İslâm Tarihinde Birlikte Yaşama Ahlâkına Tasavvuf Düşüncesinin Katkısı (Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Yûnus Emre’den Örnekler)

İslâm Tarihinde Birlikte Yaşama Ahlâkına Tasavvuf Düşüncesinin Katkısı (Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Yûnus Emre’den Örnekler)[i]

 

THE CONTRIBUTION OF MYSTICISM THOUGHT TO THE MORALITY OF LIVING TOGETHER IN ISLAMIC HISTORY (EXAMPLES FROM MEVLÂNÂ, YÛNUS EMRE AND HACI BEKTÂŞ-I VELÎ)

Yrd. Doç. Dr. Nuran ÇETİN[ii]

 

Özet

İslâm’ın ilk yayıldığı dönemden itibaren muhtelif dinlere mensup toplumlar, İslâm devletlerinin çatısı altında bir arada yaşamış, Müslüman çevrelerde bu durum herhangi bir ötekileştirmeye gitmeden kültürel bir zenginlik olarak algılanmıştır. Oysa içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bir taraftan bilim ve teknoloji, sanal olarak insanları birbirine yaklaştırırken diğer taraftan da dünyanın muhtelif bölgelerinde dil, din, ırk, inanç, kültür ve fikir farklılıklarından dolayı kavga, çatışma, savaş ve terör gibi insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. Dolayısıyla insanlığa çığır açan görüşleriyle, sevgi, barış, kardeşlik vurgusu yapan söylemleriyle Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271), Mevlânâ (ö.672/1273) ve Yûnus Emre (ö.720/1320) gibi mümtaz şahsiyetlerin öncülüğünde bir arada yaşama ahlâkının en güzel modellerini sunmaya içinde bulunduğumuz asırda, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Tarihten devraldığımız kültürel mirasımızı en doğru biçimde tespit etmek, değerlendirmek ve bunu gelecek nesillere aktarmak temel değerlerimizin devamının temini açısından oldukça büyük önem arz etmektedir. Sevgi ve barış toplumunun yeniden inşâsına katkıda bulunmak amacıyla ele aldığımız bu çalışma bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, İslâm tarihinde birlikte yaşama ahlâkına vurgu yapılmıştır. İkinci bölümde birlikte yaşamaya dair tüm insanlığı kucaklayıcı ifadeleriyle öne çıkan Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Yûnus Emre’nin konuya dair görüşlerine yer verilmiştir. Sonuç kısmında ise çalışmanın kısa bir değerlendirilmesi yapılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ, Yûnus Emre, Birlikte Yaşama, Tasavvuf

Abstract

From the very beginning of the early spread of Islam, the communities from different religions lived together under the same roof of the Islamic state and this situation was considered as the cultural wealth in the Muslim communities without alienating these people. However, today, in the 21st century, on the one hand, there are numerous technological and scientific advances, virtually closing up people, while on the other hand there are fights, conflicts, war, terror and human rights violations due to the differences in terms of language, religion, race, belief, culture and ideas in various parts of the world. For this reason, it is necessary nowadays more than ever, to present the models of the ethics of living together in peace with the pioneering ideas and the leaderships of the prominent people like Hacı Bektas-ı Veli (Ö.669/1271), Mevlana (Ö.672/1273) and Yunus Emre (Ö.720/1320). Determining the cultural heritage that were received from the history in the most accurate way and transferring it to the next generation is extremely important for the endurance of core values. This study, prepared by us with the hope of contributing to the rebuilding of the society of love and peace, consists of one introduction and two subsequent parts. In the first part, the ethics of living together in peace in our Islam life has been emphasized. In the second part, the ideas of Hacı Bektas-ı Veli, Mevlana and Yunus Emre who are on the front line with their ever-inclusive expressions for all human beings have been presented. In the conclusion part, a brief evaluation of the study has been provided.

Key Words: Hacı Bektas-ı Veli, Mevlana, Yunus Emre, Living Together, Sufism

 

GİRİŞ

İnsan, fıtratı gereği bireysel olduğu kadar, sosyal yönü de olan bir varlıktır. İnsana ait bu iki cihetin tamamen birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Bu anlamda insanın toplumsal yönünü içeren birlikte yaşama ahlâkı hangi din, mezhep, ırk ve inanç olursa olsun tüm farklılıklara saygılı olmayı ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in örnek yaşam tarzında bunun çok sayıda örneklerini görmek mümkündür.[1] Hatta birlikte yaşamanın hukukî temellerini, bizzat Hz. Peygamber’in kendisi Medine’de farklı din mensuplarının bir arada yaşamalarına imkân veren Medine Sözleşmesi’ni imzalayarak atmıştır. Bilindiği üzere Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde söz konusu şehirde Yahudi ve diğer d in mensupları yaşamaktaydı. Dinî veya ahlâkî anlamda belli bir düzen ve disiplin yoktu. Halk muhtelif kabilelere ayrılmıştı. Hz. Peygamber’in diğer din mensupları ile yaptığı böyle bir sözleşme, Medine’nin siyasal ve toplumsal yapısında güven ve huzur ortamının tesis edilmesine vesile oldu. Dolayısıyla Medine Sözleşmesi için, daha önce tarihte bir benzeri görülmeyen birlikte yaşama ahlâkının ilk somut örneğidir diyebiliriz.[2]

Fıtrata dayalı farklılıkları, yaratılışın ulvî tezahürünün bir neticesi olarak algılayan tarihsel geleneğimiz, bir arada yaşama ahlâkının zengin birikimine sahiptir. Muhtelif kültürlere, dinlere, dillere ve ırklara mensup insanların huzur içinde birlikte yaşayabilmeleri için, sadece birtakım kanuna dayalı düzenlemelerin yapılması yeterli değildir. Oluşturulan kurumsal yapının toplumun geneli tarafından özümsenen yönü de olması gerekir. Bu çalışmada, birlikte yaşama ahlâkının hissî ve vicdânî cihetini vurgulamak amacıyla toplumun geniş kesiminin yakından tanıdığı Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273) ve Yûnus Emre (ö.720/1320’nin birlikte yaşama anlayışına dair eserlerinde zikrettikleri muhtelif örnekler üzerinde durulacaktır.

 

A. Genel Olarak İslâm Tarihinde Birlikte Yaşama Ahlâkı

İslâm’ın doğuşundan itibaren kültür ve medeniyet tarihimizde bir arada yaşamanın en güzel örnekleri sergilenmiştir. Zaten İslâm kelimesi de etimolojik olarak kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak, barış yapmak gibi anlamlara gelen “silm”[3] veya “selm” kökünden türemiştir.[4] Bu anlamda İslâm dini Allah’ın yeryüzünde sevgi, hoşgörü, dirlik, düzen, barış ve huzurun tesisi için insanlığa gönderdiği son ve evrensel bir dindir. İslâm kelimesinin zikredilen bu anlamlarla özdeşleşmesi şunu göstermektedir ki; İslâm terör, kavga, savaş, şiddet ve çatışma gibi insan onuruna ve hayatına kasteden faaliyetleri kabul etmemektedir.

Hz. Peygamber, farklı inançlara mensup insanların kardeşçe yaşamalarını sağlamaya yönelik yepyeni bir toplum düzeni inşâ etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra gerçekleştirilen fetihlerle Müslümanlar, dünyanın muhtelif bölgelerine İslâm’ı neşrederek farklı etnik, din, dil ve kültürel özelliklere sahip insanlara gönüllerini ve yurtlarını açmışlar, böylece yüzyıllar boyunca bir arada yaşamanın en güzel örneklerini ortaya koymuşlardır.

Yaratılıştan kaynaklanan farklılıkları İslâmiyet, tanıma ve tanışma aracı olarak kabul etmektedir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Hucurât Sûresi 13. âyette Rabbimiz,”siz birbirinizi tanıyasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak aramızdaki bu farklılığın tanışma ve kaynaşma vesilesi olduğunu bize bildirmektedir. İnsanoğlu, Allah’ın kudretinin bir tezahürü olan etnik farklılıkları zaman içerisinde tanışmanın değil; çatışmanın bir aracı hâline getirmiştir. Maalesef bu anlayış, günümüzde maddî-mânevî tüm kayıplarıyla hâlâ devam etmektedir. Etnik din, dil ve ırka dayalı farklılıklar, Allah’ın bahşettiği fıtratın bir gereği olarak kabul görmediği müddetçe dışlayıcı, aşağılayıcı, ötekileştirici davranış kalıpları yaşanan olumsuz sonuçlarına rağmen varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu anlamda küreselleşen modern dünyada insan olmanın gereği olan farklılıkları, doğal nitelikler çerçevesinde ele almamız büyük önem arz etmektedir. Böyle bir anlayışın gerçekleşmesi için atılması gereken ilk adım; âyetlerde Allah’ın yeryüzündeki halîfesi,[5] yaratılmışların en şereflisi[6] ve en güzel biçimde yaratılanı[7] gibi ibarelerle zikredilen insanı, merkeze alan süreci yeniden inşâ etmek olmalıdır. Bu anlamda Asr-ı saadetten itibaren muhtelif ırk, dil, din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşamanın örneklerini İslâm tarihinde görmek mümkündür. Nitekim hoşgörü temeline dayanan ilkelere sahip olduğu için İslâm dini, kısa sürede dünyanın muhtelif bölgelerine hızla yayılmıştır.

Gerçekleştirdiği maddî ve mânevî fetihlerle çok geniş bir coğrafî alanda hâkimiyet kuran Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nde yüzyıllar boyunca Müslümanlar ile gayrimüslimler bir arada yaşamıştır.[8] Öyle ki Osmanlı yönetimi, en sıkıntılı anlarında dahi Müslüman ve gayrimüslim vatandaşlarına herhangi bir olumsuz farklı uygulamada bulunmamıştır. Meselâ, 1855 yılında vuku bulan Bursa depreminden Müslümanlar kadar Ermeni, Rum ve Yahudiler de etkilenmiştir. Onların mağduriyetinin giderilmesi noktasında devletin yaptığı yardımlar gayrimüslimleri ziyadesiyle memnun etmiş, bu memnuniyetlerini yazdıkları teşekkür- nâmelerde açıkça ifade etmişlerdir.[9] Benzer hoşgörü anlayışını Selçuklu Devleti’nde de görmekteyiz. Selçuklu hükümdarları tarafından Hıristiyanların can ve mal güvenliği teminat altına alınmış, mabetlerine dokunulmamış, kilise ve manastırları ile ruhânî liderleri her türlü vergiden muaf tutulmuştur.[10] Urfalı Mateos gibi bazı Hıristiyan müellifler, hoşgörülü uygulamalardan oldukça memnun olmuş, Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın vefatının bütün dünyayı mateme boğduğunu şu ifadelerle dile getirmiştir: “Herkesin babası ve bütün insanlara karşı merhametli ve hüsnüniyet sahibi bir zat olan büyük Sultan Melikşâh öldü.”[11] Bu ifadelerde de görüldüğü üzere Müslüman hükümdarlar yerli ve yabancı geniş kitlelerin gönüllerine tesir etmeyi başarmıştır. İslâm kültür ve uygarlığının yüzyıllar boyunca geniş coğrafî alanda hâkimiyet kurmasının sırrı da burada yatmaktadır. Bilindiği üzere gönüller mânevî olarak fethedilmeden fizikî anlamda ülkelerin yönetim altına alınması mümkün değildir. Bir şekilde cebrî olarak fethedilmiş olsa bile bunun sürekliliğini sağlamak da kolay değildir. Dolayısıyla Müslümanların tarih boyunca gerçekleştirdiği fetihlerin arka planındaki mânevi boyut göz ardı edilmemelidir. Böyle bir mânevî dinamizmin artmasında gönüllere hitab eden mutasavvıfların büyük katkıları olmuştur.

B. Birlikte Yaşama Ahlâkına Dair Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Yûnus Emre’den Örnekler

Rûhen ve mânen sağlıklı toplumların oluşması için, öncelikle bireylerin iç âleminde aradığı huzuru yakalayabilmesi büyük önem arz eder. Çünkü sevgi, hoşgörü ve güven temeline dayalı toplumu, ancak olgun ahlâka sahip kişiler meydana getirir. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî gibi mutasavvıflar yüzyıllar boyunca sevgi, birlik ve kardeşlik duyguları etrafında tüm insanlığı birleştirmede önemli görev üstlenmişlerdir. Bu anlamda onlar, evrensel nitelikteki engin hoşgörü anlayışının dünya çapındaki temsilcileridir. Adı geçen mutasavvıflar, toplumsal huzurun gerçekleşmesi için insanların gönlüne Hak ve halk sevgisini yerleştirmeye özen göstermişlerdir.

Kendini bilen, tanıyan, sorumluluklarının farkında olan, hoşgörülü ahlâka sahip bireylerin hem kendileri mutludur, hem de toplumu mutlu ederler. Bu anlamda tasavvufun gayesi kalben ve rûhen insanın iç dünyasını imâr ederek kâmil mânâda insan yetiştirmektir. İnsanların huzur içinde bir arada yaşayabilmesi için, her ferdin önce kendisini tanıması gerekir. Çünkü insan kendisini tanıdıkça ve yaratılış özelliklerinin farkına vardıkça “ben” duygusunun yerini “biz” duygusu almaya başlar. Birlikte yaşama anlayışı, aynı zamanda gelecekte de bir arada olma anlamına geldiği için, böyle bir sürecin toplumsal, kültürel, dinî ve ahlâkî temellerinin sağlam olarak atılması gerekir. Bilindiği üzere yaratılış gayesinin farkında olmayan insan, kendi dışındaki dünyayı da tam olarak algılayamaz. İnsan ancak kendini tanıma sürecinin ardından Rabbini ve âlem içindeki yerini anlamlandırmaya başlar. İnsanın kendisini tanımasıyla ilgili olarak tasavvuf literatüründeki “ma’rifet-i nefs” kavramı[12], “Nefsini bilen Rabbini bilir.”[13] ifadesi ile özdeşleşmiştir. Yûnus Emre söz konusu hadîs-i şerîfi şöyle yorumlamıştır:

Men ‘arefe nefsehu fekad ‘arefe Rabbehu

Bildüm bunı buldum anı inkâr iden gelsün berü[14]

Hz. Peygamber’in zikrettiği hadîste geçen nefs kavramı ile kişinin iç dünyası, öz varlığı, cânı, rûhu ve zâtı kastedilmektedir ki, bu ifadelerin her biri hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadır. Hadîsteki ibârelerden anlaşılan mânâ şudur ki, kim özünde ârif olursa yani iç âlemini yakından tanırsa Rabbini de tanımış olur. Çünkü rûh, mutlak olan Zât-ı İlâhi’ye aittir. Böylece insan varlık âlemine gelişindeki Zât-ı ilâhi’yi idrâk ederek ve Rabbini tanıyarak özle özü buluşturmuş olur.[15]

Yûnus Emre’ye göre kişi, varlığının hakîkatinin farkında değil ise zâhirî yönü itibâriyle âlim de olsa okuyup öğrendiklerinin pek bir anlamı yoktur. O, bu husustaki düşüncelerini şu şiiriyle dile getirir:

‘İlim’, ilim bilmekdür, ‘ilim’ kendin bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin, yâ niçe okumakdur

Okumakdan ma’nî ne, kişi Hakk’ı bilmekdür

Çün okudun, bilmezsin, hâ bir kurı emekdür

Okıdum bildüm dime, çok tâ’at kıldum dime

Eri Hak bilmezisen, ‘abes yire yilmekdür[16]

İlgili dizelerde de ifade edildiği üzere Yûnus Emre’ye göre ilim; bilmek, idrâk etmek ve hakîkatin farkına varmak demektir. Ona göre kişinin bu yönde bir çabası yoksa bütün okudukları boşa gitmiş demektir. Diğer mısrada geçen “Çok şey okudum, bildim deme, çok ibadet yaptım deme” ifadeleriyle eğer kişi, hakkı bilmez ise okumak için boş yere yorulup, zahmet çekmiştir. Dolayısıyla kişi, varlık âlemindeki yerini, Hak ve halk ile olan ilişkilerini anlamlandırabilmesi için öncelikle kendisini tanımaya ihtiyacı vardır. Çünkü kişi kendisini tanıdıkça Allah’a olan muhabbeti ve diğer varlıklara sevgisi o nispette artacaktır.

Bilindiği üzere muhabbetin, kaynaşmanın, dayanışmanın bir toplumda hâkim olması için, sevgi sözcüklerinin sadece dil ile ifadesi yeterli değildir. Bunun vicdanlarda da toplumun geneli tarafından kabul görmesi ve hayata geçirilmesi gerekir. Elbette bu bahsedilen hususun gerçekleşmesi kolay değildir. Bu anlamada evrensel sevgi anlayışının yüreklerde yer edinmesi için, ilâhi aşk hamurunu Yûnus’un kalbinde yoğuran Tabduk Emre gibi meşâyıha ihtiyaç vardır. Çünkü böyle bir sevginin tezahürü nitelikli şeyhlerin eliyle gerçekleşir. Aynı şekilde Mevlânâ’nın ilâhi aşkının da temelinde Şems-i Tebrizî’nin mânevî gücü vardır. Mutasavvıflar, toplum içinde huzuru sağlamanın yolu olarak öncelikle mürşid terbiyesi ile insanın iç dünyasında nefs ve ruh dengesinin sağlam temellere oturtulmuş olmasını öngörmüşlerdir. Meselâ, Yûnus Emre, şeyhinin kapısında mânevî makamlarda büyük merhaleler kat ettiğini şu şiiriyle dile getirir:

Kurıyıduk yaş olduk, ayagıduk baş olduk

Kanatlanduk kuş olduk, uçduk el-hamdüli’llâh

Tapdug’un tapusında kul olduk kapusında

Yûnus miskîn çigidük bişdük el-hamdüH’Uâh[17]

Yûnus Emre, tasavvufî terbiye vasıtasıyla mürşidinden edindiği o coşkun feyizle âdetâ kabına sığmaz bir hâle gelir. Bu noktadan itibaren o, ilâhi aşkla hemhâl olmaya başlamıştır ki, bu durumunu şu ifadeleriyle özetler:

Hak’dan gelen şerbeti içdük el-hamdüli’üâh

Şol kudret denizini geçdük el-hamdülli’llâh

Dirildük bınar oluk, irkildük ırmag olduk

Akduk denize tolduk, taşduk el-hamdüli’üâh[18]

Burada “Hak’dan gelen şerbet”ten maksat, tüm tevhid makamlarını içinde barındıran zikr-i hakîkî’dir ki onda “Ene’l Hak” sırrı gizlidir ve bu aynı zamanda Aşk-ı ilâhi’dir. Kim bu sırr-ı mânevî’den içerse, o kişinin bir daha Hak’tan ayrılmasına imkân yoktur. “Şol kudret denizi”nden kasıt ise “Aşk-ı İlâhi”de yol alırken akıl ve nefse dair engellerdir.[19]

Yûnus Emre’ye göre aşktan nasibi olmayan gönül, âdeta taş gibidir. Ne kadar yumuşak ifadeler kullansa da dilinden savaş ve çatışmayı andıran ifadeler dökülür. Aşkı barındıran gönül ise yumuşayan bir mum gibidir. Aşkla yoğrulmamış gönüller ise çok sert geçen kışa benzer. Yûnus Emre’nin insanın gönül dünyasındaki değişimini anlatan şiirindeki ifadeler şöyledir:

İşidün iy yârenler ‘ışk bir güneşe benzer

‘Işkı olmayan gönül, misâl-i taşa benzer

Taş gönülde ne biter, dilinde agu düter

Niçe yumşak söylese sözi savaşa benzer

‘Işkı var gönül yanar, yumuşanur muma döner

Taş gönüller kararmış, sarp-katı kışa benzer

Geç Yûnus endîşeden, ne gerek bu pîşeden

Ere ‘ışk gerek önden andan dervîşe benzer[20]

Sevgi ve hoşgörünün sembolü olan Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271), Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ö.672/1273) ve Yûnus Emre (ö.720/1320) gibi mutasavvıflar, geleneğimizdeki birlikte yaşama tecrübesine büyük bir katkıda bulunmuşlardır. Her şeyden önce insana insan olarak değer vermişler ve böylece farklı din, dil, etnik, kültürel kimlikleri bir arada kaynaştırmanın simgesi olmuşlardır. Çalışmamızda bu üç mutasavvıfın kimliği ve kişiliğinden ziyade, bir arada yaşama ahlâkına dair eserlerinde verdikleri görüşler ele alınacaktır.

 

a) Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271)’ye Göre Birlikte Yaşama Ahlâkı

Tasavvuf tarihimizin önemli isimlerinden olan Hacı Bektâş-ı Velî’nin görüşlerinin temelinde sevgi ve hoşgörünün önemli bir yeri vardır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin hoşgörüsü o kadar geniş kapsamlıdır ki, sadece insanları değil, tüm canlıları kapsar. Bu anlamda o, kâinattaki tüm varlıkların sevilmesi gerektiğini şu sözleriyle ifade eder: “Marulu seviyorsan gübreyi de hoş görmeyi bilmelisin.”[21]

Birlikte yaşama ahlâkının toplumda yerleşmesi için, öncelikle insanların gönül hanesinin sağlam inşâ edilmesi gerekir. Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre gönül büyük bir şehirdir. Allah Teâlâ’nın yerden arşa kadar yarattığı her şey, o şehirde mevcuttur. Mânevî anlamda büyük olan o şehirde, biri Rahmânî diğeri şeytânî olmak üzere iki sultan bulunmaktadır.[22] Dolayısıyla insan, hayatını bu iki sultandan birine tabi olarak geçirir. Nitekim Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre geçmiş ömrümüz Safa’ya, kalan ömrümüz Merve’ye benzer. Pişmanlık duyguları ile kalan ömrümüzü Hakk’a kullukla geçirmek, Safa ile Merve arasında gidip gelmeye benzer. Af dileyerek yürümek ise Kâbe’yi tavaf etmeye benzer.[23]

Hacı Bektâş-ı Velî’nin öğretilerinin temeline inildiğinde onun insanı, insan yapan değerler üzerinde önemle durduğu görülmektedir. Bu değerler sisteminin ilk basamağı hiç şüphesiz ki insanın kendisini tanımasıdır. Çünkü kendini bilen kişi, aynı zamanda haddini de bileceğinden kin, nefret, bencillik gibi hususlardan uzak durur.

Her türlü kibir ve gururdan arınmış mütevazı bireylerin oluşturduğu toplumda elbette ki hoşgörü, dayanışma, yardımlaşma duyguları daha fazla artacaktır. Bu anlamda Bektâşî anlayışında mütevazı olmanın gereği olarak “toprak olmak” ifadesi büyük önem arz etmektedir. Çünkü toprak, bağrında bulundurduğu her türlü bereket ve güzellik ihtişama rağmen yerdedir ve çiğnenir. Bu anlamda toprak, tevazuun bir simgesi olarak kabul edilmektedir.

Hacı Bektâşî Velî Makâlât adlı eserinde tarîkatın öğretilerini “dört kapı”, “kırk makam” olarak düzenlemiştir. “Dört kapı” ile kastedilen “şerîat”, “tarîkat”, “ma’rifet” ve “hakîkat” kapısıdır. Bu zikredilenlerin her biri on bölüm halinde toplam kırk makamdan oluşmaktadır.[24] Bu anlamda hakîkat kapısının birinci makamı toprak olmaktır.[25] Ona göre toprak olanlar muhibler’dir. Onların aslı topraktandır. Toprak, aynı zamanda rızâya teslim olmuş demektir. Bu anlamda muhibler, Hakk’a boyun eğen ve O’ndan gelene razı olmuş kişilerdir.[26]

Hacı Bektâş-ı Velî’nin ifade ettiği Hakîkat kapısının ikinci makamı ise yetmiş iki millete aynı nazarla bakmak ve kimseyi yaratılışa dayalı farklılıklarından dolayı ayıplamamaktır.[27] Hoşgörü temeline dayalı böyle bir anlayış, herhangi bir din, dil, ırk, inanç ve düşünce ayrılığı gözetmeden tüm insanlığı evrensel sevgi ile kucaklamak demektir.

Hacı Bektâş-ı Velî, birlikte yaşama ahlâkının vazgeçilmezlerinden olan dört tür cömertlikten bahseder: Birincisi mal cömertliği, zenginlerde bulunur. İkincisi beden cömertliği, gazilerde bulunur. Üçüncüsü can cömertliği âşıklarda, dördüncüsü gönül cömertliği, âriflerde bulunur.[28] Hacı Bektâş-ı Velî, zikredilen yüce makamlara ulaşmak için, önemli bir araç olan aklın üç korumasından bahseder: Ona göre aklın birinci koruması sabırdır. İkinci koruması hayâ yani utanmaktır. Üçüncü koruması ise kanaattir. İşte şeytan bu üç korumadan korktuğu için sürekli mağlup olur.[29] Hacı Bektâş-ı Velî’ye göre kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kaleye Allah Teâlâ bir muhafız vekil koymuştur. Muhâfızlarm adı şöyledir: İlk muhâfızın adı ilimdir. İkinci muhâfızın adı cömertliktir. Üçüncüsü ar yani hayâ, dördüncüsü sabır, beşincisi perhizkârlık, altıncısı korku, yedincisi ise edeptir.[30]

Toplumda ayrıştırmaya sebep olan hususlardan kaçınmak için, Bektâşîlikte inanç farklılıklarına büyük bir hoşgörü ile yaklaşılmıştır. Söz konusu tarikatta kimse inancından dolayı kınanmamış ve kendi inançlarının benimsetilmesi noktasında herhangi bir zorlamaya gidilmemiştir. Bu anlamda Bektâşîlere göre insanlar, inanç bakımından Allah’a agâh olanlar (Allah’ı bilenler) ve Allah’a nadân olanlar (Allah’ı bilmeyenler) olarak iki kategoriye ayırmıştır.[31]

Bektâşî anlayışında sosyal düzenin sağlanması noktasında eğitime büyük önem verilmiştir. Toplumdaki ahlâkî olgunluğun, hayr ve iyiliğin temeli eğitime dayandığı için, “çerağ” bu tarîkatin önemli sembollerinden biri olmuştur. Bektâşîliğe göre insan, ancak eğitimle aydınlanıp, karanlıklardan kurtulabilir. Onlara göre aydınlığın yani iyiliğin olduğu yerde kötülük olmaz. Bundan dolayı söz konusu tarîkatta kötülüğü yok etme anlamındaki nefs ile cihad büyük önem kazanır.[32]

Toplumda birlikteliği zedeleyen hususlar genel itibariyle haset, kin, nefret ve intikam gibi duyguların giderek yaygınlık kazanmasıdır. Toplumdaki çatışma kültürünün ortadan kalkması bakımından Hacı Bektâş-ı Velî’nin “incinsen de incitme” sözü büyük önem arz etmektedir. Bununla birlikte Bektâşî usûl ve erkânında yer alan “eline, diline, beline sahip ol” öğretisi de toplumsal ahlâk kurallarının önemli bir zeminini oluşturur. Bu ifadelerde yer alan ‘beline’ sözcüğü sonu kötülüğe varacak bir düşünce ve eylem içinde olmayıp, daima iyi davranışlarla meşgul olmak anlamında kullanılmıştır. [33]

Bektâşî anlayışında, Allah’a inanan kişi âlemdeki her varlığa iyi düşüncelerle bakmalıdır. Çünkü her şeyi Allah yaratmıştır. Fakat insan iyilik dururken kötülüğü tercih etmişse, diğer insanlara düşen, onu Allah’a havâle etmek olmalıdır. Hiç şüphesiz ki Allah, insanı yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekecektir. Dolayısıyla kötülerin cezalandırıcısı ve yargılayıcısı insan olmamalıdır. Bu hususta insanın sorumluluğu, kötülüğe düşen kardeşini kötülükten arındırıp eğitmek olmalıdır. İnsan, aslında özü itibariyle iyidir ve ebette arınabilir. Bektâşîlere göre iyi insan-kötü insan kavramı da söz konusu değildir. Bu anlamda eylemi iyi olana iyi insan, davranış yönünden kötü olana da kötü insan denir. Yani fillerin kötülüğü ve iyiliği söz konusu olmaktadır. Bu anlamda insanı ancak dünyevî ihtiraslar ve kişisel çıkarlar kötü durumu getirir. Dolayısıyla insan, kötü hale düşmemek için eğitim almalı, bilgisini arttırmalı, daha olgun ve ilim irfan sahibi bir kişi olmak için çaba harcamalıdır. Bektâşîliğin anlayışını benimseyen bir kişi, nefsini eğiterek daha yumuşak huylu olmalı, yıkıcı söz ve davranışlardan kaçınarak güncel hayatta daha yapıcı bir rûh hâli sergilemelidir. Her inanç ve fikirden olan insanlara engin hoşgörü çerçevesinde yaklaşmalıdır. Herhangi bir ayırım yapmadan sadece insan olma özelliği ile insana büyük saygı duymalıdır.[34]

 

b) Mevlânâ (ö.672/1273)’ya Göre Birlikte Yaşama Ahlâkı

Mevlânâ’nın duygu ve düşünce dünyasının temelinde insanı merkeze alan söylemler öne çıkar. İnsanın gönül hânesi ile yakından ilgilenen Mevlânâ, toplumsal ahlâka dair konulara da önem vermiştir.

Mevlânâ’nın birlikte yaşama ahlâkına dair düşünceleri tetkik edildiğinde, ona nisbet edilen[35] şu evrensel çağrısı ilk olarak akla gelmektedir.

Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî, putperset olsan da yine gel!

Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel![36]

Zikredilen rubâî ile ilgili olarak, Mevlânâ üzerine çalışmalar yapan Sâfî Arpaguş şu ifadelere yer vermektedir: “Mevlânâ’nın sınırsız hoşgörü anlayışı, bazı çevreler tarafından hafife alınmaktadır. Aslında Gel! Gel! hitâbı Mevlânâ’nın temel düşünce sistemine bakıldığında çok fazla tezat teşkil etmediği görülmektedir. Bu evrensel çağrı, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ‘Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin’[37] âyetinin bir tercümesi gibidir. Bu bağlamda Mevlânâ, bütüncül bir bakış açısıyla ele alınmadığında, inanç ve düşünce dünyasına tam olarak yer verilmediğinde bu hitâbın değeri anlaşılmaz. Dolayısıyla, böyle bir hitâbı genelde İslâm’a özelde tasavvufî düşünceye hatta Mevlevîliğe yapılmış bir çağrı olarak kabul etmek daha isabetli olur. Bir başka açıdan bakıldığında ise bu çağrı ile Mevlânâ’nın, muhatab aldığı insanı asla kaybetmek istemediğinin, ona yaratılış gayesini hissettirerek doğru yola yöneltmek istediğinin de bir göstergesidir.”[38]

Mevlânâ, hangi kimlikten, dinden, dilden, etnik gruptan olursa olsun tüm insanlığı Hakk’ın nûrunun bir eseri olarak kabul ettiği için, kişinin ırkına veya görüntüsüne bakarak değerlendirilmesini asla kabul etmez. Çünkü o, insanın dış görünüşüne değil düşüncesine önem verir. Onun bu konudaki ifadeleri şöyledir: “Her şeyin sûretini bırak, mânâya bak! Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline rengine, bakma; azmine ve maksadına bak.”[39] Bir başka benzer ifadesi de şöyledir: “Ancak içyüzüne ehemmiyet verenler mânâ denizini bulmuşlardır.”[40] İnsanlara fıtrata dayalı farklılıklarından dolayı herhangi bir ayrım yapılmayacağını ifade ederek, Mevlânâ toplumsal anlamda bütünleşmenin birlik ve beraberliğin önemini vurgular. Yüksek hakîkate ulaşmak için şekil ve sûretin öneminin olmadığını ise Mevlânâ şu ifadelerle dile getirir: “Eğer insan, şekli ve sûreti ile aynı olsaydı; Hz. Ahmed (sav) ile Ebû Cehil bir olurdu, aralarında fark olmazdı.”[41]

Mevlânâ’ya göre dış görünüşler farklı farklı çok çeşitli olsa da rûhlar birdir. Kardeşlik duyguları da rûha dayalı birliğin yansımalarından meydana gelir. Bu husustaki düşüncelerini şu ifadelerle dile getirir: “Müminler çok sayılıdır ama imanları birdir. Bedenleri de ayrı ayrıdır, çok sayılıdır; fakat rûhları birdir ve kardeştir. Çünkü aynı yerden gelmişlerdir.”[42]

Mevlânâ’nın evrensel sevgi ve hoşgörü eksenli kardeşlik anlayışının temelinde Allah’a olan sınırsız aşkı, Kur’ân’a[43] ve Hz. Peygamber’e olan sonsuz bağlılığı yer almaktadır. Bu anlamda Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e sadâkatinin bir ifadesi olan Mevlânâ’nın şu sözleri çok meşhurdur.

Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.

Ben Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozuyum.

Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,

Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım [44]

Mevlânâ, yaratılışı gereği mânevî anlamda büyük bir değere sahip olan insanın kendi kıymetini tam olarak bilemediğini şu ifadelerle belirtir: “Ey insan, sen görünüşte maddî varlığınla küçük bir âlemsin. Fakat mânen, gerçek varlığınla, daha büyük âlemsin.”[45] Bu anlamda insan, sûreti bakımından toprak olsa da mânâsı toprak olmaz.[46] Bu husus ancak insân-ı kâmil olgunluğuna ulaşabilenler için geçerlidir. Bunun için kişinin kendisini tanıması ve kendinde bulunan o cevheri araması gerektiğini ise şu ifadelerle zikreder: “Bu dünya fânîdir, geçicidir. Aradığını geçici olmayan sebatlı ve kararlı âlemde ara. Senin görünüşün, şeklin sıfırdır, hiçtir; sen kendi mânânı sende bulunanı ara.”[47] [48]

Eseri Mesnevî48 ile özdeşleşen Mevlânâ, kâmil vasıflarla donatılan insanı edeb ve güzel ahlâkla ilişkilendirir. Mevlânâ, yaklaşık yirmi beş bin beyitten müteşekkil eserlerinde sembollerle, temsilî ifadelerle, hikâye ve benzetmeler yoluyla sevgi konusunu özellikle vurgular. Ona göre her şeyin temelinde sevgi vardır. Kâinatın varlık noktası da devamı da budur. Gönülden gönüle bir pencere olduğunu söyleyen[49] Mevlânâ’ya göre insan, insan olma gururunu ancak sevgi ile yaşayabilir. Onun bu konudaki görüşleri şöyledir:

Sevgiden acılıklar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir.

Sevgiden tortulu, bulanık sular arı duru bir hale gelir.

Sevgiden dertler şifa bulur, sağlığa kavuşur.

Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.[50]

Sevginin sadece düşünceden ibaret olmadığını, onun bir de eylem boyutunun olduğunu ise Mevlânâ şu ifadeleriyle dile getirir: “Sevgi, düşünce ve mânâdan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhirî sûretleri de kalmaz, yok olurdu.”51

Mevlânâ’nın sevgi ekseninde bir arada yaşamaya dair hemen herkes tarafından bilinen yedi öğüdü ise şöyledir:

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol!

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!

Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol!

Hoşgörülülükte deniz gibi ol!

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol! 52

Mevlânâ’ya atfedilen yedi öğüt, aslında yedi evrensel nitelikteki erdemi dile getirmektedir. Cömertlik, hoşgörü, hilm, tevazu, doğruluk ve dürüstlük gibi ahlâkî değerler, hemen her insanın gerçekleştirmeye çalıştığı öncelikli faziletlerdir.

Mevlânâ, bahsedilen değerlerden uzaklaşıldığında ortaya çıkan ayrılığı ise şu ifadelerle dile getirir:

Ayrılık yüzünden topraklar bile çoraklaşır…

Sular bile sararır, kokar bulanır![51] [52] [53] [54] [55]

Mevlânâ toplumda var olan kavga ve çatışmaların sebebinin dünyevî menfaat ve hırslar olduğunu şu olayla izah etmiştir. Bir gün Mevlânâ talebeleriyle birlikte Konya’da yıkık bir evin önünden geçerken beş on köpeğin burayı mekân tuttuğunu ve güzel güzel geçindiklerini görür. Öğrencileri Mevlânâ’ya der ki: Şu bizim aşağıladığımız köpekler bile, biz insanlardan daha iyi geçiniyorlar.” Bu ifade üzerine Mevlânâ cevap vermez. Bir öğrencisini gönderip kasaptan ciğer getirtir ve köpeklerin arasına ciğer atar. Ciğeri kapmaya çalışan köpekler, âdetâ birbirlerini parçalarcasına kavgaya tutuşurlar. Mevlânâ öğrencilere dönüp der ki: “Gördünüz mü? Dünya malına tapan insanların dostlukları da böyledir. Arada herhangi bir menfaat yokken güzel güzel geçinirler; ancak aralarına maddî-mânevî bir dünyalık girince birbirleriyle kavga eder dururlar. O zaman da insanlıktan çıkıp bu hayvanların safına geçerler.” 54

Evrensel hakikatleri öne çıkaran şahsiyetler aslında Allah’ın yeryüzüne birer armağanıdır.55 Bunların değeri iyi bilinmeli ve geleceğe iyi taşınmalıdır. Özellikle günümüzde yaşanan fikir ayrılıkları, savaş, kargaşa, kavga, çatışma gibi olumsuz durumlar karşısında Mevlânâ gibi toplumu dinî, sosyal ve kültürel yönden ayakta tutmayı başaran, İslâm’ın temel ilkelerini en güzel şekilde yorumlayıp aktarabilen mâneviyât önderlerinin ışığına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır.

Mevlânâ, din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın tüm insanlığı ortak kardeşlik duyguları etrafında buluşturur. Bunu yaparken sevgi ve barışı sembolize eden İslam’ı temel alır. Bir pergel misâli bir ayağı İslâm hakîkati üzerinde sabit dururken, diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşır. Tüm insanlığı kucaklayıcı ifadeleri ile yüreklere hitap eder.[56] Ona göre bütün sevgiler ve lütuflar Hakk’ın birer eserdir.[57] Kişi bu güzelliğe sahip çıktığı müddetçe Hakk’ın ihsanı o kişi ile ayrılmayacak şekilde bütünleşir. Kâmil insandaki marifetleri ve hikmetleri ilâhi tecellîlerin bir tezahürü[58] olarak kabul eden Mevlânâ’ya göre lütuf ve ihsanlar, kişide öyle yerleşir ki, “âdetâ sen o olursun, o da sen olur.”[59] İfadeleriyle bu durumu özetler.

 

c) Yûnus Emre (ö.720/1320)’ye Göre Birlikte Yaşama Ahlâkı

Milletlerin tarihinde yaşadıkları dönemde görüş ve düşünceleriyle insanlığa ufuk açan ve ölümlerinden sonra da bu irşâd edici yönleri devam eden nadir şahsiyetler vardır. İşte Yûnus Emre bunlardan birdir.

Yûnus Emre, keşf yoluyla edindiği birikimini sade Anadolu Türkçesi ile dile getiren bir sûfidir. Onun şiirleri tetkik edildiğinde, Muhyiddin-i İbn Arabî tarafından sistemleştirilen Vahde-i vücûd anlayışına yakın görüşler içerdiği görülür. “Yaratılanı yaratandan ötürü seven” Yunus Emre din, dil, kültür farkı gözetmeksizin bütün insanlığı birleştirici düşüncesine şu şiirinde yer verir:

Yitmiş iki millete birligile bakmayan

Şer’ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür[60]

Bir gönül mimarı olan Yûnus Emre, maksadının gönüllerle hitâb etmek olduğunu şu şiirinde belirtir:

Ben gelmedüm da’vî içün, benim işüm sevi içün Dostun evi gönüllerdür, gönüller yapmağa geldüm[61]

Biz sevdik âşık olduk sevildik ma’şûk olduk Her dem yine dirildik de sizden kim usanası[62]

Kur’ân’ın ifadesiyle Allah’ın halîfesi[63] sıfatını üzerinde taşıyan insan, böyle yüce bir makamda bulunduğu için temel görevi gönül yıkmak değil, gönül yapmak olmalıdır. Yûnus Emre’ye göre gönül kıran kişi, istediği kadar ibadetleri eda etsin, yaptığı amellerinin Allah katında bir değeri yoktur. O, bu hususa dair düşüncelerini şu şiiriyle ifade eder:

Ak sakallu pîr koca, bilmez ki hâli nice

Emek yimesin hacca, bir gönül yıkansa,

Gönül Çalab’un tahtı, gönüle

Çalap bahdı İki cihân bed-bahtı, kim gönül yıkansa[64]

Derviş kazan ye-yidür, bir gönül ele getür

Yüz Ka’be’den yigrekdür, bir gönül ziyâreti[65]

Bir kez gönül yıkdunısa, bu kıldugun namaz degül

Yetmiş iki millet dahi, elin yüzin yumaz degül.65 [66]

Yûnus Emre’ye göre gönül inciten kimse, istediği kadar namaz kılsın boşuna yorulmuş olur. Çünkü ona göre namaz, sadece yatıp kalkmaktan ibaret değildir. İbadetin mânâ âlemine uzanan bir boyutu vardır. Bu da gönül yıkarak değil, gönül kazanarak elde edilen bir süreçle gerçekleşir. Ona göre aynı şekilde abdest de sadece yüzü yıkamaktan ibaret değildir. Nitekim dünyadaki her insan zaten bir şekilde yüzünü yıkayıp temizliyor. O halde abdestteki anlam çok daha farklıdır. Dolayısıyla abdest, insanın dış yani görünen yönünü arındırdığı gibi iç dünyasını da arındırmalıdır.

Yûnus Emre, sadece şeklî anlamda İslâm’ı yaşamaktan ziyade rûha, öze ve kalbe dayalı olarak dinî hakikatlerin idrâk edilmesi gerektiğini şu ifadelerle vurular:

Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür[67]

Dervişlik didükleri hırkayıla tâc degül Gönlin derviş eyleyen hırkaya muhtâc degül[68]

Bir gönlü yaptın ise, er eteğin tuttun ise,

Bir kez hayr ettin ise, binde bir ise az degil[69]

Yûnus Emre, insanın özünü, iç âlemini, gönül hanesini dikkate alan söylemlerinin hakikatte Kur’ân’a dayalı olduğunu şu dizelerde belirtir:

Halk içindür bu dil sözi gönüldedür dostun râzı

Gönül dosta söyledügi ne dir ise Kur’ân’ımış[70]

Yûnus Emre’ye göre insanı sevmek, değer vermek, ona karşı tahammüllü olmak, Hakk’a giden yolculuktaki önemli vasıtadır. Bu yöndeki düşüncelerinin yer aldığı şiiri şöyledir:

Derviş gönülsüz gerekdür sögene dilsüz gerekdür

Dögene elsüz gerekdür halkla berâber gerekmez[71]

Sevgiyi “sevelim sevilelim” şeklindeki iki kelime ile özetleyen Yûnus Emre’ye göre insanların birbirini tanıması birbirleriyle tanışması çok önemlidir. O bu konudaki düşüncesini şiirinde şöyle özetler:

Gelün tanşuk idelüm, işi kolay tutalum Sevelüm sevilelüm, dünyâ kimseye kalmaz[72]

Yûnus Emre’nin bu şiiri, aslında Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” Mâide suresi 54. âyetininin bir nevi açıklayıcısı gibidir.

Yûnus Emre’nin bir arada yaşama ahlâkına dair genel ilkeleri arasında insanların birbiriyle yoldaş olması, hâldaş olması, birbirini asla terk etmemesi gibi hususlar yer almaktadır. Bu konudaki görüşlerini yansıttığı şiiri şöyledir:

Yoldaş olalum ikimüz Gel dosta gidelüm gönül

Hâldaş olulum ikimüz Gel dosta gidelüm gönül

Gel gidelüm cân turmadın

Sûret terkini urmadın

Araya düşmân girmedin

Gel dosta gidelüm gönül

Bu dünyâya kalmayalum

Fânîdür aldanmayalum

Bir iken ayrılmayalum

Gel dosta gidelüm gönül[73]

Yûnus Emre’nin şiirlerinde görüldüğü üzere sevgiyle yoğrulan insan, Hak ve halk ile olan ilişkilerinde derin hoşgörü ve tevazu duygularına sahiptir. Böyle bir anlayışa sahip insan, yaratana ilâhi aşk ve muhabbetle, yaratılanlara ise engin sevgi ile bakar. Bu nitelikteki kişi, kendisiyle ve içinde bulunduğu toplumla barış hâlindedir. Bu anlamda denilebilir ki, günümüzde ortaya çıkan çoğu problemlerin temelinde, doyurulmamış gönüllerde yaşanan sevgi açlığı vardır. Çünkü sevginin, hoşgörünün ortadan kalktığı toplumlarda kavga, çatışma, kin, şiddet ve nefret duyguları kalplerde yer edinir ve bu durum giderek âdetâ savaş ve terör boyutuna kadar ulaşır.

Gönüller imâr edilmeden toplumsal imârın gerçekleşmeyeceği anlayışında olan Yûnus Emre, insanın iç âleminde vuk’u bulan makamlardan bahsettiği gibi, sosyal anlamda birtakım ahlâkî olgulara da şiirlerinde yer verir. Ona göre birlik ve beraberlik fikrinin ortadan kalktığı bir toplumda huzur, sevgi ortamını bulmak mümkün değildir. Yûnus Emre’nin bu hususa dair şiirlerinde ele aldığı görüşleri şöyledir:

Cümle yaradılmışa, birlik ile bakmayan

Halka müderris ise, hakikatte âsidir.

İkiligi terk itgil, birlik makâmın tutgıl

Cânlar cânın bulasın, iş bu dirlik içinde[74]

Bir isen birliğe gel, ikiyi bırak elden

Bütün mânâ bulasın, sıdk-u imân içinde[75]

Her şeyden evvel insana Allah’ın kulu nazarıyla bakan Yûnus Emre’ye göre toplumsal hoşgörü ahlâkının gerçekleşmesi için gönül yıkan değil, gönül yapan insanların var olduğu topluma sahip olmak gerekir. Bu da ancak dini şekilsel olarak yaşamaktan ziyade İslâm’ın rûhuna ve özüne yönelik yüksek hakîkatlerin idrak edilmesi ile gerçekleşir. İç âleminde huzuru yakalamayan insanların olduğu bir toplumda ahlâkî birlikteliğin gerçekleşmeyeceği anlayışında olan Yûnus Emre’ye göre beraberlik fikrini ortadan kaldıran hased, kıskançlık, kin ve nefret duygularının terk edilmesi gerektiğini şu şiiriyle izah eder:

Giderdüm gönlümden kini, kin dutanun yokdur dîni

İy yârânlar ben bu sözi uludan işitdüm ahi[76]

Yûnus Emre, Anadolu’da büyük bir kargaşa ortamının zuhûr ettiği yıllarda yaşamıştır. Böyle bir dönemde sade halk diliyle gönüllere hitab ettiği şiirleri, yüreklerde sevgi ve barış tohumlarını ekmiştir. Yûnus Emre’nin şiirleri ve düşünceleri o kadar yayılmıştır ki zamanla onun adı sevgi sözcüğü ile birlikte anılır olmuştur. Günümüz dünyasında da onun yaşadığı yıllardaki gibi benzer çatışmalar vuk’u bulmaktadır. Dolayısıyla toplumdaki çatışma kültürünün sona ermesi için, Yûnus Emre’nin önemini hiçbir dönemde kaybetmeyen evrensel birlik ve sevgi mesajlarının gönüllerde hak ettiği yeri bulması gerekir. Bu anlamda Yûnus Emre, sevgi motiflerinin yüreklere nakşolması için, şiirlerinden[77] herkesin istifade edebileceğini şu ifadeleriyle zikreder:

Cânlar cânını buldum, bu cânum yagmâ olsun

Assı ziyândan geçdüm dükkânum yagmâ olsun

Yûnus ne hoş demişsin, bal u şeker yimişsin

Ballar balını buldum, kovanum yagmâ olsun[78]

Bu ezelî birliği yâ bu cihân dirliği

Yâ bu gönül birliği bil kudret budagıdur[79]

Yûnus Emre, “kovanım yağma olsun” ifadesi ile yazdıklarım, benim olmaktan çıktı, dileyen bu kovanın ballarını yağma edebilir okuyabilir, şiirlerimden istifade edebilir, nasıl olsa ben aradığıma kavuştum demektedir.

 

Sonuç

Birlikte yaşama ahlâkının toplumda yerleşmesi için, öncelikle insanların gönül hanesinin sağlam inşa edilmesi gerekir. Kendini bilen, tanıyan, sorumluluklarının farkında olan, hoşgörülü ahlâka sahip bireylerin hem kendileri mutludur, hem de toplumu mutlu ederler. Sosyal hayatta böyle bir mutluluğu yakalayabilmek için her insan, öncelikle kendini tanıma sürecine girmelidir. Çünkü kişi kendini tanıdıkça, Rabbini ve âlem içindeki yerini daha iyi tanımladığı için Allah’a ve diğer varlıklara muhabbeti o nispette artar. Kendini bilen kişi, aynı zamanda haddini de bileceğinden kin, nefret ve bencillik gibi hususlardan uzak durur. Bu anlamda nefs ve rûh dengesinin sağlam temellere oturtulması için mürşid terbiyesi gereklidir.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin öğretilerinin temeline inildiğinde insanı, insan yapan değerler üzerinde durduğu görülmektedir. Bu değerler ancak eğitimle kazanıldığı için, “çerağ” mezkûr tarîkatin önemli sembollerinden biridir.

Toplumda birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan Mevlânâ hangi kimlikten, dinden, dilden, etnik gruptan olursa olsun tüm insanlığı Hakk’ın nûrunun bir eseri olarak kabul eder. Ona göre yüksek hakîkate ulaşmak için şekil ve sûretin bir önemi yoktur. Dış görünüşler farklı olsa da rûhlar biridir ve kardeşlik duyguları da rûha dayalı birliğin yansımalarından meydana gelir.

Mevlânâ’ya göre toplumda var olan kavga ve çatışmaların sebebi, dünyevî menfaat ve hırslardır. İnsan, insan olma gururunu ancak sevgi ile yaşayabilir. Mevlânâ din, dil ve ırk ayrımı gözetmeden tüm insanlığı ortak kardeşlik duyguları etrafında birleştirir. Bunu yaparken sevgi ve barış dini İslam’ın prensiplerini esas alır.

Yûnus Emre’ye toplumsal hoşgörü ahlâkının gerçekleşmesi için gönül yıkan değil, gönül yapan insanların var olduğu bir topluma sahip olmak gerekir. Bu da ancak dinin rûhuna ve özüne yönelik yüksek hakikatlerin idrak edilmesi ile gerçekleşir. Yûnus Emre’ye göre, sevgiyle yoğrulan ve iç âleminde aradığı huzuru bulan insan, yaratana ilâhi aşk ve muhabbetle, yaratılanlara ise engin sevgi ve hoşgörü ile bakar.

Bahse konu olan Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Yûnus Emre gibi mutasavvıflar, Moğol istilaları ve Haçlı Savaşlarının vukuundan sonraki Anadolu’da büyük bir kargaşa ortamının zuhûr ettiği yıllarda yaşamışlardır. Böyle bir dönemde şiir ve düşünceleri ile toplumda sevgi ve barış ortamının yerleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Günümüzde de benzer kargaşa durumlarının olduğu görülmektedir. Dolayısıyla çatışma kültürünün sona ermesi için, mutasavvıflarımızın önemini hiçbir dönemde kaybetmeyen evrensel mesajlarının gönüllerde hak ettiği yeri bulması gerekir.

Günümüz dünyasında farklı inanç, kültür ve ırklardan oluşan toplumların çatışma ve savaşlarına şahit olmaktayız. Kan, gözyaşı, terör ve savaşın zirve noktalara ulaştığı böyle bir dönemde Mevlâna, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî’nin düşünce anlayışlarının daha yakından tanınması, anlaşılması, anlatılması ve böylece dünya çapında yaygınlık kazanmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bu şahsiyetler, çağlar ötesi kimliğe sahiptirler ve her asrın insanına sevgi ve hoşgörü temeline dayalı evrensel çağrılarını yaparlar.

Günümüzde yerli ve yabancı çoğu araştırmacı önemli değerlerimiz olan Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektâş-ı Velî’yi yakından tanımaya çalışmaktadır. Fakat zikredilen bu şahsiyetleri, Müslüman kimliklerinden uzaklaştırarak sadece insan sevgisini temel alan, basit bir hümanist anlayış çerçevesinde tanımlamaya çalışmaktadır ki, bu doğru değildir. Çünkü bu mutasavvıflarımızın aşk ve irfân yoluyla edindikleri engin Hak ve halk sevgilerinin temelinde hoşgörü dinimiz İslâmiyetin önemli tesiri vardır. Söz konusu zâtlarla ilgili bir değerlendirme yaparken, bunların Kur’ân ve Sünnete bağlılığının da birlikte ele alınması gerekir.

Mevlâna, Yûnus Emre ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin en belirgin özelliği birbirleriye yakın zaman diliminde yaşamış olmalarıdır. İnsanı merkeze alan her üç şahsiyet, ilâhi aşka talip olmuş, Hak ve halk sevgisini gönüllere nakşetmek için çaba sarf etmiş Anadolu’nun İslâmlaşmasına önemli katkıda bulunmuşlar, öyle ki halkın mürşidi, dervişi, kendisi olmuşlardır. Vefatlarının ardından yüzyıllar geçtiği hâlde onların fikirleri hâlâ ilk günkü gibi tazeliğini korumaktadır. Bunun nedeni elbette ki onların insan sevgisine verdiği değerde aranmalıdır. Kavga, çatışma ve savaşların yaşandığı bir dünyada barışın huzurun, hoşgörünün sevginin sembolü olan bu zâtlar, Müslümanlarla birlikte diğer din mensupları tarafından ilgiyle takip edilmişlerdir Yeniden sevgi temelli bir dünya inşâ etmek istiyorsak, bu şahsiyetlerimizi genç nesillerimize yakından tanıtmalıyız. Bilindiği üzere toplumları ayakta tutan ve geleceğe taşıyacak olan, onların tarihi ve kültürel değerleridir. Yeni ilerlemeler ancak kültürel yönden zengin birikimlerin üzerine inşâ edilebilir. Bu anlamda tarihimiz çok az medeniyetin sahip olabildiği geniş bir kültürel mirasa sahiptir. Bunun değeri iyi bilinmeli ve geleceğe iyi taşınmalıdır.

 

KAYNAKÇA

Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Halep, ts.

Akgündüz, Ahmet. Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul: Timaş Yay., 1989. Almaz, Hasan “Mevlânâ’nın Sözlerindeki Çekiciliğin Nedenleri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, c. 12, sayı: 18, ss. 45-54.

Araz, Nezihe. Mevlânâ’nın Evrenselliği Üzerine, II. Milletlerarası Mevlânâ Kongeresi 3-5 Mayıs 1990, Selçuk Üniversitesi, 1991, , ss. 117-120.

Arpaguş, Sâfî. “Mevlânâ Celâleddin Rûmî (1207-1273)”, İSTEM: İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2007, c. V, Sy: 10, ss. 91-112.

Bardakçı, Necmettin Mehmet.”Mevlânâ’nın Tasavvuf! Düşüncesi’nin Kaynakları”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2007, c. VIII, sayı: 19, s. 55-77.

Can, Şefik. Hz. Mevlânâ’nın Rubaileri, Ankara 2001.

Demirci, Süleyman. The Journal of Academic Social Science Studies, Volume 6, Issue 1, p.577-586, February 2013.

Eflâki, Ahmed. MenâkibüTArifin, (çev: Tahsin Yazıcı), I-II,İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yay., 1989.

Güzel, Aburrahman “Hacı Bektâşî Velî’nin Tarihi Kişiliği ve Türk Kültürü Üzerindeki Etkileri”,

Hacı Bektâşî Velî’nin Tarihsel Kimliği, Düşünce Sistemi ve Etkileri III. Uluslararası Türk Kültürü ve Hacı Bektâşî Velî Sempozyumu (30-31 Ekim 2009, Üsküp), 2009, ss. 27-44.

Hacı Bektâşî-ı Velî, Makâlât, (hazırlayanlar: Ali Yılmaz, Mehmet Akkış, Ali Öztürk), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2007.

İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1955.

Mevlânâ Celâleddiîn Rûmî, Divân-ı Kebîr, (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), I-VII, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2000.

___________________ , Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2001.

___________________ , Mesnevî, (trc. Şefik Can), İstanbul: Ötüken Yay., 1999.

___________________ , Rubâîler, (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara, 1982.

Önder, Mehmet.”Bir İddiaya Cevap: (Yine Gel, Yine Gel…) Rubâîsi Mevlânâ’nındır…”, I.

Milletlerarası Mevlânâ Kongeresi, 3-5 Mayıs 1987, Selçuk Üniversitesi, 1988, ss. 117-122. Özçelik, Mustafa. “Sûfîlik Bağlamında Yûnus Emre’nin Şiiri”, X. Uluslararası Yûnus Emre Sevgi Bilgi Şöleni Bildirileri (06-08 Mayıs 2010), 2011, ss. 751-764.

Pekolcay, Neclâ. “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Edeb ve İnsan”, I. Millî Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, Selçuk Üniversitesi, 1986, ss. 353-355.

Şafak, Yakup. “Mevlânâ’ya Atfedilen ‘Yine Gel.’ Rubâîsine Dair”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 2009, sayı: 24, ss. 75-80.

Temren, Belkıs. Bektâşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1995. Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) çev, Hrant D.

Andreasyan, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987.

Yaran, Cafer Sadık. “Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü: Evrensel Erdemler, Kozmik Temellendirmeler ve Aidiyet Meselesi”,İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, sayı: 16, ss. 21­48.

Yûnus Emre, Dîvân-ı İlâhîyât, (Mustafa Tatçı), İstanbul: Kapı Yay. 2012.

___________________ , Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, (şerh:M. Efdal Emre), İstanbul: Gelenek Yay., 2013.

[1]“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdâr olandır.” Hucûrât Sûresi, 49/13; “Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o hâlde iyiliklerde yarışın.” Mâide Sûresi,5/48; “Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah’tan sakının ki size acısın.” Hucûrât Sûresi, 49/10; “Onlar bollukta ve darlıkta sarf ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3/134.

[2] Sözleşmenin metni için bkz., İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1955, c. I, s. 504-507.

[3] “Ey İnananlar! Hep birden barışa (İslâm’a) girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanmızdır.” Bakara Sûresi, 2/208.

[4]     Mustafa Sinanoğlu, “İslâm”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 2.

[5] “Rabbin meleklere ’Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti”, Bakara Sûresi, 2/30.

[6] “And olsun ki, biz insanoğlunu şerefli kıldık”, İsrâ Sûresi, 17/70.

[7] “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”, Tîn Sûresi, 95/4.

[8]     İstanbul’un Üsküdar semtinde Müslüman, Ermeni, Rum ve Yahudilerin birlikte huzur içinde yaşadığını Üsküdar kadı sicillerinden 1110-1124 ( 1700-1712) yılları arası taranarak yapılan bir çalışma ile ortaya konulmuştur. Bkz., Nevzat Erkan, XVIII. Yüzyılda Şer’iyye Sicillerine Göre Üsküdar’da Müslim-Gayrimüslim İlişkileri (1700-1712) Uluslararası Üsküdar Sempozyumu V,:1-5 Kasım 2007 Bildiriler, 2008, cilt: I, ss. 121-132. Osmanlı toplumunda yaşayan gayr-i Müslim Ermeni vatandaşların durumu, Kayseri Şer’iyye sicillerindeki örneklerle bir başka çalışmada ele alınmıştır. Bilgi için bkz., Süleyman Demirci, The Journal of Academic Social Science Studies, Volume 6, Issue 1, p.577-586, February 2013.

[9]     Besim Özcan, “1855 Bursa Depreminde Mağduriyetleri Giderilen Gayrimüslimlerin Şükran İfadeleri”, Yeni Türkiye Ermeni Özel Sayısı II, Mart- Nisan 2001, c. 38, ss. 719-725.

[10]   Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (çev, Hrant D. Andreasyan), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987, s. 176.

[11]   Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi, s. 178.

[12]   Ma’rifet-i nefs kavramıyla ilgili bilgi için bkz., Süleyman Uludağ, “Ma’rifet-i nefs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 28, s. 56­57.

[13]   Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Halep, ts., II, 361, (had. no. 2532).

[14]   Yûnus Emre, Dîvân-ı İlâhîyât, (Mustafa Tatçı), İstanbul: Kapı Yay. 2012, s. 418, byt no: 5.

[15]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, (şerh:M. Efdal Emre), İstanbul: Gelenek Yay., 2013, s. 345.

[16]   Yûnus Emre, Dîvân-ı İlâhîyât, s. 197, byt no: 1,2,3.

[17]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 424, byt no: 3,8.

[18]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 424, byt no: 1,7.

[19]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, s. 848.

[20]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 169, byt no:1,2 3,9.

[21]   Aburrahman Güzel, “Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tarihi Kişiliği ve Türk Kültürü Üzerindeki Etkileri”, Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tarihsel Kimliği, Düşünce Sistemi ve Etkileri III. Uluslararası Türk Kültürü ve Hacı Bektâş -ı Velî Sempozyumu (30-31 Ekim 2009, Üsküp), 2009, s.41.

[22]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, (hazırlayanlar: Ali Yılmaz, Mehmet Akkış, Ali Öztürk), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2007, s. 85.

[23]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 105.

[24]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 27.

[25]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 78.

[26]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 52.

[27]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 78.

[28]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 60.

[29]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 67.

[30]   Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, s. 85.

[31]   Belkıs Temren, Bektâşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1995, s. 183-184.

[32]   Temren, Bektâşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, s. 197.

[33]   Temren, Bektâşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, s. 198.

[34]   Temren, Bektâşîliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, s. 200-204.

[35]   Kaynağı tam olarak bilinmeyen fakat daha çok Mevlânâ’ya nispet edilen bu rubâînin Ebû Said-i Ebu’l- Hayr’a atfedildiği olmuştur. Bilgi için bkz., Yakup Şafak, “Mevlânâ’ya Atfedilen ‘Yine Gel…’ Rubâîsine Dair”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 2009, sayı: 24, ss. 75-80. Bu hususa dair bir başka çalışmada ise söz konusu rubâînin Mevlânâ’ya ait en eski divânlarda yazılı olduğu, dolayısıyla Mevlânâ’nın öncesinde veya sonrasında yaşamış bir başka şâire bunun atfedilmesinin doğru olmadığı bildirilmiştir. Bkz. Mehmet Önder, “Bir İddiaya Cevap: (Yine Gel, Yine Gel.) Rubâîsi Mevlânâ’nındır…”, I. Milletlerarası Mevlânâ Kongeresi, 3-5 Mayıs 1987, Selçuk Üniversitesi, 1988, ss. 117­122.

[36]   Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Rubâîler, (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara, 1982, s. 23.

[37]   Zümer Sûresi, 39/53.

[38]   Sâfî Arpaguş, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî (1207-1273)”, İSTEM: İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2007, c. V, Sy: 10, s. 107.

[39]   Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2001, c. I, s. 232.

[40]   Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 219.

[41]   Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, (trc. Şefik Can), İstanbul: Ötüken Yay., 1999, c.1-2, s. 61.

[42]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 3-4, s. 408.

[43]   Mevlânâ’nın Kur’ân’a olan bağlılığını ele almak anlamında şöyle bir değerlendirmede bulunulmuştur. Mevlânâ meşhûr eseri Mesnevî’ de 420’si lâfzen ve 272 meâlen olmak üzere yaklaşık olarak 700 âyete yer vermiştir. Telmih ve işâret yolu ile zikrettikleri ile birlikte bu 1500 âyete kadar ulaşır. Bu da Kur’ân’ın 4/4’nü oluşturmaktadır. Nitekim sohbetlerinden oluşan Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde de 148 âyet, 94 hadis yer almaktadır. Necmettin Mehmet Bardakçı, “Mevlânâ’nın Tasavvufî Düşüncesi’nin Kaynakları”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2007, c. VIII, sayı: 19, s. 57-58.

[44]   Mevlânâ Celâleddiîn Rûmî, Divân-ı Kebîr, (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), I-VII, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 2000, c.

II, s. 1341; Şefik Can, Hz. Mevlânâ’mn Rubâîleri, Ankara 2001, s. 1311.

[45]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 3-4, s. 417.

[46]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 5-6, s. 343.

[47]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c.-1-2, s. 156.

[48]   Mesnevî‘nin temel özelliklerinin ele alındığı bir çalışmada onun, bu kadar popüler olmasının sebepleri şu şekilde zikredilmiştir: 1-Eser hem dünya hem ahiret saadetini hazırlamaya vesile olmak maksadıyla kaleme alınmıştır. 2-Az ve özlü ifadelerle büyük mânâlar içermektedir. 3-Keşf ehli bir mürşidi-i kâmil’in elinden çıktığı için Allah’ın ihsan buyurduğu ilhâm yolu ile yazılmıştır. 4-Eserde yer alan hikâyeler, kıssadan hisse çıkarmak için, birer vasıta olarak kullanılmıştır. 5-Tasavvufî remz ve semboller bâtın ehlinin kolaylıkla anlayabileceği mevzulardır. 6-Maksadın daha iyi anlaşılabilmesi için konular zıtlarla temas kurularak ele alınmıştır. Bilgi için bkz., Neclâ Pekolcay, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Edeb ve İnsan”, I. Millî Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, Selçuk Üniversitesi, 1986, s. 355.

[49]   Mevlânâ, Mesnevî, c. III, s. 359.

[50]   Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 117.

[51]   Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 211.

[52]   Mevlânâ’ya atfedilen yedi öğüt hakkında bilgi için bkz., Cafer Sadık Yaran/’Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü: Evrensel Erdemler, Kozmik Temellendirmeler ve Aidiyet Meselesi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, Sy: 16, s. 21-48.

[53]   Mevlânâ, Mesnevî, c. III, s. 301.

[54]   Ahmed Eflâki, Menâkibü’l-Ârifn, (çev: Tahsin Yazıcı), I-II, İstanbul: MEB Yay, 1989, c. I, 205-207.

[55]   Nezihe Araz, Mevlânâ’nın Evrenselliği Üzerine, II. Milletlerarası Mevlânâ Kongeresi 3-5 Mayıs 1990, Selçuk Üniversitesi, 1991, s. 119.

[56]   Mevlânâ’nın insanlar üzerinde derin ve etkileyici gücünün olmasının önemli nedenleri: 1-Kur’ân’a olan bağlılığı 2- Hz. Peygamber’in hadîslerinden ve sünnetinden aldığı ilhâm 3-Ele aldığı konulara olan vukûfiyeti 4-Söylemlerini şiirsel ve özlü ifadelerle dile getirmesi 5-Engin düşünce dünyasını herkesin anlayabileceği ifadelerle dile getirmesi 6- Vecd ve coşku içinde söylediklerini hâl ve gönül diliyle ifade etmesi 7-Konuların daha iyi anlaşılması için muhtelif hikâyelerle detaylandırarak anlatması. Bilgi için bkz., Hasan Almaz, “Mevlânâ’nın Sözlerindeki Çekiciliğin Nedenleri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, c. 12, Sy: 18, ss. 45-54.

[57]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 5-6, s. 551.

[58]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 5-6, s. 574.

[59]   Mevlânâ, Mesnevî, (trc. Şefik Can), c. 5-6, s. 568.

[60]   Yûnus Emre, Dîvân-ı ilahiyat, s. 129, byt no: 4.

[61]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, s. 629.

[62]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, s. 72.

[63]   Bakara Sûresi, 2/30.

[64]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 433, byt no: 3,5.

[65]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 523, byt no: 4.

[66]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 281, byt no: 1.

[67]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 197, byt no: 5.

[68]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 276, byt no: 1.

[69]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, s. 350.

[70]   Yûnus Emre, Dîvân-ı îlâhîyât, s. 230, byt no: 3.

[71]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 219, byt no: 2.

[72]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 210, byt no: 5.

[73]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 273, byt no: 1, 2, 5.

[74]   Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 439, byt no: 3.

[75]   Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı ve Şerhi, s. 866.

[76] Yûnus Emre, Dîvân-ı Îlâhîyât, s. 545, byt no: 5.

[77]   Genel itibariyle Yûnus Emre’nin şiirleri şu özelliklere sahiptir: 1- Şiirleri bilgiye değil, hâle dayanır. 2-Az sözle büyük mânâ birikimi göz önüne serilir 3-Şiirleri nazargâh-ı ilâhi olan kalbin sesi ile Cenâb-ı Hakk’ın ihsân buyurduğu ilhâm vesilesi ile yazılmıştır. 4-Sade ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanıldığı için, tesir alanı itibariyle geniş bir coğrafî alanı kapsar 5-Yüzyıllar boyunca ona olan ilgi ve sevgi aratarak devam etmiştir. 6- O, şiirlerini ilâhî aşka giden bir vasıta yapmıştır. Bilgi için bkz. Mustafa Özçelik, “Sûfîlik Bağlamında Yûnus Emre’nin Şiiri”, X. Uluslararası Yûnus Emre Sevgi Bilgi Şöleni Bildirileri (06-08 Mayıs 2010), 2011, ss. 751-764.

[78]   Yûnus Emre, Dîvân-ı ilahiyat, s. 401, byt no: 1,8.

[79]   Yûnus Emre, Dîvân-ı İlâhîydi, s. 133, byt no: 7.

————————————————————

[i] Çetin, Nuran. “İslâm Tarihinde Birlikte Yaşama Ahlâkına Tasavvuf Düşüncesi’nin Katkısı (Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ ve Yûnus Emre’den Örnekler).” The Journal of Academic Social Science Studies 36: 281-297.

[ii] Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ABD

Yazar
Nuran ÇETİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen