Burjuvanın Dönüşümü: Arayışlar, Elitler ve Türkiye Ekonomisi

Burjuvanın Dönüşümü: Arayışlar, Elitler ve Türkiye Ekonomisi[i]

 

Dr. Ali FİDAN[ii]

Burjuva ve Elitin Sosyolojik Anlamı ve İçeriği

Sözlüklerde “burjuva” kelimesi için “orta yönetici sınıftan olan, el işçiliği yapmayan in­san” “burjuvazi” sözcüğü içinse “kapitalist rejimde üretim araçlarını elinde bulundu­ran egemen sınıf” betimlemesi yapılmaktadır. Bu tanımlamanın ilk bölümü bir birey tipolojisini, ikincisi ise toplumsal bir türü ifade eder (Borlandi, Boudon, Cherkaoui, &Valade, 2005). W. Sombart’ın burjuva tanımının ifadesi ise girişimcidir. Bu sosyal kategorideki müteşebbiste bulunması gereken özellikler ise düşünce kıvraklığı, ileri görüşlülük, zekâ keskinliği, çabuk düşünebilme, kesin ve hızlı karar alabilme, konunun özünü kavrayabilme ve dünyayı iyi tanıyan fırsatçı (opportunist) olmaktır (Sombart, 1913). Toplumsal “ruh hâli” olarak burjuvazi kategorisine dâhil olmak ise sosyal ve sınıfsal sürekliliği ifade eder. Bu an­lamda burjuvazi; zenginliğin, modanın, mesleğin, ahlaki, entelektüel ve estetik eğitimin, kendi çevresine sınırlar çizmenin ve layık olduğunu düşündüğü seviyede kalmanın araçla­rını sağlayan toplumsal bir sınıf analizidir (Borlandi et al., 2005).

Burjuvaziye (bourgeoisie) zaman içerisinde verilen farklı anlamlara bakıldığında bu sosyal kategorinin ortak özelliğinin, kapitalist düzende üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ile çıkarları bunlara bağlı olanların oluşturduğu, katmanlı toplumsal bir sınıf olduğu görülür.

Orta Çağ’da köylü ve asilzadesi olmayan hür şehir (burgh) vatandaşı anlamında 16. yüzyıla ait Fransızca kökenli olan kavramın anlamı; başlangıçta aristokrat ve işçi sınıfları arasında kalan orta sınıfı gösterirken kapitalizmin gelişmesi ve aristokrat sınıfın ortadan kalkması üzerine genişlemiştir. Bugün yalnız büyük toprak sahipleri, sanayici, bankacı ve tüccarları değil, aynı zamanda serbest meslek sahiplerini, memurları, küçük esnaf ve zanaatkârlar ile genel olarak bütün mülk sahiplerini, çıkarları üretim araçlarına sahip olanlarla özdeş olan bütün bireyleri ve grupları kapsamaktadır (Kirman, 2004). Bu toplumsal kategori üzerinde önemli bir çalışma yapan Sombart’a göre ise çalışma hayatına girmiş olan burjuva artık dö­nüşen bir yapı içerisindedir. Yani burjuva olmayan kişi yaşamaktan keyif alıp dünyayı göz­lemlemeye, düşünmeye zaman ayırırken; yeni burjuva zamanını düzenlemek, yetiştirmek ve öğretmekle geçirmektedir. Buna göre burjuva her olgun kapitalist girişimcinin kendisiyken Sombart toplumsal kategori çıtasını biraz daha yükseltir. Mesela ona göre tüccar ve zanaatkâr burjuva değildir, aklına esen herkes burjuva olamadığı gibi bazı özellikler kalıtsaldır (Sombart, 1913).

Burjuva toplumsal kategorisinin gösterdiği sosyolojik heterojenlik, bunun yanı sıra onu be­lirten sözcüğün görece belirsizliği, aynı şekilde burjuvazi kavramının da sosyolojik analizde muğlak bir yer işgal etmesinin nedenini açıklar. Sombart’ta burjuvanın değişen semantiğine olan güçlü bir vurguyu da görmekteyiz. Nitekim o, burjuva söylemi söz konusu olduğunda haklı olarak şu soruları sorar: “Eski tarz burjuvazi”den mi yoksa modern girişimciden mi söz ediyorsunuz? “Büyük burjuvazi”nin iş adamlarından mı yoksa hukuk ve tıp insanlarından mı, “spekülatörlerden mi yoksa “rantiyelerinden mi söz ediyoruz? (Borlandi et al., 2005).

Burjuva/burjuvazi kronolojisi iyi incelendiğinde görülür ki bu kategoriye mensup olanlar mal varlığına rağmen asillere tanınan haklardan faydalanamadığı için derebeyliği seveme- miştir. Bu sosyolojik tepkisellik de Kıta Avrupası’nın kaderini değiştirmiştir. Yani Avrupa’nın gelişmesi; kalkınmacı, girişimci, mücadeleci ve pervasız kişilerin meydana getirdikleri paralı bir sınıfın -burjuvazinin- itici gücüyle gerçekleşmiştir (Cem, 2010). Avrupa’da gerçekleşen sermaye birikimi, hem sivil bir toplumun ortaya çıkmasına hem de sanayileşmenin nimet­lerinden yararlanan sosyal bir devletin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Aynı şekilde, ticaret burjuvazisi bir yanda siyasal iktidarın tahakkümünü sınırlarken diğer yanda özgür ticaret merkezlerinin ortaya çıkmasına da öncülük etmiştir (Duman, 2007). Bu anlamda Batı bur­juvazisi elinde biriken sermayeyi kullanmasını iyi bilmiştir. Batı’nın kendine özgü koşulları, bu kalkınma yöntemini mümkün kılmış, toplam gelirin artması ve işçi sınıfının güçlenmesi kitlelerin yaşam düzeyini yükseltmiştir (Cem, 2010). -Karl Marks’ın şiddetle karşı çıktığı- bur­juva yaşam şeklinin işçi sınıfı arasında yaygınlaşma süreciyle ise burjuvalaşma meydana gelmiştir (Marshall, 1994).

Burjuvanın yanı sıra geçtiğimiz yüzyılda araştırmalara konu olan bir başka sosyal kategori ise elit kavramıdır. Elitin -aynı şekilde- tek ve küresel bir tanımlamasının bulunduğunu söy­lemek imkânsızdır. Sözlük anlamına baktığımızda “elit” kelimesi, köken olarak Latince “eligre” “electa” sözcüklerinden türemiş Fransızcadaki “élite” sözcüğünden dilimize geçmiştir. Genel anlamda “elit” kavramı, toplumsal yapı içerisinde en üst tabakaya mensup bireyleri tanımlamada kullanılır. Elit üst tabakaya mensup olabileceği gibi alt toplumsal tabakaların içinden de yükselebilen kimseler olabilir. Ayrıca elit, kapitalist sınıf veya üst toplumsal sınıf üyeliği anlamına gelmez. Üst sınıfın yanı sıra orta sınıf veya işçi sınıfından bireylere de şa­mildir. Ekonomik unsurlara ulaşmada fırsat eşitliğini esas alan “demokratik elit”, yalnız halkla varlığını sürdürebilen “demo-elit” elitler arası iletişimi sağlayan “sub-elit”, kendi varlığı dışın­da alt elitlerin varlığını kabul edebilen “plüralist elit” ve elitlerin eliti olan “anahtar elit” gibi türleri mevcuttur (Arslan, 2007).

Elit kategorisinin zaman içerisinde değiştiği gibi toplumdan topluma da tamamen ayrı özellikler gösterdiğini ifade etmek gerekir (Manisalı, 2004). Kısa aralıklar dışında toplumları her zaman bir seçkin azınlığın bireyleri yönetmiştir (Pareto, 1901). Ayrıca elitler maddi varlıklarıyla toplumsal kararları da şekillendirme ayrıcalığını ellerinde tuttuklarından; karar mekanizmalarının etkinlik derecelerinin kesiştiği noktalar olan siyaset, ekonomi, askeriye, yargı, eğitim ve medyada söz sahibidirler (Arslan, 2007).

Elitin etkisi ve yetkisi sadece sınırlı bir alanı teşkil etmez. Bilakis elitler kurumsal iktidara sa­hip, sosyal kaynakları kontrol eden/edebilecek konumda bulunan, toplumsal karar verme sürecini doğrudan ya da dolaylı olarak ciddi bir şekilde etkileyebilen, karşıtlarına rağmen isteklerini yerine getirebilen bireylerdir (Arslan, 2007). Elit diğer adıyla seçkin, aynı zamanda piyasa ekonomisine katkıda bulunan, parayı iyi değerlendiren toplumsal bir aktördür (Ma­nisalı, 2004). Seçkin azınlık kendi bünyesinde her daim olumlu vasıflar taşıyan bir manzara teşkil etmeyebilir. Söz gelimi egemen, varlıklı azınlık, lüks ve gösteriş humması içindeki ya­şam biçimini diğer sosyal gruplara aşılayarak iktisadi kaynakların etkin ve verimli olmayan dal ve alanlara yönlendirilip israf edilmesine yol açan toplumsal bir kategori olabilmektedir (Tabakoğlu & Kurt, 1987). Bu özelliğiyle seçkin; -Agustinus’un burjuva yaşamını bekleyen en büyük düşmanı olarak gördüğü- savurganlık, şehvet ve harcama tutkusuna (luxuria) her zaman düşebilecektir (Sombart, 1913). Burjuvalaşma ile benzer süreçler zinciri elit sosyal kategorisi için de geçerlidir.

Meseleyi kısaca izah edecek olursak; kapitalist toplumlarda burjuvazi, proleterya, küçük burjuvazi, lümpenproleterya, köylüler, toprak sahipleri gibi sınıfsal ayırımları ifade eden sıfatlar mevcuttur. Yani her toplumsal kategori farklı anlam yüklü içeriğini bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda burjuva sınıf teorisinde sahiplik ve kontrol vardır, elit sos­yal kuramında ise itibar, güç ve etki söz konusudur (Arslan, 2007). Burjuvanın oluşumunda ekonomik etkenler varken -Pareto’da da gördüğümüz gibi- seçkinlerin dolaşımında dinî eğilimler de bir o kadar önemli olabilmektedir. İşte burada iktisat olayının içerisine insan faktörü ile birlikte din de girer. Söz gelimi toplumsal krizlerin yaşandığı dönemde yükselen dinî değerlerin yoğunluğu ilk planda eski seçkini yerinden ederken yeni seçkini gün yüzü­ne çıkarır. Bu tür bir geçişler zinciri ise aciz ve güçsüzün, nüfuzlu ve kuvvetliye karşı haklı çıkması olarak görülür. İşte bu, insanlık tarihinin hiyerarşik seçkinlerinin durmadan devam eden yer değiştirme kronolojisidir (Pareto, 1901). Burjuva ve elit toplumsal kategorilerini kı­saca betimledikten sonra bu toplumsal kategorilerin Türk toplumu tarafından nasıl tecrübe edildiğini görmek faydalı olacaktır.

 

Yeni Bir Toplum Modeli Denemesi: Tanzimat ve Sonrası

1789 Fransız İhtilali’ni meşrutiyetin zaferi olarak kabul etmek; bundan böyle devlet erki ve siyasi uygulamalarının yalnız kralın kararlarıyla değil meclisleri dolduran sermaye sahiple­rinin de ekonomik çıkarlarına göre alınması anlamını taşımaktadır (Cem, 2010). Bu tarihsel devrimden sonra Batı’da, devlet-toplum, iktidar-muhalefet ve asker-sivil gruplar arasında ilişkiler karşılıklı uzlaşma temeli üzerine biçimlenmeye başlamıştır. Ancak Batı’da devlet toplumun can ve mal güvenliğini korumak ve kollamakla mükellef iken, Osmanlı’da bu haklar devletin kullarına bahşedebileceği ayrıcalıklar olarak görülmüştür. Nitekim Osmanlı yönetimi, ümmetinin can ve mal güvenliğini ancak Tanzimat Fermanı (1839)’yla bahşetmiştir (Duman, 2007). Meşrutiyetin ilanına kadar kademe kademe verilen sosyal haklar -azın­lıkların hakları da dâhil- Osmanlı toplumsal düzeninde telafi edilmesi mümkün olmayan farklı cereyanlara sebep olmuştur. Nitekim Tanzimat’tan itibaren bağımsızlıklarını ilan eden azınlıkların varlığı ve milliyetçilik akımının sosyolojik neticeleri Osmanlı’yı zor durumda bı­rakmıştır. Biz burada Osmanlı’nın iktisadi yapısı ile sosyoekonomik oluşumları genel olarak tespit etmeye çalışacağız.

Osmanlı’da devlet, bürokrasi ve saray çevresi, iktisadi birikime ve artı değere el koyarak ba­ğımsız bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasına müsaade etmemiştir (Duman, 2007). Müsa­dere ortamının varlığı Osmanlı toplumunun burjuvalaşmasının önündeki en büyük engel­lerden birisi olmuştur (Cem, 2010). Sosyoekonomik ve sınıfsal bir yapılanmayı önleyen bu sistem, statik bir toplum yapısının da sınırlarını belirlemenin diğer adıdır. Ancak Tanzimat ile birlikte azınlıklara verilen sosyal haklar -bilhassa özel mülkiyetin tanınması- ticareti elinde bulunduran gayrimüslim tüccarları devletin eli altındaki “müsadere” unsurundan da koru­muştur (Göçek, 1999). Bu sayede yeni ekonomik zümrelerin oluşumunun da önü açılmıştır. Biz bunu Osmanlı tecrübesinde görmekteyiz. Sosyopolitik bir değişim olarak Tanzimat, ikti­sadi bir değişim ve dönüşümün de habercisi olmuştur. Ancak Osmanlı o güne kadar -Batı’da olduğu gibi- ne milli bir ekonomi anlayışı geliştirebilmiş ne de milli sermayeye dayanan bir sınıf yaratabilmiştir (Duman, 2007).

Batılılaşma hareketleriyle birlikte Batı tipi kurumları getirecek ve kendisine bağlı olacak bir bürokrat zümre yetiştirmeyi hedefleyen Osmanlı hanedanları, farkında olmadan Batı for- matında şekillenerek gün geçtikçe kendilerinin bile dokunamayacağı beşerî kaynaklar ya­ratan bürokratik bir burjuvaziyi meydana getirmiştir (Göçek, 1999). Osmanlı’da Müslüman nüfus içerisinde oluşan bu yeni zümre Jön Türklerdir. Bu kesim ortaya çıkışından yarım asır sonra Kemalistlere katılacak ve ekonominin Türkleşmesini yani millileşmesini hızlandıracak­tır (Keyder, 2001).

Osmanlı Döneminde Türkler çeşitli tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı ekonomik ha­yat içerisinde endüstriyel ve ticari etkinliklerden genellikle uzak durmuştur. Bu durum aynı zamanda toplumsal aktörler olarak yönetici zümrenin de kimliğini ortaya çıkarır. Söz gelimi Osmanlı’nın son dönemlerinde bilhassa yöneticilerde “Balkan etkisi” küçümsenemeyecek ölçüde mevcuttur. Devşirme sistemiyle Osmanlı toplum yapısı içerisinde eskiden beri siyasi ve askerî elitlerin varlığı bir gerçekliktir (Arslan, 2007). Yönetici kesimle birlikte iktisadi faali­yetleri daha düşük toplumsal katmanların (gayrimüslim reayanın) meşguliyeti olarak gören Osmanlı hanedanının en önemli gündemi ise; iktidarı sembolize eden asker ve vergilerin merkeze düzenli bir şekilde ulaştırılması olmuştur (Arslan, 2007; Duman, 2007). Kozmopolit toplum yapısında ise burjuva sınıfını gayrimüslimler (Ermeni, Yahudi, Levanten ve Rumlar) teşkil etmiştir (Boratav, 2008; Duman, 2007). Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da yaşa­nan endüstriyel gelişmeler karşısında Osmanlı şehir esnafı zor durumda kalmıştır. Levanten Batı tüccarları yaptıkları ayrıcalıklı ticari antlaşmalarla yerel pazarları ele geçirmeye başla­mıştır. Bunun neticesinde ise şehirli zanaatkâr zümrenin ekonomik gücüyle birlikte zaten az olan siyasal etki ve ayrıcalığını da kaybetmesi söz konusu olmuştur. İşte bu sosyoekonomik kırılma; Avrupa burjuvazisini yaratan gelişmelerin Osmanlı coğrafyasında büyümesini en­gellemiştir (Cem, 2010). Bunun tüccar-devlet ilişkisi bağlamında örneklerine de rastlayabili­riz. Batı’daki burjuva patlayışı sonucu devlet iktisaden egemen güçlerin mülklerini koruyan bir jandarma görünümüne bürünürken Osmanlı’da devlet burjuva toplumuna set çeken ve bu nedenle topluma sanayileşme yeteneği vermeyen bir baraj olmuştur. İşte ekonomik farklılığın olmadığı Osmanlı toplumunda devlet ile bireyi ayıran tampon bir kuruluşun yani esnaf ve zanaatkâr kanattan bir burjuvanın oluşamaması bu nedenlerden ileri gelmektedir (Yücekök, 1976).

Osmanlı toplumuna hâkim olan cemaatçi yapı her şeyi “devlet baba”dan beklemeye itmiş olabilir (Cem, 2010). Birey ile devlet arasına tek taraflı mesafe bırakan bir bürokratik anlayış toplumu farklı mecralara yönlendirebilmiştir. Devleti kişi çıkarları lehinde etkileyecek ve ki­şiyi devlete karşı koruyacak ikincil grupların yokluğu da toplumu kendi kabuğuna hapset­miştir. Bu nedenle Osmanlı toplumunda halkın aradığı koruyucu sığınak ümmet yapısı ve ona bağlı tarikatlar olmuştur (Yücekök, 1976). Geniş halk kitlesinin sosyoekonomik durumu kapalı bir ekonomiyi çağrıştırırken 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devlet yöneticileri pratik ve pragmatik bütün çözümleri görünüşte toplum için ama topluma rağmen devreye sokmuştur. Bu durum aslında II. Abdülhamit’ten bu yana yöneticilerin halka karşı tutum­larını da kısmen izah eder. Artık Türkiye coğrafyasında kapitalist devlet anlayışı çok rahat genişleme imkânı bulabilecektir (Tabakoğlu & Kurt, 1987). Bu anlamda Türkiye’de “milli iktisat”, “milli burjuvazi” düşüncesi Osmanlı’nın dağılma sürecine girdiği ve İttihat Terakki­nin iktidara geldiği dönemde -II. Meşrutiyet Döneminde- gündeme gelmiştir. Döneminin on yıllık iktidarında İttihat ve Terakki (1908-1918), yabancı şirketlere tanınan ayrıcalıkları, kapitülasyonları kaldırmış, yeni iş kollarının açılmasını sağlamak amacıyla mesleki eğitim okullarını açtırmış ve milli bir banka kurdurmuştur (Duman, 2007). Bu gelişmelere ek olarak dikkat çekici bir şekilde İttihatçıların 1908’de II. Abdülhamit’i tahttan indirmelerine “burjuva devrimi” denilmiştir (Özel, 1994). Hakkı teslim etmek gerekir ki ittihatçıların yenilikten anla­dıkları Batılılar gibi güçlü ve kapitalist olmak için tek yolun “devrim” olduğu ve bunun algı­lanış biçiminin hayata geçirilmesi gerektiğidir. Nitekim öyle de olmuştur. Ancak devrim özü itibarıyla bir burjuvayı gerektirmekte ve sonraki yıllarda göreceğimiz gibi Cumhuriyet’in erken dönemlerinde bu kategoriye Türk toplumu sahip değildir/olamamıştır (Özel, 1994).

 

Osmanlı Mirası ve Yeni Türkiye’nin Cumhuriyet Burjuvazisinin Kronolojisi

Osmanlı’nın dağılmasıyla birlikte boşalan topraklar üzerinde yeni bir siyasi yapı kurma ça­basında olan her topluluk gibi yeni Türkiye’yi kuran topluluğun da hem askerî başarılara hem de siyasi meşrulaştırıcılara ihtiyacı olmuştur (Cem, 2010). Milli burjuvaziyi oluşturmak için öncelikle sistemin burjuvaziye uygun bir hâl alması gerekmiştir (Alpay, 2008). 1920’de Türkiye için hedeflenen ekonomi parametreleri, kalkınmada öncelikli yerlerde dinî ve milli anlamda müreffeh bir coğrafya oluşturma çabasını gütmektedir (Kırbaşlı, 1973). Yine Ata­türk’ün 1928’de hazırlatılmasını istediği “Türkçe Hutbe” adlı yayında, onun Türk toplumuna vermek istediği mesajların da işlevsel bir boyutunu görmekteyiz. Ana hatlarıyla ekonomik anlamda güçlü bir toplum ideali, çalışmanın önemi ve değeri, ticaretin bereketi gibi ko­nuları içeren hutbelerin vermek istediği mesajların bir boyutu da yeni bir milli burjuvaziyi oluşturma çabasıdır (Usta, 2005). Şimdi Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya çıkan serencamı bir örnekle ve olması gereken ile olanı ortaya koyarak izah cihetine gidelim. Savaş sonrası Japon modelinde devlet eliyle birlik ve beraberliğin sağlanması için pek çok gönüllü orga­nizasyon kurulurdu. Bu STK’lar devlet eliyle kurdurulup ilgili bakanlıklarla koordineli olarak faaliyet göstermekteydi. Temel hedefleri “ferdiyetçiliğin gelişmesini” engellemekti. Savaş gazileri birliği, çiftçiler birliği, dinî birlikler vb. Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’de böyle bir çalışmanın olmadığını görmekteyiz (Tabakoğlu & Kurt, 1987). Buna karşın ileriki yıllarda, görülecektir ki Türkiye ekonomik anlamda savaş borçları ve dönemsel olarak ortaya çıkan iktisadi bunalımlarla yoluna devam etmek durumunda kalacaktır (Cem, 2010). 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı mirası -yani geleneksel idari ve kurumsal yapıyı- aynen muhafaza ederek “merkezî iktidar anlayışını” daha katı biçimde uygulamaya koymuştur (Duman, 2007). Bu yıllarda Türkiye’de milli bir burjuvazi yaratma projesi, sanıldı­ğı gibi milli sermayeyi artıran, özel teşebbüsü harekete geçiren ve ulusal kökenli ekonomik bir düzenin altyapısını oluşturan kamusal hedeflerden ziyade, asker ve sivil bürokrasinin palazlanmasını sağlayacak türden özel girişimlere sahne olmuştur (Duman, 2007). Buna ek olarak 1914-24 arası -savaş ekonomisi fırsatıyla genişleme imkânına rağmen- Müslüman bir burjuvazinin eksikliği, ortaya çıkamayışı bürokrasinin iktidarını korumasının devamını sağlamıştır (Keyder, 2001).

Cumhuriyet’in ilk yıllarında sosyoekonomik yapılanmayı; İstanbul tüccarı, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, milli mücadeleye katılan subaylardan sonraları memleketi kalkındırmaya so­yunanlar, mebuslar ve bürokrasinin üst kademeleri oluşturmuştur. Hiyerarşik ve bürokratik yapıyı meydana getiren bu zümreler uzun süre birbirini destekleyerek tamamlayacak ve ekonomik faaliyetlerin kilit noktalarını elinde tutmaya çalışacaktır (Cem, 2010).

Elbette yeni kurulan Cumhuriyet’in ilk elitlerinin askerî kanattan olması doğaldır (Arslan, 2007). Bunun yanında iktidara ortak olarak din adamları, eski İttihatçılar ve bürokratların da varlığını görmekteyiz (Özel, 1994). İlk TBMM’deki sandalye dağılımı bize bunu özetlemek­tedir. Sosyolojik açıdan ilk parlamentoya bakıldığında kamu çalışanı sayısı 125, belediye görevlisi 13, asker 53 (10 tanesi paşa), din adamı 53 (14 tanesi müftü), aşiret reisi 5, tüc­car 40, çiftçi 32, avukat 20, gazeteci 1, mühendis 1, zanaatkâr 1’dir (Arslan, 2007). Oranları değişmekle beraber bu bürokratik oluşum, görevini 1939 İnönü Dönemine kadar yerine getirecektir (Cem, 2010).

Cumhuriyet’in ilk yıllarına dönecek olursak, ana hedef olarak milli bir burjuvazi oluşturma maksadıyla,1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nin toplandığını görürüz. Bu toplantının amacı yerli müteşebbislerin zenginleşmesiyle memleketi “devletçilik” ilkesi etrafında top­layarak yabancı müteşebbisi saf dışı bırakmaktır (Cem, 2010). Ancak Kurtuluş Savaşı’nı mü­teakip ilk on yıl içerisinde Türkiye ekonomisinde yabancı sermayenin (ticari/sınai yatırım ve finansman olarak) rolü azalmak bir yana aksine ciddi bir biçimde artış göstermiştir (Özel, 1994). Böyle bir tablonun ortaya çıkışı birden fazla sosyopolitik faktörün neticesidir. Tarım­da toprak reformunun gerçekleştirilememesi bunların başında gelir. Zihinlerde daha net olacak şekilde izah edersek; Atatürk Döneminde Osmanlı’dan kalan tarımdaki ağalık düzeni ve sosyal bünyeyi değiştirmeye yönelik somut bir çabanın gösterilmediğini söylemek gere­kir (Cem, 2010). Buna ek olarak ağa, eşraf ve milletvekili baskısı Cumhuriyet’in ilk yıllarında toprak reformlarının istenilen düzeyde yapılmasını da engellemiştir (Duman, 2007). Ayrıca özel sektörün Cumhuriyet’in ilk yıllarında kendisinden bekleneni gerçekleştirememesi de bir başka nedeni oluşturur. Bütün bunlara yetersiz iç tasarruf, iş adamları sınıfının yokluğu, teknoloji yoksunluğu, yabancı sermayeye sınırsız şüphe de eklenince durum içinden çıkıla­maz bir hâl almıştır (Güner, 1978).

Cumhuriyet’in ilk on yılı içerisinde yönetici sınıf ile birlikte 1920’lerde yeni gelişmekte olan burjuvazi siyasi iktidara eklemlenme ümidini taşısa da 1929 dünya ekonomik bunalımı bu hayalleri suya düşürmüştür (Keyder, 2001). Türkiye’nin iş dünyası elitlerinin -Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi- büyük çoğunluğunun, daha o dönemlerde bile, varlıklı ailelerin çocukları olmayışı bu durumu özetler (Arslan, 2007). 1929 dünya krizinin arkasından 30’lu yıllarda Tür­kiye devlet eliyle bir milli sanayileşmeye gitmiştir. Ancak bu oluşum devletin yarattığı imkân­lardan yararlanan aracı faaliyetlerin ve özellikle ithalata dönük bir ticari kapitalizmin geliş­mesinden öteye gidememiştir (Alpay, 2008). Bunun anlamı şudur ki gerek Osmanlı gerekse de Cumhuriyet’in erken dönemlerindeki iktidar seçkinleri, kendi varlık alanlarından bağımsız gelişebilecek her türlü sivil oluşumlara karşı durduğundan, devletin dışında özerk bir girişim­ci sınıfın (burjuvanın) ortaya çıkmasını engellemiştir (Duman, 2007). Siyasi anlamda ise Ke­malist hükümetin sosyoekonomik çaba ve etkinlikleri; Türk toplumunun daha önce hiç aşina olmadığı yeni bir iktidar yapısı ve toplumsal hiyerarşi ortaya çıkarmıştır (Arslan, 2007). Yani Türkiye’de ulus-devletin kurucu kadroları, güçlerini burjuva sınıfından değil, göbek bağıyla bağlandıkları bürokratik devlet geleneğinden almaktadır. Bunun Türkiye’ye has açılımı şu­dur: Burjuva devlet, burjuva toplumundan önce doğmuştur. Bir resmî ideoloji olarak devletçilik ise mevcut düzeni devam ettirmek şeklinde anlaşılmıştır (Duman, 2007).

Bir önderler, idealistler topluluğu olarak ortaya çıkan “Kadro Hareketi” (Aydemir, 2003), 1932-34 yılında neşrettiği sayılarının tümünde devlet elindeki bir ekonominin varlığını şid­detle savunmuştur. Buna göre tüccar geri çekilecek bütün ekonomik işleri devlet yapacaktır (Güner, 1978). Bunun doğal neticesi olarak Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında dinamik rolü üst­lenip öncülük yapan kapitalist ve ulusal burjuvazinin oluşumu mümkün olmamıştır (Arslan, 2007). 1940’lara kadar bürokratik, siyasi, ekonomik, yargı ve askerî elitlerin sistematik bü­tünlüğü toplumun iktidar yapısını oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na tekabül eden bu dönemde, savaşa girilmemesine rağmen meydana gelen ticari atmosferde Türk kapitalist sınıf toplum hayatında yavaş yavaş boy göstermeye başlamıştır (Arslan, 2007). Ancak savaş yılları Türkiye’de ticaret burjuvazisinin ve piyasaya yönelik büyük toprak unsurlarının aşı­rı güçlendiği başıboş bir vurgun ve zenginleşme ortamının geliştiği bir dönem olmuştur. Bilinçli zenginleştirme politikalarından daha çok nasibini alan grup Türk ticaret burjuvazisi olmuştur (Boratav, 2008). İster seküler isterse Müslüman burjuvazi olsun her iki çıkar grubu da -savaş öncesinde elde ettikleri gelir bir yana- savaştan sonra STK kurma yerine bürokrasi ile uyumlu olarak yeniden para kazanma yollarını aramıştır (Keyder, 2001). Zaten 1942’de dönemin Başbakanı Refik Saydam savaş krizi nedeniyle rant elde etmek için çabalayan tüc­carları sert bir dille uyarmıştır (Cem, 2010).

İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’de meydana getirdiği ekonomik darlığın bir neticesi olarak Türk toplumu harp yıllarının yoksulluğunu ve devlet kapitalizminin acı baskısını unutmak için sosyoekonomik gelişmeler karşısındaki beklentilerini Demokrat Partiye umut bağlaya­rak göstermiştir (Yücekök, 1976). Yine 1948 yılında Ahmet Hamdi Başar öncülüğünde “Tür­kiye İktisat Kongresi” toplanmıştır. Bu kongrede ele alınan konuları iki ana başlık üzerinde toplamak mümkündür. Bunlardan ilki devlet, iktisadi anlamda kamu hizmetlerinde ince­leme, düzenleme ve denetlemeden sorumlu olmalıdır. Bu hizmetler dışında kalan tarım, ticaret ve sanayi alanlarından elini çekmelidir. İkinci olarak da yabancı sermayenin ülkeye girişi kısıtlanmalıdır. İşte bu kongredeki içerik DP iktidarının da yolunu çizmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası genç ana muhalefet partisi olarak Demokrat Parti, dinamik yapısı içe­risinde devletin ekonomik yapıya müdahalesini bu çerçevede anlamsız bulmaktaydı. Ancak 4 Temmuz 1948’deki Ekonomik İş birliği Anlaşması Marshall Planının Türkiye ayağı, dolaylı yoldan Türkiye ekonomisi üzerindeki ABD etkisini ifade etmekteydi. Devlet ekonomiden el çekerken yerli burjuvazi yerine ekonomide ülke dışı unsurlar söz sahibi olmuştur (Mortan & Çakmaklı, 1987). Bütün bu gelişmeler de süregiden burjuvazi arayışının devam etmesine sebebiyet vermiştir.

Türkiye’nin Cumhuriyet Devriyle sosyal ve ekonomik alanda eskiye nazaran hızlı bir deği­şim dönemine girdiği bu farklılaşma ve gelişme sürecinin 1950’lerden itibaren büsbütün hızlandığı söylenebilir (Yücekök, 1976). 1950’de iktidara gelen Menderes’in amacının bu bağlamda Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak olduğu ifade edilmektedir (Cem, 2010). Ezici bir çoğunlukla iktidar olan Demokrat Partinin ABD’den sağladığı dış borçlanmayla kısa sü­rede ekonomik başarı elde etmesi Marshall Planının iyi işlediğinin bir göstergesidir (Mortan & Çakmaklı, 1987). Bu tarihlerden itibaren yerli “burjuvazi” yavaş yavaş önce yabancıların elinden komisyonculuk görevini almış; sonra da ticarete hâkim olarak gitgide sanayiciliğin eşiğine gelmiştir (Cem, 2010). Bunun anlamı şudur ki kapitalist manada devlet-burjuvazi ilişkisi 1950’den sonra beklenen düzeyde gerçekleşmeye başlamıştır (Keyder, 2001). Bü­rokratik seçkinlerin özel sektörden beklentileri de gün geçtikçe artmaya başlamıştır. Ancak 1950-60 döneminde ağır sanayi, büyük elektrik santralleri ve barajların yapımı yine devlet tarafından üstlenilebilmiştir (Güner, 1978). 1958 yılında moratoryum ilan edilmiş ve dolar 2.80 TL iken 9 TL’ye ulaşmıştır. Bunun sonucunda ise Türk toplumu 2001 yılına kadar sürecek olan 376.6 milyon dolar borç yükünün altına girmiştir (Mortan & Çakmaklı, 1987).

1950-60 yılları arasında temsilî demokrasi tecrübesi ve 1960 yılında askerî darbe ile kesin­tiye uğrayan çoğulcu demokrasi, ilerlemeci Batılılaşmış seçkinler ile ordu arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirmiştir (Göle, 2002). Bilhassa 1960’lar seküler iç burjuvazinin oluşum yıl­larıdır. Çünkü geçen on yıl içerisinde yerli burjuvazi risk almamış ve siyasi otoriteden ola­bildiğince istifade edebilmiştir. 1965’ten itibaren Türk ekonomik yaşantısına büyük sanayi ve ticaret burjuvazisi ağırlığını koymuştur. Bu tarihten itibaren seküler burjuvazi ile birlikte ve daha dikkat çekecek derecede dine olan bağlılık, kaderci bir bağlanmadan ziyade daha rasyonel ve bilinçli bir burjuva ideolojisini doğuran bir sürece tekabül etmiştir. Dikkat çeki­cidir ki 1968 yılında en çok Ankara, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Denizli, Edirne, Eskişehir, İçel, İsparta, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Manisa, Sakarya, Samsun ve Zonguldak’ta esnaf dernekleri ve dinî dernekler mevcuttur (Yücekök, 1976). Toplumun ekonomik yapılanması­na tekabül eden kategorilerin böylesine manevi unsurlara yöneliş içerisinde bulunmaları bu yıllardaki dinî canlanma hareketleriyle de ilgilidir. Bilhassa 1960 sonrası Bediüzzaman’ın düşünceleri irdelenirse; onun bir yandan İslam teolojisini mistik özelliklerinden arındırmak- sızın kitlelerce benimsenebilir hâle getirmiş olması, teknoloji ve bilimi pozitif anlamda kul­lanma konusundaki teşvikleri özellikle esnaf ve sanatkârlar ile (yükselmekte olan) iş adam­larını içine alan orta sınıfları teşvik etmiştir (Mardin, 1995).

Seküler ve Müslüman burjuvazi iktisadi hayatın da getirdiği rekabet ortamının gerilimiyle mücadele ederken toplumun geri kalan kesiminin durumuna da değinmeden burjuva kro­nolojisini tamamlamak eksik kalacaktır. 1950’lerden 70’lere kadar kademeli olarak topraksız insan sayısının 600.000 oluşu, toprak ağalarının yanında barınamayan ve dağ kenarların­daki tarlaları işletmekle bile geçimini sağlayamayan insanların şehre göç etmelerini zorun­lu hâle getirmiştir. Bu da yeni palazlanan sanayi burjuvazilerinin ucuz işçi gereksinimini karşılaması anlamına gelmektedir (Cem, 2010). Göç alan kentler iktisadi anlamda ülkenin kalkınmasına bölgesel anlamda faydalı olmakla birlikte burjuva sosyolojisi perspektifinden yeni oluşumların da habercisi olabilmiştir. Bu şu anlama gelmektedir: Çok gelişmiş illerdeki esnaf dernekleri-dinî dernekler arasındaki yakın ilişki, gelişme ve kapitalistleşmeye karşı/ birlikte yeni örgütlenmelerin habercisidir. 1950-70 yılları arasında gelişen kapitalizm kar­şısında tutunamayan ve giderek kaybettiği çıkarlarını korumak için direnişe geçen küçük burjuvazinin tümünün dinsel bir cephe arkasında sosyoekonomik sisteme muhalefet et­tikleri bir gerçekliktir. Bu anlamda statü ve maddi kayıp küçük burjuvaziyi yeni arayışlara itmiştir (Yücekök, 1976). 1980’lere doğru gelindiğinde ise yavaş yavaş kentlileşen yerel burjuvaziler aralarındaki radikal çizgileri Türkiye’nin piyasa ekonomisi tecrübesinde daha belirgin hâle getirmiştir.

 

1980 Sonrası Yeni Elitler ve Seküler Burjuvazi

1980’ler Anadolu Kaplanları ve laik burjuvazi ile rekabetin kendini fark ettirdiği dönemdir (Haenni, 2005). Ancak her iki tür burjuvazinin de ortak yönleri yok değildir. 1980 sonra­sı liberal ve neoliberal dönemde varlığını perçinleyen her iki burjuvazi rekabetçi, atılımcı, yenilikçi, yaratıcı bir toplumsal aktör olmaktan uzaktırlar (Boratav, 2008). Bunda devletin ekonomiye müdahalesi ve bürokrasinin etki alanını genişletmesi, sosyal devletçilik adına kumanda ekonomisi uygulayan bürokrasinin yerini dönemsel olarak sağlamlaştırması da önemli bir etkendir (Mortan & Çakmaklı, 1987). Ama şu da bir gerçekliktir ki 1980 sonrası Türkiye’de sosyoekonomik ve politik kültür değişmiştir. Bu değişim sadece siyasi partilerin birbirleriyle olan mücadeleleriyle izah edilmemelidir. Söz gelimi adı geçen değişimi ve dö­nüşümü yeni toplumsal aktörler arası ilişkiler ve farklı toplumsal arayışlar olarak nitelemek daha doğrudur (Göle, 2002).

Son otuz yıllık süre içerisinde Türkiye’deki İslami elitler ve Seküler burjuvazi arasındaki çiz­giler daha da belirgin hâle gelmiştir. Turgut Özal’ın serbest piyasa ekonomisini Türkiye’de meşru kılması Anadolu tüccarının İstanbul burjuvazisine başkaldırmasına imkân tanımıştır. Çünkü 80’lere kadar İstanbul burjuvazisi devlet desteğiyle palazlanmış, pazarı kendi teke­linde tutmuştur (Özel, 1994). Özal’ın toplumsal platformda hedefi bir “homo economicus” yaratmaktır (Yılmaz, 2011). Ancak onun bu toplumsal projesini hem kurumsal hem de kim- liksel açıdan iki kategori gerçekleştirecektir. Artık Türkiye de iki tür sosyoekonomik elit ka­tegorisi vardır. Bunlar Kemalist devletin kucağında büyüyen laik kentsel burjuvazi-Ankara ve İstanbul’daki laik ekonomik elitler- ve bunlarla ters düşen Anadolulu, koyu muhafazakâr küçük tüccar sınıfıdır (Haenni, 2005).

Tarafsız bir dille ve sosyolojik açıdan ifade edilmelidir ki Türk toplumu 1980’lerden itibaren yeni bir zaman dilimine girmiştir. Piyasa ekonomisi bugünü “şimdiki” zamanı kıymete bindirmiştir. Türk toplumu parayla tanıştıkça bugünkü zamanı sevmiş; hemen bugün, şimdi ka­zanıp kendi hayatlarında tüketip statü sahibi olmaya girişmiştir. Siyasetteki zaman kavramı da piyasa ekonomisine paralellik göstererek değişime uğramıştır (Göle, 2002). 1980 sonrası “Milli Görüş” hareketiyle, Müslüman müteşebbisler ve Anadolu Kaplanları türü betimleme­lerle nitelendirilen dindar ve geleneklerine bağlı yeni bir müteşebbis kesim ortaya çıkmıştır. 1990’lara gelindiğinde bu sosyoekonomik kategori MÜSİAD ve sanayici iş adamları ve çe­şitli sanayici iş adamları dernekleri (SİAD) kanalıyla örgütlenerek toplumsal değişime İslami bir renk katmıştır (Çarkoğlu & Toprak, 2006). Böyle bir kurumsal kimliğin varlığı bir anlam­da daha önceleri 1971 yılında kurumsal kimliğini oluşturan TÜSİAD yapılanmasına da artık pastada bir pay sahibinin daha bulunduğu mesajını vermektedir. Sosyoekonomik açıdan ikili tarzda meydana gelen böyle bir oluşumun nedenini uzaklarda aramamak gerekir. Çün­kü Türkiye’deki dinî akımların sosyoekonomik kaynağını; kapitalizmin küçük proleteryayı ezmesi ile kurtuluşun İslami ekonomi rengi verilmiş iktisat politikaları ile düzeltilebileceği düşüncesi meydana getirmiştir. Bu fikirsel dönüşüm yeni yükselen zümrelerin dinamizmi­ni oluşturmuştur (Yücekök, 1976). Zaten böyle bir oluşumun politik yolunu açan T. Özal’ın liberalizmin sınır tanımayan meraklı, atak ve teknoloji, tüketim, mal, mülk, zevk gibi dünya nimetlerini ele geçirmek isteyen “yeni zengin” insan tipine karşı nefsine yenik düşmemiş ayrıcalık istemeyen laik ama ahlaklı bir Cumhuriyet muhafazakârı olarak tanımlandığı iyi bilinir (Göle, 2002). Özal döneminde de 1950-60 yıllarına benzer sloganların bulunduğunu görmekteyiz. Özal’a atfedilen ve belli oranda reklam içeren benzetmelerin “her mahalleye bir milyoner” ve “Benim memurum işini bilir.” benzeri pragmatist ifadeleri sanki 1980-90 dö­nemini özetler gibidir (Özdemir, 2006).

1990’lardan sonra İslami hareket kendi orta sınıfını, aydınlarını, profesyonellerini oluştur­muş ve bu kesimlerin giderek bireyselleşmesi, piyasa ekonomisi, medya ve sanat dünyası içerisinde yer almaları farklı bir değişimi de beraberinde getirmiştir (Göle, 2002). Bir zaman­lar seküler burjuvazinin ses merkezi olan medya (Boratav, 2008), artık ekonomide varlığını kanıtlayan yeni Müslüman elitlere de aracı görevi üstlenecektir. Her medya sektöründe ol­duğu gibi bu yeni oluşumda da kadın unsuru kendine yer edinmekten geri durmamıştır. İslami bir moda endüstrisinin ortaya çıkışı, İslami kıyafet modasının sergilendiği tesettür defilelerini beraberinde getirmiştir. Meselenin medyatik boyutunu da yeni İslami kadın kıyafeti dergileri -Âla Dergisi vb- gibi görsel unsurlar yerine getirmiştir. Neticede toplumumuzda sosyoekonomik varlığının yanında moda sektörünün de ağırlıklı olarak varoluş sebebini oluşturan kadın figürü de -toplumun diğer bireylerine nazaran- seçkin olma yö­nünde değişim atağına geçmiştir. Bunun neticesinde karşımıza zengin veya yeri geldiğinde zengin gibi görünmeye çalışan bir kadın tipolojisi çıkmıştır (Kuran, 2002). Geçmişe nazaran 90’lı yılların daha belirgin bir kimliğe sahip oluşunu Türk toplumunun sosyoekonomik sü­reçlerinin kültürel içeriğini İslami sivil bir canlanmanın belirleyici oluşunda aramak gerekir (Özdemir, 2006). Ancak bu süreci global parametrelerden ayrı düşünmemek gerekir. Çünkü Türk toplumunda seçkin azınlığın kimliği ister seküler isterse de dinî içerikle yoğrulmuş ol­sun; geriye kalan yıllarda bütün sosyoekonomik gelişmeler küreselleşme paradigmalarının hâkim öngörüleriyle şekillenecektir. Bu her iki burjuvazinin hem popüler hem de tüketim kültüründen kendi ölçüsünde nasibini alacağı anlamına gelir. Neticede toplumumuz hızla akan bu sosyokültürel süreçte kendi iç dinamikleriyle hareket etmezse; görsel medya ve magazin konularının hayati meseleleri ikinci plana ittiği sanal bir toplum hâline dönüşebilir (Erkal, 1994).

 

Sonuç Yerine

Osmanlı Devleti 19. yüzyıldan itibaren önceki asırlardan devralmış olduğu yavaş işleyen sosyoekonomik yapılanmayı daha fazla taşıyamamıştır. Dönemsel kronoloji aralığıyla ye­nilik adına yapılan 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 I. Meşrutiyet ve 1908 II. Meşrutiyet olumlu neticeler vermemiştir. Bu yenilenme çabalarının bir boyutu da toplumsal bir proje olarak “yerli burjuvazi” oluşturma gayesi taşımasıdır. Ancak Cumhuri­yet tecrübesi de bize gösterecektir ki -Batılı anlamda- Türk toplumu böyle bir toplumsal aktöre sahip olamamıştır. Yine Cumhuriyet Dönemi ekonomi parametreleri 1980’lere kadar bir sistem içerisinde ifade edilecek olursa; 1923-1932 Özel Sektöre Bağlı Kalkınma Döne­mi, 1933-1938 Devletçilik Dönemi, 1939-1950 Savaş Dönemi, 1950-1960 Demokrat Parti dönemi, 1960-1963 Hükümet Darbesi Dönemi, 1963-1978 Planlı Kalkınma Dönemi olarak tasnif edilebilir (Güner, 1978). Kısaca verdiğimiz bu kronoloji içerisinde her dönem, sosyoe­konomik anlamda kendi seçkin kategorisini bir dereceye kadar üretebilmiştir. Osmanlı’dan günümüze kadar Türk toplumunda bir burjuvaziden söz edilecekse bunun Batı gibi kendi dinamiklerinden değil devletten desteklenerek meydana geldiği aşikârdır (Boratav, 2008).

1980’lerden itibaren liberal ekonomiye geçişle birlikte fark edilir derecede Türk toplumun­da yeni elit oluşumlarının meydana geldiğini görmekteyiz. Haddizatında Türk toplumunda eskiden beri orta sınıf burjuva deneyimi yaşanmadığı için Batılı tarzda bir elit tanımı yap­mak zor gibi görünmektedir. (Manisalı, 2004). Ancak 1990 sonrası neoliberal gelişmeler ve göreli özgürlük ortamı küresel ekonomilerde dinî vurguyu hissettiren bir döneme şahit ol­muştur. Türk toplumunda da 80’lerden itibaren oluşturulmaya çalışılan “homo economicus” 90’lı yıllara gelindiğinde “homo İslamicus” ile karşı karşıya gelmiştir. Bu iki ekonomi katego­risinin elitlerinin anlamı ve içeriği ister dinî ister seküler mahiyette olsun yeni bin yılda Türk toplumunun her anlamda değişim yaşamasında aktör olacağı bir gerçekliktir.

Önemli olan Türk toplumunun çok hızlı değişen sosyoekonomik parametrelere “bilinç kırılması” yaşamadan nasıl adapte olacağıdır. Aktör odaklı yaklaşımdan bakıldığında ekonomi elitlerine bu noktada büyük vazifeler düşmektedir. Bencil insanlardan oluşan bir elit zihni­yetle hareket eden ticaret ehli yarın bir gün devlet erkânı olursa kamu yararını nasıl düşü­nebilir (Yayla, 2007). İşte bu noktada toplumsal bir kurum olarak din, işlevsel bir rol üstlene­bilir. Çünkü din yapısı itibarıyla bir yandan iktisadi insanı şekillendirirken diğer yandan da maslahat söz konusu olduğunda, genellikle kamu yararına olan şeyleri ferdin menfaatine ters dahi olsa daha önde tutan toplumsal bir kurumdur. Bu hâliyle din mefhumu siyasi, eko­nomi elitlerine şamil olduğunda pratik manada toplumumuzun önündeki bir dizi eşitsizlik­ler, haksızlıklar ve adaletsizlikler de azalma gösterebilecektir.

Kaynakça

Alpay, Y. (2008). Türkiye ekonomi tarihi. İstanbul: Akademia Yayınları.

Arslan D. A. (2007). Elit sosyolojisi. Ankara: Phoenix Yayınevi.

Aydemir, Ş. S. (2003). İnkılap ve kadro (5. bs.). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Boratav, K. (2008). Türkiye iktisat tarihi (12. bs.). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları.

Borlandi, M., Boudon, R., Cherkaoui, M., & Valade, B. (2005). Sosyolojik düşünce sözlüğü (Çev. B. Arıbaş). İstanbul: İletişim Yayınları.

Cem, İ. (2010). Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi (3. bs.). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Çarkoğlu, A. & Toprak, B. (2006). Değişen Türkiye’de din, toplum ve siyaset. İstanbul: Tesev Yayınları.

Dawson, C. (2001). İlerleme ve din (Çev. Y. Kaplan & A. Doğan). İstanbul: Açılım Kitap.

Duman, M. Z. (2007). Türkiye’de burjuva sınıfının sosyal profili. Sosyoekonomi, 3(5), 33-46.

Erkal, M. E. (1994). İktisadi kalkınmanın kültür temelleri (4. bs.). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.

Göçek, F. M. (1999). Burjuvazinin yükselişi, İmparatorluğun çöküşü Osmanlı Batılılaşması ve toplumsal değişme (Çev. İ. Yıldız). Ankara: Ayraç Yayınevi.

Göle, N. (2002). Melez desenler İslam ve modernlik üzerine. İstanbul: Metis Yayınları.

Gönel, F. D. (2010). Kalkınma ekonomisi. Ankara: Efil Yayınevi.

Güner, A. O. (1978). Türkiye’nin kalkınması ve iktisadi devlet teşekkülleri (2. bs.). İstanbul: Damla Yayınevi.

Haenni, P (2005). Piyasa İslamı. (Çev. L. Ünsaldı). Ankara: Maki BasınYayın.

Keyder, Ç. (2001). Türkiye’de devlet ve sınıflar (7. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Kırbaşlı, F. (1973). 1920-1972 döneminde kalkınmada öncelikli yörelere ilişkin hükûmet politikaları. Ankara: Devlet Planlama Teşkilat Yayını.

Kirman, M. A. (2004). Din sosyolojisi terimleri sözlüğü. İstanbul: Rağbet Yayınları.

Kuran, T. (2002). İslam’ın ekonomik yönleri. İstanbul: İletişim Yayınları.

Manisalı, E. (2004). Kapitalizmin temel iç güdüsü (3. bs.). İstanbul: Derin Yayınevi.

Mardin, Ş. (1995). Türkiye’de din ve siyaset. İstanbul: İletişim Yayınları.

Marshall, G. (1994). Sosyoloji sözlüğü (Çev. O. Akınhay & D. Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Mortan, K. & Çakmaklı, C. (1987). Geçmişten geleceğe kalkınma arayışları. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.

Özdemir, Ş. (2006). MÜSİAD Anadolu sermayesinin dönüşümü ve Türk modernleşmesinin derinleşmesi. Ankara: Vadi Yayınları. Özel, M. (1994). Birey, burjuva ve zengin. İstanbul İz Yayıncılık.

Pareto, W. (1901). Seçkinlerin yükselişi ve düşüşü (Çev. M. Z. Doğan). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Parla, T. (1985). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de korporatizm. İstanbul: iletişim Yayınları.

Saybaşılı, K. (1986). Devletin ekonomiye müdahalesi (1963-1985). Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.

Sombart W. (1913). Burjuva (Çev. O. Adanır). Ankara: Doğu-Batı Yayınları.

Tabakoğlu, A. & Kurt, İ. (Hzl.) (1987). İktisadi kalkınma ve İslam. İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları. Usta, E. Ş. (2005). Atatürk’ün cuma hutbeleri. İstanbul: İleri Yayınları.

Yayla, A. (2007). İktisat ve hayat. Ankara: Liberte Yayınları.

Yılmaz, F. (2011). İktisatta politik’in doğası. Doğu-Batı, 4(17), 91-109.

Yücekök, A. (1976). 100soruda Türkiye’de din ve siyaset (2. bs.). İstanbul: Gerçek Yayınevi.

———————————————

[i] Fidan, Ali. “Burjuvanın Dönüşümü: Arayışlar, Elitler ve Türkiye Ekonomisi.” Bildiriler Kitabı-II (2013): 39.

[ii] Trabzon Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi. Bölüm / Anabilim Dalı. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü; Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,

Yazar
Ali FİDAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen