Sömürgeciliğin Zihniyeti ve Karanlık Tarihi 

Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ile Mülâkat

 

Sömürgecilik nedir? Sömürgeciliği genel hatlarıyla nasıl tarif edersiniz?

Sömürgecilik genel bir kavram, ama bu sömürgecilik kavramının dünyanın değişik bölgelerinde uygulanış şekilleri farklı. Endonezya’da, Çin’de, Hindistan’da, Afrika’da, Güney Amerika’da farklı ve her bir fark doğrudan doğruya oralara hâkim bulunan sömürgeci Avrupa dünyasının kendi geleneğiyle alakalı olduğu kadar sömürge haline getirilen topraklardaki dokuyla da alakalı, bu insanları nasıl çözebilirim sorusuyla da alakalı. O yüzden bir genel geçer sömürgecilik yok. Biz genellikle siyasî ve ekonomik konulardaki sömürgecilik üzerinde yoğunlaşıyor, meselenin diğer boyutlarını ihmal ediyoruz. Oysa siyasî ve ekonomik sömürgeciliğin dışında zihniyet sömürgeciliği üzerinde de durmakta fayda var.

Sömürgecilik zihniyeti bir felsefe midir, tarihsel vakıalar sömürgeciliği zihnimizde nereye oturtur? Sömürgecilik ne tür felsefe ve ideolojilerle desteklenmiştir? Niçin?

Sömürgeciler kendi çıkarları için gerekirse dünyanın yanmasına hayıflanmayacak bir zihniyetle yetişiyorlar. Bu bir kasıt değil, bu bir süreç. Geçmişte sömürge haline getirdikleri ülkelerde milyonlarca insanın çeşitli sebeplerle ölmeleri onları insanî anlamda rahatsız etmemiş, çünkü arka planda zihnî meşrulaştırma araçlarını geliştirmişler. Bunlardan birkaç tanesini hatırlayalım. Örneğin, Sanayi Devrimi’yle birlikte teknolojik, askerî ve diğer alanlarda sağladıkları üstünlükleri dinlerine hamlederek, “çünkü bizim dinimiz daha üstün”, ırklarına hamlederek, “çünkü bizim ırkımız daha üstün”, kültürlerine hamlederek, “çünkü biz yüksek kültürlüyüz. O yüzden bu olup bitene hakkımız var, çünkü doğada ancak güçlü olanların yaşayabileceği bir sistem geçerli” demişlerdir. Biyolojik Darwinizm’in tarihe ve topluma uygulanışı böyle bir şeydir. Biyolojik âlemde ancak güçlü olanın yaşaması, beklenen ve anlaşılabilir bir şeyse, insanî düzlemde de güçlü insanların ve güçlü toplumların başkalarının üzerinde bir hayat sürmeleri doğaldır ve haklarıdır. Bakın, bu bütün makyaja rağmen, bütün insan hakları söylemlerine rağmen, bütün demokrasi söylemlerine rağmen günümüzde de bütün acımasızlığıyla geçerliliğini koruyan bir zihniyettir. O yüzden 19. yüzyılda Darwinizm, Natüralizm, Pozitivizm ve Rasizm (Irkçılık) gibi ideolojik akımların ortaya çıkması tesadüf değil. Bütün bunlar 19. yüzyılın eserleridir. Aşağı yukarı bütün ansiklopedilere bakın, 19. yüzyıl bu zihnî arka planı geliştirirken aynı zamanda da bunların pratik bir uygulaması olan doğrudan doğruya başkalarına ait her türlü kaynakların zorla gasp edilmesini de meşru kılan bir zemini hazırlamıştır. Bunu vurgulamakta fayda var, çünkü özellikle gençler kendi duygusal dünyalarında; bütün dünyayı 500 sene yönetmişiz, İngilizler falanca yeri 50 sene yönettiler, ama herkes İngilizce konuşuyor, biz filanca yerde 500 sene kalmışız, niye oraya Türkçe öğretmemişiz, niye onu öyle yapmamışız, niye bunu böyle yapmamışız..” diye hayıflanıyorlar. Bu noktada biraz düşünmek lazım. “Başkalarına hâkim olmak için mi yaşıyoruz? Başkalarının kaynaklarını, değerlerini değiştirmek için mi yaşıyoruz? Başkalarının imkânlarını sömürmek için mi yaşıyoruz, onun için mi varız bu âlemde?” gibi sorularla yüzleşip de vicdanımızla baş başa kaldığımızda gençlerin hayıflandığı bu meselenin aksine hayıflanılacak bir şey değil aksine onur duyulacak bir erdem olduğunu görürüz.

Sömüren ve sömürülen açısından bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz? Misyonerliğe, dünyanın tamamını kendine ait gören açgözlü adamların dünyayı asimilasyon stratejisi diyebilir miyiz? Misyonerlik bu noktada ne ifade ediyor? Misyonerliğin amacı nedir?

Misyonerlerle ilgili yorumlarda genellikle, misyonerlerin asıl gayelerinin din değiştirmek olduğu söylenilir. Aslında dönemin şartları itibariyle konuyu değerlendirdiğimiz zaman bizzat araziye gelip insanlarla yüz yüze bu konuyu tartışan insanların samimi dindar olabileceklerini varsaysak bile onları bu tür operasyonlar için dünyanın çeşitli bölgelerine gönderen kilise birliklerinin (misyoner birliklerinin) ve onların arkalarındaki sermayedarların dertlerinin aslında pek de din değiştirmek olmadığını görüyoruz. Ya siyasî, ya kültürel, ya da ekonomik hedefleri olduğunu görüyoruz. Ana hatlarıyla buradan çıkartılabilecek sonuç dönemin misyonerlik anlayışını destekleyen, finanse eden merkezlerin din değiştirmekten ziyade kültür değiştirme odaklı bir faaliyet içerisinde oldukları ortaya çıkıyor ve onun izahı da çok basit. Çünkü insan toplulukları hayatlarını yaşayabilmek için mutlaka kültüre ihtiyaç duyarlar. Hayatı yaşamak bizatihi bir kültür işidir. Eğer kendi hayatınızı nasıl yaşayacağınıza dair kendi köklerinizden beslenen kültürünüzü üretemezseniz, o zaman tıpkı günümüzde olduğu gibi bu hayatı yaşama kültürünü üreten topluluklardan temin etmek durumunda kalırsınız. Ne demek istediğimi belki somut hale getirmek için mesela insanlarımız modern şehirlerimizde 24 saati nasıl ve kime göre yaşıyorlar? Belki bizim içinden çıkamadığımız ve her geçen gün daha da sürüklendiğimiz girdap bu. Biz bu coğrafyada kendi hayatımızı yaşayamıyoruz, yani kendi kültürümüzü yaşayamıyoruz. Kitaplara bakarsak şöyle bir ifade geçer: “En sade otlar bile kökleri üzerinde yükselir.” Emperyalist sömürgecilik ve onların başını çektiği çağdaş teknoloji bizi refaha ve teknolojiye bağımlı hale getirdi fakat insan gibi yaşamayı unutturdu. Hâlbuki bizim varlık nedenimiz insan gibi yaşamak.

Tarihin sayfaları arasında kalmadığı kesin olduğuna göre günümüzde sömürgeciliğin ulaştığı boyutlar hakkında neler söyleyebiliriz? Günümüz sömürgeciliği geçmiş örneklerinden farklı olarak kullandığı malzeme, yayıldığı süreç bakımından sizce nasıl bir farklılık arz ediyor? Hangi sembol, araç ya da modelleri kullanıyor?

Sömürgeciliğin günümüzdeki sembol ve araçları aslında çok da yabancı olduğumuz şeyler değil. Şöyle ki; günümüzde dünya kaynaklarının kabaca % 80’ini dünya nüfusunun %20’si kullanabiliyor ki bu aşağı yukarı son 300 senedir böyle gidiyor. Peki, aslında sömürgeciliğin ulaştığı bu duruma nasıl gelindi? Önce şirketlerin marifetiyle bu süreci başlattılar. Şirketler modeli eskidiği zaman bu defa şirketleri devletleştirdiler. Yani başka halkların topraklarını doğrudan sömürge haline getirdiler. Sömürge modeli yorulunca bu defa siyasî ve ekonomik mekanizmalar tesis edilerek yerli işbirlikçilere taşeronluk verdiler. Yerli işbirlikçiler modeli de eskiyince bu defa yeniden şirketleşme sürecine döndüler. Fark edilirse sürekli evrilen ve çok zaman döngü içeren bir süreçten bahsediyoruz. Şimdilerde bunun adına “Küreselleşme” deniyor. Küreselleşmenin gerçekleşebilmesi için gerekli olan gelişmeler çok kısa bir sürede hazırlanmadı. Mesela ne yapıldı? Dünya ölçeğinde evrensel bir hukukî zemin oluşturuldu ilk önce. Bu hukukî zemin, bazen Birleşmiş Milletler’le oluyor, bazen BM benzeri başka uluslararası, meşru (!) kuruluşlar oluyor. Farkındaysanız bu hukukî zemin aynı zamanda süreci yöneten egemen devletlere dilediği yere müdahale yetkisini de veriyor. Müdahale yetkisini meşru kılabilmek için de birtakım değerlere ihtiyacınız var. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği değerlere ihtiyacınız var. Birleşmiş Milletler’in son yıllardaki Afganistan, Irak ve Libya’ya müdahale yetkisi veren kararlarına bakınız; insan hakları, can ve mal emniyeti gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği evrensel değerlere atıf vardır.

Ortadoğu bütün dinlere beşiklik etmiş her bakımdan stratejik bir coğrafya… Ortadoğu- sömürgecilik ilişkisi açısından neler söylemek istersiniz?

Ortadoğu söz konusu olduğu zaman havada bir kuş uçsa acaba bu kuş neden uçtu sorusunu sorarken müracaat edeceğimiz üç temel referans alanı var. Birincisi; “Acaba bu kuşun uçmasının dinlerle ilgisi var mı?” Çünkü dünya üzerinde hegemonya mücadelesi veren bütün dinler Ortadoğu’dan neşet etmiştir. Sayısal anlamda kalabalık olan Budizm ve Hinduizm de vardır. Ama mahallî olan bu dinlerin böyle bir iddiası yoktur. Ama Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet söz konusu olunca dünyaya ait iddiaları vardır ve üçü de buradan neşet etmiştir. Her üçünün de milyonlarca müntesibi vardır. Dolayısıyla yeryüzünde bu dinler olduğu sürece bütün dünyayı ihtiva eden iddialar taşımaya devam edeceklerdir. İkincisi; “Acaba enerjiyle bir ilgisi var mı kuş uçmasının?” Çünkü yeryüzündeki enerji kaynaklarının, hem de kıymetli ve çıkarma maliyeti az olan enerji kaynaklarının büyük bir kısmı yine Ortadoğu’da bulunuyor veya burası geçiş bölgesi. Üçüncüsü de; “Stratejiyle ilgisi var mı?” Çünkü tarih boyunca bu coğrafyaya hâkim olan güç, kendi döneminde bütün dünyaya hâkim olmuştur. Örneğin; Roma, Sasaniler, Büyük İskender, Selçuklular, Bizans, Osmanlı, sonra İngiltere, sonra Amerika… Her kim ki Ortadoğu’ya hâkim oluyor, dünyaya hâkim oluyor. Bu devletlerden bazıları güçlerini besleyecek düşünce sistemleri geliştiremedikleri için buralarda kısa süreli izler bırakıyorlar. (Mesela Büyük İskender’de olduğu gibi) Ama Selçuklular ve Osmanlılar gibi bazıları bölgenin dokularına nüfuz ederek asırlar boyunca yaşamaya devam ediyorlar, etmişler. Bu çerçevede sömürgecilerin yaptığı bir tespit var. Mademki Ortadoğu’da birliği tesis eden, Ortadoğu’yu bir şekilde birleştiren güçler dünyaya hâkim oluyor, eğer biz bunu yapamıyorsak bizden başkasının da bunu yapmasına izin vermemeliyiz. Neredeyse 100 yıldır bu coğrafyada olup bitenler böyle; mademki bize yaramıyor, bizden başkasına da yaramasın.

Can alıcı bazı kavramlar var. Bu noktada “Üretim köleleri” ve “Tüketim köleleri” kavramları bize ne anlatıyor?

Köleliği üretim ve tüketim bağlamında değerlendirirken kullandığımız modern kölelik, yani sömürgeci kölelik şöyle başlamıştı: 16. yüzyıldan itibaren Avrupalılar yeni dünyalar keşfedip, uçsuz bucaksız arazilerde ihtiyaç duydukları üretimi gerçekleştirebilmek için insanları vatanlarından kopartıp, köle olarak kullanmışlardı. Daha sonra Sanayi Devrimi gerçekleşip bu kölelere ihtiyaçları kalmayınca 19. yüzyılın başında insan haklarını gerekçe göstererek köleliği yasakladılar. Bir de Afrika’da Liberya diye bir ülke kurdular, özgür insanların ülkesi adında ve kendi topraklarındaki köleleri de oraya gönderdiler. Amaç insan hakları ya da o kölelerin de insan olduğu vurgusu değildi, amaç Sanayi Devrimiyle birlikte artık üretim kölelerine ihtiyaç azaldığı için, binlerce kişinin işini bir tek makine kolayca yapabileceği için, o insanlardan kurtulmaktı, ama bir çelişki yaşandı bu süreçte. Üretim köleliğine ihtiyaç kalmadı, sanayi icat oldu, makineler üretimi, hem de sınırsız üretimi yapmaya başlayınca bu defa tüketim kölelerine ihtiyaç vardı. İşte o tüketim köleliği de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüketme potansiyeli olan coğrafyaların kültür ve hayat tarzlarını değiştirerek onlara yeni bir modern ve ideal toplum anlayışı zerk ederek “aranızda en değerliniz en çok tüketendir” denilebilecek bir prensibi kabul ettirdiler.

Böylece “Aranızda en değerliniz takva ehlidir”den, “aranızda en değerliniz en çok tüketendir”e geldik. Tükettikçe kendimize bir değer atfettik, statü kazandık. Bir adım sonrasında bizim neyi, nasıl, ne kadar, hangi miktarda tüketeceğimize de başkaları karar vermeye başladı ve şu an onu yaşıyoruz. Bu sömürgeciliğin son haddi, herkes birer tüketim kölesi. Münferit olarak buna isyan etsek bile içinde yaşadığımız toplumsal değer yargıları bize bunu dayatıyor, bizi mahkûm ediyor. Bu duruma nasıl geldiğimizi mutlaka düşünmemiz gerekiyor! Zira, eğer bu topraklardan insanlık adına yeniden bir ümit filizi söz konusu olacaksa, bu zembereğin nasıl boşaldığını ve tekrar nasıl kurulabileceğini düşünmemiz lazım. Sömürgecilerin üzerinde en çok durduğu meselelerden birisi, tüketim kölelerinin kesinlikle düşünmemeleri gerektiğidir.

Sömürgeciliğin kendini sürekli farklı şekillerde takdim eden yapısı karşısında bu tarihsel kaostan bir çıkış yolu var mı? Burada Türkiye’nin rolü ne olabilir? Kendi kültürümüzle olan bağlarımız bir çıkış yolu olabilir mi? Bir okuma biçimi olarak duygusal ve tarihsel avantajlara sahip miyiz? Mesela Ortadoğu’da, mesela Türkî Cumhuriyetlerde, mesela Avrupa’da…

Sömürgecilik bahsinde kültür ve zihniyet dönüşümünde öyle bir yön saptırması yaşandı ki, artık vertigo olmuş gibi ne dengemiz var ne yön duygumuz var ne kime tutunacağımızı biliyoruz ne de kime güvenebileceğimizi biliyoruz… Bir Müslümanın hayatındaki örneği Peygamberidir. Hayatı nasıl yaşayacağına dair pratik uygulamaları sergileyen başka kahramanlarımız da vardır. Kahramanlar hayatımızı yaşarken örnek alacağımız kimliklerdir. Onlar Kutup Yıldızı gibidir, karanlıkta bize yol gösterirler. Bilmediğimiz bir yoldaki trafik işaretleri gibidir, nerede sürat yapacağımızı, nerede yavaşlayacağımızı, nerede hangi şeye dikkat edeceğimizi belirten işaretlerdir. Eğer o işaretlere uyarsak kazasız yolculuk yaparız. Bize öyle bir dayatmada bulunuyorlar ki her şeyimiz perişan oluyor. Herkes kendisine bu soruyu sormalı: ben gerek 24 saatimi yaşarken, gerek 70-80 senelik hayatımı yaşarken kimi örnek alacağım? Gerçek şu ki: dilimizle farklı söylesek de uygulamamızla farklı bir tavır sergiliyoruz. İşte o da sömürgeciliğin belki de en tehditli çözümlemesi. Şunu unutmayalım: Herkes ölür, herkes ölecek, fakat herkes yaşamış sayılmaz. Bu sırrı kendimiz ya da çocuklarımıza mutlaka taşımak zorundayız. Eğer yaşamış olmak istiyorsak bu coğrafya üzerindeki planları, projeleri tespit edip, kendi köklerimizden beslenen bir hayat tarzını yeniden inşa etmeliyiz. Mutlaka kendi tarihî köklerimizden, kültürel köklerimizden beslenen bir hayat tarzı inşa etmeliyiz ve mutlaka kendi bilim ve teknolojimizi üretmeliyiz. İkisi birbirinden ayrı ve bağımsız olmaz. Bilim ve teknolojiden yoksun kültür ve medeniyet aciz, kültür ve medeniyetten yoksun bilim ve teknoloji ise çoğu kere zalimdir. Milyonlarca insan üzerine bombalar yağdıranlar bunlardır. Eğer bu topraklardan yeni bir nefes bekleniyorsa, bu ikisini beraber götürmek zorundayız. Biz sömürgecilik girdabına yüz yıldır dayanabiliyorsak demek ki hâlâ bir umut, bir imkân barındırıyoruz demektir.

 

Kaynak :

http://www.gonuldergisi.com/somurgeciligin-zihniyeti-ve-karanlik-tarihi-prof-dr-azmi-ozcan.html

Yazar
Azmi ÖZCAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen