Batı Medeniyeti ve Temel Unsurları: Türkiye’ye/Günümüze Yansımaları

Batı Medeniyeti ve Temel Unsurları: Türkiye’ye/Günümüze Yansımaları[i]

Prof. Dr. Esin KAHYA*

Özet

Avrupa’da bilim ve teknolojideki temel değişimler on dokuzuncu yüzyılda başlamıştır. Siyasi değişmelerin yanı sıra astronomi (yeni gezegenlerin bulunması), matematik, fizik ve kimyada değişimler belirliyoruz. Bunlara ilave olarak, yeni bir insan ve canlı anlayışı ortaya çıkmıştır. Bilim ve teknoloji arasındaki ilişki her ikisinin de gelişmesini sağlamıştır. Bu, yeni makine ve aletlerin bulunması demektir. Demir yolu, uçak ve diğer bazı ulaşım araçları kullanılmağa başlamıştır. Bunlara ilave olarak elektriğin birçok şekilde kullanılması yaşamı kolaylaştırmış ve yeni tip bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bütün bu değişimler ve yenilik hareketlerinin Türkiye üzerinde on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak muazzam etkisi oldu ve bu etki müteakip yüzyıllarda da devam etti. Öğrenciler ilkin Osmanlı imparatorluğu zamanında ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti döneminde çalışmalarını tamamlamak için Avrupa’ya gittiler. Onlar sadece bilimsel bilgiyi getirmediler, aynı zamanda siyasi, felsefi ve sosyal görüşleri de taşıdılar. Bunun bir sonucu olarakBatı’nın Türkiye’de, sadece bilimsel alanda, kurumlaşmada değil, sosyal yaşam ve ahlaki değerlerde de önemli etkisi olmuştur.

Anahtar Sözcükler: Batı, medeniyet, Batı medeniyeti

Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıl çok önemli bir dönemdir. Siyasi olarak yeni bir yapılanma içine giren Avrupa; bir taraftan yoğun olarak Asya, Amerika ve Afrika’daki sömürgeleştirme politikasının yanı sıra, özellikle Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde yaşayan halklar için yoğun bir milliyetçilik hareketini desteklemiştir. Bu dönemde gelişen teknolojinin bilimle karşılıklı etkileşimi sayesinde, bir taraftan bilimin hızı artarken, diğer taraftan, bilimin ayrıntı kazandığı belirlenmektedir. Biyoloji ve tıp bilimlerinin gelişmesinde mikroskop, teleskop, spektroskop, vb. aletlerin kullanılması, elektriğin sadece aydınlanma için değil, aynı zamanda çeşitli aletlerin işlemesinde de kullanılması, ışığın elektrik ve elektromagnetik çalışmaların da yardımı ile incelenmesi ve bu bilgilerin teknolojiye aktarılması ile bu alanda önemli çalışmaların yapılması söz konusu olmuştur (Taton, 1965).

Teknolojinin en önemli buluşları arasında buharlı makineler yer alır. Buharlı makinelerin tren, vapur ve dokuma fabrikalarında kullanılması sayesinde bir taraftan taşımacılık, dolayısıyla ticaret gelişmiş ve Avrupa ülkelerinin ürettiği ürünler daha kolay pazarlanmıştır. Bunun yanı sıra buharlı makineler sömürge ülkelerden ham maddenin kolayca taşınmasında da etkin olmuştur. Bütün bu değişimler sanayileşmenin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Yeni bir ekonomi anlayışı şekillenmeğe başlamıştır. Zaman içinde teknolojiye elektriğin girmesiyle ulaşım daha da hızlanmıştır. Ulaşım konusunda şüphesiz petrol ürünleri sayesinde otomobil ve uçak sayesinde bir taraftan kara ulaşımı hızlanırken, hava ve denizdeki ulaşım da çok farklı boyut kazanmıştır.

Aynı şekilde telefon, telsiz ve onu izleyen radyo ve nihayet televizyon iletişimin hızlanmasını sağlamış, dünyayı adeta küçültmüştür. Bütün bunları bilgisayar izlemiştir.

Sanayileşmeğe bağlı olarak şehirleşme hızlanmış; yeni şehir modelleri şekillenmiştir; yani belli bir bölgesinde sanayileşme, madencilik veya benzeri konularda çalışanların yaşadığı, mütevazı şartlarda hayatlarını sürdürdükleri banliyöler oluşmuştur (Kural, 1993, s.27-44).

Bilim ve teknolojinin ilerlemesi şehirlerin şekillerini başka bir yönden daha etkilemiştir. Yeni teknolojinin kullanılmağa başlaması, çok katlı binaların yapımı, lüksün simgesi diyebileceğimiz lüks binalar, şehirlerin belli yerlerinde ülkelerin önemli diye kabul ettiği kişilerin heykelleri, büyük parklar ve bahçeler yapılmağa başlanmıştır. Yine kimyadaki gelişmelerin etkisiyle asma köprüler yapılmıştır.

Batıdaki bilimsel çalışmalar ve bu çalışmaların teknolojiye aktarılmasıyla, daha aydınlık, büyük binaları olan, alt yapı tesisleri tamamlanmış, asma köprüler, heykellerle süslü şehirler oluşurken, çevrelerinde işçilerin sınırlı imkânlarla yaşadığı fakir mahalleleri yapılanmağa başlamıştır.

Toplum yapısının da yeni değerler kazandığı belirlenmektedir. Eskiden mevcut olan asiller ve köylüler yapılanması, toplumun yeniden yapılanması sırasında işçi sınıfı ve işverenler olarak yeni bir şekillenmeye şahit olmuştur. Sosyolojik olarak değerlendirecek olursak, on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak yatay ve dikey hareketlilik sayesinde bir taraftan köylerden şehirlere doğru nüfus kayarken, ayrıca sosyolojik yapılanma içinde, hayat standartları değişmiş ve zengin işverenler veya patronlar ve onun çalışanları şeklinde bir yapılanma ortaya çıkmıştır.

Bu dönemde Batı’da önem verilen konulardan biri de eğitimdir; çünkü bilim ve teknolojideki gelişmeler, eğitimde de yenilik yapmayı zorunlu hâle getirmiştir. Daha önce kurulmuş üniversitelerin ders programları yenilenmiştir. Bilimdeki ilerlemelerin paralelinde yeni bilim dalları programa dâhil edilmiş; araştırma laboratuvarları kurulmuştur. Fizik, kimya ve özellikle de biyoloji dallarında laboratuvar çalışmaları deneysel boyutlarda olmuş ve teknolojinin yardımı ile bulunmuş aletler de bu çalışmalarda kullanılmıştır. Ayrıca, bu dönemde teknik öğretime dönük programların da uygulandığı görülmektedir.

On dokuzuncu yüzyılda bilim adına önemli bir yapılanma da daha önce açılmış genel mahiyetteki araştırma kurumlarının kurulduğu belirlenmektedir. Matematik, astronomi, biyoloji ve tıp dernekleri kurulmuştur. Bu dernekler konularında yayınlar yaparak ve toplantılar tertipleyerek, bilimin ulusal ve uluslar arası platformda tanıtılıp bilimsel çalışmaların yaygınlaşmasını sağlamağa çalışmıştır. Bilimsel çalışmalar yirminci yüz yılda hızlanırken, ulusal ve uluslar arası rekabeti artırmıştır.

Bu dönemde insanın biyolojik olarak değerlendirilmesi birey olarak farklılık kazanırken, insan aynı zamanda ‘ruh’ içeren ya da bir başka ifade ile canlı varlık olması açısından inceleme konusu olduğu gibi toplumsal bir varlık olarak da ele alınıp incelenmiştir. “İnsan fizikokimyasal olarak kavranabilir mi, yoksa onu diğer canlılardan ayıran başka özellikleri var mıdır?” sorusu bilim adamlarını ikiye bölmüştür. Bu tartışmalar ve evrim teorisi konusundaki araştırmalar ve onun yarattığı fikir münakaşaları, canlı konusunda olduğu kadar evren konusundaki bilgilerin gelişmesinde etkin olmuştur. İnsanın kökeni, evrenin başlangıcı ve nasıl oluştuğu dinle ilgili bir konu olmaktan çıkmış, yer üzerinde ve yer tabakalarıyla ilgili çalışmalarla jeoloji ve antropoloji gibi yeni oluşan bilim dallarının konusu olmuştur.

On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da ve on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren de Amerika’da yukarıda söz konusu edilen olaylar şekillenirken ve hızla bilim ve teknoloji ilerlerken, Osmanlı Devleti’nde neler olmaktaydı ve Batı etkisi ne zaman ve nasıl etkisini göstermeğe başlamıştı?

Osmanlı Devleti on yedinci yüzyıldan itibaren siyasi gücünü kaybetmeğe başlamıştı. On sekizinci yüzyılda bu gerilemeyi fark eden idareciler bazı adımların atılması zorunluluğunu hissetmişler ve bunun da eğitimle olması ve özellikle de teknik eğitimle sağlanabileceğini düşünmüşlerdir (Balta, 2009, s.50-70). Batılı modelde mühendishanelerin kurulmasını, on dokuzuncu yüzyılda Tıphane, Harp Okulu ve Darülfünun’un yanı sıra, Telgraf Okulu, Müzika-i Humayun, Halkalı Ziraat Mektebi gibi yüksek okulların kuruluşu izlemiştir. Özellikle de II. Abdülhamid döneminde, sadece yüksek okulları kurmanın yetmeyeceği temel eğitime de gereksinim olduğu fark edilmiş ve temel eğitim ele alınmış, yeniden yapılandırılmıştır.

Batılı modelinde Yüksek Okulların kurulmasıyla bu okullarda ders verecek öğretim elemanlarına ihtiyaç duyulmuştur. Bu sorunu öncelikli olarak yurt dışından öğretim elemanı getirterek çözmeğe çalışan Osmanlı Devleti, ilkin Avusturya ve Fransa’dan bazı öğretim elemanları getirtmiştir. Bu yolun beklendiği kadar yarar sağlamamıştır, çünkü gidenlerin bir kısmı gittikleri yerde kalmışlar; daha çok siyasetle ilgilenmişler; bir kısmı ise, her ne kadar donanım kazanarak ülkelerine dönmelerine rağmen, onların dönüşlerinde gittikleri yerlerde maddi destek verilemediği için, yeterince yararlı olamamışlardır. Çünkü yurt dışına gidenler hemen hepsi de oralarda donanımlı üniversitelerde ihtisaslarını yapmışlar, dönemlerinin gelişmiş laboratuar ve aletleriyle çalışmışlar; belli alanlarda ihtisaslaşmışlardır. Döndüklerinde Osmanlı Devleti onlara istedikleri olanakları sağlayamamış, ancak zaman içinde isteklerini yerine getirmeğe çalışmıştır. Ayrıca yurda dönenlerden özellikle de teknik alanda eğitim alanlar, bürokratik yapıda yeterli sayıda yetişmiş eleman olmadığı için bazı idari görevlerde istihdam edilmişlerdir. Çünkü Osmanlı Devleti sadece eğitimde yenileşme değil, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren yepyeni bir yapılanma içine girmiştir.

Yurt dışına giden gençler oradaki fikir hareketlerinden etkilenmişlerdir. Hatta bir kısmı eğitimini tamamlayarak ülkeye dönememiş; bu hareketlere kaymaları, onların eğitim hayatlarını etkilemiştir. Ancak başarılı olsunlar ya da olmasından, belli ölçüde hemen bütün Avrupa’ya eğitim gayesiyle giden gençlerin hepsinde oradaki felsefi anlayışların etkilerini görmek mümkündür. Çünkü eğitim için gittikleri ülkelerin, okullarında ders veren kişiler bu fikir hareketlerinin bir parçasıdır; onların yandaşıdır. İster istemez, öğrenciler de öğretmenlerinden etkilenmişlerdir. Bunun yanı sıra, gittikleri ülkelerdeki entelektüel hayatın bir parçası olarak bu fikir hareketleriyle karşı karşıya gelmişler; ülkelerine dönenler, o görüşleri ülkelerine taşımışlardır. Bunlar arasında Darvincilere örnek olarak Baha Tevfik ve Pozitivistlere örnek olarak, Mehmet Şakir Paşa verilebilir. Birincisi Darvinizmi Osmanlıya tanıtmaya çalışırken, Mehmet Şakir Paşa da Auguste Comte’un pozitivist görüşlerini benimsemiştir (Kahya ve Erdemir, 2000, s.223-296).

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kurulan bilim dernekleri, sayıca artarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Bilim derneklerinden ilk kurulan Encümen-i Daniş’tir (1851). Encümen-i Daniş’in faaliyeti sonlandığında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye kurulmuştur.

Bu dönemde kurumlaşma ve dernekleşmenin örneklerinden birisi de Osmanlı Mimarlık ve Mühendislik Cemiyetidir. Mimar Kemalettin’in çabaları ile fenle uğraşanlar bir araya gelerek Osmanlı Mühendis ve Mimar Cemiyetini kurmuşlardır (1908). Osmanlı Mühendisler ve Mimarlar Cemiyeti 1909 yılı Ekim ayından itibaren Osmanlı Mühendisler ve Mimarlar Cemiyeti Mecmuasını çıkarmağa başlamıştır. Dergide matematik, fizik, makine, madencilik, inşaat, su mühendisliği, sanayi, bayındırlık konularında makaleler yer almaktaydı. Mecmuanın çıkmasında özellikle elektrik mühendisi Mehmet Refik Bey’in önemli katkıları olmuştur (Günergun, 1987, s. 155-163). Bu dernek sayesinde birçok bilim adamı düşünür, şair, vb. çalışmalarını yayımlamak ve halka duyurma imkânını yakalamıştır. Sonuçta ülkede bir bilim ortamı oluşması sağlanmıştır.

Bilindiği gibi, 1912 Balkan Savaşı ve daha sonra 1914-1918 arasındaki Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin iyice tükenmesine yol açmış; Sevr Antlaşması ile de bu resmen kabul edilmiştir. Bu dönemde doğal olarak eğitim ve öğretimde önemli aksamalar görülmüştür. Ancak, bütün bu olumsuz şartlarda bile, eğitim ve öğretimin tam anlamıyla durduğunu söylemek doğru olmaz. Savaş yıllarında âdeta yavaşlatılmış olarak süren eğitim ve öğretim, savaş sonrasındaki bilimsel çalışmaların sergilenmesini sağlamıştır.

Bu dönemde yetişen düşün ve bilim adamları yirminci yüzyılda Osmanlılardaki fikir hareketlerinin gelişmesinde ve Cumhuriyetin başlangıç yıllarındaki temel kurumların şekillenmesinde ön ayak olmuşlardır. Daha sonra, 22 Ekim 1922’de Cumhuriyetin kurulmasından yaklaşık bir yıl önce Bursa’da yaptığı bir konuşmasında Atatürk şöyle söylemektedir: ’Yurdumuzun en bayındır, en göz alıcı, en güzel yerleri üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğnenen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nedir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve fen ilkelerinin kılavuz edinilmesidir. Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile ulusumuzun düşünsel eğitiminde yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır. ‘ Atatürk bu sözleriyle başarıya giden tek yolun bilim ve teknikte belli aşamalar kaydetmek olduğunu işaret etmektedir.

Atatürk zamanında şekillenen yeni üniversite ve fakülte anlayışı çizgisinde, 1944 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi, 1943 yılında Ankara’da Fen Fakültesi ve 1946 yılında Tıp Fakültesi kurulmuştur. Aynı zamanda, daha önce mevcut olan bazı fakültelerle birleşmek suretiyle Ankara Üniversitesi adı altında, o günlerde Ankara’da bulunan yüksek okul ve fakülteler birleştirilmiştir.

1982’de çıkan yeni yüksek öğretim yasası gereğince, Türkiye’de o güne kadar kurulmuş olan üniversitelere ilave olarak yeni üniversiteler kurulmuş ve zaman içinde değişik illerde açılan üniversitelerle birlikte Türkiye’deki üniversite sayısı 71’i bulmuştur. Öğretim elemanı açığı ise yurt dışına ihtisas için öğrenci gönderilmek suretiyle karşılanmağa çalışılmıştır.

Ayrıca, Cumhuriyetten sonra yabancı öğretim elemanı getirtilmesine devam edilmiştir. Bunun en yoğun uygulaması ise 1933 Üniversite reformu ve onu izleyen yıllara rastlamaktadır. 1950’li yılardan sonra artan üniversite sayısı ile paralel olarak yurt dışından gelen yabancı uzman ve öğretim elemanı sayısında da artış gözlenmektedir. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesinde birçok yabancı uzman ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen elemanların görev yaptığı bilinmektedir.

Türkiye’de bilim adına atılan önemli adımlar arasında, şüphesiz bilimsel kurumlaşma büyük önem taşır. Bunlardan bir kısmı Osmanlı Devleti zamanında kurulmuş olan ancak, Cumhuriyet zamanında yeniden yapılanmaya tabi tutulan kuramlardır. Bunlar arasında Kızılay’ın ayrıcalıklı bir yeri vardır (1868). Yine Cumhuriyetten önce kurulup, Cumhuriyet döneminde yeniden yapılanmaya tabi tutulmuş kurumlardan biri de Refik Saydam Enstitüsü’dür.

Cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanma geçirmiş kurumlardan birisi de Kandilli Gözlemevi’ dir. 1911 yılında İstanbul’da kurulan Kandilli Rasathanesi adını taşıyan bu kurum, her ne kadar başlangıçta daha çok meteorolojik çalışmalar için kurulmuşsa da, daha sonra bu görevlerinin yanı sıra, astronomi çalışmalarını yürütmek, Güneş, Ay tutulmaları, depremle ilgili çalışmaları ve hemen bütün göksel olayları araştırmak ve halkı bilgilendirmekle görevlendirilmiştir. Belçika’daki Kraliyet Gözlemevi örnek alınarak, hâlihazırdaki Kandilli Gözlemevinin binaları yaptırılmıştır. Bir başka gözlemevi 1935’te İstanbul Üniversitesi’ne bağlı olarak E.F. Freundlich tarafından kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde kurulan bir başka gözlemevi 1963’te Ankara Üniversitesine bağlı olarak kurulmuştur. Bu gözlemevinin kurulmasında Prof. Dr. E.A. Kreiken’in önemli rolü olmuştur. Ege Üniversitesine bağlı olarak kurulan gözlemevi 1965 yılında Doç. Dr. Abdullah Kızılırmak ve Doç. Dr. Recep Egemen’in idaresindeki bir grup sayesinde gerçekleştirilmiştir.

Bir başka gözlemevi ise TÜBİTAK bünyesi içinde yer almıştır. Her ne kadar fikir olarak 1960’larda oluşmuşsa da, 1979’da Uzay Bilimleri Araştırma Ünitesi içinde düşünülmüş, ancak 1993’te gerçekleştirmiş ve Saklıkent’te 1996’da tamamlanmış ve 1997’de ilk gözlemini gerçekleştirmiştir (Unat, 2000, s.906).

Cumhuriyet döneminde kurulan kuramlardan biri de Maden Teknik Arama (MTA) Genel Müdürlüğüdür (1935). Bu kurum Türkiye’nin doğal kaynaklarının işletilmesi, araştırılması ve gerektiğinde korunması ile görevlendirilmiştir. MTA sadece mevcut madenlerin işletilmesi ve araştırılması ile ilgili olmayıp, Anadolu’da doğal yapısı ile ilgili her türlü malzemenin de korunması ve araştırılmasından sorumlu bir kurum olarak, Türkiye’nin jeolojik ve coğrafik yapısının incelenmesinden de sorumlu tutulmuştur.

Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) her ne kadar yasası 1963’te yürürlüğe girmişse de, faaliyete geçmesi yaklaşık 3 yıl almıştır. TÜBİTAK’ın amacı, Türkiye’deki matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp alanlarındaki araştırmaları desteklemek, bu konulara ilişkin bilimsel çalışma yapacaklara ya da eğitim göreceklere burs vermek ve bu konuda dünyada yapılan çalışmaları Türkiye’ye getirmek, duyurmak ve bu çalışmaları mümkün olduğunca sistematik ve en mükemmel şekilde gerçekleştirmektir.

Cumhuriyet döneminde kurulan (1950) belli başlı kurumlar arasında Makine Kimya Endüstrisi Kurumu ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Silah üreminden sorumlu olan bu kurum her türlü patlayıcı maddede üretmiş, çalışmalarını daha çok askerî amaçlara yönelik olarak üretimini şekillendirmiştir.

Cumhuriyet döneminde tedavideki kurumsallaşma yeniden ele alınan konulardan biridir. İlk kurulan hastaneler arasında Heybeliada Sanatoryumu (1924), Haydarpaşa Numune Hastanesi (1935), Bakırköy Akliye ve Asabiye Hastanesi (1927) yer almış ve bunun yanı sıra yüzlerle verilebilecek sayıda yeni hastane kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı özel hastane bir kısmı devlet hastanesidir. Hemen her konuda hasta tedavisini üstlenmiş olan bu kurumların yan sıra, göz, kalp ve göğüs hastalıkları gibi bazı ihtisas kollarındaki tedaviler için müstakil hastaneler, klinikler açılmıştır. Bu hastanelerin yanı sıra, yeni açılan üniversitelere ilişkin olarak üniversite hastaneleri kurulmuştur.

Cumhuriyet döneminde yetişmiş bilim adamlarının ilk kuşak bilim adamları aslında Osmanlılar döneminde yetişmiş olanlardır ve bunlara Cumhuriyete kanat gerenler adı da verilmiştir. Ancak, gelişen ve Atatürk’ün ifadesiyle çağını yakalayıp, hatta birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakabilmek için her şeyden önce yetişmiş uzman bilim adamlarına ihtiyaç vardı. Cumhuriyetin ilk yapılanmaları sırasında, daha önce, Osmanlılar zamanında olduğu gibi, çeşitli alanlarda temel eğitim ve ihtisas için yurt dışına eleman gönderilmiştir. Bu dönemin bilim adamları, özellikle matematik ve astronomi ile ilgili araştırma yapanlar arasında Hamit Diligan, Cahit Arf, Ali Haydar Esat, Fatin Gökmen, Mahmut Nedim, Hamit Sami Selen, Ali Yar’ın (daha çok kozmoloji) adı sayılabilir.

Cumhuriyet döneminde astronomi ile ilgilenenlerin, çalışmalarını doğal olarak daha çok matematik ağırlıklı yürüttükleri görülmektedir. Yine bu dönem astronomisinde, fizik çalışmalarının da önemli etkisi belirlenmektedir. Özellikle yüzyılın ikinci yarısından itibaren kozmosun kimya ve fizik yapısı ile ilgili çalışmalar dikkati çekmektedir. Astronomiye ilgi duyanlar ve bu konuda çalışanlar arasında Hamit Diligan daha çok matematik ağırlıklı olarak çalışmalarını yürütmüştür.

Nispeten geç dönemde ise yukarıda adı geçen astronomlara Hüsnü Seçkin, Nüshet T. Gökdoğan; daha sonra Hakkı Akyol ve Mustafa Aytaç, Cankut Örmeci ve Orkan Altan’ın adlarını ilave edebiliriz.

Cumhuriyet döneminde yetişmiş ilk bilim adamları arasında matematikle ilgili olarak, Sabri Gürtop, H. Hüsnü Sayman, Hamit Diligan, Ali Hikmet Tungay, Salih Murad Uzdilek, Osman Alisbah sayılabilir. Daha sonraki yıllarda yine bu konuda çalışanlar arasında Nazım Terzioğlu, Cahit Arf, Nusret Kürkçüoğlu, Ali Fuat Berkman, Cevdet Bilsay, Mithat Candoğan, Baha Gürsoy, Ratip Berker’i saymak mümkündür.

Ayrıca, ODTÜ’de ve ITÜ’de özellikle de fizikle ilgilenen bazı bilim adamları, matematik konusunda da kayda değer çalışmalar yapmışlardır. Fizik çalışmalarıyla ilgili olarak, erken tarihli araştırmacılar arasında Esat Feyzi, İsmail Ali, Ahmet Şükrü, Mehmet Refik ve Mustafa Sıtkı’yı zikredebiliriz. Bunlardan Esat Feyzi’nin ve İsmail Ali’nin röntgen ışınlarıyla ilgili çalışmaları olduğunu biliyoruz. İlerleyen yıllarda fizikle ilgilenenlerin sayısında artış olduğu gibi, konularında da farklar oluşmuştur. Yine bu dönemde astronomi ve matematik arasında görülen sıkı ilişkinin aynı zamanda fizik ve matematik ile fizik ve kimya arasında da geliştiğini söylemek mümkündür. Yine Cumhuriyet dönemi bilim adamları arasında Behram Kurşunoğlu’nu (d. Bayburt 1922), Ahmet Cemal Eringen’i (d.1921), Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde görev yapan ve oranın kurucularından olan Sait Akpınar’ı, Feza Gürsey’i (1921-1992), katı hal fiziği ile ilgili çalışmalarıyla Hüseyin Cavit Erginsoy (1924-1967) ve Orhan Asım Barut’u (1926­1994) sayabiliriz.

Kimya yirminci yüzyıl bilimidir. Cumhuriyet dönemindeki kimya çalışmaları aslında sistematik olarak, Cumhuriyetin ilanından yaklaşık 5 yıl önce, yani Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl, yani 1918’de İstanbul Üniversitesine bağlı olarak kurulan Kimya Enstitüsünün kuruluşu ile başlamıştır. Daha sonra, Ankara’da Fen Fakültesi (1946) içinde ve Ege Üniversitesi ve yeni kurulan diğer fakültelerdeki Fen- Edebiyat Fakülteleri içinde kimya öğretimine başlanmıştır. Cumhuriyet döneminde kimya konusunda çalışanlar arasında, fizik çalışmaları ile de dikkati çeken İlhami Cıvaoğlu ve Avni Bekman’ın yanı sıra, Nurettin Munşi Algan, Tahsin Ruşti Beyer, Fazlı Faik ve Baha Erdem zikredilebilir. Türkiye’de de kimyanın fizikle ve biyolojiyle bağlantılı olduğu çalışmalar yapılmış ve gelişmeler kaydedilmiştir. Bu konuda çalışanlar arasında Mecdi İbrahim Okay zikredilebilir. O, organik Kimya üzerinde kayda değer çalışmalar yapmıştır. Şevket Birand ve Ahmet Okay ise mineraloji konusundaki çalışmalarıyla dikkati çekmişlerdir. Daha geç tarihli araştırmacılar arasında ise A. Mümtaz Balsöz, Rasim Tulus, Emin Dikman, Nuri Yüksekışık ve Oğuz Okay’ın adlarının yanı sıra, Ali Sedat Bey, Mehmet Arif Bey, Ali Rıza Bay zikredilebilir.

Cumhuriyetten sonra kimya konusundaki çalışmaların daha büyük aşama gösterdiği ve diğer bilim dallarında olduğu gibi, gelişmenin sonucu olarak bu alanda dalların oluştuğu görülmektedir.

Cumhuriyet döneminde Türkiye’de önemli aşama kaydeden dallardan biri de jeolojidir. On dokuzuncu yüzyılda bilim niteliği kazanmış olan jeoloji, Maden Tetkik Arama kurumunun kurulması ile daha sistematik bir şekilde yer kabuğu araştırmalarının yürütülmesi sağlanmıştır. Bu konuyla ilgilenen bilim adamları arasında Şevket Birand, Ahmet Canokay, Bedri Güneri, Fahriye Atıf, Hamit Nafiz Pamir’in adlarını sayabiliriz.

Bütün bu bilim dallarında görülen gelişmelere biyoloji ve tıp alanındaki gelişmeleri de katmak gerekir. Cumhuriyet döneminde biyoloji çalışmaları yapanlar arasında Hikmet Birand, Suavi Yalvaç, Yusuf Vardar sayılabilir. Biyologlar Türkiye’nin florası ve faunasını belirlemeğe çalışmışlardır. Bu konulardaki çalışmalar günümüzde de devam etmektedir.

Cumhuriyet döneminde önemli aşamaların kaydedildiği dallardan birisi de tıptır. Cumhuriyet döneminde tedaviye ilişkin en önemli adımlar arasında hastanelerin savaş sonrasında yeniden ele alınıp düzenlenmesi; sadece hastanelerin değil, sağlık ocaklarının da yardımı ile sağlık hizmetlerinin daha verimli hâle getirilme çalışmaları sayılabilir. Kızılay ve Hıfzıssıhha Enstitüsünün yanı sıra, Verem Savaş Derneği, Sıtma Eradikasyon Merkezi gibi kurumlar faaliyet göstermeğe başlamıştır. Böylece sadece tedavi değil, koruyucu hekimlik de ele alınmış oluyordu. Bu dönemin belli başlı hekimleri arasında Nusret Karasu, Tevfik Karabağ, Zeki Zeren, Üveys Mazkar ve Gazi Yaşargil’in adını saymak mümkündür.

İlaç kullanımı, üretimi ya da genel adıyla ilaç endüstrisi Cumhuriyet sonrası ele alınan önemli konulardan biri olmuştur. Bu konuda önemli hizmetler verenlerden birisi İbrahim Ethem ve diğeri Süleyman Ferit Eczacıbaşı’dır.

Buraya kadar verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Türkiye, on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak önemli değişimler yaşanmıştır. Şüphesiz, yukarıda verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Türkiye’de, Batı modelinde okullar kurulmuş; birçok konuda kurumlaşma yoluna gidilmiştir. Bir taraftan şehirler aydınlanırken, insan sağlığı ve refahı adına önemli çalışmalar yapılmıştır. Özellikle de son elli yılda Batılılaşmanın etkisi daha da yoğun hissedilmeğe başlanmıştır. Gerek devlet adına gönderilen, gerekse kendi olanaklarıyla yurt dışına giden her seviyeden elemanlarla ve yurt dışından gelen uzman ve öğretim elemanlarıyla bu etki gittikçe yoğunlaşarak sürmüş ve sürmektedir. Ancak bu etkiyi birkaç noktada sorgulayalım. Örneğin Türkiye dünya bilim ve teknolojisine katkı yapmış mıdır ve yapmakta mıdır?

Bu sorulara cevap verebilmek için, bilim adamlarımızın çalışmalarının dünya bilimine ne kadar katkı yaptığına bakmamız gerekir. O hâlde bugün akademik yapıda görev alan bilim adamlarının çalışmaları dünyadaki bilimsel çalışmaları ne kadar etkilemektedir? Bu sorulara cevap ararken, bilim adamlarımızın yayınlarına baktığımızda durum pek de iç açıcı değildir. Her ne kadar akademik yayınlarda özellikle 1982’den sonra sayıca artış olduğu belirlense de, bilindiği gibi, bilimde nitelik daima nicelikten önce gelmektedir.

Burada ise şöyle bir nokta dikkatimizi çekmektedir: Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, on dokuz ve yirminci yüzyılın ilk yarısında yurt dışında eğitim görenlerin hemen pek çoğu ihtisaslarını tamamladıktan sonra, yurda dönmüş ve gerek bilimsel kurumsallaşmada, gerekse yeni nesillerin yetişmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Özellikle de Cumhuriyete kanat gerenler diye nitelendirilen bilim adamları için bunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Ancak daha sonraki yıllarda yurt dışına ihtisas ya da öğrenim için giden kişiler, bilimsel çalışmalarına gittikleri ülkede ya da bir başka yabancı ülkede devam etmeyi kendileri için uygun görmüşlerdir. Şüphesiz burada şöyle denilebilir: Onlar döndüklerinde yurt dışında çalıştıkları yerlerdeki şartları bulamamışlar; maddi ve manevi olarak destek görmemişlerdir. Ancak eğer, Osmanlı dönemini ve Cumhuriyetin başlangıç dönemini düşünecek olursak, aynı durum onlar için de söz konusudur; hatta yurt dışından dönen birçok bilim adamının, doğrudan savaşa gönderilmiş olduklarını biliyoruz; örnek olarak Türkiye’de deneysel fizyolojinin kurucusu Mehmet Şakir Paşa’yı verebiliriz.

Burada şöyle bir cevap verilebilir: Gazi Yaşargil, Mehmet Öz, Oktay Sinanoğlu gibi bilim adamları konularında önemli katkı sağlamıştır. Ancak onların katkıları Türkiye’nin bilime katkısı olarak değerlendirilebilir mi?

Burada bir başka nokta da Batı’dan nakledilen bilimsel bilgi ve teknoloji acaba toplum yapısını nasıl etkilemiştir. Bu etkinin en açık ve seçik delili hızlı şehirleşmedir. Batı’da olduğu gibi, köyden kente akın olmuş, yeni toplum sınıflan ortaya çıkmıştır. Bir başka ifade ile toplumda yatay ve dikey hareketlilik gözlenmektedir. Daha önceki yüzyıldaki şekliyle yaşamını köyünde devam ettiremeyen birçok çiftçi ve köylü vatandaşımız, atalarının yaşadığı köyü veya kenti terk edip büyük şehirlere doğru âdeta akmaya başlamıştır. Bundan dolayıdır ki, Türkiye’nin üç büyük şehrinin nüfusu Cumhuriyet sonrasındaki yıllarda süratle artmıştır. Bu artış, doğal olarak yaşam koşullarını etkilemiştir. Bu, yaşam kalitesinin yükselmesi anlamını taşımamaktadır; yani büyük şehre gelen insan ne daha iyi beslenmektedir, ne de daha sağlıklı ve daha mutludur. Ancak yine de bu göç devam etmektedir. Çünkü özellikle de ulaşım ve iletişim teknolojisinin Türkiye’ye hızla girmesi, bir taraftan büyük şehirleri daha cazip hâle getirirken sosyal hareketliliği de kolaylaştırmıştır (Özakpınar, 1999, s.181-202).

Ayrıca, iletişim araçlarındaki gelişme sadece, Türkiye’deki büyük şehirlerdeki yaşam konusunda özendirici olmamakta, aynı zamanda, Batı’daki yaşamı da Anadolu halkına tanıtmakta; onlara kendi kültür değerlerini öğretmektedir. Dolayısıyla toplumdaki sosyal ve etik değerler süratle değişmekte ve erozyona uğramaktadır (Turhan, 1961).

Sonuçta denilebilir ki, Batı’dan gelen bilim ve teknoloji ile ilgili bilgi, yaşamımızı bir ölçüde kolaylaştırmış ve rahatlatmış olabilir; daha kolay iletişim kurabiliyor olabiliriz; daha hızlı ve rahat seyahat edebiliriz. Ancak bu bilgiler bize Batının kültür değerlerini de getirmiştir. Bunların tam ve gereği gibi bilinmemesi yüzünden bir taraftan mevcut değerler aşınmakta ve kaybolmakta, bir taraftan da gereksiz Batı hayranlığı oluşmaktadır.

Kaynaklar

Taton, R. (ed.) (1965). History of science in the nineteenth century (Çev. A.J. Pomerans). New York Basic Boks Inc.

Kural, O. (1993). Cumhuriyetin 70. yılında Türkiye’de makine teknolojisi. Cumhuriyetin 70. Yılında Türkiye’de Bilim I. Bilim ve Teknik. Ankara: Nurol Matbaacılık, Bileşik Dağıtım A.Ş. (TÜBİTAK adına yayımlanmıştır).

Balta, A. C. (2009). Batılılaşmanın tarihi, batılılaşmanın nedenleri ve sonuçları. Ankara: Gülmat Matbaası, Kültür Bakanlığı Yayınları.

Kahya, E. ve Erdemir, A.D. (2000). Bilimin ışığında Osmanlıdan Cumhuriyete tıp ve sağlık kurumlan. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Günergun, F. (1987). Osmanlı mühendis ve mimarları arasında ilk cemiyetleşme teşebbüsleri. Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetler. İstanbul: IRCICA.

Unat, Y. (2000). Cumhuriyet döneminde Türkiye’de astronomi çalışmaları. Türkler, 17, 906. Ankara: Türkiye Yayınevi.

Özakpınar, Y. (1999). Kültür değişmeleri ve Batılılaşma meselesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Turhan, M. (1961). Garplılaşmanın neresindeyiz? İstanbul: Yağmur Yayınevi.

——————————————–

[i] Esin KAHYA, “Batı Medeniyeti ve Temel Unsurları: Türkiye’ye/Günümüze Yansımaları”, Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, 2 – 3 KASIM 2009, Gazı Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara – 2009, ISBN: 978-975-507-187-9, Sf. 21 – 32

Yazar
Esin KAHYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen