İslâm’da Siyaset ve Savaş

Prof.Dr. Bernard LEWIS

Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi hem hükümet sürdüler hem de savaş yaptılar. Onlar da dinlerinin bütün faaliyet alanlarını kucaklamasına çalıştılar. Ne var ki, Müslümanlarla Hıristiyanların davranış tarzında hem biçim hem de nitelik bakımından büyük farklar vardı. Hıristiyanlığın kurucusu, peşinden gelenlere, «Sezar’a ait olanları Sezar’a, Tann’ya ait olanları Tann’ya vereceksiniz» demişti. Hıristiyanlık, 300 yıl boyunca ezilenlerin dini olarak gelişti. Sonunda Sezar’ın kendisi de Hıristiyan oldu. Artık kilise devletleşecek, devlet kiliseleşecekti. Oysa İslâmiyetin kurucusu için kendinden başka bir Konstantinos yoktu. O yaşadığı müddetçe, Müslümanlar hem siyasî, hem de dinî bir topluluk oldular. Hükümdarları Peygamberdi. Ülkeyi yöneten, adaleti dağıtan, vergi toplayan, ordulara kumanda eden, diplomasiyi yöneten, savaşı sürdüren hep O’ydu. İlk İslâm nesilleri için zulme direnmek, yabancı ve düşman bir devlet idaresine karşı kafa tutmağa çalışmak mecburiyeti yoktu artık. Devlet, kendi devletleriydi. Ve Allah’ın lütfü onlar için bu dünyada başarı, zafer ve salta-nat olarak tecelli ediyordu.

Kısaca, Hz. Muhammed’le sahabeleri için Tanrı ile Sezar arasında bir seçim yapmak söz konusu değildi. Oysa (Hz. İsa bir yana) nice Hıristiyanlar böyle bir tuzakla karşılaşmışlardı. İslâmiyet de Sezar yoktu. Yalnız ALLAH vardı. Resulü de Hz. Muhammed idi, O’nun adına tebliğde bulunuyor ve yönetiyordu. Kaynak da tekdi, sulta da tek. Ve Allah, Peygamberin her iki görevde de desteği idi. Tebliğlerin muhtevasını da, yönetimin temellerini de tâyin eden aynı vahiydi. Hz. Muhammed’in ölümüyle ruhanî görevi de, nübûvet görevi de sona ermiş bulunuyordu. Ama dinî ve ona bağlı olan siyasî vazifesi bitmemişti henüz. Bu vazife, İlahî şeriatı insanlar arasında yaymaktı. Peki ama şimdi Müslümanların başkam kim olacaktı? Peygamberin yerine geçecek kimseye halife denildi.

Eskiden böyle bir müessese yoktu. Peygamber vâris bırakmadan ölmüş. Bu da yeni kurulan İslâm camiasını buhran içine atmıştı. Camianın kendisini teşkil eden unsurlara bölünmesi gibi büyük bir tehlike vardı: Kabileler yeni kabile başkanlan seçebilir, eski alışkanlıklarına dönebilirlerdi. Allah’ın kelâmı kaybolabilir veya unutulurdu. Birkaç sahabenin kararlı ve uyumlu davranışları sayesinde böyle bir tehlikenin önü alındı. Yeni bir başkan seçildi ve kabu. edildi. Müslümanlar, onun ve haleflerinin yönetimi altında fetihten fetihe koştu ve Müslümanlık yeni yeni katılmalarla bir dünya dini ve dünya devleti haline geldi. İlk Müslümanlar için bütün dünyanın İslâmiyeti kabul etmesi sadece bir zaman sorunuydu, çok uzun bir zaman da değildi bu…

Camiayı ifade etmek için Arapların kullandığı kelime ümmet idi. Belki de İbranice millet anlamına gelen ummandan alınmıştı. Klasik Arapçada ümmet hem etnik hem de dinî cemaatler için kullanılırdı. Ortak vasıflarla kaynaşan topluluklara da ümmet denilirdi. Kur’an’da sık sık geçer. Hıristiyanlar, Yahudiler, Araplar, salih kullar ve peygamberlerin peşinden gidenler için kullanılır.

Başlangıçtan itibaren İslâm ümmetinin iki vasfı vardır. Önce siyasî bir toplumdu. Yavaş yavaş devlet, daha sonra da imparatorluk haline gelen bir kabile. Sonra dini bir camia oldu. Peygamber tarafından kurulan ve onun vekilleri tarafından yönetilen bir camia. Başlangıçta kabule şayan tek model vardı onun için: Arap kabileleri veya kabileler topluluğu. Ne var ki Hz. Muhammed hayattayken bu model gerek muhteva gerekse önem bakımından değişikliklere uğradı. Halifelerin yönetimi esnasında bu değişiklikler genişledi ve hızlandı. Hilâfet İslâm’ın kurduğu bir yönetim tarzıydı. Akrabalığın yerine din geçiyordu. Camia içindeki kişiliğin ve camiaya bağlılığın en son temeliydi din. Âdetleri camianın kanunu olarak ya kutsallaştırdı yahut onların yerini aldı. Kabilenin şeyhi, kabile fertlerinin iradî ve değiştirilebilir nzası ile camianın başkanı idi. Hz. Muhammed’in otoritesi ise doğrudan doğruya Allah’dan geliyordu. Halifeler, peygamberliğin ruhanî vasıflarına ve imtiyazlarına tevarüs etmek gibi bir iddia gütmüyorlardı. Bununla beraber peygamberin kurduğu ümmetin reisi olarak onun dinî vârisiydiler. Onların da vazifesi ilâyı kelimetullah, İlâhî emirleri bütün insanlara yaymaktı. Şeriat ahkâmını fakihler düsturlaştırmıştı. Halifenin vazife ve selâhiyetlerini de tâyin eden şeriatdı. Bu vazifeler, İslâmın yayılmasını ve Müslümanların huzur içinde yaşamasını sağlamaktı. Son zamanlarda İslâmın «yönetici müessese»siyle «dinî yön»lerini birbirinden ayırmak moda oldu. Klâsik halifelikte hükümet demek din müessesesi demekti; bunun dışında bir hükümet yoktu. Batıdan gelen Cermen istilâcılarının önünde hem bir devlet vardı, hem de bir din: Roma imparatorluğu ile Hıristiyan kilisesi. Bunlar çeşitli istikametlerde gelişmişlerdi. Kaynaklan da aynıydı. Her biri kendine göre müesseselerini sürdürmüş, mertebeler dizisini ve kanunlarını korumuştu. İstilâcılar her iki müesseseyi de benimsediler ve kabul ettiler. Kendi amaç ve ihtiyaçlarını Roma ve Hıristiyan müesseseleri içinde ifade ettiler. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın Arap istilâcıları ise kendi imanlarını getirdiler ve kendi müesseselerini yarattılar. Onlar için kilise ve devlet aynı şeydi. İkisinin de en üst başkanı halifeydi. Dinî ve dünyevî, maddî ve manevî, rahipler ve lâikler hatta kutsal din-dışı gibi kelime çiftleri İslâm dininde uzun zaman karşılıksız kalmışlardır. Ancak çok sonraları mefhumları jfade için yeni kelimeler uydurulmuştur. Halife hem papayı hem de imparatoru tek şahısta toplar, deniyor. Yanıltıcı bir kıyas. Halifenin papalarınkine benzer bir görevi hatta rahibinkine mümasil bir görevi yok. Din adamlannın (ulema) meslekî terbiyesinden de mahrumdur. İşi ne açıklamaktır ne de dini yorumlamak; onun görevi dini yüceltmek ve korumaktır; insanın bu dünya üzerinde iyi bir Müslüman olarak yaşaması, ve âhirete hazırlanması için gereken şartlan hazırlamaktır. Bunları başarmak için İslâmın sınırlan içinde kanun ve nizamı korumak ve bu sınırlan dış düşmanlara karşı muhafaza etmek zorundadır. Hattâ mümkünse bu sınırlan genişletmelidir, ta ki bütün dünya Müslümanların olsun.

Halifenin birçok sıfatlan vardır. İslâmın reisi olduğu için İmam (Kelamcılarla fıkıhçılar halifenin vazife selâhiyetlerini anlatırken imam lafzını tercih ederler.) Devlet reisi olarak Emir el-Mü’minin diye anılır. Resmî yazılarda siyasî ve askerî selâhiyetleri söz konusu olunca daha çok bu sıfatı kullanılır. Resmî yazılarda çok kullanılan bir ün- van da halife’dir, daha çok tarihçiler tarafından kullanılan bir kelimedir bu.

Eskiden halife-i Resulullah (Allah Resulünün halifesi) denirdi; sonralan dalıa kısa ve daha güçlü bir tâbir kullanılmağa başlandı: halifetullah (Allahın halifesi). Fıkıh- çılann muhalefetine rağmen bu ünvan, gayri resmî olmakla beraber, geniş ölçüde kullanılmıştır. Çok dikkate lâyık değil mi! Batı siyasetçileri ülkeden, tahtdan, devletten veya halktan söz ederken, klâsik İslâm için Allah, kadir-i mutlaktır. Müslümanlar Allah’ın ümmetidir. İslâmın mülkü Allah’ın mülküdür. Tek kelimeyle ne varsa Allah’a aittir.

Halifelik gibi merkezi bir müessese, İslâm ulemasının ve mütefekkirlerinin ister istemez dikkatini çekecekti ve çekti dö. İslâmda da başka ülkelerdeki gibi siyasî sulta’nın mahiyetini inceleyecek ve işleyiş tarzını tedbit edecek kimseler vardı. Batıda bu işi ilâhiyatçılar, filozoflar, politikacılar, anayasacılar ve İçtimaî ilimle uğraşanlar üstlenir. İslâm dünyasında durum biraz başkadır. Devlet üzerinde uğraşan en mühim İslâm yazarları Sünni fakihlerdir. İslâm kelâmının ve şeriatın mahiyetini belirten eserleri aynı zamanda hem teolojik hem de hukukîdir. Kalkış noktalan Allah’ın insanla ilgisi ve insan işlerine karışmasıdır. İnsan siyasî bir hayvandır ama yaradılıştan kavgacı ve yırtıcıdır. Bir başına hayırla şerri birbirinden ayıramayacağı gibi düzenli bir sosyal hayat da kuramaz. Vahiy ile ilahi kanun bu eksiklikleri telâfi eder. İlahî kanunu i’lâ ve tatbik etmek için yüce bir mürşide ihtiyaç vardır. Bu mürşid Halife yahut, fatihlerin ve ilahiyatçıların tercih ettikleri bir tabirle îmam’dır. Böyle bir reisin seçilmesi ve seçimden sonra ona itaat, İslâm camiasının borcudur. Bu dini veci-beye itdatsizlik hem bir suç hem de bir günahtır. Madem ki Allah tektir ve tek bir şeriat vardır, demek ki dünya üzerinde Allah’ı temsil edecek ve şeriatı tatbik ettirecek tek bir Halife olacaktır.

Halife kim olacak ve nasıl seçilecekti? Mezheplerin bu soruya verdiği cevap başka başkadır. Üzerinde anlaşmaya varılan cihet şu: halife, kâhil (yetişkin), erkek, hür, kafaca, vücudça, seciyece sağlam, akıllı ve cesur olmalı ve şeriat ahkâmı hakkında yeteri kadar bilgi sahibi bulunmalıdır. Sünniler de Şiîler de, halifenin Peygamber sülâlesinden olması üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Ama sülâle tâbirinden anladıkları farklıdır. Sünnîler için Kureyş’den olması kâfiydi. Şiîler için akrabalık münasebeti gittikçe daraltılmıştır. Önceleri Kureyş iken sonraları Peygamberin ailesi, sonra da kızı Fatma’dan gelen torunları anlaşıldı.

Seçim tarzı da ihtilâf konusu yapıldı. Şiîlere göre îmam’ı Allah intihap ederdi.

(Lewis, bundan sonra halifenin seçilişini, biat merasimini ve halifelerin nasıl ve niçin azledilebileceğini anlatıyor). Seçimle gelen 4 halifeden 3’ü katledildi ve hilâfet babadan oğula geçmeye başladı. İki sülâle çıktı ortaya: Emeviler, Abbasiler. Bu iki hanedanın idaresi eski çağların otokratik devletlerinkine benzer; Medine’nin patriyar- kal yaşayışı uzaklarda kalmıştır. Teb’anın itaat vecibesi bâkidir hatta daha da kesinleşmiştir. Halifenin vazifeleri ise pek yerine getirilmemektedir.

Nazari ile ameli arasındaki uyuşmazlıkları çözümlemek için fakihler sık sık tevile başvururlar. Ananevi İslâm devletinde din adamları aynı kelâm dünyasını bölüşürler yöneticilerle. Evet… hilâfet seçime dayanır ama halife setefleri tarafından tâyin edilebilir. Evet… İslâmın en büyük hükümdarı halifedir. Fakat vekiller de onun yerine iş görebilirler. Ve «bir asi çetesi» hem idareci hem de savaşçı sıfatıyla hukukî bir merci olabilir. Fıkıhçı bu yoldan hilâfetin hanedana dayanan bir monarşi olduğunu kabul edebilir, halife de çok defa bir kukladan ibarettir. İslâmiyetin siyasî vahdeti birçok ayn devletçiklerin varlığını gerekti-rebilir. Halifelik, sonunda, bu devletçikler içinde erir gider.

Daha sonraki fakihler, fasit gerçekle. uzlaşmada daha ileri gittiler. Sonunda fakihlerin anayasayla ilgili hükümleri terk edildi, ve şu neticeye varıldı: Otorite, kaynağı ne olursa olsun, nasıl elde edilirse edilsin anarşiden hayırlıdır. «İstibdat dahi anarşiden daha iyidir,» temasım benimsedi fakihler. «İktidan olana boyun eğilmeli» idi. Mühim olan askerî güçtü, en geniş mânâsıyla İslama saygıydı bu.

O sıralarda din adamlarının siyasî düşünceye katkısı resmî bir ibadetle imanı yüceltmekten ibaret. Bu konuda en dikkate lâyık düşünceler filozoflardan, tarihçilerden, edebiyatçılardan ve iş adamlarından geldi.

İslâmın siyasetinde ortaya çıkan değişiklikler onlar için ibretle gözlenmesi gereken hâdiselerdi. Seçime dayanan halifelik ancak 30 yıl sürmüştü. Peygamberin ölümüyle, Hz. Ebu Bekir’in halife olmasından (632), Hz. Ali’nin kat-line ve Muaviye’nin halife olarak tanınmasına kadar (661). Muaviye, kendi oğlu Yezid’i halet tâyin etmiş ve Arap şeyhlerini bu kararım kabul etmeğe razı eylemişti. Hilâfet, ondan sonra bir tek ailenin eline geçiyordu. Sonralan Abbasiler de aynı usulü devam ettirdi. Çok defa halife, birbiri ardından hüküm sürecek iki veya daha çok vâris tâyin ediyordu. Bu iş nadiren başarılı oluyor, çok kere fe-lâketlere yol açıyordu. Sonraları, halifeyi vezirlerle kumandanlar tâyin etmeğe başladı.

Hilâfetin mahiyeti böylece değişirken, bu değişiklikler hem fark ediliyor, hem de mukavemetle karşılanıyordu. Emeviler, Müslümanlar tarafından tasvip gördüler, bununla beraber iki cepheden muhalefete uğradılar. Evvelâ halifelik ünvanlanna itiraz edildi. Haricîler, dayandıkları saltanat ve irsiyet umdesine karşıydılar. Onlara göre ümmet’- in reisi Müslümanlar tarafından serbestçe seçilmeli ve ümmet onu istediği müddetçe makamında kalmalıydı. Seçilebilme nesep ve sülâle gibi herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulmamalıydı, tek ölçü olmalıydı: değer. Sünnî’lere göre halife olmak için hür olmak ve Kureyş kabilesine mensup bulunmak lâzımdı. Haricîler ise ne hür olması lâzımdır ne de Kureyş kabilesinden; müminlerin rızasını elde eden herkes halife olabilir.

Şiiler her iki tarafa da muarızdılar. Evet, halife Kureyş kabilesinden hür bir Arab olmalıydı ama Peygamber kabilesinden olmalıydı. Bu daha dar tarif Emevileri hilafetten uzaklaştırıyor ve bu makamı zorla elde eden Abbasilere hak veriyordu. Şiiler, Abbasilere muhalefetde daha da ileri gittiler. Halife ancak Hz. Muhammed’in amcazadesi ve damadı Ali ile kızı Fatma’dan doğmuş olmalıydı.

Bu ve buna benzer itirazlara rağmen bütün İslâm ülkelerini kucaklayan bir tek halifenin mevcudiyeti uzun zaman yürürlükte kaldı. Filhakika pederşahi bir idare olan Emeviler devrinde halife, İslamların fethettiği bütün ülkelerde biricik hâkimdi. Mahalli valilerle kumandanları halife seçer veya azlederdi. Hilâfetin birliği prensibi ilk defa olarak 756’da ihlâl edildi. Şöyle ki: Emevî hanedanın Doğudaki bozgunundan kurtulmak isteyen bir Emevî prensi İspanya’ya kaçarak Abbasilere meydan okudu ve Müslüman İspanya’nın hâkimi oldu. Abbasi ordularının saldırısını püskürterek doğu halife devleti dışında bağımsız bir emirlik kurdu.

Siyasî bölünmeler hızla birbirini kovalayacaktı. Sınırlarda başladı ve çabucak merkeze yayıldı. Ispanya’dan sonra Merâkeş ve Tunus’da da bağımsız birer sülâle kuruldu. (8. yüzyılların sonlan, 9. yüzyıllann başlan). Doğu İran’da da başka hanedanlar ortaya çıktı. (9. yüzyılın sonunda, 10. yüzyılın başlarında). Sonunda Mısır, Suriye, Arabistan, hatta Irak’m bir kısmı 10. asrın ortalannda halife devletinden aynldı. Hilâfetin fiilî hâkimiyeti payitahtla civanna inhisar ediyordu ancak. Zamanla buralan bile Halifenin hâkimiyeti dışına çıktı. Halifeler, kendi askerî başbuğlarının kuklası oldular.

Bu bağımsız hanedanlar çeşitli menşelerden geliyordu, içlerinden daha küçük ve daha zayıf olanlar mahallî idiler. Bazan bu prenslikler toprak sahibi sojAılar tarafından kurulmuştu, daha sık olarak ise aşiret reisleri tarafından, arada bir ise haydutlar ve benzeri kanun-dışılar. Hanedan kurucuları daha da sık olarak subaylar veya parayla tutulmuş askerlerdendi. Bunlar bir vilayetin valiliğine atanırlardı. Bir müddet sonra vilayetleri istiklâl ilân eder, sonra da makamları babadan oğula geçerdi. İran’da böyle valiler çok defa İran menşeli idiler veya İranlı olmuşlardı. Ülkelerine bağlıydılar ve yönetimleri İran’ın siyasî, içtimai, ve medeni geleneklerini sürdürüyordu. Başka yerlerde hükümdarlar ülkelerinin uyruğu değildiler, önce Araplar sonra Türkler. Yerlerini çok defa yabancı askerler alacaktı.

İspanya’nın Emevi emirleri devletlerini halifenin muhalefetine rağmen kurdular. Ve hep dışında kaldılar halifeliğin. Başka yerlerde devletin hükümran emirleri bağımsız olmalarından memnundular, şekil üzerinde ısrar etmiyorlardı. Çok kere halifelerin bütün İslâmlar üzerindeki üstünlüğünü kabul ediyor, buna mukabil halifeden bir tâyin beratı koparmağa can atıyorlardı. Zamanla halife meşrû bir otorite haline geldi; halifenin rızasıyla hükümdarlık, isyan, gasıp veya savaş gibi vasıtalarla, elde edilen hükümdarlıklardan daha muteber sayılıyordu. Halifenin bu gibi yöneticiler üzerindeki metbuiyeti şahsi ve siyasi âmillere göre değişiyordu, hakikatte pek büyük bir etkisi de yoktu…

Çok defa bağımsız bir emirlik, merkezi iktidarın doğrudan doğruya muhalefetine rağmen kurulabilirdi. Bu gibi .yönetimler devam ettikleri takdirde, yöneticiler halifeyle uyuşmanın bir yolunu arıyorlardı. Ama istisnalar da yok değildi. Şiî veya haricî düşüncelerin etkisinde kalan asiler, kendi bölgelerinde halifenin hiçbir selâhiyeti olmadığını söylemekle kalmıyor, halifelik ünvanına bile itiraz ediyorlardı. Bu gibi meselelerde birbirini resmen kabul etme pek söz konusu olmaz. Buna rağmen zımnî bir tesamuh meç hul değildir.         .

Bir istisna tanıyoruz: Fatimiler sülâlesi. Bu hanedanın Tunus’da tahta çıkışı (909) orta-çağ İslâm tarihinde ikinci büyük devrim hareketinin zaferidir. Birbuçuk asır önce Abbasiler de böyle bir ihtilâl sonunda iktidara geçmiştiler. Fatimiler, mahalli reislere pek benzemez, doğuda ve batıda hanedan kuran asi asker ve ikbalperest valilerden değildirler. İslâmdaki büyük bölünmelerden birinin yani İs- mailî şia’nm başıydılar. Bu sıfatla Abbasilerin metbuluğu- nu red ettiler. Abbasiler, onların nazarında, gâsıptılar. ♦Hem irsiyetçe hem de Allah’ın buyruğu ile İmam biziz», diyorlardı. Halifelik, onların hakkıydı. Bütün İslâmları fetihler ve ihtidalar sayesinde dâvalarına kazanacaklardı. Abbasiler nasıl Emevileıi devirmişlerse onlar da Abbasi- leri devirecekti.

Bu gayelerine oldukça yaklaştılar. Yarım asır Kuzey Afrika’da hüküm sürdükten sonra doğu’ya yöneldiler. 969 da Mısır’a galebe çaldılar, ve yeni bir payitaht kurdular. Kahire. Mısır’dan güçlerini yaydılar. Filistin’i Suriye’yi, batı ve güney Arabistan’ı hatta kısa bir zaman için de olsa (3057-1059) Musul ve Bağdat’ı ele geçirdiler. Devletlerinin zirveye ulaştığı dönem. Bundan sonra Fatimiler dev-leti zevala yüztuttu. 1711 de tamamen yıkıldı. Mısır, Selâ- haddin’in emrinde Abbasilerin metbuiyetine ve sünni mezhebine girdi tekrar.

10. ve 11. .asırlarda sünni İslâmın ve Abbasî halifeliğinin ikbali tezelzüle uğradı. İslâm dünyasının yarısında Fa- timi halifesi hüküm sürüyordu. Geri kalan yansı için de hem dinî hem de siyasî bir tehlikeydi. Abbasiler alanında bile Şia’nın iktidar dönemiydi… hem düşünceler dünyasında hem dünyevi hükümranlıkta. Gittikçe artan bir etki… Bu arada halifeler İranlı ve şii saray nazırlannın etkisi altındaydılar. Uzak batı’da Kurtuba’nm Emevî emir’i görülmemiş bir durumla karşı karşıya idi. İki halife vardı: Tunus’da şiia bir halife, Bağdat’da sünni bir halife. Emevî emir, 929’da kendi hilâfetini ilân ederek Fatimî sapıklığından korumağa çalıştı. Artık – İslâm’da üç halife vardı. 1031 de Cordoba (Kurtuba) ‘daki hilâfet çökerek halifelerin sayısı ikiye indi. 117l’de Fatimî hanedanı da yıkılarak tek hali- ef kaldı: Bağdat’daki Abbasi halifesi. Böylece birlik prensibi iihyâ edilmiş oldu.

Bu ihyâ’da birçok faktörlerin payı olmuştur. Birincisi, Fatimî devletinin iç inhilâli ve bölünüşü. İkinci âmil ise, doğuda Türk sultanlarının yönetimi altında yeni bir siyasi ve askerî gücün sahneye çıkışı.

Bu İslâm dünyasında yeni bir hükümranlık biçiminin en yüksek noktasını temsil eder. IX. asır boyunca nazarî- yede taşra valileri, fiiliyatta da bağımsız hükümdar sülâleleri olan emirlerin hâkimiyeti İslâmî hükümet biçimlerinin kabul edilmiş bir nümûnesi olmuşlardı. Tatbikatla meşrulaşmıştı bu yönetim. Baştakiler Halifeye tâbi olduklarım beyân ediyor, halife de onlara hüküm sürmek beratı veriyordu. Böyle bir ruhsatın bedeli giderek ucuzladı. Zamanla halife kendi payitahtında bile nüfuzunu kaybetti. Yönetim askerî kumandanların eline geçti. 935’de durum düzene girdi. Merkezdeki emir, emir el-umera adım aldı. Demek ki devlet içindeki emirler arasında başta gelen O idi. 946’da Bağdat ve İrak’ın yeni efendileri olan İranlı Bü- vehy Oğullan da aynı ünvanı benimsedi. Bu ünvan, hükümranlık ifade etmeğe başladı. Hilâfetten ayn ve bir çok bakımdan hilâfete üstün bir ünvan… Büveyh’ler eski İran’rn şehinşah ünvamm da canlandırdılar ve. onu arapça mukabili olan melik el-mülük tâbiriyle birlikte kullandr- lar. Eyaletlerin sahipleri hükümdardı, ama payitahtın sahibi hükümdarlar hükümdan idi.

Eyaletlerden merkeze doğru yeni bir hükümranlık düzeni kurulmaktaydı. Halifeliğe bağlı bir düzen ama siyasî ve askerî işlerde ondan üstün haklara sahipti. XI. asrın ortalarına doğru bu oluşum tamamlanmıştı. Selçuk Türk- leri güneybatı Asya’nın büyük bir kısmına hâkim olmuşlar ve sultanlıklar kurmuşlardı.

Arapça sultan kelimesi yönetim veya sulta mânâsına gelen soyut bir kelimedir. Ve eski zamanlardan beri hükümet karşılığı kullanılmıştır. Devletin aşağı yukarı yö netenler anlamına geldiği bir toplumda sultan kelimesi hem o makamı elde bulunduranlar için hem de makamın kendisini belirtmek için kullanılmağa başlar. Fatımîler de sultandı, Abbasiler de. X. asırda sultan, bağımsız idarecileri belirtmek için kullanılır, üstün bir güç tarafından atanan veya azledilen emirlerden ayırmak için. İlk defa olarak XI. asırda resmî bir ünvan olur, Selçuklu hükümdarlarının resmi ünvanı olarak. Selçuk protokolünde sultan, halifenin dinî üstünlüğüne eş siyasî bir üstünlük belirtir.

Hülâsa halifeler, şii Büveyh’ler zamanında olduğundan daha iyi bir durumdadırlar. Selçuklular dinibütün sünnîler. di. Dinî ve dünyevî misyonlarının idraki içindeydiler. Bu- veyh’ler gibi akıllarına esti mi azletmiyorlardı halifeyi. Onlara büyük saygı gösteriyorlardı. Ama gerçek iktidarı da bütün olarak kendilerinde topluyorlardı. Böyle yapmanın haklan olduğunu açıkça söylüyorlardı. Sultan Sancar 1133’de halifenin vezirine şöyle yazıyordu: «Cenab-ı Hak, bu dünyamı!hâkimiyetini bizlere verdi…»

Başka bir deyişle hükümranlık Selçuk Hanedanı’na aittir. Allah’ın bir ihsanıdır bu, ve dinî bir makam olan halife tarafından da tasdik edilmiştir. Sultanlık da halifelik gibi tek’dir ve cihanşümuldür. İslâm camiasının tek dinî reisi vardır: Halife. Demek ki İslâm devletinin nizamından, güveninden ve yönetiminden sorumlu bir tek sultan olabilir. Selâhiyetin halifeyle sultan arasında bölüştürülmesi öylesine muhkemleşti ki Selçuklulann zayıfladığı bir dö-nemde Halife bağımsız bir siyasî güç göstermeğe yeltenince sultanla veziri saltanatın haklanna tecavüz ediyorsun diye halifeye itirazda bulundular. Halifenin imamlık gibi kutsal bir vazifesi vardı. Hükümet işlerini sultanlara bırakmalıydı.

Hükümranlıkta ikiliğin ortaya çıkışı siyaset ve devlet işleriyle uğraşan yazarlann gözlerinden kaçmadı. Müslüman yazar için esas fark Batı yazarlarında olduğu gibi dini ile dünyevî arasındaki fark değildi. Saltanat da dinî bir müessese idi. Şeriat’e dayanan ve şeriat’ı ayakta tutan bir müessese… Devlet ulema arasındaki münasebet Selçuk sultanlarıyla halefleri döneminde halifeler zamanında olduğundan çok daha sıklaştı. Müslüman yazarların daha da çok Iranlı müelliflerin ifade ettiği gibi gerçek ayrılık iki tür otorite arasındaydı: peygamberane otorite, hüküm- darane otorite. XI. asır Iran yazarlarından birinin dediği gibi: «Bilin ki Cenab-ı Hak, Peygambere ayn, hükümdarlara ayn bir güç ihsan etmiştir. Dünya halkı da bu iki güce boyun eğmeli ve Allah’ın gösterdiği doğru yoldan sap- mamalı.» Peygamberi Allah seçer ve gönderir. Vazifesi şeriatı tebliğ ve tanzim etmektir. Peygamberin kurduğu düzen İlâhîdir. Ne var ki, insanın kurduğu hükümetleri hükümdar yönetir. Hükümdar, sultasını siyasi ve askerî yoldan elde eder ve korur. Bu otoriteye sahip olduğu için emir vermek ve bu emirleri çiğneyenleri cezalandırmak onun hakkıdır. Emirleri şeriata aykırı olmamalıdır. Şeriatı bilir ve adaletle uygularsa Allah otoritesini takdis eder. Kendisi de tebası da her iki cihanda aziz olur. Her çağda peygambere ihtiyaç olmamıştır. Nitekim Hz. Muhammed’den beri peygamber gelmedi. Ama her devirde hükümdarlar lâzım. Çünkü hükümdar olmayınca nizam bozulur ve anarşi doğar. Sünnilikle siyasi iktidarlar arasındaki münasebet çok iyi anlaşılmış ve sık sık ifade edilmiştir. İslâm yazarlarının bazen eski İran hikmetine ait bir vecize, bazan da peygamberin bir hadisi olarak naklettikleri şu sözlerle hülâsa edilir: «İslâm (yahut din) ve hükümet ikiz kardeştir. Biri olmadıkça öteki yaşayamaz. İslâmiyet temeldir, hükümet bekçi. Temeli olmayan çöker; bekçisi olmayan mahv olur.*

Selçuklular ve daha sonraki sultanlar imanın ve şeriatın koruyucuları olduklarını İsrarla belirtirler. Hükümranlık otoriteleri de üzerinde durdukları bir konu. Hatta adil bir sultan, peygamberin otoritesinin bir kısmına sahip olduğunu ileri sürebilir.

Halifelik ile saltanat arasındaki fark, dini ve dünyevi H arasındaki farka irca edilemez. Daha çok Bagehot’un tâbiriyle hükümetin «şayanı hürmet» bölümüyle «etkili» bölümü arasındaki farktır. Halife otoriteyi, sultan iktidan temsil eder. Halife, hükümet eder ama yönetmez. Sultan, her ikisini de yapar.

Bir müddet için Büyük Selçuk Sultanlığı tek cihanşümul sünnî müessese olarak saygı görmüştür. Başka hükümdarlar da eski zamanlarda olduğu gibi gayrı resmî olarak sultan ünvamnı kullanmaktaydılar. Ama sikkelerinin üzerine basmaktan da çekiniyorlardı bu ünvanı. Ne var ki, Selçuklular devleti çökünce sultan daha geniş ölçüde kullanılır oldu. Devletin başı olduğunu iddia eden ve hiçbir metbu’ tanımayan her sünnî kendine sultan ünvamnı verdi. Nitekim sultan ünvanı Kuzey Afrika, Mısır, Türkiye, İran, Hindistan ve başka ülkeler yöneticileri için de kullanılır oldu.

1258de Irak’ı istilâ eden Moğollar son Bağdat halifesini katlettiler. Müessese zaten ölmüştü. Moğollar böylece bu hayaleti de ortadan kaldırmış oldular. 1517’ye kadar Kahirede Memluk sultanlarından maaş alan bir gölge-ha- life’ler dizisi görüyoruz. Bunlann hiçbir güçleri yoktu. Ve Mısır dışında pek tanınmıyorlardı. Osmanlılar Mısır’ı fethettikten sonra bu gölge-halife’lerin sonuncusu İstanbul’a gönderildi. Birkaç yıl sonra da herhangi bir vatandaş olarak ülkesine döndü. Artık halife diye birşey kalmamıştı. Sultanlar İslâmın en üstün başbuğ sıfatıyla yönetiyorlardı ülkelerini. Her sultan kendi kendinin halifesiydi. Halife kelimesi, artık sultanlann birçok unvanlarından biri oldu. XVIII. asırda yeniden canlamncaya kadar eski anlamından pek az şey taşıyordu halifelik.

Halifelik sona ermişti. İslâm dünyası parçalanmıştı. Birbirinden ayn ve çok kere hükümranlık için savaşan bir sürü devletçik… Buna rağmen aynı ümmetten olmak duygusu hep güçlü ve etkili kaldı. İslâm dünyasının siyasî birliğini ayakta tutamayacak kadar cılız bir güçtü hilâfet. Ama uzun zaman İslâm dünyasında devamlı ve istikrarlı siyasi bir kavramın ortaya çıkmasını da önleyecekti. İslâm hükümdarlarının sıfat ve lakaplar cetveli Hıristiyan yöneticilerinden çok başkadır. Hıristiyan Avrupa’da Papa’yla iki Roma imparatorundan başka Frank’lann, Got’ların, daha sonra da Fransızların, İngilizlerin ve diğer ülkelerin kırallan vardı. İslâm dünyasındaysa etnik ünvanlar seyrekti. Kullanıldıklan zaman bile çok önem taşımaz. Müslüman yöneticilerin taşıdığı ünvanlar manâlıdır hep. Bununla beraber hükümdarın üzerinde hak iddia ettiği ülke veya kavimlerin isimleri pek zikredilmez. Moğollardan önce bu susuş, o dönemin siyasetindeki istikrarsızlığı ve değişikliği belirtir. O zamanlar birbirini izleyen iki sülâlenin aynı toprak parçalarına hükmettiği ııadirattandı. Bununla beraber Moğollardan sonra bile sınırlar daha kesin ve daha devamlı olduğu halde bu alışkanlık süre gelmiştir.

XVI.    yüzyılın başlarında Orta-Doğuda üç büyük monarşi vardı. Bu monarşiler modem tarihçilerin Türkiye sultanı, Mısır sultanı, ve İran şahı diye adlandırdıkları kişiler tarafından yönetiliyordu. Hükümdarların kendileri bu ünvan- lan kullanmazdı ama komşuları onları aşağı yukan bu isimlerle anardı. Müslüman bir hükümdar için hükümranlık alanının hududu tek kelimeyle ifade edilirdi: İslâm. Her üç hükümdar da İslâmlann reisi olmak iddiasındaydı- lar. Irka veya araziye bağlı ünvanlar ancak rakiplerini küçümsemek için kullanılırdı. Meselâ Türk sultanlarıyla Iran şahlan yazışmalarında kendilerinden İslâmın hükümdan olarak söz ederlerdi, komşulanndan ise Rum sultanı ya da Acem şahı ünvanlannı tercih ederlerdi. Belli ülkelerin sahipleri vardı şüphesiz. Bazıları çok uzun zamandan beri yönetmekteydi bu ülkeleri. İslâm devletleri içinde en büyü-ğü ve en uzun ömürlüsü Türkiye idi. Gerçi Türkiye diye bir ad bilinmiyordu. 1923’de Avrupa’dan alınıp Cumhuriyet tarafından resmen kabul edilinceye kadar da bilinme- yeoekti… İran’la Mısır ise eski isimlerdi, zengin hâtıraları ve tedayileri olan isimler. İran, ayn bir dilin ve kültürün vatanıydı; Mısır, hem coğrafyası hem de tarihiyle ünlü bir ülke; jrüz yıllardan beri bağımsız bir İslâm devletinin üssü. Yine de protokollarda da, sikkelerde de, belge ve yazıtlarda da görünmez. Ancak XIX. yüzyılda Müslüman Avrupa- lılann düşüncesini benimseyerek milliyetçilik açısından kavmi veya vatanî tâbirler kullanmağa başlar ve hükümranlıklarım da bu mefhumlar ilgili olarak yeniden sınırlarlar. Bugünkü millet devlet dünyasında bile yeni tasniflerin pek cam gönülden kabul edilmediği ve daha eski bağlılık biçimlerine özlem duyulduğu görülmektedir.

İslâm’ın içinde devlet ve milletlerin gelişmesini önleyen ortak bir hüviyet şuuru İslâm camialarıyla dış dünya arasındaki münasebetleri de etkiledi. «Küfür tek millettir» demiş Peygamber. Hadisin Peygambere ait olduğu şüpheli ama ifade ettiği inanç gerçeğe uygundur. Nitekim İslâma göre dünya ikiye ayrılır: Dar-el-İslâm, Dar el-Harb. Dar el- İslâm, İslâm kanunlarının geçerli olduğu bütün toprakları kapsar. Geniş mânâda İslâm Ülkeleri. Dar el-Harb, dünyanın geri kalan bölümleri. Nasıl semada tek bir Allah varsa yeryüzünde de tek bir hükümdar ve tek bir kanun vardır. İslâm devleti yönettiği kâfirleri korumakla mükelleftir; tabiî kâfirler Allah’a şerik koşmayacak ve Kuran’m kabul ettiği dinlerden birine mensub olacak. Zamanla bütün kâinat İslâmiyeti kabul edecek yahut İslâm kanunlarına boyun eğecektir. Bu arada Müslümanların bu amaç gerçekleşinceye kadar mücadele etmesi şarttır.

Bu vazifenin adı ise: cihad’dır. Cihad’a sanlana mücahid denir.

Kelime, Kur’an-ı Kerim’de defalarca geçer. Anlamı: Kâfirlere karşı savaştır. İslâmın ilk asırlarında, dinî ve dünyevî yayılma çağlarında kelimenin tabii mânâsı bu idi. Cihad, İslâm uğruna açılan kutsal savaştı, imanın emrettiği dinî bir vecibe… Bütün olarak câmiaya terettüp eden ma’şerî bir vazife. Ne var ki, smır bölgelerinde, savaş bölgelerinde, daha doğrusu, hükümdarın münasip gördüğü yer ve zamanlarda her Müslümana düşen ferdi bir vecibe haline geldi. Bütün dünya İslâm oluncaya kadar aralıksız sürüp gidecek bir vazife…

Demek ki Müslümanlarla dünyanın geri kalan insanları arasında dini ve şer’i bir savaş durumu vardı. Bütün insanlar İslâm olmadık;a veya İslâma boyun eğmedikçe sürüp gidecekti bu durum. Bir İslâm devletiyle İslâm olmayan bir devlet arasında banş anlaşması imzalamak hukuken imkânsızdı. Savaşa son verilemezdi; olsa olsa zaruret veya maslahat icabı bir mütarekeyle ara verilebilirdi. Böyle bir ateş-kes fakihlere göre ancak geçici olabilirdi. Süre olarak on yılı aşamazdı. Müslümanlar, istedikleri zaman tek yanlı olarak ateş-kesi boza/bilirlerdi; yalnız mu- hasemat’a başlamadan önce karşı tarafa durumu bildirmek kanun icabıydı. Kanun aynı zamanda savaşların nasıl başlayacağını, savaş içinde nasıl davranılacağını, tutsaklara ve sivil ahaliye nasıl muamele edileceğini de düzenliyordu.

Cihad kanunu da İslâm fıkhı’mn birçok kanunları gibi, esas şeklini hicretin ilk yüzelli yılında aldı. Bu tarihte cihan halifeliğinin muzaffer orduları Fransa’ya, Çin’e, ve Hind’e doğru ilerliyorlardı. İslâmın bütün dünyada muzaffer olması yalnız kaçınılmaz değil aynı zamanda yakındı da. Bundan sonra hem milletler arası hem de anayasa konularında hukuki mevzuat ile siyasî olaylar arasında ge-niş bir uçurum açıldı. Siyaset adamları bu uçurumu görmezlikten geldi, fakihler ise örtbas etmeğe çalıştılar. Dünya hilâfeti minnacık devletlere bölününce karşı konmaz ve aralıksız cihad da sona erdi. İslâm dünyasıyla dünyanın geriye kalan bölümleri arasında karşılıklı bir hoşgörü münasebeti kuruldu. Dünyanın geri kalan bölümü yine «dar el-harp» idi. Ne var ki, fethedilmesi tarihî zaman çerçe-vesinden çıkıyor, mesihî zaman çerçevesine bırakılıyordu. Şimdilik her iki dünya arasında az çok devamlı sınırlar vardı. Bu sınırlar içinde savaştan çok banş hüküm sürüyordu. Banş, karadan veya denizden yapılacak saldmlarla bozulabilirdi; sınır nükseden bir anlaşmazlık dolayısıyla yer değiştirebilirdi. Fakat orta-çağlardan bu yana bu nevi hudud değişmeleri Müslümanlann aleyhine olduğu gibi ley- hine de olmuştur.

Bu değişiklikler ve bunlann sonunda Müslüman olmayan ülkelerle siyasî ve ticarî münasebetlerin gelişmesi fakihlere çözülmesi gereken yeni yeni meseleler sunuyordu.

Fakihler, bu meselelere ustaca yorumlarla karşılık buldular. Cihad vecibesi belli bir tarife bağlanarak hafifletildi. Evet… dar el-harb ile yapılacak ateş-kesler kısa bir zaman için geçerli olabilirdi. Ama bu ateş-keslerin gerekince tekrarlanması neden caiz olmasmdı! Böylece hukuken düzenlenmiş bir banş söz konusu oluyordu. Bazı fıkıh- çılar, bir ara-durum kabul ettiler: Dar el Harb ile İslâm arasında bir Dar el Sulh veya Dar el-Ahd vardı. Bunlar İslâm olmayan fakat İslâmiyetle anlaşma yapan, İslâmın egemenliğini kabul ederek ona cizye veren, bu sayede istiklâllerini ve kendi yönetim biçimlerini koruyan devletlerdi. İslâm ülkelerinde yolculuk eden bir savaşçıya verilen seyahat tezkeresinin adı aman’dır. Taşıyıcısı da mus- tamin. Her yetişkin Müslüman bir veya birkaç Müslüman olmayana aman verebilir. Müslüman devletinin reisi ise bir belde, bir ülke halkına veya ticarî bir amaç güden bir topluluğa maşeri bir aman verebilir. Aman’m uygulanışı, İslâm ülkeleriyle Hıristiyan arasında diplomasinin ve ticaretin gelişmesini geniş ölçüde kolaylaştırmıştır. Hıristiyan bezirgânlar bu sayede Müslüman ülkelerinde ikamet edebilmişlerdir. Son Haçlı Seferlerinden zamanımıza kadar aman müessesesi Müslüman ülkelerinde Hıristiyan devletleriyle banşçı temaslar ve iletişimler için bellibaşlı hukukî temelleri sağlamıştır. Avrupa’nın ticarî ve diplomatik uygulamaları yöneticilerin geniş ölçüde gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır.

İslâm devleti ve camiası bilhassa batıya ve doğuya doğru genişlemiştir. Kuzeye ve güneye gelince… Avrasya’nın boş ovaları ve çölleri ile Afrika’nın cangıl’ları pek çekici olmamıştır. İslâmın bu bölgelerde ilerleyişi ağır ve geç ol-muştur. Fatihlerin ve misyonerlerin bellibaşlı çabalan daha ziyade kalabalık ve mamur memleketlere yönelmiştir: Batıya doğru Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya, doğuya doğru İran’dan Orta Asya’ya, Hindistan ve Çin dolaylanna. Her iki yanda da korkunç düşmanlar mevcuttu. Batıda Hıristiyan devletleri ve kırallıklan; doğuda büyük İran İmparatorluğu; ve bunun da ilerisinde steplerin ve ormanlann savaşçı ahalisi.

Hemen hemen başından beri iki mücadele arasında, yani doğu ile batı arasında köklü bir fark vardı. Iran imparatorluğu Müslüman akıncıları ile doluydu. Topraklan da ahalisi de İslâm egemenliği altındaydı. Müslümanlann ilerlemesine engel olan Bizans sınırı saldınlar karşısında geriliyor, fakat ayakta duruyordu. Hıristiyan Roma imparatorluğu hâlâ canlıydı ve İstanbul’da bir Sezar hüküm sürüyordu. Sezar’m donanması ve orduları yalnız Bizans im-paratorluğunun kalıntılarını korumakla kalmıyor, Hıristiyan Avrupa’yı da istilâ ve fetihlerden koruyordu.

Batının tarihî geleneği Poitiers’deki (732) Fransız zaferini Hıristiyanlığın İslâm’dan kurtancısı olarak kabul eder. İslâm geleneği ise Poitiers savaşından pek söz etmez; etse bile ufak tefek bir olay diye zikreder. Ama gerek tarihte gerek efsanelerde İstanbul surlan altında geçen nihaî kavgaya büyük yer verir. Şüphe yok ki İslâmın bu konudaki görüşü hakikate uygundur. Fransızlar Poiti- ers’de sınırlanna varan ve hızını kaybeden bir gücün son şahlanışını durdurdular. İstanbul’un savunuculan henüz taze ve zinde olan bu gücün ilerlemesine engel oldular. Doğu Avrupa’dan Ren’e giden yol Arapların Amuderya’ya gitmek için izledikleri yola kıyasla daha kısa ve daha kolaydı. İstanbul’u fethedemediler. Bu başarısızlık Bizans imparatorluğunu ve onunla beraber Batı Hıristiyanlığını İran ve Orta Asya’nın kaderini paylaşmaktan kurtardı.

Arab fethi ve bunun neticesi olarak İran’ın siyasi bakımdan silinişi, yalnız İran’ın değil fakat İslâmiyetin kaderi üzerinde de önemli etkiler yapmıştır. Bizans’ın ileri gelenleri, Suriye’den, Mısır’dan ve Kuzey Afrika’dan İstanbul’a çekilebilir, eski tab’alannı yeni efendilerinin insafına terk edebilirlerdi. Sakit İran imparatorluğunun ileri gelenleri için böyle bir kaçış imkânı yoktu. Hindistan’a kaçan küçük bir zümre dışında İranlılar bulunduklan yerde kalmak ve yeni tahakküme baş eğmek zorundaydılar. İran zadegânı, orta sınıfı ve din adamlan hüner ve tecrübe hamuleleri ve yakında kaybedilmiş ikbal ve ihtişam hatıra- lanyla İslâm toplumunun ve kültürünün, hükümet ve muhalefetinin gelişmesinde o kadar büyük bir rol oynamalarında şaşılacak bir taraf yoktur. İran’ın eski inançları mânâsını kaybetti; daha sonraki nesiller bozgundan ve ümitsizlikten kurtulmak için îslâma sığınacaklardı.

İslâm doğuda zafer kazanmıştı. İran baştan başa zap- tedilmişti; Hüsrev imparatorluğu can vermişti. Zerdüşt inancı can çekişiyordu. İranhiann siyasî kabiliyetleri de dinî inançları gibi İslâm dâvasının emrindeydi. İran’ın doğu sınırları ötesinde nice kavimler ve büyük krallıklar vardı. Ama bunlann hepsi de Muhammed’in cihanşumul tebliği için ciddî bir tehlike olmaktan uzaktı. Hindistan ve Çin, İslâm klâsik oluşma dönemini yaşarken İslâmın şuurunu çok uzaktan etkilediler; bu ülkeler müşrik ve putperestlerin yurdu idi ve vahye mazhar olmamışlardı. İslâmi- yete kazandırılmalannın zamanıydı. Steplerin savaşçı fakat uysal ahalisi için de aynı şey söylenebilirdi. İhtida edince İslâm dâvasına taze bir kan getirmiş oldular. Doğuda İslâmın gelişmesini engelleyecek bir sınır yoktu. Her yeni fetih İslâmiyete yeni kaynaklar kazandmyordu.

Batıda durum çok farklıydı. Fethedilen toprakların Hıristiyan ahalisi biliyorlardı ki sınırlann ötesinde hür bir Hıristiyanlık vardır.

Bu şuur onları ayakta tuttu ve yok olmaktan korudu. Bu ülkelerin İslâmlaştınlması daha yavaş gerçekleşti. Zamanımıza kadar birçok Hıristiyan azınlıklar süre gelmiştir. Daha önemlisi de şu: Hıristiyan imparatorluğu doğrudan doğruya İslâmiyete meydan okuyordu. Batıda, doğudan çok farklı olarak, İslâm bir rakip tanımak zorundaydı, hatta bir akran. Başka bir vahiy eseri din ve bir cihan devleti. O da bütün insanlığa bir tebliğ sunuyordu. İslâmiyeti kabule yanaşmak şöyle dursun kendileri insanları Hıristiyanlığa çağırıyorlardı. Bu teşebbüslerinde başarısız oldukları da söylenemezdi.

Demek ki Hıristiyanlarla savaş başka sınır ülkeleriyle savaştan mahiyetçe farklıydı. Sıım ülkeleri müşrik kavim- lerin İslâmlaştırılmasında sadece birer merhaleydiler. Hıristiyanlıkla savaş ise dinî ve siyasî düşman bir düzenle savaştı. Bu düzen İslâmın dünyadaki rolünün dayandığı esasları inkâr ediyordu.

îslâmiyetle Hıristiyanlık arasındaki mücadele askerî bakımdan 4 veçhe arz eder: ikisi saldın, ikisi karşı-sal- dın. Bu safhaların her birinde geniş toprak parçalan fetih yoluyla bir yandan bir yana aktarılmış ve bunun her iki taraf üzerinde büyük etkileri olmuştur.

İslâm dünyasıyla Hıristiyanlık arasındaki uyuşmazlık Peygamberin yaşadığı sıralarda başlamıştır. Nübüvetinin ilk yıllarında esas savaş Arap müşriklerine karşı yapılırken Peygamberin gerek Yahudilere gerekse Hıristiyanlara karşı davranışı dostça ve hürmetkârâne idi. İslâmlann başı olarak her iki camiayla temasa geçti. Bunu anlaşmazlıklar takip etti. Önce Medine’de yoğun olarak temsil edilen Yahudiler düpedüz düşmandılar. Hıristiyanlar ise muhtemel birer müttefiktiler. Sonra Medine’deki camianın etkisi genişledi. Müslümanlar Arabistan’daki Hıristiyan kabilelerle çatıştılar. Kuzey sınırlarında Hıristiyanlarla ve Yahudilerle ilişkiler savaşa dönüştü.

İslâm geleneğine göre, Hicret’in 7. yılında (M.S. 628) Peygamber Medine’den Bizans imparatoru Caesar ile İran Şehinşahı Husrev’e birer mektup yolladı. Onlara ya İslâlâmiyeti kabul etmelerini yahut da kâfirlerin vermesi gereken cizye’yi sunmalarını teklif etti. Bu rivayet ne derece doğrudur? Bilemeyiz… Hz. Muhammed iki büyük hükümdarın İslâmiyeti kabul edeceğine inanıyor muydu? Âlimlerin bu konudaki görüşleri farklıdır.

İslâmın ilk fethi, Hayber’dir; Medine’nin kuzeyinde, Suriye yolunda bir vaha… Hayber’de Yahudiler oturuyordu, içlerinde Medine’den kovulan kimseler de vardı. 628 de Muhammed 1.600 kişilik ordusuyla Hayber’e yürüdü ve 6 hafta içinde bütün vahayı işgal etti. Yahudilere, aileleriyle orda kalmak ve ibadetlerini sürdürmek izni verildi. Topraklan ve mallan fatihlere devredildi ama tarlalarını ekip biçebilecekler ve hasadın yansını fatihlere vereceklerdi.

Daha sonra Hayber Yahudileri Halife Ömer tarafından vahadan çıkarıldılar. Zira mübarek Arab topraklarında İslâmiyet’den başka bir dine yer yoktu. Daha sonraki fetihlerde Hz. Muhammed’in Yahudilere kabul ettirdikleri şartlar hafif değişikliklerle aynen tatbik edilecekti. Kuzeye yani Hıristiyan topraklarına yayılış Hz. Muhammed’in son yıllarında başladı. Hz Muhammed’den sonra gelenler, Hıristiyan dünyasının geniş bölümlerini İslâmiyete kazandırdılar: yakın doğuda Hıristiyanlığın doğduğu ülkeler, kuzey Afrika’nın bütünü, İspanya, Fransa ve İtalya’nın bir kısmı, ve Akdeniz adalarının bir çoğu gibi.

Orta-çağ Müslümanları için Araplann İslâmın altınçağındaki bu zaferleri dinlerinin hak dini olduğunu ve Al- lahiın Müslümanlardan yana bulunduğunu ispat eden İlâhî birer işaretti. Şüpheciliğin egemen olduğu bir çağda, tarihçiler daha rasyonel izahlar aradılar.

Arab fetihlerinin askerî tarihi hakkında pek az şey biliyoruz. Ama bu yetersiz bilgilerin ışığında şunlan söyleyebiliriz: Araplar, diğer imparatorluk kurucularından farklıydılar. Özel bir taktikleri de yoktu, teknik bir üstünlükleri de. Düşmanlarına karşı galebe sağlayacak araçlardan mahrumdular. Ne Makedonyalılar gibi mızraklı alayları, ne Romalılar gibi lejyonları, conquistadore’lar gibi atlan, ne de sömürgeciler gibi yangın kuleleri vardı. Hatta tersine, zamanın iki büyük askerî gücüne saldmrken hem maharet hem silah hem de sayı bakımından çok gedidey- diler. Büyük birliklerle savaş konusunda tecrübesizdiler. Önceleri muhasara bilgisinden de mahrumdular, muhasara için lüzumlu silahlardan da. Müstahkem şehirleri sadece kuşatabiliyor fakat teslim alamıyorlardı. Donanmalan yoktu. Hatta karada bile düşmanlann zırhlı süvarilerine karşı koyacak güçten mahrumdular.

Birçok şeyleri yoktu ama, mübalâğa da etmeyelim.

7. yüzyılda yerleşik ve gelişmiş devletlerin teknolojik durumuyla bozkır veya çölden gelen akıncıların durumu arasında doldurulamayacak bir uçurum yoktu. Kaldı ki diğer bakımlardan Arablar da düşmanlannın kullandığı silahlara sahiptiler.

Üstelik düşmanlarına kıyasla büyük üstünlükleri de vardı. Bu üstünlüklerden biri hem lojistik hem de stratejikti: deveyi kullanıyorlardı, bu sayede çöle de hâkimdiler. Gerçi devenin savaşta büyük değeri yoktu. Ama taşıt olarak önemi çok büyüktü. İnsanları, teçhizatı ve malzemeyi nakil işinde emsalsizdi. Modem denizci devletler için deniz ne ise Araplar için de çöl oydu. Düşmanlarının ha-beri olmadan deve sayesinde diledikleri gibi dolaşabiliyorlardı çölde. Fethettikleri eyaletlerde hükümet merkezlerini çölün ucunda kurdular. Şehir zaten mevcutsa, Şam gibi, onu kullandılar. Yahut da yepyeni bir şehir kurdular Kü:fa, Fustat, Kayravn gibi. Bu garnizon şehirler Arab imparatorluğunun Bombay’ı, Kalküta’sı, Singapur’udur, çölün limanlan… Bunların aracılığıyla eyaletlere sızılmış, sonra eyaletler fethedilmiş, ve bir süre yönetilmiştir.

Araplann başka bir üstünlüğü de maneviyatlarydı. Araplar, mukaddes bir savaşın muharipleriydi. İmanla., ve- cidle doluydular. İlahî yardıma güveniyorlardı. Bu güven birbirini kovalayan zaferlerle bir kat daha güçleniyordu. Düşmanlan ise uzun zaman eğitilmiş, çoğu paralı, askerlerdi. Mahirdiler ama amaçlan yoktu. Bir taraftan kendi saflan içindeki anlaşmazlıklar, bir taraftan da sivil ahalinin düşmanlığı canlanna okuyordu. Arap savaşçılan ise toplumsal durum, kast ve imtiyaz gibi engellerle karşı karşıya değildiler. Bizans’ın veya İran’ın sahip olmadığı parlak başbuğlar çıkıyordu aralânnda.

Kendi üstünlüklerine sanlan Araplar, çok kısa bir zamanda mahrum bulunduklan silahlan ve teknikleri telâfi etmek imkânını buldular. İslâm öncesi Arabistan’da alışılmış savaş biçimi karr wa – farr idi (vur,kaç). Kabile sa- vaşçılanna çok uygun bir teknik ama disiplinli ordularla savaşırken hiç de elverişli değil. Siret’lere göre Peygamber, savaş nizamı getirmiştir, (tâbiye). Bedir savaşında birkaç yüz askerini saflar halinde dizmiş. Bizans ve İran’la savaşırken Araplar daha geniş birliklerle nasıl harb edileceğini çabucak öğrendiler. En şaşılacak taraf da, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın yerli Hıristiyan ahalisinin yardımıyla Arapların uzun müddet hâkim oldukları Akdeniz’ de Bizans vesair Hıristiyan donanmalarını bozguna uğratacak savaş gemileri inşâ etmeleridir.

Araplar, yeni kazandıkları deniz gücü sayesinde İstanbul’a karadan ve denizden defalarca saldırdılar. 674’de Marmara’daki Erdek yarım adasını işgal ettiler. Ve bir savaş üss’ü kurdular. Bu üss’den bahar ve yaz aylarında İstanbul’u muhasara ettiler yıllarca. 678’de İstanbul surlarının önünde büyük bozguna uğradılar. Ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu, Müslümanların mukaddes savaşlarında uğradıkları ilk gerçek mağlubiyetti. Bundan sonra nisbî bir durgunluk dönemine şahid oluruz. Bu dönemde Müslümanlarla Bizans arasındaki çatışmalar sınırlarda tutsaklan kaçırmak ve ganimet elde etmek için yapılır.

8. asrın ilk on yıllarında yeni bir ilerleme kaydedilir. Doğuda Arab ordulan Cakarta ve İndus’a vanrlar. Batıda, Berber yardımcılarıyla Cebelitank boğazını aşar ve İs- panya’mn fethine girişirler. Merkezde Emevî Prensi Mas- lama, sınırlardaki kumandayı ele aldı ve Anadoluya birçok saldınlarda bulundu. Bu ilerlemenin en yüksek noktası Araplar tarafından girişilen 716-717’de İstanbul’un fethi teşebbüsüdür. Bu sefer de bozgun ve gerileme ile sonuçlandı. Bununla beraber İslâm efsanelerinde ve folklorunda bilhassa cihad’la ilgili son kahramanlık hikâyelerinde ve saga’larda büyük bir ün taşır. Bir yandan bu hi-kâyeler bir yandan da o dönemde dilden dile dolaşan kehanetler Müslümanlann cihad konusundaki davranışlarında nasıl bir değişiklik olduğunu gösteren örneklerdir. Kâfirlere karşı yapılan en yaman savaşlar eski ve hamasî bir geçmişe aittir. İslâmlann son zaferi ise uzak ve mesyânik bir gelecekte gerçekleşecektir.

717’de İstanbul’dan çekilen Müslüman ordular ilerlemekte devam ettiler, ülkelerinin uzak doğu ve uzak batısına doğru… Ne var ki, yayılışlanmn sınınna varmışlardı artık. Batıda, Sicilya’nın fethi (827-902) tek büyük başan oldu. Doğuda ise İslâm ordulan Hindistan ve Çin hudut, lannda durakladı. Bizans sınırlan 782’ye kadar nispeten sakindi. 782’de Abbasi hanedanından bir başka prens or- duşuyla Anadolu’dan İstanbul’a dayandı. Galip oldu, Bizans’ı cizye’ye bağladı ve yurduna döndü. Bu zafer genç emir Harun’un itibarını artırdı. Bir vakanüvisin söylediğine göre: Harun’un babası halife Mehdi, Harun’u ikinci veliahd nasp etmiş ve ona Reşid ünvanını vermiştir.

Bu, Arab halifelerinin İstanbul’a yaptıkları son büyük savaş olmuştur. İstanbul’un fethi daha sonraki bir tarihe ertelenmişti. Cihad’ın sona ermesi için birçok sebepler vardı. Eski fatihlerin heyecanı ve savaş tutkusu uzun zaman, dan beri küllenmişti. Ganimet veya şahadet susuzlukları doyuma uğramıştı. Cihada koşan akıncılar yerine şimdi düzenli ve paralı ordular vardı. Bu ordular Arapların boz-guna uğrattığı ordulardan pek farklı değildi. Abbasiler, payitahtlarını doğuya doğru kaydırmışlardı. Halifelik artık bir doğu imparatorluğu olmuştu. Artık savaş canı gönülden yapılmıyordu. Batı sınırdaşlarıyla münasebetleri asgariye inmişti. Bu arada Akdeniz ülkelerinde üss’ü olan İslâm devletleri mücadeleye devam ediyordu. Ama onlar da öteki İslâm devletleri gibi kahramanlık çağının sona erdiğini kabul ediyorlardı. Dar el-İslâm ile Dar el harb arasındaki sınırlar daima baki kalacaktı ve ister istemez İslâm olmayan devletlerin varlığı kabul edliecekti.

Bu meyanda büyük Hıristiyan karşı-saldın’sı da başlamış bulunuyordu. İslâm dünyasının zâfı ve bölünüşleri de Hıristiyanlara cesaret veriyordu. İslâm dünyasına ilk saldıranlar putperest kavimler oldu: Doğuda Hazar’lar, Batıda Viking’ler. Ne var ki, bunlar sadece birer episod idi. Yalnız büyük bir etkileri oldu. Hıristiyanlar uyandılar ve kaybettikleri topraklan elegeçirmek karannı verdiler.

Elden çıkmış topraklan yeniden fetih uçlardan başladı. Ispanya’da bazı Hıristiyan beylikleri, yarımadanın kuzey ucunda geçici olarak yaşamak çaresini bulmuşlardı. Hu- dütlannı sağlamlaştırmağa ve ülkelerini genişletmeğe kalktılar. Önce Frenklerin sonra Normanlann İslâm ülkelerine saldmşı da onlara yardım etti. Doğuda, Kafkasya’nın Hıristiyan ahalisi, Gürcü’lerle Ermeniler tekrar baş kaldırdılar, ve Müslüman efendilerinden gittikçe artan bir hürriyet koparmayı başardılar. X. asrın ikinci yansında Bizans imparatoru, Müslümanlara karşı saldmya geçecek güçteydi. Bu saldmların sonunda Girit, Antakya, Sisam geri alındı. Kuzey Suriye’nin ve Mezapotamya’nm birçok kısımlan ya ilhak edildi ya işgal. Bizans akmcılan güneyde Kudüs’e kadar uzandılar.    ,

1. asırda Hıristiyanlann İslâm topraklannda ilerlemesi selleşti. Doğuda Gürcü kırallığı, İslâm saldınlannı püskürttü ve genişleme dönemine girdi. Bu dönemde, Karadeniz’den Hazer denizine kadar bütün Kafkas bölgesini hâkimiyeti altına aldı. Ispanya’yla Portekiz’de yeniden fetih harekâtı Toledo ile Coimbra’ya ulaştı. Akdeniz’de Hıristiyan istilâcılar Sardunya Ve Sicilya’yı Müslüman yöneticilerden geri aldı. Nihayet 1098’de Batı Avrupa Hıristiyan- lan Suriye ile Filistin’in bazı bölgelerini işgal ve bir müddet için ellerinde bulundurdular. Bu uğurda yapılan savaşlar Hıristiyan âleminde Haçlı Seferleri diye bilinir.

Müslümanlar arasındaysa Haçlılar adıyla tanınmazlar. Ne gariptir ki Haçlı seferlerini anlatan Arap vakanüvisleıi, başka bakımlardan çok zengin olduklan halde bu istilâcıları doğuya getiren hareketle ilgili pek az bilgi içerirler. Haç ve haçlı kelimeleri çağdaş İslâm yazarlannda hiç geçmez. Kaldı ki Arapçada karşılıktan da yoktur. Nispeten uzun bir zaman sonra Arapça yazan Hıristiyanlar tarafından kullanılmağa, başlamıştır bu kelimeler. Müslüman çağ-daşlan için Haçlılar düpedüz Frenk veya kâfir anlamma- dır. Haçlılar, birçok barbar ve imansızlar arasından, İslâm dünyasına saldıran topluluklardan herhangi biriydi. Ayı- ncı vasıflan savaştaki kıyıcılıklan ve kıyıcılık sayesinde elde ettikleri başan idi.

Haçlıların Avrupa’daki etkisini anlatan birçok eserler yazılmıştır. İslâm ülkelerinde nasıl bir etkileri olduğu ise daha az incelenmiştir. İslâmın başlangıcından beri ilk defa olarak Müslümanlar, askeri bozgun yüzünden, eskiden beri îslâma ait olan topraklan Hıristiyan idarecilerine bırakmak ve büyük sayıda Müslüman ahaliyi Hıristiyan idaresine terk etmek zorunda kalmışlardır. Her iki olay da şaşılacak bir sükûnetle karşılanmıştır. Hem doğuda hem de batıda Müslüman yöneticiler, yeni komşularıyla ilişki kurmak istemişlerdir. Hatta icab ederse Müslüman kardeşle-rine karşı Hıristiyanlarla ittifaklar kurmuşlardır. Fakihler için zaruret şeriatın mübah kıldığı bir mahzurdu, «iktidarda olana boyun eğilmelidir,» şu şartla ki: Müslümanların ibadet etmesine ve şeriatın hükümlerine uymasına engel olmasın. Böyle bir hükümdarın ülkesi, bazı fakihlere göre, Dar el-İslâm’m bir parçası olarak kabul edilebilir.

önceleri Müslüman dünya Levant’m kayıbma tamamen kayıtsız kaldı. Başlangıçtaki cihad uzun zamandan beri sona ermişti, ve cihad ruhu unutulmuştu. Yaşatılan bir şiddet ve değişiklik çağıydı. Müslüman topraklan boyuna saldınlara ve işgallere uğramaktaydı. Saldırılar, bir yandan Orta Asya ve Berberler Afrikasmdan, bir yandan da Hıristiyanlardan geliyordu. Halep’te, Şam’da ve Kahire’de bile Filistin’in ve Suriye kıyılarının elden çıkması hemen hemen hiçbir heyecan yaratmıyordu, öteki bölgelerde ise farkına bile vanlmıyordu bu kayıplann. Devrin parçalanmış Suriye’sinde, Haçlılann, Doğudan Türklerin kurduğu devletler mahallî siyaset dengesinde çabucak yerlerini aldılar. Bazıları düşman oldu birbirine, bazıları dost. Bu husumet veya muhabbetlerde ne dinin ne de soyun etkisi vardı.

Bâtıda Hıristiyanlığın kaybedilen topraklan geri alma- lan tam bir zafer oldu, nihaî bir zafer… Müslüman efendiler ve arkalarından Müslüman tab’a İspanya ve Portekiz’den çıkanlmış ve çok geçmeden muzaffer İspanyollar’la Portekizler Kuzey Afrika sahillerine inmişlerdi. Doğuda, Haçlılar bir süre daha tutunmayı başardılar. Bu, Avrupa’dan gelen sürekli yardımlar sayesinde oldu. Ama bulun- duklan yerlerde pek güçlü değildiler ve Müslümanların zincirleme saldınlarıyla daha da zayıfladılar. Nihayet Filistin’deki Latin gücünün son kalesi olan Akkâ 1291’de Memluk’lann eline geçti.

Şimdi Doğuda Haçlı ordulannm iki bakiyesi kalmıştı:

Kıbns Latin kıratlığı ile Kilikya’daki Fransız – Ermeni kıral- lığı. Dikkate lâyıktır ki, her iki hükümdar da Müslüman topraklarında Melik diye anılmazlar. Ünvanlari: Mütemel- lik’dir. Yani îslâmm meşru hakkı olan topraklan gasp etmişlerdir. Her iki ülke de, zamanı gelince, Müslümanlar tarafından alınmışlardı (Kilikya’yı Memluklar, Kıbns’ı Osmanlılar.)

Haçlı zihniyetinin kalmtılan Avrupa’da bir müddet daha yaşayacaktı. Ve bu zihniyet birtakım ufak tefek savaşlar kışkırtacaktı. Önce Mısır’ın Memluk saltanatına, sonra da Osmanlı Türklerinin yeni ve tehditkâr kuvvetlerine karşı… Ne var ki, Avrupa’nın umurunda olriıuyordu bunlar. O, başka şeylerle meşguldü artık. Hıristiyanlar, Haçlılan unutmuşlardı ama Müslümanlann gönlünde cihad dipdiriydi. Yeni baştan iman uğruna bir mukaddes savaş düzenlendi. İlk amaç, kâfir istilâcılann ele geçirdiği ülkeleri yeniden almak; sonra, bu işi zaferle biterse, İslâmiyeti şimdiye kadar tanımamış olan bölgelere ve kavimlere İslâmî tebliği ve gücü yaymaktı.

Haçlılann iki asır süren idareleri ele geçirdikleri ülkeler üzerinde büyük bir etki yapmadı. Hep egemen bir azınlık olarak kaldılar. Batı Avrupa menşeli bir avuç katolik, çeşitli adamlan ve hizmetkârlanyla baronlar, rahipler ve bezirgânlar… Aşağı yukan bütün köylüleri içine alan ahali yığını Müslümanlardân, doğu Hıristiyanlanndan, bir avuç Yahudiden ibaret yerlilerdi. Haçlılar buralan terk edince bu topraklar kolaylıkla İslâm dünyasıyla kaynaştılar.

Bununla beraber haçlı ordulan iki bakımdan silinmez bir iz bıraktılar. Birincisi: zimmi’lerin durumu kötüleşti. İslâmî genişlemenin ilk günlerinde, zimmi’ler birtakım tahdidlere bağlıydılar. Bu tahdidlerin çoğu, yeni fethedilen ülkelerdeki İslâm garnizonlarının güvenini sağlamak için alınmış tedbirlerdi. Mevzuatda yer almalânna rağmen bu tahdidlerin birçoğu sıkı bir şekilde uygulanmazdı. Bir ke-limeyle zimmi’ler gerek sosyal ve ekonomik gerekse dini bir hürriyet içindeydiler. Hıristiyan dünyasıyla girişilen uzun çatışmalardan doğan küskünlükler, Hıristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşadığı yerlerde korunma ihtiyacı, Hıristiyan hükümdarlarının ve din adamlarının örnek olduğu zulumlar… Bütün bu âmiller elele vererek davranışı daha da sertleştirdi. Haçlılardan buyana, Müslümanlarla Hıristiyan ve Yahudi teb’alan arasındaki ilişkiler daha mesafeli ve daha çetin oldu. Zimmi’ler toplum olârak tecrid edilmişlerdi; ayrı bir muameleye tâbidiler, fakat arada bir de olsa zulme uğruyorlardı.

Haçlıların eseri olan ikinci devamlı değişiklik İslâm dünyasının Avrupa’yla münasebetlerinde vaki oldu. Onbi- rinci asırdan önce İslâm dünyasıyla Avrupa arasındaki münasebetler yok denecek kadar azdı. Şarleman ile Harun Eeşid elçi teati etmişler. Sık sık tekrarlanan bu teatiden yalnız Frenk vakanüvisi Einhard bahseder. Böyle bir şey olmuşsa hiç de mühimsenmemiş olacak ki Müslüman tarihçiler bundan hiç söz etmemişler. Toskanya’lı Bertha’- nın daha sonra Halife el Muktafi’ye yolladığı sefaret erkânı (906) da garip bir hâdise olarak zikredilir. İslâm dünyasının uzak batısında, Kuzey Afrika ile İspanya’da bile Avrupa’yla diplomatik alış verişler çok azdı. Cordoba halifesi imparator Otto’ya İspanyol yahudisi İbrahim b. Yakub el-Turtuşi’yi elçi olarak göndermiş. (X. asrın ortala-rında) . Müslümanların orta-çağ başlarında Frenk Avrupası hakkmdaki malumatı geniş ölçüde bu kaynaktan gelir. İbrahim’in seyahat hatıraları kaybolmuş. Daha sonraki Arap coğrafyacılarının yaptığı alıntılar sayesinde bu hatıraları öneriyoruz.

Haçlılar, bilhassa Sioilyalı el İdrisi ve Endülüslü İbn Said gibi batılı İslâm coğrafyacıların yazılarından faydalanarak yeni bilgiler getirdiler. Daha önemlisi de Avrupalı Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki eskiden sınırlı olan ticarî ve kişisel münasebetlerin artması olmuştur.

Haçlı seferleri sürerken, Avrupalı bezirgânlar -daha da çok İtalyanlar- Latin idaresi.altındaki Memalik-i Şarkiye İskeleleri’ne yerleştiler. Buralarda kendi kanunlarıyla yönettikleri örgütlenmiş cemaatler kurdular. Bu iskelelenin yeniden. Müslümanların eline geçmesi Avrupalı bezirganların faaliyetine son vermedi. Aksine… Müslüman idareciler, hem kendileri hem de uğraşanlar için kazanç kaynağı olan bu ticaretin sürüp gitmesinden yanaydılar. Çok geçmeden Avrupalı bezirganların Mısır’da ve haçlıların hiçbir zaman egemen olmadığı başka ülkelerde kolonileri görülür.

Müslüman fakihlerinin anlayışına göre Avrupa kolonileriyle yapılan anlaşmalar klâsik man müessesesinin değişik bir şeklinden ibaretti. Doğuda oturan bezirgânlar ise müstamin haklarından yararlanmakta idiler. Hakikatde ise anlaşmanın modeli Avrupa menşeli idi. İtalyan ticaret cumhuriyetlerinin Bizans imparatorluğu ve haçlı devletleriyle akt ettikleri anlaşmalar örnek alınmıştı. İki yanlı bir an-laşma veya muahede mefhumu İslâm hukukunu da meçhulü idL İslâmî uygulamanın da. Böyle bir müessesenin kabul edilişi Avrupa etkisinin büyüdüğünü göstermekteydi. Böyle bir anlaşmanın özünde Müslüman bir idarecinin Hıristiyan bir devlete bahş ettiği imtiyaz yatıyordu. Bu imtiyazla, Hıristiyan devletin tebası -Mûslüman-devletlerin Hı-ristiyandevletin -tebası, Müslüman devletlerin Hıristiyan tebalan için koydukları ehliyetsizlik engeline bağlı olmadan Müslüman ülkeleriyle alış veriş yapabiliyor ve o ülkede ikamet edebiliyorlardı. Avrupa devletleri Türkiye’nin, Mısır’ın ve Akdeniz’in diğer İslâm ülkelerinin idarecilerinden bu şekilde birçok ruhsatlar elde ettiler. Osmanlı döne-minde bu imtiyazlara kapitülasyon deniliyordu. Çünkü capitula ismi verilen bölümlere ayrılmışlardı.

Avrupa ticareti parlak bir gelişmeye mazhar olurken Avrupa ordulan bir sürü büyük bozguna uğruyorlardı. Haçlı ordulan zap ettikleri her yerden çıkanlmışlardı. Vaktiyle Hıristiyanlann elinde olan geniş bölgeler İslâm akın- cılan tarafından zapt edilmişti. Bir kere daha İslâmın İlk devirlerinde olduğu gibi Hıristiyanlık aleyhine cihad açıl-mıştı. Ve bu defa Müslümanlar Avrupa’nın göbeğine kadar ulaşabilmişlerdi.

Haçlı ordularını bozguna uğratanlar, onların işgal ettiği ülkelerden gelmiyordu. Hatta feth ettikleri veya tehditleri altında bulunan kavimler arasından da çıkmamışlardı. Bu yeni saldırı daha uzak doğudan geldi. İslâmın yeni bir devletinden: Türklerden demek istiyoruz… Türkler haçlılardan önce geldiler ve bir bakıma bu geliş haçlıları kışkırttı. Müslümanlar, Türklerle önce Orta Asya sınırlarında karşılaştılar. Onları tutsak olarak ele geçirip bilhassa askerlik alanında kullandılar. Bu asker-tutsaklara memluk denildi. Umumiyetle Afrika’dan gelen köleler ya evlerde istihdam edilirdi yahut da arazide. Memluklar da hukuken köle sayılıyordu, fakat zamanla imtiyazlı bir kast haline geldiler, askerî bir kast…

Müslüman devletine gittikçe büyüyen bir kudret bahşediyorlardı. Çocukken tutsak olarak ele geçiriliyor, uzun bir meslek terbiyesinden geçiriliyorlardı. Efendilerine gönülden bağlıydılar. IX. asırdan beri Halifeler, Türk askerlerine ve kumandanlarına teslim ettiler idareyi. Türkler önce askerî sonra da siyasî hâkimiyet kazandılar. Kuman-danlar vali oldu; valiler de hanedan kurdular. İslâmda ilk Türk idarecileri IX. asırda ortaya çıktı. XI. asırda Orta Asya’dan Mısır’a kadar hemen hemen bütün idareciler Türkdü.

Bu Türk yöneticilerinin çoğu Orta Asyalı idi. İslâm dünyasına tutsak olarak katılmışlardı. Yetiştirilirken kabul etmişlerdi İslâmiyeti. Askerî mertebeler dizisinde yükselmiş ve general yahut da paralı asker olmuşlardı. Hudutların ötesindeki Türk kabileleriyle peK, ilişkileri yoktu. Daha çocukken bu kabilelerden koparılmış, uzaklaştırılmışlardı. Daha sonra bu Türk kabileleri Batıya yönelecek, hem İslâmiyetin hem de Hıristiyanlığın kaderi üzerinde büyük etkiler yapacaktı.

Orta Asya Türkleri hiçbir zaman Araplar tarafından mağlûp edilmediler. Onları İslâmiyet fethetti. Çoğu Türk olan gezici sofiler ve dervişler, Jakarta’nın ötesindeki henüz İslâmiyete boyun eğmemiş ‘kabileler arasında dolaşıyor, İslâm ve putperest dünyanın sınırlan içinde gelişen yeni imanı tebliğ ediyorlardı.

Bozkır kavimlerinin batıya göçü XI. asırda kemalini buldu. Bozkır kavimleri iki ana yoldan ilerliyorlardı: Ha- zer’in kuzeyinden güney Rusya ve doğru Avrupa’ya; Ha- zer’in güneyinden İslâm ülkelerine. Kuzeyli akıncılar, aralarındaki hâkim Türk kabilesinin adıyla anılırlar: Kıpçak- lar. Güneyden gelenler ise yine kendilerini yöneten hanedanın adını taşırlar: Selçuklular.

Kıpçaklar, Polovtski ve Cuman’lar adıyla da tanınırlar. Bir zaman, Ural nehrinden Macaristan sınırlarına kadar çok geniş bir alana yayılmışlardı. Aşağı yukarı eski Türk- lerin oturduğu yerler… Hazarlar, Peçenekler, Volga Bulgarian gibi Türkik kavimler tarafından yönetilen eski Türklerin topraklan… XI. asrın ortalarından itibaren XIII. asırda Moğollann gelişine kadar bu topraklara Kıpçaklar hâkimdi. Moğolların fethinden sonra bile Kıpçaklar, Moğol efendilerini özümlemeyi ve ülkelerindeki Moğol hanedanlanna kendi seciyelerini aşılamayı başarmışlardı.

Kıpçaklann gelişinden önce İslâmiyet, Don ve Volga havzalanndaki Türkik kavimler arasında mesafe almıştı oldukça. Kama ve Volga ırmaklarının kavşağında bir site ve bir devlet kuran Bulgarlar X. yüzyılda İslâmiyeti yaymak için çaba harcıyorlardı. Hatta 986’da Kievli prens Vladmir’i ihtida ettirmek istediler ama boşuna… Türkik kabileleri üzerinde daha başarılı oldular.

Kıpçaklar, Doğu Avrupa’ya göçtükleri zaman henüz putperestiler. Bazıları Hıristiyan oldu ve Slavca konuşan kavimlerle kaynaştı.

Diğerleri ise Müslümanlığı kabul etti. Volga’daki Moğol hanlığında büyük bir rol oynayanlar bunlardı işte. XIII. asrın 30. ve 40. yıllarında Moğolların Doğu Avrupa’yı fethetmeleri ilk defa olarak bozkır kavimlerine siyasi bir çerçeve sağladı. Moğollar, Saray’da (aşağı Volga) bir hükümet merkezi ve Cengiz Han’ın torunu ve Rusya fatihi Batu Han’a bağlı bir hanedan kurdular. Moğolların nüfusu azdı. Kıpçaklara dayanıyorlardı. Zamanla Kıpçak dilini benimsediler ve Kıpçaklarla birleştiler. Devletlerinin adı Rusçada ve Avrupa dillerinde Altın Ordu diye bilinir.

Altın Ordu kelimesinin Doğu kaynaklarında karşılığı yoktur. Kıpçak hanlığı diye geçer.

XIII. asrın sonlarında, XIV. asrın başlarında bu hanlık İslâmiyeti benimseyince bir Müslüman devleti Baltık Denizinden Karadeniz’e kadar bütün doğu Avrupa’ya egemen olur. Kınm’da, büyük ırmak vadilerinde, hepsinden de çok, Volga boylarında kurulan yerleşme merkezlerinde kalabalık ve etkin bir Müslüman nüfusu görülür. Altın Ordu’nun yıkılışından sonra kurulan bağımsız İslâm hanlıklarının payitahtı olan nice mamur beldeler kurulur: Kazan, Astragan, Bahçe Saray gibi.

Selçuk oğullarının başkanlığındaki güneyli istilâcılar başlangıçtan itibaren Müslümandılar. Büyük sultanlar olarak İslâmın kalpgâhını yönetmeğe başladılar. Selçuk sultanları İslâmın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini onarmakla kalmadılar, İslâmiyete büyük bir canlılık da getirdiler. Daha önceki devirlerde bu canlılık bir hayli sarsılmıştı.

Memluklar gibi Bağdad’a ve başka diyarlara giden kardeşlerine benzemiyorlardı. Selçuklularla beraber gelen serazad Türkler sınırlardaki cihad ruhunun bütün ateşini ve coşkunluğunu koruyorlardı.

Türklerin Orta Asya’dan İran yoluyla Mezapotamya’ya doğru ilerleyişleri İslâmiyet için uyanış devresi… Türk orduları kâfirleri püskürtür ve rafizi’leri yok ederken sünnî fakihleri ve kelamcıları İslâmiyetin başlangıcından beri ilk defa olarak devlet ile samimî ilişkilere girdiler. Şiî düşüncelere karşı sünnî fikirleri düsturlaştırma ve yaymağa giriştiler. Türklerin misyonu ve otoritesi birçok metinlerde görülebilir. Meselâ 972 de kaleme alınan Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati Türk’ünün girişinde.

Müslümanlarla Hıristiyanlar Bizans hudutlarında birlikte yaşıyorlardı. Cihad ateşi ise Jakarta’lann ötesindeki uzak ülkelerde sınır savaşçıları arasında için için tutuşuyordu.

Bu sınır kavimlerinin Batıya gelişi İslâmî yayılışın ilk günlerini hatırlatan bir hızla cihad’ı yeniden tutuşturdu.

Selçuklular Kafkasya’da Gürcülere ve Ermenilere karşı İslâm hâkimiyetini yeni baştan kurmağa çalıştı. Daha da önemlisi Türklerin Doğu ve Orta Anadolu’yu fethiydi. Buraları uzun zaman İslâmın ilerlemesine engel olan Hıristiyan Rum imparatorluğunun kalesidir.

Anadolu’nun fethi sınır savaşçıları tarafından sağlamlaştırılmıştı fetih. Fetih işlerinin başlarında Sultan, bir Selçuk şehzadesini yollamış ve yeni toprakların yönetimini ona tevdi etmişti. Sınır savaşçıları savaşarak batıya ilerler- . ken doğudan subaylar ve memurlar gelip kazanılan toprakların yönetimini ellerine aldılar. Onların gayretleri sayesinde Anadolu’da, payitahtı Konya olan güçlü bir Türk devleti kuruldu. XIV. asrın başlarına kadar burada hüküm süren Selçuk hanedanı Rum Sultanları olarak maruftur.

Bunu takip eden dönemde Güney batı Asya’daki İslâm ülkeleri batıdan ve doğ*udan iki istilâya uğradılar. Haçlıların istilâsı yalnız doğu Akdeniz ülkelerini etkiledi. Çabucak püskürtülen bu istilânın büyük etkisi olmadı. Haçlılara karşı saldınyı Selçuklulann emrindeki ikbalpe- resıt bir Türk subayı Zengi başlattı. Zengi kendine Mezo-potamya’da ve kuzey Suriye’de bir beylik kurdu. Oğlu Nureddin, babasının yaptığı işi dinî heyecan ve siyasî tutkuyla sürdürdü. Bu teşebbüsü başarıyla taçlandıran ise Selâhaddin’dir. Selâhaddin de Mısır ve Suriye’de bir hanedan kurmuş ve Lâtin devletlerine son darbeyi indirmiştir. Selâhaddin kurt’dü. Ama yönetimi de ordusu da Türk usulüne göre kurulmuştu. Halefleri ise orduyu da rejimi de baştanbaşa Türkleştirdiler. Filistin’de Haçlı ordularının son artıklarını Mısır’daki Kıpçak Memluklan XIII. asırda temizleyecekti.

Doğudan gelen Moğol istilâsı çok daha tehlikeliydi. İslâmiyetin doğuşundan beri ilk defa olarak Müslümanlar İslâmiyetin doğduğu topraklarda putperestler tarafından küçültüldüler ve mağlûbiyete uğradılar. Bağdad halifeliği . yok edildi. Orta Asya ve İran, Müslüman Anadolu ve Irak putperest bir imparatorluğa ilhak edildi. Bu imparatorluğun hükümet merkezi doğu Asya’daydı, 1267’den (beri i Pekin. Bu istilânın İslâm topraklarına yaptığı zarar arada bir abartılmıştır. Şüphe yok ki İslâmiyet için büyük bir darbe olmuştur bu istilâ. İslâm hükümetini ve toplumunu darmadağın eden bir saldın… Bir ara öyle sanıldı ki İslâmiye- tin istikbali tehlikededir. Nitekim İran’daki Moğol hanlan, Mısır’daki son İslâm hisannı tehdid ediyor ve Avrupa’daki Hıristiyan devletleriyle ortak düşman olan İslâmiyete karşı ittifak kurmağa teşebbüs ediyorlardı.

Tehlike geçti. Avrupa’yla pazarlıklar bir netice vermedi. Ve bir asır içinde batı Asya’nın Moğol hâkimleri ava- neleriyle birlikte İslâmiyeti kabul ettiler. Bir çoğu da Türkçeyi ve Türk alfabesini benimsedi. Geriye baktığımız zaman görüyoruz ki Türklerden sonra Bozkır kavimlerinin güney-batı Asya’ya ikinci göçü olan Moğolların gelişi İs- lâmın siyasî ve askerî gücünün zayıflaması değil artması olmuştur. Türklerin ve Türkleşmiş Moğollann himayesi altında kurulan kırallıkların, daha önceki zamanlarda eksik olan bir vasıflan vardı: istikrar, sebat ve dayanma. Bu vasıflar onların hem siyasî müesseselerinde hem askerî etkinliklerine görülebilir. XIV. asrın Arap tarihçisi İbn Haldun, Türklerin İslâm dünyasındaki âdeta üniversel olan üstünlüklerini, İslâmlann hayn için Allah’ın bir inayeti olarak görür. Hilafetin zayıfladığı ve yozlaştığı, kendini hücumlara karşı koruyamayacak hale geldiği bir dönemde Hikmet-i İlâhiye, Türkler arasından yeni koruyucular ve yöneticiler çıkardı. Murad: «İslâmın sönmeye yüz tutan soluğunu canlandırmak ve Müslümanların birliğini yeniden kurmak» dı.

Türklerin hâkimiyeti döneminde İslâm dünyası kaybettiği mücadele gücünü yeniden kazanmış ve sayısız ci- had’lara girişmiştir. Bu dhad’lar İslâm dünyasına, bazı- lan bugün de bâki kalan, önemli toprak kazançları sağlamıştır. Doğuda en göze çarpan ilerleyiş Hindistan olmuştur. Araplann VIII. yüzyıldaki Hindistan saldırıları âkim kalmış ve Müslüman devletlerinin Hindistan’a yerleşmeleri XI. asırdan itibaren birbiri arkasında gelen Türk askerlerinin ve yöneticilerinin eseridir.

Batı’da Avrupa içlerine^ büyük akın olmuştur: birisi Kıpçak Moğol hanlarının Altın Ordu’su tarafından, diğeri Osmanlı Türkleri tarafından.

Osmanlı devleti önceleri bir sınır savaşçıları beyliği idi. Ru’s? Selçuk saltanatı yıkıldıktan sonra Anadolu’da ortaya çıkan birçok devletçikten bir tanesi. Avrupalılann verdiği ad, ilk hükümdarı Osman’ın isminden bozmadır. Rivayete göre 1299’la 1326 arasında hüküm sürmüş, Osman. Bu beylik Anadolu beylikleri içinde ne en büyüğü idi ne de en güçlüsü. Bununla beraber Bizans imparatorluğundan arta kalan ülkelerin en batısındaydı ve cihad için büyük imkânlar sunuyordu. Bütün Anadolu’dan gönüllüler topluyordu bu cihada. Bu fırsatlardan faydalanan Osmanlılar, büyük bir devlet ve bir imparatorluk medeniyeti kurdular.

Fatih Sultan Mehmed 1453’de İstanbulu fethetti. İslâm ordularının asırlardan beri gözdiktikleri bir hedefti bu. Osmanlı devletinin zirveye ulaştığı dönem Kanun-i Sultan Süleyman dönemidir. Avrupa’da Osmanlı orduları Yunanistan’ı, Balkanları ele geçirdiler. Sonra Macaristan’a yürüdüler ve 1529’da Viyana’yı kuşattılar. Doğuda Osmanlı donanması, Hind okyanusunda Portekizlilere meydan okudu. Batıda Osmanlı devletinin metbuluğu altında olan Kuzey Afrika’nın İslâm hâkimleri İslâmın deniz gücünü batı Akdeniz’e çıkardılar. Hatta İngiliz adalarına ve İzlanda’ya kadar açık denizlerde korsanlık yaptılar. Bir kere daha İslâmiyetin ilerleyişi Hıristiyanlık için öldürücü bir tehlike oldu. Haçlı seferleri sona ermiş, onun yerini Cihad almıştı. Elizabeth devrinde Türklerin tarihini yazan Richard Knolles Türklerden «Dünyanın bugünkü dehşet kaynağı» diye söz ederken Avrupa’nın ortak duygularını dile getiriyordu.

Hıristiyan Avrupa’yla İslâm Osmanlı arasındaki uçurum zamanımızdaki hür dünya ile Sovyet Rusya arasındaki kopuşa benzetilir bazen. Bu karşılaştırma yersiz değildir büsbütün. Her iki durumda da Batı, gelişen ve inanmış bir imparatorluğun tehdidi altındaydı. Ama arada büyük farklar var, ortak yönler de yok değil şüphesiz. Meselâ her iki devletde de coşkunluk ve nass’çılık hâkim. Yalnız Türkler çok daha insaflı idiler. XV. ve XVI. asırlarda ilticalar batıdan doğuya idi, doğudan batıya değil. Ispanya’dan sürülen Yahudiler, Türkiye’ye sığınmışlar. Kaldı ki bu, ilk iltica hareketi değildi. Avrupa’da Osmanlı hareketi sona erince, asırlarca idare ettikleri Hıristiyan Milletler hâlâ oradaydılar. Dilleri, kültürleri, dinleri, bir ölçüde müesseseleriyle… Halbuki bugün İspanya’da da, Sicilya’da da ne Müslüman vardır, ne Arapça konuşan.

Osmanlı idaresinden faydalananlar yalnız Müslümanlar, yalnız Yahudi mültecileri veya kiliseyle anlaşamayan Hıristiyanlar da olmamıştır. Fethedilen ülkelerdeki köylülerin de kaderleri, lehlerine değişti. Osmanlı devleti, çatışma ve düzensizlik yerine birlik ve huzur getirdi. Bunun çok önemli İktisadî ve sosyal neticeleri de olmuştur. Fetih savaşları sırasında eski toprak aristokrasisi yıkıldı. Sahipsiz kalan topraklar zeamet olarak Osmanlı askerlerine dağıtıldı. Osmanlı düzeninde zeamet, geliri toplayanların hakkıydı aslında; nazarî olarak bu hak sahibinin hayatıyla sona ererdi. Sahibi askerlikle ilişkisini keserse elinden alınırdı zeamet, irsiyetle intikal etmezdi. Köylülere gelince… onların topraklan babadan oğula geçerdi. Ne parçalanır, ne de belli ellerde toplanırlardı. Önceki durumlarına göre çiftliklerinde daha hürdüler. Vergiler mütevaziydi ve komşu ülkelere nazaran daha insanca tahsil edilirdi. Bu emniyet ve refah Hıristiyanları Osmanlı idaresine bağlamıştır. Batıdan gelen milliyetçi fikirler patlak verinceye kadar Osmanlı ülkesinde sürüp giden uzun ömürlü asayişin kaynağı da bu olsa gerek. XIX. asırda Balkanları ziyaret eden Avrupalılar, Balkan köylülerinin refahından ve memnuniyetlerinden söz ederler. Durum XV. ve XVI. asırlarda daha da göze çarpan bir zıddiyet ifade eder. Avrupa’da büyük ayaklanmalar çağıdır bu. Aleyhinde o kadar atılıp tutulan  devşirme usulünün de nice iyi tarafları vardır. Bu usulle en hâkir köylü sadrazamlığa kadar yükselebilirdi. Nitekim de bir çokları yükselmiştir. Çağdaş Hıristiyan dünyasında imkânsız olan içtimai bir seyyaliyet…

Osmanlılar yalnız tehlikeli bir düşman değildi, Hıristiyanlan büyülüyordu da. Osmanlıların hoş görüsü ve Osmanlı diyarındaki imkânlar birçok ikbalperesti bu ülkeye çekmiştir. Mağdur köylüler, efendilerinin düşmanlarından medet umuyorlardı. Luther bile 1541’de yayımladığı bir eserinde Hıristiyanları uyarır: sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi alında yaşamaktansa Türklerin idaresi altında yaşamak fakirlere daha hayırlı gelebilir… Avrupa’nın şövalyeleri Türklere karşı yiğitçe savaşmışlardır ama Avrupa köylüleri böyle bir zafere pek kulak asmıyorlardı. Kurulu düzenin koruyuculan bile Türk devletinin askeri ve siyasî düzeninin üstünlüğünden etkilenmişlerdi. Avrupa’da kaleme alınan Türk tehlikesiyle ilgili sayısız eserlerin bir çoğunda Türk düzeninin üstünlüğünden ve onu taklit etmenin faydalarından söz edilir.

Osmanlı orduları, Osmanlı donanması Hind Okyanusundan çekildi. Yine de Osmanlı askeri gücünün heybetli manzarası, Osmanlı gücünün gerçek zevalini gizleyecekti bir müddet. Macaristan’da Türklerle Hıristiyanlar uzun ve netice vermeyen bir savaş sürdürdüler. 1683’de Türkler Viyana’yı ele geçirmek için ikinci bir hücum daha yaptılar. Ama çok geç’di artık. Bu, Osmanlıların son ve kesin bozgunu oldu. Şimdi Avrupa için Osmanlı devletinin zaafı bir problem olmuştu: Şark Meselesi.

Dünyanın bazı bölgelerinde, daha çok tropikal Afrika’da ve Güney Doğu Asya’da İslâmiyetin gücü ilerlemekte devam ediyordu. Batıda ise tam bir bozguna uğramıştı Osmanlı. Mazideki zaferleri bir zaman için bu bozgunu gözlerden saklamış ve geciktirmişti ama önleyememişti.

Avrupa Hıristiyan dünyasının birinci büyük cihad’a verdiği karşılık Yeniden Fetih ve Haçlı Seferleri olmuştu. İslâmın ikinci ilerleyişi dalgasına verdiği cevap: zirveye erişen emperyalizm. Emperyalizm, Avrupa’nın iki ucunda tabii olarak başladı. İberya ve Rusya gibi bir zaman İslâm idaresine bağlanmış ülkelerde… Aşağı yukarı bütün İslâm dünyasını yutuncaya kadar yayıldı.

Türklerin büyük göçü Kuzey Afrika’ya şöyle bir dokunmuştu ama İspanya’ya hiçbir zaman ulaşmamıştı. Bunun için de Türklerin, uzak batıdaki İslâmın üzerindeki etkileri pek büyük olmamıştır. Bu rolü başka bir kavim, Berberiler oynamıştır. XI. ve XII. asırlarda Afrika’nın Ber- berileri, Asya’nın bozkır kavimleri gibi, İslâm devletlerinin sendelemekte olan düzenlerini sildi süpürdü. Yeni bir siyasi ve dinî düzen kurdu. Türklerinkine benzeyen askerî yiğitlikleri ve cihad aşkları ile yeni ve güçlü devletler tesis etti Berberiler ve yeni bir hızla cihad’ı başlattılar. Güçleri, kısa bir zamanda, Afrika’dan İspanya’ya sıçradı ve bir müddet için Hıristiyanların karşı saldırısını durdurdu.

Ama yalnız bir müddet için. Batıda İslâmiyete taze bir güç aşılayamadılar. Moğollar gibi siyaset ve askerlik alanlarında bir yenilik yaratamadılar. Berberiler şehirlere yerleştikten sonra heyecanlarını kaybettiler. Böylece İslâm gücünün zevali sonuna yaklaştı. 1492’de İslâm gücünün İspanya’daki son merkezi Katolik hükümdarlarının orduları tarafından zapt edildi. Böylece Avrupa’nın karşı saldırısı başlamış bulunuyordu.

Portekizliler 1267’de, İspanyollardan aşağı yukarı 250 yıl önce, yeniden fetih hamlelerini tamamlamış oluyorlardı. Ceuta’yı ele geçirerek savaşı düşman topraklarına sürüklediler. XV. asırda Merakeş’e yerleşmek için büyük bir hamle yaptılar. Başka bir deyişle Kazablanka ile Tanca’yı zapt ettiler. Portekizlilerin kuzey Afrika topraklarında genişleme teşebbüsü Merakeş’lilerin el kasr el Kebir savaşındaki zaferiyle sona erdi (1577). İspanyollar da o ünlü Yeniden-Fetih hareketlerinde bozguna uğrayan Müslüman düşmanlarını Avrupa’dan Afrika’ya kadar kovaladılar. 1497 ve 1510 arası Kuzey Afrika kıyılarında birçok şehirleri ele geçirdiler: Melilla’dan Trablusşam’a kadar birçok şehirleri. Bu teşebbüs de işe yaramadı. İspanyolların istekleri hududlu ve ihtiyatlı idi. İslâmın ihyası için herhangi bir teşebbüsü önlemek ve kendi kıyılan ve gemilerini Müslüman korsanlara karşı korumak istiyorlardı. Akdeniz’de Osmanlı deniz güçlerinin başarılarından sonra İspanyol’lar Kuzey Afrika’yı istilâ etmekten vazgeçtiler. Onlar da Portekizliler gibi birkaç müstahkem mevkii küçük garnizonlarıyla ellerinde tutmakla yetindiler.

Batının doğuya gerçek karşı darbesi tamamen başka bir istikametden gelecekti. Vasco de Gama Calicut’a geldiği zaman Hıristiyan ve baharat peşinde olduğunu açıkladı. Portekizlileri Asya’ya sürükleyen saiklerin güzel bir hülasasıydı bu iki kelime. Yolculukları da cihad arzusuna karşı uzun ve geç kalmış bir cevap değil miydi! Doğuya giden Portekizliler arasında dinî misyon duygusu çok güçlüydü. Yolculukları dinî bir mücadele olarak görülüyor, aynı düşmana yani İslâmlara karşı Haçlı seferlerinin ve «yeniden-fetih» hareketlerinin bir devamı olarak kabul ediliyordu. Portekizliler Doğu denizlerine vardıklarında, düşmanları, Mısır’ın, Türkiye’nin, İran’ın ve Hindistan’ın Müslüman devletleriydi. Ve onların hâkimiyetlerini yıktılar, Portekizlilerden sonra İspanyollar, Fransızlar, İngilizler ve Hollandalılar gelecekti. Bu milletler, kendi aralarında, Afrika’da, ve güney Asya’da XX. yüzyıla kadar devam eden geniş bir Avrupa hegemonyası kurdular.

Aynı «yeniden-fetih» ve karşı saldın hareketleri orta çağlarda İslâmın fethettiği öteki Avrupa ülkelerinde de görülebilir. Meselâ Rusya’da. Altın Ordu döneminde İslâ- mın Rusya’da egemenliği Mağribilerin İspanya’daki egemenliğine kıyasla daha kısa ve etkileri bakımından daha sınırlı olmuştur. Yine de «Tatar boyunduruğu» Rusların hâfızasında derin bir iz bırakmıştır; tıpkı Yunanistan’da Türklerin, İspanya’da mağribilerin hâkimiyetleri gibi. Nitekim bu hâkimiyeti sona erdirmek için verilen mücadele de Yunanistan ve Ispanya’nın yaptığı savaşlara benzer.

Rusya’nın kendini toparlaması XIV. asrın son çeyreğine rastlar. 1380’de büyük Moskova prensi Dimitri Donskoy, Tatarlan Kulikovo’da bir meydan savaşında bozguna uğrattı. Bu zafer her ne kadar Rus tarihi ve efsanelerinde kutlanmaktaysa da kesin bir zafer değildi, zira iki yıl sonra Tatarlar tekrar kuzeye indiler, Rus topraklarım yakıp yıktılar ve Moskova’yı aldılar, haraca bağladılar. Altın Orduya indirilen öldürücü darbe Doğudan gelecekti: meşhur Timurlenk 1395’de Altın Ordululara saldırdı ve onları bozguna uğrattı. XV. yüzyılda Altın Ordu hanlığı parçalandı. Elindeki topraklar Kazan, Astragan ve Kırım hanları arasında paylaşıldı. Nitekim Volga ve Ural’lann doğusundaki bağımsız bozkır devletçikleri de aynı akibete uğradı.

Bu bölünmeler sayesinde MoskovalI Büyük İvan 1480 de cizye ödemekten kurtuldu. İspanyollar ve Portekizliler gibi Ruslar da eski efendilerinin izinden gitmeğe kalkıştılar. Bunda daha da başanlı oldular. Volga Tatarlarıyla girişilen uzun ve çetin bir çatışmadan sonra Ruslar 1552’de Kazan’ı aldılar. Kesin bir zafer oldu bu. Kazan elde edildikten sonra 1556’da Astragan’ı zapt etmek nispeten ko-lay bir iş oldu. Bu galibiyetle Ruslar, Volga ticaret yolıınu kontrolleri altına aldılar ve Hazer denizine ulaştılar. Artık Ruslar Asya’da diledikleri gibi ilerliyebilirlerdi.

Batı Avrupa’nın denizci devletleri Afrika’yı dolaşarak Güney ve Güney Doğu Asya’ya yerleşirken Ruslar da karadan Karadeniz’e, Hazer denizine, Pamir’e ve Pasifik okyanusuna doğru ilerlediler. Ve Kırım’ı, Dağıstan’ı, Kuzey Azerbeycan’ı, Volga’mn, Kazakistan’ın ve Orta Asya’nın Müslüman ahalisini kendilerine kattılar.

Rusya ve Batı Avrupa’nın Asya ve Afrika’ya yayılması silâhça üstünlükleri sayesinde olmuştur. Ruslar Doğu yönündeki ilerlemelerinde hiçbir esaslı güç tarafından engellenmediler. Denizci devletler, Atlantik fırtınalarına, ve birbirleriyle savaşa dayanacak surette inşa edilen gemileriyle hiçbir Asya ülkesinin rekabet edemiyeceği bir deniz gücüne sahiptiler. Yalnız Avrupa’da Osmanlı İmparatorluğu vardı. Çöküşünde bile İslâm devletlerinin en güçlüsü olan bu imparatorluk, Hıristiyan Avrupa’nın Balkanlara, Ege’ye, ve İstanbul’a doğru ilerlemesine inatla karşı koydu. 1606’da neticesiz kalan bir savaştan sonra Osmanlılar va Avusturyalılar her iki imparatorluğun sınırında bulunan Zitvatorok’da bir muahede imzaladılar. Bu muahede bir dönüm noktası olmuştur. Şöyle ki: İlk defa olarak savaş, İstanbul’da galibin mağlûba imzalattığı bir ateşkesle değil, taraflarca müzakere edilen ve sınırda eşit kuvvetler arasında imzalanan bir muahedeyle noktalanıyordu. Bu muahede’de ilk defa olarak Habsburg hü, kûmdan, artık eski Türk vesikalannda olduğu gibi, Viyana kralı olarak değil imparator ünvanıyla anılıyordu.

XVII.   asır bir eşitlik tâviziyle başladı ve bir bozgunun kabulü ile sona erdi. İkinci Viyana bozgunu ve bunu takip eden Türk hezimeti Avusturyalılarla müttefiklerine su götürmez bir zafer sağlamıştı. 1695’deki Karlofça muahedesi Türkiye tarafından mağlûp bir kuvvet olarak imzalandı. Yine ilk defa olarak Türk nazırlan askerî başarısızlığı diplomatik yollarla hafifletmek için Batıdaki dost devletlerin hayırhah hizmetlerine başvuruyordu. Türkler cihad stratejisini unutuyorlar; var olma siyasetini ve yeni diplomasi sanatını öğreniyorlardı.

Diplomasi, Müslümanlar için hiç de yeni bir sanat değildi. Hz. Muhammed’in kendisi de elçiler kabul etmiş ve yollamıştı. Ve bu alış veriş halifeler ve diğer Müslüman yöneticiler tarafından da sürdürülmüştü. Haçlı seferlerinden bu yana Hıristiyan Avrupa’dan Müslüman saraylarına sık sık elçiler gönderilmiştir. Bununla beraber diplomasinin uygulamaları ve hedefleri Müslümanlar arasında sınırlı kalmıştır. Avrupa devletleri XVI. yüzyıldan itibaren İstanbul’a devamlı elçiler yollamağa başladı. O zamana kadar İstanbul’da daimî sefaret heyetleri yoktu. Osmanlılar XVIII. asrın sonlarına kadar, diğer Müslüman devletler ise daha sonra bile Avrupa’da devamlı sefaret heyetleri bulundurmağa teşebbüs etmediler. Hıristiyan hükümetler ile ufak tefek meseleleri düzene sokmak için ya şu veya bu Avrupa devletine gönderilen özel ve geçici elçileri veya kendi payitahtlarına yollanan Avrupalı elçileri tercih ettiler.

Bu çeşit münasebetlerin başlıca amacı ticari idi. Zaten üzerinde tartışılaoak başka konular da yoktu pek. Siyasi sürtüşmeleri savaşlar hallediyordu ve çözüm yolu zaferden geçiyordu. Müslümanlarla haraç vermeyen diğer Hıristiyan devletler arasındaki siyasi münasebetler asgariye indirilmiş. Bu asgari de Müslüman devletler nezdindeki gayrimüslim memurların keyfine bırakılmıştır. Üzerinde çok konuşulan Birinci François ile Kanunî Süleyman arasındaki «ittifak» geniş ölçüde Avrupalıların hayalinde mevcuttur. Türkler için ise sınırlı bir işbirliği söz konusuydu. Ve tabiatiyle Türk vakanüvisleri bu olaya büyük bir yer ayırmamışlardı.

Karlofça muahedesinin müzakeresi esnasında savaş tazminatı İngiliz ve Hollandalı murahhasların himmetiyle hafifletilmişti. Milletler arası diplomasinin önemi konusunda Türk hükümetine bir uyarıydı bu. Ne yazık ki bu ilk dersten sonra da bu yolda ilerleme ağır oldu. Avrupa’ya karşı duyulan tecessüs hâlâ pek sınırlıydı. Avrupalı diplomatlarla temas Bab-ı Âli’nin baş tercümanı aracılığı ile yapılıyordu. Baş tercüman Rumdu. XVIII. asrın sonlarına kadar Osmanlı imparatorluğu Hıristiyan devletleriyle hiç bir ittifak anlaşması imzalamamıştır. Türkiye, Rusya ve Avusturya ile savaş halindeydi. İsveç de Rusya ile savaşıyordu. Az sonra Prusya da bu savaşa katılacaktı. İsveç ve Prusya ile 1789 ve 1790 da anlaşma imzalanacaktı. Kazasker Şanizade Efendi, bir Hıristiyan devletiyle imzalanan anlaşmanın şeriat kanunlarına aykırı olduğunu ileri sürerek bu anlaşmaya karşı çıktı. Kur’andan şu âyeti zikrediyordu: «Siz, iman edenler! Benim de, siftin de düşmanınız olanları dost telâkki etmeyin.» Baş müftü ise şu hadisi ileri sürerek: «Allah İslâm dâvasına yardım edecektir…» diyerek Şanizade Efendiyi susturdu.

XVIII.  asır boyunca Türklerin ikbali parladı. 1718’de Pasarofça anlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu biraz daha arazi kaybına uğradı. Müteakiben düşmanları arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak bir miktar toprak kazandı. Yalnız «talih-i harp» uzun zaman gülmeyecekti Osmanlıya. 1768’de Rusya ile savaş çıktı. Bir dizi berri ve bahrî hezimetten sonra 1774’de Türkiye Küçük Kaynarca muahedesini imzalamak zorunda kaldı. Bu muahedeye göre, Kırım Tatarları üzerindeki eski metbuluğundan vazgeçiyordu. Kırım Tatarları istiklâllerine kavuştu. Sultan ayrıca Rus imparatoriçesine İstanbul’daki Rus kilisesi üzerinde de bir himaye hakkı tanıyordu. İmparatoriçe bu hakka dayanarak Sultanın Hıristiyan ortodoks tebaları üzerinde de bilkuvve bir himaye hakkı elde edecekti. Buna karşılık Sultan da Kırım Müslümanları üzerinde dinî bir otorite sahibi oluyordu. Bunun hiçbir ciddi mânâsı yoktu. Nitekim Ruslar birkaç yıl sonra Kırım’ı ilhak edince muahededeki bu hüküm unutulup gitti. Ne var ki, bu hüküm, İslâm dünyası içinde birtakım başka neticeler de doğurdu.

Hilafet asırlarca önce ölmüştü. Gerçi Osmanlı padişahları halife ünvanını kullanıyorlardı ama bazısı çok küçücük olmak üzere nice İslâm hükümdarları da bu ünvanı kullanmaktaydı. O zamanın geleneklerine göre halife, İslâm hükümdarlarının kendi hudutları içinde kullandıkları sayısız unvanlardan biriydi. Hiçbir hükümdarın sınırları dışında dinî bir otorite iddiası yoktu. Kaldı ki İslâm dünyası içinde böyle bir hak kimseye tanınmamıştı. Küçük Kaynarca muahedesinde yer alan Kırım Tatarları üzerinde dinî bir kazâ iddiası kısmen padişahın haysiyetini kurtarmak, kısmen de Kırım’la bütün bağlan koparmamak için bir vesileydi. Zira padişahın düşmana bırakmak zorunda kaldığı ilk Müslüman ülkesiydi Kırım. Bundan evvel elden çıkarılan topraklar sadece bir avuç Müslüman yöneticinin idare ettiği Hıristiyan topraklarıydı. Kırım ise kadîm bir İslâm ülkesiydi, ahalisi Müslümandı. Onu kaybetmek, çok acı bir darbeydi.

Ama ne yazık ki bunu birçok benzeri felâketler takip etti. Böylece İslâm dünyasının geniş topraklan Hıristiyan hâkimiyeti altına girecekti. Kala kala bağımsız iki İslâm devleti kalacaktı. İran şahı şiî idi. Bütün ülkelerin sünnileri tabiatiyle sünnî bir hükümdar arayacaklardı.

İlk defa olarak Küçük Kaynarca muahedesinde belirtilen Osmanlı halifeliği nazariyesi birkaç yıl sonra yeni bir delile kavuşacaktı: Kahire’deki son Abbasi halifesinin, hilâfetini, Mısır’ın Osmanlı fatihi Selim’e devretmesi olayı. Bu iddiaya göre o tarihten beri hilâfet Osman Oğullarının hakkıydı.

Hilâfetin devri hikâyesi açıktan açığa masal. Osmanlılann hilâfet iddiası XVIII. asrın sonlarında da XIX. asrın başlarında da pek desteklenmemiştir. XIX. asrın ortalarından itibaren Osmanlı iddiaları gittikçe artan bir şiddetle yayılmış, ve büyük ölçüde kabule mazhar olmuştur, bilhassa Rusya’da, Orta Asya’da ve Hindistan’da. Osmanlı hilâfeti ve onunla birleşen pan-İslâmizm (İttihad-ı İslâm) harekatı Doğu’da Batı Avrupa hâkimiyetinin sürüp gittiği o dönemde İslâmlârın mâneviyatını yükseltmeğe yardım etmiştir.

Hilâfet 1924’de kaldırıldı. Yeni bir hilâfet yaratmak için girişilen teşebbüsler hiçbir netice vermedi. Bu arada İslâmiyetle Hıristiyanlığın karşılaştırılması yeni biçimler kazanmıştı. Batı hâkimiyeti altında bulunan Doğu için başka, Batı için bambaşka. Batı Avrupa irade, iman ve sonunda güç yokluğu yüzünden idare ettiği İslâm dünyasını elinde tutamaz oldu. Bununla beraber birtakım İktisadî ve kültürel etkiler sürüp gidiyordu, tabiî zayıflayarak… Siyasî ve askerî etkiler ise tamamen silinmişti. Oysa Doğu Avrupa ele geçirdiği ülkeleri muhafaza etmekle kalmamış etkisini yepyeni alanlara da yaymıştı. Artık Hıristiyan da değildi. Yeni bir amentü bulmuştu kendine. İslâmın değerlerine ve ölçülerine meydan okuyordu.

Asırlardan beri ilk defa İslâm dünyas büyük bölümü bağımsız devletlerden meydana gelmiştir. Yöneticileri alternatifler arasında seçim yapacak durumdadırlar. İslâmın geleceği yapacakları tercihe bağlıdır.

Kaynak :

Maxime RODİNSON, “Batıyı Büyüleyen İslâm” içinde, (Çev. Cemil MERİÇ), Sf. 121-166

Yazar
Bernard LEWIS

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen