Erol Güngör’ün Modernleşme Tahayyülünde İslam Tasavvurunu Anlamayı Denemek

Erol Güngör’ün Modernleşme Tahayyülünde İslam Tasavvurunu Anlamayı Denemek[i]

Halil İbrahim GÜREL[ii]

 

Öz:

Bu çalışmanın amacı; Erol Güngör’ün modernleşme tahayyülünde İslam tasavvuru etkisini anlamak, bu tahayyülün Türkiye’de temsil ettiği düşünce coğrafyasını belirlemek ve bu düşünce coğrafyası ile nasıl bir ilişkisellik kurulabileceğini tartışmaktır. İslam’ın kalkınmayla, modernleşmeyle bir arada bulunabileceğine dair Erol Güngör’ün çeşitli yorumları tarihsel anlamda bir düşünsel çizgiyi temsil etmektedir. Türkiye’de modernleşme sürecinin başlayışı ile bugün gelmiş olduğu nokta, Güngör’ün kimi yorumlarının tartışılmasını, dönemsel olarak gözden geçirilmesi gerekliliğini anlamlı kılmaktadır. Nitekim çalışmanın sonunda sunduğumuz, farklı kurumlar tarafından gerçekleştirilen iki araştırma bulgusu da Erol Güngör’ün zümreler ve zümrelerin kendi arasındaki gerilimine dair yorumlarını doğrulamaktadır. Bu tartışmalar dışında Batı, İslam ve sosyalizm arasındaki irtibata değinilecek ve milliyetçilik ile reaksiyoner milliyetçilik arasındaki ayrıma vurgu yapılacaktır. İslam düşüncesinin modern ideolojiler ile bir arada tartışılıyor olması bugün her ne kadar mümkün gözükse de Erol Güngör’ün kaleme aldığı dönemlerde, 1980’lerin başlarında böyle bir irtibat kurulması nadirdir. Türkiye’de muhafazakârlığın ve modernleşmenin İslam ile ilişkisini tartıştığımız bu çalışmada Erol Güngör’ün bir modernleşme tahayyülü olmasını anlamak, konunun toplumsal yapımızdaki temsil ettiği alanı ve hatta bu alanın Batı tipi modernleşme ve muhafazakârlık biçimlerinden ne ölçüde ayrıldığının anlaşılmasını kolaylaştırabilir.

Anahtar kelimeler: Türk Modernleşmesi, Erol Güngör, Modernlik, Muhafazakârlık, Doğu, Batı.

Giriş

Erol Güngör, formasyonunu sosyal psikoloji alanında tamamlamasa da, Türkiye’nin toplum­sal yapısı üzerine düşünmüş, meseleleri ve metodolojileri Batı düşünce kaynakları ile ilişkili olarak Türkiye’ye uyarlamaya çalışmış, ezbercilik ve aktarmacılık çabasından azade olmayı yeğleyerek özgün bir ses olmayı denemiştir (Kayalı, 2010). Erol Güngör’ün çalışmalarını iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönemi, Osmanlı’dan Türk modernleşmesine kültürel süreklilik, milliyetçilik düşüncesinin temsil ettiği olanaklara yoğunlaştığı dönemdir. İkinci dönemi ise İslam ve tasavvufun Türk toplumsal yapısındaki yeri ve kültürel, toplumsal değişmelerin bu yapıdaki niteliği üzerinedir. Erol Güngör’de Mümtaz Turhan’ın ve Ziya Gökalp’in etkileri görüldüğü söylenebilse de bu konuda ayrı görüşler de söz konusudur. Murat Yılmaz’ın Türk modernleşmesinde bir düşünsel çizgi olarak belirttiği (Yılmaz, 2006) “Gökalp-Turhan-Gün- gör” çizgisinin varlığından bahsetmesi anlamlıdır. Hatta bu çizgiyi ele alan bir doktora tezi “Türkiye’de Ulus Devlet ve Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör” ismiyle kitaplaştırılmış- tır.[1] Böyle bir düşünce çizgisinin Türkiye’nin düşünce tarihinde ayrı bir önemi bulunmaktadır. Düşünce çizgilerinden bahsedeceğimiz durumlarda, düşünürlerin fetişleştirilmesi, üzerine olumlu söz söyleme zorundalığının hissedilmesi gibi durumlarla sıkça karşılaşılmaktadır. Be­lirli bir doğrultuda düşüncesine katıldığı fikrin yahut ismin hemen her düşüncesine katılır ya da katiyen eleştirilmez ve “şurada yanılmıştır” diyemez. Erol Güngör, Ziya Gökalp için “Türk kültürünü yanlış anlayanların en kaliteli örneği” (Güngör, 1997) demekten de geri durma­mıştır. Belki de Erol Güngör’ün bu eleştiriden imtina etmeyen, gerektiğinde hesaplaşmasını da bilen entelektüel yönü çok daha mühim gözükmektedir. Şerh, Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet (hars) ayrımına dair bir şerhtir. Gökalp, kültürün milli, medeniyetin milletlerara­sı olduğunu ve kültürler yani milletler arasında dolaşabileceğini söyler. Güngör ise kültürü, medeniyetin toplumlara taşınmasında bir tarz olduğunu ifade etmektedir (Güngör, 1997).

Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse bu şerh ile Ziya Gökalp’in “Türk milletiyiz, İslam üm­metiyiz, Batı medeniyetiyiz” sözü muhataralı kılınmakta, Batı medeniyetinde olmanın Türk milletine ve İslam ümmetine her daim uyabilecek bir şey olmadığı ifade edilmektedir. Batı me­deniyetinin Hıristiyan değerlerinin bir sonucu olarak, Yunan ve Latin kaynaklarından doğduğu görüşü ile Türk kültürünün medeniyet temellerinin buradan ayrılması gerekliliği Güngör’ün düşünce temelini göstermektedir (Güngör, 1981). Güngör’ün bu düşüncesinin asli sebeple­rinden birisi XVI. yüzyıl aydınlanma hareketi itibariyle Batı merkezli bir dünya düzeninin Do- ğu’yu, Müslümanları gerek eşitsiz gelişme çizgisiyle, gerekse siyasal anlamda belirleyicilik ça­bası itibariyle giderek baskı altına alması sürecinin olduğu söylenebilir. Öyle ki, Osmanlı’da ve Türkiye’de aydınların, Batı tipi laik aydınlar ve İslamcı aydınlar olarak iki zümreye bölünmesi üzerine düşünceleri bu sürecin bir sonucu olarak görülmektedir. Dolayısıyla, Güngör’ün aydın­lanma sonrası Hıristiyanlığı ve Batı’yı nasıl bir konumda gördüğünü anlamak gerekmektedir. Güngör’ün bu statü farkını yorumlarken dinin sebep olduğu konumlanmadan ve bu konum­lanmanın gerektirdiği bir çıkıştan çok, toplumsal değerler ile toplumsal yapıdaki öznellikler bağlamında değerlendirmeye gittiğini şu sözlerinden anlayabilmek mümkün olabilir:

“Aydınların iki zümreye bölünmesi İslam ülkelerinde Batı’dakinden çok farklı neti­celere yol açtı. Batı’da Katolik kilisesi aydın zümre üzerindeki tekelini kaybettiği za­man kendi zümresini koruyacak gücü vardı. Kilise zenginliği sayesinde bir devlet gibi bütün müesseselerini devam ettirdi. (…) İslam’da bir kilise teşkilatının bulunmayışı, devlet desteğinden ve bürokratik hizmetlerden mahrum kalan medreseli aydınların durumunda çok köklü sarsıntılara yol açtı. Bu sarsıntının bir tarafı maddi, bir tarafı ise manevi çöküntü şeklinde ortaya çıkmıştı.” (Güngör, 1981)

Filhakika, Hıristiyan kilise teşkilatlanması ile İslam kurumlarının teşkilatlanma yapısında­ki serbestiyeti arasındaki bu fark, Osmanlı’dan Türkiye’ye geçen modernleşme sürecinde aydınların konumundan ekonomide sermayenin konumuna, kültürden eğitime tüm ku- rumların belirgin bir yapısal farkını ortaya koymaktadır.[2] Bu fark, kurumların özerkliğinden zümrelerin serbestiliğine, yerel siyasal güçlerden, sermaye güçlerinin yatay gelişme çizgi­sine kadar etki edebilecek bir farktır. “Medeniyetleri politikacılar yaratmaz, medeniyetler âlimlerin ve sanatkârların işidir” diyen Erol Güngör (1981), medeniyet meselesinde Batı Doğu medeniyetleri farkını ortaya koymaya çalışmaktadır. Her ne kadar bu bakışın elitist bir muhafazakârlık bakışına yaklaştığı düşünülecekse de, muharririn siyaset ile kültür ve sanat arasında yaptığı ayrımın önemi haizdir. Güngör, siyasi bir belirlenmeciliktense âlimlerin ve sanatkârların belirleyiciliğini meşru görür ki onun için siyasi kavgalar ve farklılaşmalar Batı kaynaklıdır, bu ayrımın kökünde ise sınıfların yattığını söyler. Dolayısıyla sınıfsal bir ayrışma­nın belirgin olmadığı bir coğrafyada siyasi farklılaşma ve kavga çabasının Batı’dan mülhem olduğu söylenebilir.

Gökalp’ten Turhan’a, Yahya Kemal’den Ülgener’e; Erol Güngör’ün Düşünce Coğrafyası

Âlim ve sanatkârların medeniyetteki rolü üzerine dönecek olursak; literatür hakkında kıs­mi bir okuma dahi yapılsa anlaşılacaktır ki Türkiye’de muhafazakâr düşüncenin hemen her temsilcisinde Bergson’un sezgi kavramına ciddi bir iltifat vardır. Güngör’de bu ilgiye rastla­dığımız kadar, sezgi kavramının “insanın vasıtasız ulaşabildiği bilgi” olarak yorumlandığını da görürüz. Nitekim bu yorum, sanat, edebiyat ve din alanının değişmez unsurunun sezgi olduğu gerçeğiyle birleşince, Batı medeniyetinin baş döndüren “vasıtalı” teknolojisinin ön­celikle bu alanları hedef aldığı söylenebilir (Güngör, 1981). Dolayısıyla teknoloji karşısında zayıflayan vasıtasız tatmin değerlerinin bir medeniyet zayıflaması, Batılılaşma belirtisi ol­duğu söylenebilir ki Erol Güngör (1981), bizde en gelişen edebiyat türü olan şiirin İslam medeniyetinin bir ürünü olduğunu, Kur’an ve peygamber sözleri kaynağına dayandığını söylerken bu ayrımın mihenk taşını dikmiştir. Bugün dahi uluslararası alana baktığımızda başarı kazandığımız, bilinen değerlerimizin edebiyat, sinema, müzik gibi sanat alanlarından teşekkül ettiğini görürüz. Bu nedenle ki fende ve teknolojide Batı’ya nispeten geri kalmamı­zın tek müsebbibinin “tepeden modernleşme” ya da yeteneksizliğimiz olmadığı, zaten ge­leneksel değerlerimizin, geçmişten gelen birikimimizin bu alanlardan uzak, sanat alanına yakın olduğu söylenebilir. Görüleceği üzere kültür ile medeniyet farkının da bir sui generisi olduğu yukarıdaki tartışmamızdan anlaşılacaktır. Sezgi kavramı ve Bergson konusuna de­ğinmişken, Erol Güngör’ün Ziya Gökalp kadar Yahya Kemal’e de ciddi bir ilgisi olduğunu da belirtmemiz gerekir. Bu ilgisinin kültür, milliyetçilik ve süreklilik teorilerine yansımamış olması onun Yahya Kemal düşüncesinden etkilenmediği anlamına gelmez. Deniz Dağoğlu’nun (1972, s. 29-39) gerçekleştirdiği röportajın sonunda bizzat gençlere Yahya Kemal’in bütün eserlerini önermiştir. Yine aynı röportajda musiki üzerine Yahya Kemal’in şu sözle­rinden alıntı yapmıştır: “Çok kimse anlamaz eski musıkimizden ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.” Bu parantezi açmamızın sebebi II. Meşrutiyet sonrası ile cumhuriyetin er­ken dönemlerinde düşünce coğrafyalarının iki kutbundan birini Ziya Gökalp, diğerini Yahya Kemal’in açtığı yolun oluşturduğu söylenebilir ki her iki yoldan da bir şekilde geçen Erol Güngör’ün Yahya Kemal’e kimi konularda iltifat ile yaklaştığı, Gökalp’e ise kimi konularda eleştirel yaklaşabildiği görülmektedir.

Erol Güngör’ün edebiyat ve hukuk üzerine yaptığı şu değerlendirme de manidar gözük­mektedir. Cumhuriyet dönemi boyunca ilan edilen kanunların, uygulamada muazzam bir çelişkiye düşmesi, kanun yapıcıların dahi yaptıkları kanuna ters düşen işlere girişmesi bu çelişkinin özetidir. Güngör şuur, kanun ve uygulama arasında şöyle bir denklem kurar;

“İnsanlara hukuk ve adalet duygusu, şuuru veren şey kanun kitapları değildir. Roman, insanın kitaplarda okuduğu değil, yaşadığı ahlakı verir. Biz orada kendimizi görür ve anlarız. Romanın önemi buradadır, o bizi ahlak kaidesi ile ahlaki eylem arasındaki yol­da yakalayarak içimize bir ayna tutar” (Güngör, 1981).

Gökalp ile Erol Güngör düşüncesinde bir diğer ayrım ise Gökalp’in Osmanlı’da idare ile halk arasında dil ve düşünce farkının olduğu, idarenin halktan kopuk olduğu iddialarına dairdir. Erol Güngör, böyle bir ayrım olmadığını, daha doğrusu bunun bir kasıtla işletilmediğini söy­ler. Hatta cumhuriyet aydınlarında bu durumun daha köklü olduğunu Mümtaz Turhan’ın “serbest kültür değişmeleri” ve “mecburi kültür değişmeleri” kavramlarıyla açıklar (Güngör, 2010). Bu kavramlardan serbest olanı tüccarları, mecburi olanı ise devleti temsil etmektedir. Kültür meselesinde cumhuriyet aydınlarının konumu “mecburi kültür değişmeleri” konumu­na tekabül eder ve bu değişim geçmişi içinde barındırmayan, yeni bir kültür oluşturmaya yöneldiğinden dar bir mahiyete sıkışmıştır. Bu sebeple Güngör, mecburi kültür değişmesi­ne sıkışan aydının Batı medeniyeti ölçütleriyle kurgulandığını, pozitivist bir bilim anlayışının hâkimiyetinde, Türk toplumuna has değer ve kültürel özelliklerin göz ardı edildiğini söyler. Zira kavramların aslı Mümtaz Turhan’ın eserinde de benzer biçimde kullanılmıştır. Turhan, mecburi kültür değişmelerini III. Selim devrinden (1789-1807) başlatarak, Tanzimat devrine, oradan istibdat devrine ve son olarak meşrutiyet devrine (1908-1923) getirmektedir (Tur­han, 1969). Erol Güngör’ü bu noktada Gökalp-Turhan çizgisinden ayıran Batı’ya savaşta yenilmeyip, kültürel değişmede yenildiğimizi söylemesi olmuştur. Zira bu ayrım Güngör’ü Türk düşünce tarihinde belirli bir istikamete yakınlaştırmaktadır. Kurtuluş Kayalı’nın Erol Güngör değerlendirmesinin Murat Yılmaz değerlendirmesine nazaran günümüz Doğu Batı tartışma­larına ışık tutacak, berrak bir düşünsel istikamet çizdiğini söylemek gerekir:

“…düşünsel, siyasal çizgisi itibariye Mümtaz Turhan’a daha yakın dursa da Batı sosyal bilimine açık olması ve Batı sosyal biliminin etkisi altında ezilmemesi anlamında Hilmi Ziya ve Sabri Ülgener’le frekansları daha fazla uyuşmaktadır.” (Kayalı, 2010).

Erol Güngör’ün son iki eserine baktığımızda “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ile “İslam Tasavvu­funun Meseleleri” kitapları birbirini takip eden, öncesinde eksik bıraktıklarını tamamladığını söylediği iki eser olarak öne çıkmaktadır. Özellikle bu iki eser üzerinde durulması, “neden Sabri Ülgener çizgisi” sorusuna bir yanıt verebilir. Erol Güngör’ün tasavvuf ilgisi Sabri Ülgener’in düşüncelerini hatırlatmaktadır. Zira kültürel süreklilik çabasında olan bir aydının metinlerini düşüncesiyle irtibatı bariz olan bir başka aydın ile mukayeseli olarak inceleme çabası anlamlı olsa da çalışmanın sınırlılığı buna el vermiyor. Bu imkânın kısıtlılığından ötü­rü iki aydının uzlaşan görüşlerine kısaca değinmeye çalışacağız.

Ülgener ile Güngör, yaşadıkları dönemlerde akademik iktidar çemberinin merkezinde ol­masalar da günümüz toplumsal gelişmelerinin erken bir ifadesi, bir yol haritası olarak adeta merkeze ulaşmış bir konumdadırlar. Yarım asırlık gelişmeler çerçevesinden yola çıkıp, bu­günün sosyal ve ekonomik meselelerini tartışırken İslam, tasavvuf, kapitalizm ve sermaye birikimi konularına atıf yapmamak “kör gözüm parmağına” deyimine muhatap olmayı ge­rektirebilir. Ülgener’in İslam metin ve uygulamalarının iktisadi tıkanıklığa yol açmadığını, aksine tasavvufun ilerleme dönemlerinde tasarrufu, çalışmayı, gelişmeyi, gerileme dönem­lerinde ise ataleti ve tembelliği beslediğini ifade etmesi (Ülgener, 2006) din ve ekonomik yapılar açısından böylece kentsel yaşama katılım açısından önemli bir aşamayı oluştur­muştur. Ülgener, bizzat hadisler ve ayetler ile ticaretle uğraşmanın İslamiyet’teki önemine göndermelerde bulunmuş, “karın en temizi tüccarındır” örneğini vermiştir. Ancak zamanla zenginleşen tarikatlarda ortaya çıkan dünya işlerine, zevke ve safaya dalmak ve alt sınıf ile üst sınıf arasında ayrım oluşması ile iktisadi ahlak olumsuz anlamda etkilenmiştir. Dolayı­sıyla tasavvuf her zaman ataleti beslemez. Erol Güngör, tasavvufi doktrinlerin bir zamanlar “emperyalizmin işine yarayan, miskinlik felsefesi” olarak görüldüğünü, bu doktrinin de Şiiliğin Batıni kollarından beslendiğinin düşünüldüğünü göz önünde bulundurur. Bu anlamda ta­savvufun yanlış yorumlarına dair tavırda Güngör ve Ülgener’in uzlaştığı söylenebilir.

Türkiye, Ortadoğu ve Yenidünya Düzeni

Güngör’ün “İslam Tasavvufunun Meseleleri” kitabının önsözündeki şu sözlere değinmek elzemdir;

“İslam’ın yenidünyada nasıl yorumlanacağına dair fikir edinebilmenin bir durağı da tasavvufu anlamaktır, fakat yalnızca onun özünü değil, temsil ettiği alanı, ona karşı görüşleri, fikirleri, eleştirileri anlamak gerekir” (Güngör, 1982).

Bu uyarı muhtemeldir ki Erol Güngör’ün değişmekte olan dünya düzenini anlamasıyla ilişki­lidir. Öyle de olmuştur ve dünya 1980’li yıllardan itibaren ciddi bir dönüşüme uğramıştır. Bu nedenledir ki bence “yenidünya” tanımı neoliberal dönem tartışmalarını hatırlatmakla bir­likte, ifade edilen 1980 sonrası dönemi, bu dönemin ekonomik ve toplumsal dönüşümlerini temsil etmektedir. Türkiye’de bu dönüşümlerin toplumsal krizler ardından gelen askeri dar­belerle gerçekleştiğini, özellikle de 12 Eylül’ün bir sonucu olarak “yenidünyaya” uyum süreci­nin başladığını görmekteyiz. Örneğin; 24 Ocak kararları devletin ekonomideki payını küçül­ten, dış ticaret serbestliği sağlayan, devalüasyon ile Amerikan dolarının Türk lirası karşısında neredeyse yarı yarıya büyümesini sağlayan ekonomik kararlardır. Siyasi yasakların ardından örgütlenme serbestliği sekteye uğramış, sendikaların fes edilmesi ile güvencesiz çalışmanın önü açılmıştır. Erol Güngör’ün “yenidünya” dediğini bu dönemle ilişkilendirmek bir zorlama olmayacaktır. Buradan Erol Güngör’ün “yenidünya”, kimilerinin ise “neoliberal” dedikleri dö­nemin dünyada yarattığı toplumsal dönüşüm yorumlarına bakmak anlamlı olabilir.

Wallerstein, “80’ler üçüncü dünya ülkelerindeki din temelli hareketlerin (İslam coğrafyası, Latin Amerika ve Hint coğrafyası da dâhil olmak üzere) Batı evrenselciliğini reddettiği bir dönemdir” diyor. Aşağıda Erol Güngör’den alıntı yaptığımız dört madde Wallerstein ve Sa­mir Amin’in Büyük Kargaşa’da (1993), Güngör’ün metninden 10 yıl sonra benzer bir biçimde kaleme alınması dikkat çekicidir;

  1. İslam ülkelerinde sosyalizmi günün konusu haline getiren sebep, onların büyük sa­nayi ülkelerinin siyasi ve iktisadi hegemonyasından yeni çıkmaya başlayan birer “geri kalmış ülke” olmalarıdır.
  2. Yeni devletler I. ve II. Dünya harplerinden sonra imparatorlukların dağılmasından sonra kurulmuş ülkelerdir. Marksistlere göre birer eski sömürgedir ve “az gelişmiş” ya da “kalkınmakta olan ülkeler” denilmektedir.
  3. Yeni devletlerin en kuvvetli ve yaygın ortak vasıfları milliyetçiliktir.
  4. Türkiye, sömürgelikten kurtulmuş yeni bir ülke değildir. Türkiye’nin devlet olarak yeniliği sadece siyasi rejimin değişmiş olmasından ve bir kısım idareci ile aydının bu devlet ve milleti birdenbire doğmuş zannetmelerindendir. (Güngör, 1981).

Bu dört madde “İslam, Milliyetçilik ve Sosyalizm” başlığı altında tartışılırken[3], (I) maddede söz konusu olan “büyük sanayi ülkelerine karşıtlıktaki birlik” meselesi Wallerstein ve diğerle­rinin Büyük Kargaşa’da “antiemperyalistler ile sosyalistlerin birliği” düşüncesi çerçevesinde tartışılmaktadır (Wallerstein, 1993). 1980’li yılların Türkiye’sine baktığımızda din temelli ha­reketleri anlamaya ve hatta bir yön vermeye çalışan, bu anlamda İslam ve tasavvuf ile ilgili olan Erol Güngör’ün farkındalığı dikkat çekicidir. Hatta şu odak Güngör’ün dünya sistemi görüşünde İslam ülkelerini konumlandırma çabasını özetleyebilir; Wallerstein, “İran Hu- meyniciliğinin sistem karşıtı hareket hali ile gericilik arasında gidip geldiğini” söylemektedir (A.g.e.). Wallerstein’in İran’ı henüz belirsiz bir konumda görürken, Erol Güngör, “İslam’ı dev­let ideolojisi haline getirerek dünyevileşmeye doğru gitmekte olduğunu” söylüyor (Güngör, 1981). Dolayısıyla İran dışında kalan İslamcılarda da İran’a bakılarak bir dünyevileşme arzu­sunun ön plana çıktığını ifade ediyor. Devrim hareketlerinin coğrafi, kültürel ve yayılmacı bir etki yarattığının örtük bir ifadesidir bu. Bir diğer nokta-ı nazar ise Wallerstein’ın Latin Amerika’daki sistem-karşıtı hareketler ile İran İslam Devrimi hareketi arasında bir ilişki kur­masıdır. Elbette bu bölgenin Wallerstein’in dünya sisteminde birinci dünyayı temsil eden ül­kelere karşı gösterdikleri tavırda birleşmeleri dikkat çekicidir. Fakat Wallerstein’in Humeyni hareketinde gericilik temayülü görmesi de tartışmalıdır. Erol Güngör’ün İslamcıların dünye­vileşmesi dediği durum, gericilik-ilericilik kavramlarının İslam coğrafyasındaki anlamlarını dönemlere ayırarak tartışmayı ve Batı’dan bakıldığı haliyle başka, Doğu’dan bakıldığı haliyle başka görüldüğü tartışmasını gerekli kılar.

Bizim, İran’dan yola çıkarak bir gericilik-ilericilik temayülü izah edecek halimiz olmasa da İran’ın Batı karşısındaki veyahut dünya sistemi karşısındaki tavrına dair bulunduğu konu­ma ilişkin bir yorum yapabilme imkânımız vardır. Zaten Erol Güngör de bu yorum şansına olanak veren bir üslupta, karşılaştırma olanaklarını arttıran bir tarzda yazmaktadır. Nitekim Erol Güngör’ün kullandığı dünyevileşme kavramını şöyle yorumlamak da mümkün olabilir; Humeyni’nin iktidarı ele geçirmesiyle devlet başkanlığına bir liberali ataması, dini lider ve devlet başkanının aynı anda yönetimde bulunması örneği anlamlıdır. Eğer Humeyni iktidarı ele geçiremeseydi, dini faaliyetler ve siyasi faaliyetlerinin de yeraltında, gizli ve kapalı ger­çekleşmesi kaçınılmaz olurdu. Böylece bu kapalılık dünya ile iletişim olanaklarının önünü tıkardı. Devlet yönetimi kademesinin böyle bir kapalılığa pek imkân vermediği, iletişim ola­naklarının da artmasıyla dini zümredeki dünyevileşmenin hızlandığı söylenebilir. Bu anlam­da dinsel hareketlerin dünyevileşmesi süreci gericilik-ilericilik karşıtlığı kuranlar açısından pekâlâ ilericilik safhasına tekabül edebilir ve fakat Erol Güngör’ün böyle bir dünyevileşme­ye pek de iltifat etmediği alıntı yaptığımız eserlerinden ortaya çıkmaktadır. Güngör, siyasi dünyevileşmeyi Batılı bir gelişme, dolayısıyla bir medeniyet bozulması saymaktadır. Erol Güngör, İslam ülkelerindeki Batı tipi hareketlerin karşısına anlamlı tepkilerin Marksistler ve İslamcılardan geldiğini söylerken (Güngör, 1981) bu paragrafın başında saydığımız dört maddenin birincisine dönmemiz gerekir. Güngör, sözün devamında günümüzde siyasal alanda sıkça dile getirilen, güncelliğini koruyan “İslam Sosyalizmi” tartışmalarını hatırlatır ve Marksizm ile İslam’ın asıl olarak iki ayrı sistem olduğunu, bunların bir araya gelmesinin imkânsız olduğunu söyler (Güngör, 1981).

İki sistem arasındaki tek irtibatın “sırtımızı Batılı büyük sanayi ülkelerine dayarsak kalkınabi­liriz” diyen modernleşmecilere ortak tepkide aranabileceğini söyleyerek, kalkınma/moder- nleşme tavrındaki konumunun ipuçlarını da vermektedir. Modernleşmeye, dünyevileşme­ye dair bir mesafe koymadığı bariz olan Erol Güngör’ün, modernleşmeyi bir model olarak değil, değerlerin sürdürülerek gelişmesiyle irtibatlandırdığı söylenebilir. Dolayısıyla bizde burjuvazinin zenginleşip palazlanması ile aynı doğrultuda bir dünyevileşme beklemek, hat­ta bir “burjuva ahlakına” sahip olunması beklenmemektedir.

Yukarıda kilisenin özerkliğinden dolayı hareket alanı bulan din adamları ile medreseli âlim­lerin dinin devlet denetimine tabi olmasıyla yaşadığı buhran arasındaki farkı belirtmiştik. Erol Güngör düşüncesinde, Batılı burjuva ahlakının da bu farka benzer bir doğrultuda Türk burjuvasına tevarüs edeceği söylenebilir. Keza bu noktada Wallerstein’in “gericilik” olarak gördüğü Humeyni hareketinin İran’ın geri hali ile değil, Batılı bir gericilik kıstasına dayalı yorumlandığı aşikârdır. Erol Güngör’ün dünyevileşme dediği durum onun için olumsuz bir durumu temsil ettiğinden, aslında Wallerstein’in Batılı ilerleme kıstasında kendince bir ile­riciliği, dünyevileşmeyi temsil etmektedir, ancak oradan bakıldığında böyle gözükmediği söylenebilir. Humeyni’nin Doğu’ya da, Batı’ya da yaranamamış olması dolaylı olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bir diğer bakış açısı da İran ile geçmişten gelen rekabet ile Osmanlı’da iktidar gücünün halk tasavvufundan koparılarak, medreseler aracılığıyla devlet tasavvufu­na geçirilmesi çabasından dolayı tasavvufun bir tembellik yarattığı iddia edilen gerici kolla­rına dair yukarıda alıntı yaptığımız ithamlar uygun görülmüş olabilir.

Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Düşünceler

Erol Güngör’ün sosyalist ideoloji ile milliyetçilik arasında kurduğu ilişki Türkiye sosyalist ha­reketinin muhtevası açısından anlamlı yorumlara imkân tanımaktadır. 1960’lı yıllar sosyalist hareketlerine baktığımızda antiemperyalist söylemin doruğa ulaştığını, milli demokratik devrim tezlerinin istisnasız kabul edildiğini görürüz. Bu anlamda Güngör’ün milliyetçilik anlayışı ile Türk sosyalistlerinin milliyetçiliği arasındaki farkı anlamak için şu satırlara bak­mak yardımcı olabilir;

“Kapitalist sistem bir ideoloji değil, vakıadır. İnsanlar, vakıalardan sıkılıp teorilere sa­rılınca, kapitalizmi düşman gibi görürler. (…) Sömürgeci devletin kapitalizmine karşı benimsenmiş olan bir sosyalizm, reaksiyoner milliyetçiliğin bir tamamlayıcısı olabilir.

Bu yüzden yapıcı güç olamamış, bir kavga taşı olarak kalmıştır” (Güngör, 1981)

Görüleceği üzere, kapitalizmin bir vaka olarak değerlendirilmesi, bunun belirli bir toplum­sal yapıda ortaya çıkabileceğini, dolayısıyla kapitalizme karşı gelmenin bir biçimi olarak reaksiyoner milliyetçiliğin başarısızlığının altı çizilmiştir. Bu söz Murat Belge’nin Birikim Dergisi 165. sayısında (2003) kaleme aldığı “Milliyetçilik ve Sol” makalesi bütününün bir özeti olmakla birlikte, ondan yirmi yıl önce, muhafazakâr bir entelektüel tarafından dile getirilmiştir. Yine, Belge’nin 2013 yılında bir mülakatta ifade ettiği[4] “antiemperyalizm mil­liyetçiliğin kibarcasıdır” sözü ile bu söz arasında bir irtibat kurulabilir. Zira geçmişte an- tiemperyalist saikler ile hareket etmiş birçok sol, sosyalist hareket, dergi çevresi 1990’ların ikinci yarısından itibaren sosyalist söylem ile antiemperyalizm arasına bir çizgi çekmiştir. Reaksiyoner milliyetçilik ile milliyetçilik arasında yapılan ayrım ile ikincisinin gelenek, gö­renek ve birikimi haiz bir biçimde geliştiği Erol Güngör’ün temel tartışmalarından biridir. Zira Güngör için meşru olan milliyetçilik biçimi de budur. Kur’an’dan sıkça yaptığı alıntılar­dan biri de “insanların birbirlerini tanımaları için şubeler ve kabileler halinde yaratıldıkla­rı” suresidir (Güngör, 1981). Güngör’ün milliyetçiliğin mahiyeti üzerine ne düşündüğü de buradan anlaşılabilir.

Alıntı yaptığımız eserine bakılırsa milliyetçilik meselesinde Türkçülükten çok örf ve adetlerin korunması dâhilinde İslam ümmetçiliği de görülmektedir. Ümmetçilik meselesinin ise siyasi bir emelden ziyade bir kültürel süreç ve geleneğin sürdürülmesi olarak, Batı medeniyetinin yanlış kültür değişmesine bir direniş imkânı olarak görüldüğü söylenebilir. Örneğin bugü­nün milliyetçiliğinde “tek devlet” saikinin veyahut pan İslamcı bir düşüncenin, İslam ümme­tini tek devlette birleştirme idealinin Erol Güngör’de iltifat görmediğini söyleyebiliriz. İslam hukukunun örf ve adetlere olan bağlılığından dolayı tek bir devlet zorunluluğuna tabi ol­madığı bu tavrının bir örneği olabilir, keza Kur’an’dan yapılan alıntıdan “şubeler ve kabileler halinde yaratılma” meselesinden mülhem olunduğu söylenebilir. Keza olası bir İslam devleti­nin reaksiyoner milliyetçilikten arınmış halinin gerçekleşme ihtimali, İran için de söz konusu meselenin bir imkânı gibi tartışılmaktadır (Güngör, 1981). Güngör, yanlış milliyetçilik fikrinin vuku bulmasından dolayı Arapların, Türkleri “bir devrin sömürgecisi”, Türklerin de Arapları “İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı’yı arkadan vurduğu” suçlamalarıyla gördüğünü, ancak iki görüşün de yanıldığını söyler. Suudi Arabistan’daki İngiliz işbirliği olayının müsebbibinin Mekke Şerifi Hüseyin ve oğullarının olduğu, kral ailesinin onları mağlup ederek Suudi Arabis­tan’a hâkim olmasıyla bu durumun boşa çıkarıldığı söz konusudur (Güngör, 1981).

İslam, Batı ve Modernleşme

Erol Güngör’ün kimi meseleleri bir vaka olarak görerek, ideolojileri, inançları, duruşları ay­rıştırması olguları değerlendirmesinde doğru bir yönde ilerlediğini göstermektedir. Misal, kapitalizmin vakıa olarak değerlendirilmesinden arda kalan sosyalizmin de bir ekonomik sistem olarak vakıa olarak değerlendirilmesini gerekli kılar. Dolayısıyla şu sözlerden çıkarıla­bilecek anlam sosyalizmin de bir çeşit “ölümü gösterip sıtmaya razı eden” sistem olduğudur;

“Kapitalizm gibi, sosyalizm de Batı medeniyetine ait olan bir sistemdir. Kapitalizmin bulunmadığı bir memlekette onu kurmak ne kadar zorsa, sosyalizmi kurmak da en az o kadar zordur” (Güngör, 1981).

Erol Güngör ekonomik sistemleri vakalar olarak değerlendirirken kalkınma, akla hitap ve aydınlanmaya karşı aldığı konum ile modernleşme tahayyülünü anlamamızı kolaylaştır­maktadır. Yukarıda XVI. yüzyıl aydınlanma hareketine mesafeli olduğunu ifade etmiştik. Dolayısıyla Güngör’deki Batı karşıtlığının bir reaksiyona dayalı olmadığını, akıl ve kalkınma meselelerinde bağımsız bir hareket yaratma çabasına dayandığını ve İslam tasavvurundaki görüşünün de bu mantıki çerçeveye dayandığını söyleyebiliriz. Zira XX. yüzyılın başında pozitif ilim dışında vasıtasız bilgi kaynaklarının yani sanat, din ve ahlak tecrübesinin de ha­kikati arayacak diğer alanlar olarak kabul görmesini olumladığını, dolayısıyla bu duruşuyla Alman romantiklerine dahi iltifat edebildiğini söylememiz gerekir:

“Schopenhauer, Nietzsche, Sorel, Kirkegaard, anti entelektüalistlerdi ve akla mutlak hâkimiyet verilmesine karşı çıktılar. Fakat onlar aklı geriye atmak değil, aklın tek başı­na yeterli olmadığını söylediler. Bilgimizin teorik yanının sezgici veya estetik yanıyla birlikte bir mana ifade edebileceğini söylediler.” (Güngör, 1981)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Erol Güngör’ün modernleşme tahayallünün akılla bir derdi olmadığını, irrasyonellikten (akıl dışılıktan) değil arasyonellikten (akıldan başka) bir modernleşme sürecinin de hâsıl olabileceğini düşündüğünü söyleyebiliriz. İslamiyet’in akla hitap eden bir din olduğu, aklı yetersiz olanların ibadette sorumlu olmadığı gibi örneklerle de akıl ve İslam’ın arasındaki uyumun başka hiçbir dinde görülemeyeceği ifade edilmekte­dir (Güngör, 1981).

Batılılaşmanın yalnız belirli bir tabakanın kalkınmasına, refaha ermesine sebep olması, sınıf­lar arasındaki eşitsizliği büyütmesi, kalkınmayı sağlayan tabakanın lükse, gösterişe ve eli- tizm batağına saplanması modernleşmeye karşı tepkilerin büyümesinin de müsebbibidir. Siyasi ve ekonomik tüm imkânlar belirli bir zümrenin elinde toplanınca halk bu zümre ile modernleşme arasında bir paralellik kurmuş, yer yer modernleşme karşıtı cephede konum- lanmıştır. Dolayısıyla Güngör, Türk modernleşmesinde hayata katılan zümrenin üst taba­ka ile sınırlı bir zümre olmasından dolayı kalkınmanın başarısız olduğunu düşünmektedir (Güngör, 1981). Bu başarısızlık yalnız kalkınma ile de sınırlı gözükmemektedir. Ekonomik anlamdaki bu karşıtlık, İslamcı kimliğin modernleşme serüveninden dışlanmasıyla da at başı gittiğinden, İslamcı hareket her daim modernleşme sürecinin silmeye çalıştığı kimliği yeniden yaratmakta mahir olmuş, toplumsal alanda geniş kitlelerle yükselişi bir süreklilik barındırmıştır (Göle, 1991). Göle (1991)’nin ilgili çalışması modernleşme karşıtlığını ve kar­şıtlıkla yaratılan mücadele alanının önemli örneklerinden biri olarak bilinmektedir.

Sonuç Yerine

Türkiye’de muhafazakârlığının yenilikçi muhafazakârlık olarak tevarüs etmesi, Türk moder­nleşmesinin biçimlenmesinde, gerek ekonomik gelişmenin; teknolojinin, piyasanın, üreti­min, ticaretin gerekse kültürel gelişmenin; eğitimin, kılık kıyafetin, yaşam tarzının İslam ile irtibatı tarihsel bir süreklilik bağlamında önemli gözükmektedir. Erol Güngör, Türkiye’nin modernleşme sürecinde İslam’ı hesaba katmayan küçük bir aydın zümre dışında, muha­fazakârların ve modernistlerin İslamla irtibatta olduğunu fakat bunun Batı tesiriyle ortaya çıktığını söyler.

Girişte, Erol Güngör’ün düşünsel coğrafyasını belirlemeye çalışacağımızı ifade ettiğimizde, modernleşmenin İslam’la olan irtibatının Batı tesiriyle mi, yoksa kendine özgü bir tarzla mı ilerleyeceğini bulmaya çalıştık. Nitekim sonuç, yine girişte ifade ettiğimiz üzere, Ziya Gö- kalp sözüne şerh koymakla mana kazanmaktadır, bu şerh “Türk milletiyiz, İslam ümmetiyiz, Batı medeniyetiyiz” sözündeki Batı medeniyetine konulan bir şerhtir. Ancak bu şerh, Batı medeniyetinin coğrafi, siyasal bir konumuna karşı reaksiyoner bir şerh değil, onu şekillen­diren, medeniyet olmasını sağlayan sürekliliğin, Hristiyanlığın, İslam ile arasındaki ayrımı vurgulamak ve Türk modernleşmesinin nasıl bir medeniyeti sürdüreceğini belirtmek için konulmuş bir şerhtir. Güngör, bu anlamda dini bir tepkiden ziyade, kavramların niteliğinin önemini ortaya koymaya da çalışmaktadır. Güngör, muhafazakârların mazinin derinliklerin­de kaybolduğunu, modernistlerin ise İslam açısından dünyaya bakacağına, Batı medeniye­tinin prensipleriyle İslam’ı yorumlamaya koyulduğunu söylerken (1981), modernleşme ta­hayyülündeki İslam tasavvurunu da belirginleştirmektedir. Batı gözüyle İslam’ı değil, İslam gözüyle Batı’yı yorumlama çabası, “Batı sosyal bilimi etkisi altında ezilmemesi” (Kayalı, 2010) yorumuna başka bir anlam daha katmaktadır. Bu anlam, Batı kültürü ve medeniyetinin kar­şısında İslam ile irtibatlı Türk kültür ve medeniyetinin sürekliliğinin yaşaması, bu anlamda Batı medeniyetinden ayrılması, ezilmemesi, eğilip bükülmemesi anlamıdır. Keza onun dü­şünsel çizgisini Ülgener’e yaklaştıranın da bu tavırda gizli olduğu söylenebilir. Güngör’ün buna benzer bir çıkışı da sosyalistlerin, kapitalizme karşı çıkışında kapitalizmin bir ideoloji değil, vakıa olduğunu gözden kaçırmalarına dairdi. Bu tavrın, reaksiyoner milliyetçilik tavrı ile uzlaştığını, “yapıcı güç” olmaktan ziyade bir “kavga taşı” olmalarının bu iki hareketi uzlaş­tırdığını ifade etmesi çarpıcıdır. Nitekim iki hareketten geleneği, göreneği ve bir sürekliliği reddediş ile doğrudan ilişkili gözükmektedir.

Son olarak şunu söyleyebiliriz, Erol Güngör’ün İslam tasavvuru ile modernleşme, kalkınma ve muhafazakârlığa ilişkin görüşleri birbirine uzak, kopuk görüşler değil, aksine birbirini tamamlayan, reaksiyonu reddedip, sürekliliği barındıran bir gelişmeyi ön gören görüşlerdir. Batı medeniyetini kendine özgü, Hristiyanlık ile oluşan bir medeniyet olduğundan reddet­tiği gibi, gelişme tarzını, koruduğu sürekliliği reaksiyoner bir tavırla reddetmez, aksine me­deniyet olabilmenin bir tarzı olarak görür. Benzer şekilde sosyalizmi sol bir ideoloji olduğu için değil, kapitalizmi reddettiği gibi Batı medeniyetine ait bir ideoloji olduğu için reddeder. Kapitalizmi reddedişi de aynı mantık çerçevesinde, bir vakıa olduğundan reddediştir. Bu birlikler ve karşıtlıklar açısından Erol Güngör’ün yegâne sarıldığı somut araç akıldır, man­tıktır. Ancak aklın tek başına yeterli olmadığını da aynı şekilde ifade etmektedir. Bu ifade, eleştirel bakışının anti entelektüalistlerle, Nietzsche, Schopenhauer, Sorel, Kieerkegaard ile eleştirel düşünmedeki uzlaşısının da yukarıda belirttiğimiz gibi bir ifadesidir. Son bölümde değindiğimiz modernlik ve muhafazakârlık araştırmalarında ortaya çıkan iki sonuç nasıl ki karşıt görülenlerin aslında birbiriyle gayet uzlaşı olabileceğini göstermişse, Erol Güngör’ün düşünsel çabası da bu uzlaşının metodolojisinin, bu uzlaşının somut hallerinin görünümü­nün bir yolu olarak okunabilir.

 

Kaynakça

Dağoğlu, D. (Eylül, 1972). Doç. Dr. Erol Güngör’le Bir Konuşma, Töre dergisi, 4(16), 26-30.

Ersal, A. (2012). Türkiye’de Ulus Devlet ve Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (1981). İslam’ın Bugünkü Meseleleri. Ankara: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (1982). İslam Tasavvufunun Meseleleri. Ankara: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (1997). Türk Kültürü ve Milliyetçilik. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Güngör, E. (2010). Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. İstanbul: Ötüken Yayınları.

Kayalı, K. (2010, Aralık 13). Türk düşünce dünyasının takipçisi olmayan filizi Erol Güngör. Star Gazetesi Turhan, M. (1969). Kültür değişmeleri. Ankara: M.E. B. Devlet Kitapları.

Ülgener, S. F. (2006). İktisadi çözülmenin ahlak ve zihniyet dünyası. İstanbul: Derin Yayınları.

Wallerstein, I. & Amin, S. & Frank, A, G. & Arrighi, G. (1993). Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi.. Erden Akbulut (çev.). İstanbul: Alan Yayınları.

Wallerstein, I. (1993). “Sistem karşıtı hareketlerin tarihi ve ikilemleri“, içinde: Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi. Erden Akbulut (çev.). İstanbul: Alan Yayınları.

Yılmaz, H. (2006). Türkiye’de Muhafazakârlık Aile, Din, Batı: İlk Sonuçlar Üzerine Genel Değerlendirme. Yayımlanmamış Araştırma Raporu. İstanbul: Açık Toplum Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi.

Yılmaz, M. (2006). Milliyetçilik ve Erol Güngör. İçinde Murat Yılmaz (Ed.). Erol Güngör (s. 160- 167). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

—————————————————-

[1]   Aytekin Ersal, “Türkiye’de Ulus Devlet ve Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör’; Ötüken, İstanbul, 2012.

[2]   Bu tartışma bir bakıma Osmanlı’daki üretim tarzının, mülkiyetin ve kurumların gelişmesi anlamında Batı feoda­lizminden farklı oluşuna, Asya tipi üretim tartışmalarını hatırlatmaktadır. Fakat çalışmanın sınırlılığından ötürü bu tartışmayı burada bitirmek gerekir. Tartışmaya dair Sencer Divitçioğlu’nun “Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu” (İstanbul, 1967) adlı eseri ile İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması (İstanbul, 1968) ve Kemal Tahir’in Devlet Ana (Ankara, 1967) adlı eserleri incelenebilir. Her ne kadar Küçükömer’in eseri bir “Ortanın Solu” eleştirisi olarak nam salsa da temel meselesi Osmanlı üretim tarzı ile sınıfların konumudur, bu sebeple bu bağ­lamda değerlendirilebilir.

[3]   Metinde düz yazı olarak yazılan bu kısmı dört madde haline getirme işi bana aittir.

[4]   “Antiemperyalizm, milliyetçiliğin kibarcasıdır” http://www.turnusol.biz/public/haber.aspx?id=14840&pid=75 adresinden 12.02.2016 tarihinde.

————————————————–

[i] DOI: dx.doi.org/10.12658/TLCK.5AB010

[ii] Sakarya Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar Enstitü Ana Bilim Dalı., E-posta: [email protected]

Yazar
Halil İbrahim GÜREL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen