. Hukuki açıdan kendisine zamanın şartları ve toplumun algı biçimi açısından en ileri derecede haklar sağlanmıştır. Bu haklar da, kodifiye edilmiş nihai hükümler değil, geliştirilmeye açık hukuki malzemelerdir. “İnsanlığı bir erkek ve dişiden (eşit bireyler olarak) yarattığını” (Hucurat 49/13) söyleyen Yüce Allah, toplumun kadına bakış açısıyla ilgili belli bir zihinsel dönüşüm gerçekleştikten sonra indirdiği Ahzab 33/35. âyet gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Bu âyette Yüce Allah, dini ve insani değerleri gerçekleştirme konusunda kadın ve erkeği açıkça aynı konuma yerleştirmiştir.

Fıkıh kitaplarında oluşmuş olan kadınla ilgili olumsuz tespit ve hükümlere gelince, bunun cevabı bir yönden çok basit, bir yönden ise hayli zordur. Şöyle ki: Fıkıh dinin ana kaynaklarından akıl yürütme yoluyla çıkarılan hükümlerden oluşur. Hüküm çıkarma kaynak ve yöntemlerine dair detaylı kurallar vaz’ edilmiştir. Müçtehitler farklı şartlarda farklı hükümler çıkarmışlar, gerektiğinde zamanın icaplarına göre hükümleri değiştirebilmişlerdir. (Mecelle m. 39) Dolayısıyla fıkhi hükümler dinin kendisi değil, insan üretimi olan dini yorumlardır. Fıkıhtaki kadın hukuku ile ilgili ahkamı çok da derinlemesine olmayan genel bir bakışla incelediğimizde, hâkimlik yapmaktan devlet başkanı olmaya, şahit olmaktan boşanma davası açmaya, velayetten vesayete, kocasına itaatten aile ilişkilerine kadar pek çok konuda çok farklı hükümlerle karşılaşırız. Bu hükümler günümüz şartlarında makul olmayabilir. Bunları o günün şartları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Zira her dönemin, coğrafyası, kültürü, imkan ve ihtiyaçları farklıdır. Mezheplerin farklılığının ana sebeplerinden biri de budur. O halde kadın haklarıyla ilgili bugün için olumsuz görülen bazı hükümleri bu çerçevede değerlendirmek ve İslam dinine mal etmemek gerekir. Basit olan cevap budur.

Cevabın zor kısmı ise fıkhi hükümleri din gibi algılayan günümüz bir kısım Müslüman zihniyetiyle ilgilidir. Bu zihniyet ne yazık ki aklı devreden çıkarmış, fıkhi hükümleri dinle özdeşleştirmiş ve en ufak yeni ve makul bir yorumu dahi din dışılıkla bir tutar noktaya gelmiştir. Oysa sahip çıkılan ve asla değiştirilemez görülen o fıkhi hükümler kaynaklardan akıl sayesinde çıkarılabilmiştir. Aynı akıl, değişen şartlarda yine aynı kaynaklara dayanarak farklı hükümlere ulaşabilir. Günümüzde olumsuz İslam algısının temelinde bu zihniyetin yattığını söylememiz mübalağalı görülmemelidir. Bu husus, olumsuz kadın algısına dair dördüncü sebep olarak zikrettiğimiz, uygulamalardaki çarpıklığın da kaynağını oluşturmaktadır.

Kur’an ve sahih sünnet dışındaki dini metinleri değişmez nas olarak kabul eden bu zihniyet çoğu İslam ülkesinde ciddi revaç bulmaktadır. Kadınların eğitim öğretimi, araç kullanması ve siyasete katılmasının yasaklanması, evlenme-boşanma ve diğer medeni hakları konusunda asırlar önce yazılmış fıkıh kitaplarındaki hükümlere göre kanunlar çıkartılması, daha da ileri giderek bazı marjinal İslami grupların kölelik ve cariyeliği İslam adına yeniden canlandırma çabaları, dinin ana amaçlarından ve hikmetten mahrum bir fıkıh anlayışıyla zina suçuyla ilgili recm/taşla öldürme uygulamaları ve bunu dünya kamuoyuna basiretsizce teşhir etmeleri gibi pek çok husus böyle bir zihniyetten beslenmekte ve böylelikle İslam dini ile ilgili olumsuz algı tahkim edilmektedir. Bu durum, İslam karşıtı zihniyetinin emeline de hizmet etmektedir. Böylece insanlığın en korunaklı son sığınağın önüne duvarlar çekilmekte, dindarlık adına dine ve insanlığa verilecek zarar bu şekilde gerçekleşmiş olmaktadır.

Son olarak kadın hakları hakkında İslam dinini suçlayanlarla ilgili düşüncelerimizi birkaç cümle ile ifade edip dersimizi sonlandırmak istiyoruz.

Hiçbir semavi-beşeri din ve insanların kurdukları medeniyet insan hakları konusunda İslam dini ile mukayese edilecek seviyede değildir. Kadın olduğu için ibadethaneye sokulmayan, evliyse kocasının, bekârsa babasının ve dulsa kardeşinin malı sayılan, bir mecliste konuşmasına dahi izin verilmeyen ve kadını aşağılayıcı daha nice ifadeler barındıran Tevrat ve İncil incelendiğinde bu gerçek daha iyi ortaya çıkmaktadır. Mesele kadın ve insan hakları konusunda duyarlı olmaktan daha çok evrensel ölçekte İslam karşıtlığı ve arkasındaki sömürü hegemonyasının çıkar kaygılarından kaynaklanmaktadır. Fakat bizlere düşen, karşı tarafın ithamları ve bunun ardındaki sebeplerle ilgilenmek yerine, öncelikle kendi ana kaynaklarımızı doğru anlamaya çalışmak ve özellikle tarih içinde dini kitaplarımıza girmiş bulunan ve İslam diniyle örtüşmeyen bilgileri temizleyerek günümüz insanına kadın olsun erkek olsun insan onuruna yaraşır yorumlar sunabilmektir.

Sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.    

——————————————-

[1] Bu ders 2016 tarihinde Dini Araştırmalar dergisinin Kadın Özel Sayısında yayınlanmış olan “Fıkıh-Kültür İlişkisi Bağlamında Kadın ve Hukuku” adlı makalemizden özetlenerek oluşturulmuştur.

[i] ESOGÜ İlahiyat Fakültesi

Yazar
Mustafa YILDIRIM

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen