Niçin Ahlaklı Olmalıyım?

Niçin Ahlaklı Olmalıyım?[i]

Yrd. Doç. Dr. Fazıl KARAHAN[ii]

 

Niçin ahlâklı olmalıyım? Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir. Biz bu cevapları şu başlıklar etrafında topladık.

 

DOĞASINDAN

  1. İnsan Doğası Gereği Eylemde Bulunur:

İnsanın ahlâkî eylemlerini insanın doğasına, doğuşuna, yaratılışına, fıt­ratına götüren görüşlerdir. Bu düşünce çok çeşitli şekillerde anlaşılır.

a. İnsan doğuştan iyidir: Bu düşünceyi savunanlara göre insan doğası gereği doğuştan iyidir. İnsanın aklı ve vicdanı hep iyiyi ister. Akıl ve vicdan fıtraten iyidir. Fakat nefsin arzu ve istekleri, tabiat ve çevredeki kötülükler onu kötülüğe sürükler. İnsan aklına ve vicdanının sesine kulak vererek iyiyi ister ve iyiye yönelik ahlâkî eylemde bulur. İnsan ahlâklı olmalıdır. Çünkü insan doğuştan iyidir. Doğuştan iyi olan akıl ve vicdan ahlâklı olmayı gerektirir. Doğuştan iyi olan akıl ve vicdan, ahlâkın temeli­dir.

Meselâ Konfüçyüs böyle düşünür. Ona göre insan doğuştan iyidir, fa­kat bulunduğu ortam, çevre insanı kötüleştirebilir. İnsanın kötüleşmesinin önüne geçmek için eğitim gereklidir.[1]

Kant’ın “Vicdan Ahlâkı” bu gruptadır. Çünkü Kant’a göre vicdan do­ğası gereği iyidir.

 

b. İnsan doğuştan kötüdür:

Bunlar iki gruptur: 1. İnsanın doğuştan günahkâr olarak doğduğunu düşünenler. Özellikle Hıristiyan ahlâkında ortaya çıkan bu görüşe göre 2. Konfüçyüs’ün Ru ekolünden olmakla birlikte, Ksün Zi adlı Çinli düşünür, insanın doğuştan kötü olduğunu iddia eder ve epeyce taraftar da bulur.[2] Nitekim Thomas Hobbes da böyle düşünür “İnsan insanın kurdudur.” der.

Hıristiyanlıkta da insanın günahkâr olarak doğduğu düşüncesi vardır.

 

c. İnsanlardan bazıları doğuştan iyidir, bazıları doğuştan kötüdür, Bazıları sonradan iyi veya kötü olur:

Sokrates ve Platon’a göre “iyi ideası” kavramlar dünyasındadır. İyi ideasını insan kolay kolay göremez. Dünyada iyi ve güzel ne varsa oradan gelir. Her ruhta bir “öğrenme gücü” vardır. Ruhun geçici şeylere sırtını dönüp iyi ideasına yönelmesi gerekir. Eğitim ruhun öğrenme gücünü “iyi”den yana çevirme sanatıdır. Düşünme gücü, Tanrısallıktan bir şeyler içerir. Zevklerin, keyiflerin, heveslerin, türlü isteklerin sardığı ruh düşün­me gücünü bu yönde geliştirirse kötülüğün emrine girer. Düşünme gücünü bedeni arzularının hizmetinde kullanan kimse için “iyi” bu arzuların tatmini olarak görülebilir. Oysa tabiatın böyle yarattığı ruh daha çocuk iken eğitilir ise bedeni arzulardan sıyrılıp doğrudan yana çevrilebilir.[3] İnsan doğuşları için iyi ve kötü doğumların sırrı geometrik sayılarda saklı- dır.[4] İnsanlardan kimi altın soylu, kimi gümüş soylu, kimi demir soylu, kimi tunç soylu olarak dünyaya gelirler. Demir ve tunç soylular maddi kazanç peşindedirler (toprak, ev, altın, gümüş peşinde). Altın ve gümüş soylular ruh zenginliği, erdem peşinde koşarlar.[5] İnsanın üç yanı vardır: a. Bilgi edinen, b. Öfke yanı c. İsteyen yanı. İnsanın isteyen yanının hedefi açlık doyurmak, cinsel sevgi, para ve benzeridir. Öfke yanının hedefi başa geçmek, zafer kazanmak ve ün salmaktır. Bilgi edinen yanının hedefi hiç durmadan gerçeği aramaktır. İnsanın bu üç yanına karşılık üç çeşit insan vardır: Bilgisever, ünsever, parasever. Üç ayrı insana göre üç ayrı zevk vardır. Her biri kendi hayatını beğenir. Parasever şan ve şeref karın do­yurmaz der. Ünsever para biriktirme ve bilme zevkini ün katmadıkça boş bulur. Bilgisever öğrenme zevkinin yanında diğer zevklere değer vermez. Bunlardan hangisinin daha mutlu olacağına gelince: Bilgisever her iki zevkin bilgisine onlardan daha çok sahiptir ve gerçeğin ne olduğunu bilir. İnsan iyiyi kötüden görme, anlama ve düşünme yoluyla ayırır. Dolayısıyla en sağlam yargı bilgi edinenin yargısıdır. Gerçek zevk bilgelik zevkidir, diğerleri onun yanında bir kuruntu ve aldanmadan ibarettir. Çünkü açlık, susuzluk gibi şeyler bedendeki eksikliklerden; bilgisizlik, akılsızlık ise ruhtaki eksikliklerden çıkar. Bunlardan hangisini doyurmak daha gerçek­tir. Değişen, gelip geçici olan bedenin eksikliklerini doyurmak mı? Yoksa değişmez, ölmez, aldatmaz varlıktan gelen ve o varlığa benzeyen ruhun eksikliklerini doyurmak mı? Elbette ikincisini doyurmak daha gerçektir. Üstelik ruh, öz varlığa bedenden çok daha yakındır. İnsanın yaradılışının asıl yanı, değişmeyen yanı, gerçek yanı Ruh yanıdır. Beden yanı aldatıcı, gelip geçici, belirsiz yanıdır. İnsanın asıl yaradılışına uygun yanını doyur­ması gerçek zevktir. Bu yüzden bilgeliğe ruh üstünlüğüne ermeyenler, bedeni zevklerini doyurmaya çalışanlar daima alçalırlar, gerçek zevkten uzaklaşırlar.[6]

Sokrates ve Platon’a göre ruhlar, Dünyaya gelmeden önce kendi yaşa­yacakları hayatı, kendi kaderlerini (hayvan, insan, zorba, yoksul, dilenci, sürgün, beden güzelliği, yüz güzelliği, ünlü hayatı, kadın, erkek, zenginlik, fakirlik, hastalık, sağlık) kura ile sırayla kendileri seçerler. Fakat iyiliğin sahibi yoktur, her ruh iyiye ne kadar verirse ondan o kadar pay alır. Her­kes kendi seçtiği hayattan sorumludur. Kişinin seçtiği hayattan Tanrı sorumlu tutulamaz. Seçimde ruhun kaçıncı sırada olduğu değil, açgözlü olmamak, bilgiseverlikle hareket ederek orta hayatları tercih etmek önem­lidir. Ruh temiz bir bilgi ve düşünce dostu olur, bir de seçimde son sıraya düşmezse bu dünyada mutlu olduğu gibi gökyollarında selametle ilerler. Ruhun iyi olmaklığı bilgiseverlikten değil, gelenekten kaynaklanıyorsa bu tip ruhların hata yapmaları her zaman mümkündür.[7] Demek ki Sokrates ve Paton açısından insanlar geometrik sayılara göre iyi ve kötü mizaçlarda doğarlar ancak Tanrısallıktan bir şeyler içeren ruhun düşünme gücüyle bilgisever, ünsever, ve parasever olurlar. Kimi önceden iyi ikin sonra da iyi, kimi önceden iyi iken sonradan kötü; kimi önceden kötü iken sonra da kötü, kimi önceden kötü iken sonradan iyi olabilir.

Yusuf Has Hacip de Sokrates ve Platona yakın düşünür. Ona göre, iyi insan doğuştan iyi ve sonradan (taklitle) iyi olmak üzere iki çeşittir. Doğuş­tan iyi olan insan çok doğru ve dürüst bir hayat sürer, ondan daima iyilik gelir. Sonradan, taklitle iyi olan insan kötüye uyarsa kötü, iyiye uyarsa iyi olur. Kötü insan da böyle iki çeşittir: ya doğuştan kötüdür, ya da taklit yoluyla kötü olur. Doğuştan, yani doğası kötü olanın kurtuluşu yoktur, o kimse dünyanın belası halkın felaketidir. Sonradan, taklitle kötü olan kötüye uyarsa kötü, iyiye uyarsa iyi olur.[8]

İnsanların bazılarının doğuştan iyi, bazılarının doğuştan kötü oldukları şeklindeki görüşü son dönemde Ziya Yurttaş* öne sürer. O, insanların doğuştan gelen birçok fiziksel ve zihinsel özelliklerinin yanında, doğuştan gelen ruhsal özelliklerinin de bulunduğunu ve bu özelliklerin insanlar arasında istatiksel olarak “normal” bir dağılım gösterdiklerini iddia eder. Ona göre, insanların tümü doğuştan iyi ya da tümü doğuştan kötü değil­dir. İnsanların %2 si çok kötü, %14 ü kötü, %68 i normal, %14 ü iyi, %2 si ise çok iyi eğilimli olarak doğarlar. Bununla birlikte insanlar sonradan çevre ve ortama göre iye veya kötü olurlar ve aslında pratikte hiçbir insan “tam iyi” değildir.[9]

Günümüz psikolojisi, duyusal tepkilerin değişmeyen yönleri olarak gö­rülen mizacın, kalıtımsal olduğu kanısındadır.[10] M.Ö. 4. yüzyılda Hipokrat insan mizacının bedende bulunan egemen sıvıya göre dört tip mizaçtan bahseder. 1. Kan sıvısının egemen olduğu Hafif Kanlı tip (eğlence müzik ve şaraptan hoşlanır). 2. Balgam sıvısının egemen olduğu Ağır Kanlı tip (dinlenmeyi, uykuyu sever, zor duygulanır, yavaş hareket eder). 3. Kara safranın egemen olduğu sevdalı tip (derin görüşlü, cesur, duygusal, ro­mantiktirler). 4. Sarı safranın egemen olduğu Asabi tip (ateşli sert ve çabuk kızarlar).[11] Günümüzde Kretschmer ve Sheldon gibi kişilik ve mizacı beden biçimlerine göre (boy, kilo, güzellik, çirkinlik, kaş göz, renk vb) belirleyen­ler de görülmektedir.[12]

 

d. İnsan doğuştan ne iyidir, ne de kötüdür, o masum olarak doğar.

İnsan benliğini bir takım yaşantıların sonunda kazanır. Başlangıçta ço­cuk kendi varlığını bilmez, ben ile ben olmayanı ayırt edemez. Dünya, duyumlarıyla algıladığı bir izlenimler karmaşasıdır. Işıklar, renkler, şekil­ler görür; sesler duyar; sertliği, yumuşaklığı hisseder; üşür, terler; ağrıyı, sızıyı hisseder; acıyı ve tatlıyı tadar; acıkır, susuzluk çeker, doyar. Beden ve duyu organları sağlam olan her çocuk dış dünya ve bedeniyle ilgili bu verileri algılar. Fakat insan sadece duyu organları ve bedenden ibaret bir varlık değildir. O aynı zamanda diğer varlıklardan çok daha üst düzeyde ruhî kuvvetlere, yani hayal, hafıza ve temyiz ve akıl kuvvetlerine sahip olarak doğar. Doğuştan olan bu ruhî kuvvetler verilerle, insanın yaşam tecrübesiyle gelişirler. Sağlık denilince hem ruhî kuvvetler, hem bedenî kuvvetler ve hem dış dünyanın kuvvetleri beraberce düşünülmelidir. Kısaca insanın sağlık olması demek beden ve duyu organlarının sağlıklı olması, ruhî kuvvetlerinin sağlıklı olması, Dış çevrenin sağlıklı olması anlamına gelir. Bu kuvvetlerin hepsi birbirini etkiler. Dolayısıyla insanın “ben” ve “çevre” bilincinin gelişmesi zamanla ortaya çıkar. Karakter, mizaç ve ahlâk da bu kuvvetlerle şekil alır.[13]

İslâm düşüncesi insanın doğuştan masum olduğu, sonradan kötü ya da iyi olduğu düşüncesine daha yakındır.

  1. İnsan Tabiat Yasası Gereği Eylemde Bulunur:

İnsanın ahlâkî eylemlerini Tabiatın doğasına götüren görüşlerdir. “Do­ğaya uygun yaşamak” bu düşünce çok çeşitli şekillerde anlaşılır. Ama hepsinde de doğaya uygun yaşamak bilgelik gerektirir.

a. Mikrokozmos olan İnsan makrokozmos olan Evrenin devamı olduğu için insanın ahlâkî yaşamı logosa, yani akılsal düzene sahip evrene göre düzenlenmelidir.

Böyle düşünen Grek filozoflarına göre, mikrokozmos olan insan, makrokozmos olan evren düzenine uygun yaşarsa ahlâkî davranmış olur. Ahlâkî yaşam bir çeşit doğal yaşam veya doğal yaşamın bir uzantısı olarak görülür. Tabiat yasası aynı zamanda ahlâk yasasıdır. Özellikle Stoacılar, insan eylemlerinin gayesinin doğa ile uyum içinde yaşamak olduğunu düşünürler (kozmolojik temellendirme). Burada olgu değer birliği söz konusudur.[14]

Kireneliler, insanların yaratılışları gereği acıdan kaçıp hazza yönelen varlıklar oldukları için ancak niceliksel bedeni haz getiren eylemlerde bulunmakla doğaya uygun yaşadıklarını düşünürler. Kinikler en temel gereksinimler dışındaki tüm gereksinimlerden, hazlardan, aşırılıklardan, dünya nimetlerinden uzak durarak, inzivaya çekilerek, her şeyden ve herkesten mutlak bağımsızlıkla doğaya uygun yaşadıklarını, ahlâkî olanın bu olduğunu düşünürler.[15] Ruhsal bağımsızlık noktasında kiniklere katılan stoacılar kiniklerin toplumdışı münzevi hayat anlayışlarına itiraz ederler. Tabiattaki rasyonel düzen ve ereğin insana toplum içinde görevler yükle­yip bunları yerine getirmeye sevkettiğini ileri sürerek bireysel ahlâkın üstünde toplumsal ya da özgeci bir ahlâkı benimserler. Onlar doğaya uygun yaşamayı bu şekilde anlar.[16]

b. Tabiat vahşidir ve insan da bu tabiatın içinde yaşamaktadır, dolayı­sıyla güçlü olan doğru eylemin kuralını belirler;

c. Tabiat vahşidir fakat Tabiatın doğasında vahşiliklere karşı kendi tü­rünü korumak için ortak eylemde bulunma, ortak yaşama güdüsü, kültürü vardır ve insan da doğal olarak ortak eylemde bulunur. (Tabiat yasaları insanın ahlâkî olmasını gerektirir mi?):

3. İnsan Vicdanı Gereği Eylemde Bulunur: İnsanın ahlâkî eylemlerini vicdana götüren görüşler:

  1. Vicdan doğuştandır.
  2. Vicdan sonradan oluşur (gelişir): (Vicdan doğuştan mı? Gelişir mi? Kant’a eleştiri)

GEREKLİLİKTEN

1. İnsan alışkanlık gereği eylemde bulunur:

İnsan doğup büyüdüğü toplum, kültür, din, örf ve adet kısaca çevrenin oluşturduğu eyleme tarzlarını alışkanlık haline getirir ve bu alışkanlık dolayısıyla eylemde bulunur, davranış gösterir. İnsan burada doğası gereği veya çıkarı dolayısıyla eylemde bulunmaz. Burada insan kendi bilincini çevrenin bilincine teslim etmiş durumdadır. Bilinçle değil gereklilikle alıştığı eylem kodları gereğince hareket eder. Heidegger’in deyimiyle böyle bir insan “Dünya içinde kaybolmuş” insandır.

EMİRDEN

1. İnsan Emir gereği eylemde bulunur: Mülk, doğa, bilim (tutarlı olma) insan ve kurumları, Tanrı

ÖZGÜRLÜKTEN

1. İnsan özgürlük gereği eylemde bulunur: Nietzche

ÇIKARDAN (Maddi ya da Manevi menfaat):

(Bir bilinç sorgulaması: İnsanın doğasından ve gereklilikten kaynaklanan eylemlerde bilinç ne kadar yer alır bilinçli olmayan eylem ahlâkî sayılabilir mi)

1. İnsan sevgi gereği eylemde bulunur: Haz, mülk, doğa, bilim (tutarlı olma düşkünlüğü) insan ve kurumları, Tanrı (cennet)

Sevgi fenomeni haz fenomeniyle birlikte düşünülür. Hoşa gitmeyen se­vilmez, istenmez. Her sevginin bir amacı vardır. Dolayısıyla çıkarsız sev­giden bahsetmek mümkün değildir, her sevgi haz ile tamamlanır. Her haz sevgisi ereğine ulaştığında haz başlar sevda biter; haz bittiğinde de tekrar sevgi başlar. Akıllı insan, bütün eylemlerini bir erek için yapar.

 

a. Dünyevî haz sevgisi:

“Her şeyin ölçütü insandır” diyen sofistler insanın eylemde bulunma­sının sebebini yarar ve hazza bağlarlar. Onlara göre insan kendi bireysel yararına ve hazzına uygun olan şeyleri sever. İnsan bireysel maddi haz ve maddi yarar arzusuyla eylemde bulunur. Herkes kendi bireysel yarar ve hazzının peşinde koşar. Bu yüzden iyi ve kötü görelidir. Genel ahlâk ilkele­rinden bahsedilemez.[17]

İnsanları yaratılışları gereği acıdan kaçıp hazza yönelen varlıklar olarak gören hedonistler ancak haz getiren, hazzı amaçlayan eylemleri ahlâkî sayarlar. Haz ile de daha çok niceliksel bedeni hazları kastederler (Kirene Okulu, Aristippos, Theodoros, Hegesias, Annişkeris vb.)[18]

Epikürosçular ahlâkî eylemlerin gayesinin niceliksel ve kinetik hazlar değil, daha uzun vadeli yarar getiren niteliksel ve statik hazlar, yani tinsel, zihinsel, entelektüel hazlar olduğunu düşünürler. Bu entelektüel hazları elde etmek için de Sokrates’in belirttiği gibi başta bilgelik gibi bazı erdem­lerin olması gerektiğini iddia ederler.

Dünyevi hazlar çok çeşitlidir: Para sevdası; mülk sevdası; makam ve ik­tidar sevdası; sağlık sevdası; yaşam sevdası: çocuk sevdası, cinsellik sevda­sı; kadın veya erkek sevdası; devlet sevdası; millet sevdası; doğa sevdası; insanlık sevdası; bilim sevdası; masumluk sevdası; doğruculuk, dürüstlük ve iyilik sevdası; yalancılık, kandırmacılık, kötülük ve zorbalık sevdası v.b. gibi.

Her haz sevgisi ereğine ulaştığında haz başlar sevda biter; haz bittiğin-

b. Uhrevî haz sevgisi:

Kısaca cennet sevgisi ve Allah sevgisi olarak ikiye ayrılır.

Kimilerine göre insanlar cennet sevgisi için eylemde bulunurlar. Dün­yevî hayatta yaptıkları iyi eylemler nedeniyle Tanrı tarafından mükâfatlandırılacaklarım ve Cennet’e gireceklerini düşünürler. Böylece Uhrevî bir mekân olan Cennetteki vaat edilen hazlar için bu dünyada iyi eylemlerde bulunurlar.

Kimilerine göre insanlar Allah sevgisi için eylemde bulunurlar. Bunlara göre insan Allah’ı koşulsuz, karşılıksız sever ve bütün eylemlerini bunun için yapar. Allah aşkıyla yanıp tutuşan Yunus emre ve benzeri mutasavvıf­ların eylemlerini bu amaçla gerçekleştirdikleri düşünülür.

2. İnsan korku gereği eylemde bulunur: Mülk, doğa, bilim (tutarlı ola­mama) insan ve kurumları, Tanrı (cehennem)

İnsanlar eylemlerini korku nedeniyle de yaparlar. Korkuyu Dünyevî korku ve Uhrevî korku olmak üzere iki türlüdür.

 

a. Dünyevî korku:

Dünyevî korku için başlıca şu korkulardan bahsedebiliriz: Dışlanma korkusu, kazanamama korkusu, kaybetme korkusu, ceza korkusu

Dışlanma korkusu: Gönülden dışlanma korkusu, meclisten dışlanma korkusu, maldan dışlanma korkusu, bilgiden dışlanma korkusu şekillerin­de ortaya çıkabilir. Gönülden dışlanma korkusu annenin ve babanın, kardeşlerin, yakınların, toplumun, sevgilinin gönlünden dışlanma şeklinde olur. İnsan eylemlerini bu dışlanmalardan korktuğu için onlara göre ger­çekleştirir.

Kazanamama korkusu: İnsan mal kazanamama, sağlık kazanamama, haz kazanamama, ün kazanamama, saygı kazanamama, sevgi ve dostluk kazanamama, onur kazanamama, hürriyet ve özgürlük kazanamama, ömür kazanamama gibi korkular yaşar.

Kaybetme korkusu: İnsan sahip olduğu malı, sağlığı, hazzı, ünü, sevgi ve dostluğu, saygıyı, onuru, hürriyeti ve özgürlüğü, hayatı kaybetme (ölüm) gibi korkular yaşar. İşte bütün eylemlerini bunları kaybetmemek üzerine düzenler.

Ceza Korkusu: cezayı maddi ceza ve manevi ceza olarak sınıflandır­mak mümkündür. Esasen yukarıdaki korkulardan her birinin gerçekleşme­si ceza niteliğini taşır. Cezaya acı, ıstırap eşlik eder. Yukarıdaki her korku­nun gerçekleşmesi ayrı bir ceza, her ceza ayrı bir acı verir. İnsan bu acılar­dan korktuğu için eylemlerini ona göre dikkatle işler.

 

b. Uhrevî korku:

Uhrevî korku için de dışlanma korkusu, kazanamama korkusu, kay­betme korkusu ve ceza korkusundan bahsedebiliriz. Fakat bu korkuları da temelde uhrevî hayat ile ilgili korku ve Allah ile ilgili korku olmak zere ikiye ayırmak gerekir.

b.1. Uhrevî hayat ile ilgili korku: Ölümden sonra bir hayat olduğuna inanan insanlar dünyevî hayatta yaptıkları eylemlerin karşılıklarını uhrevî dünyada alacaklarını düşünürler. Dünyevî hayatta iyi eylemlerde bulunan­lar uhrevî hayatta cennet ile mükâfatlandırılır, kötü eylemlerde bulunanlar cehennem ile cezalandırılır.

Dışlanma korkusu: Cennetten dışlanma kor­kusu;

Kazanamama korkusu: cenneti kazanamama korkusu;

Kaybetme korkusu: cenneti kaybetme korkusu;

Ceza korkusu: cehenneme gitme, cennete gidememe korkusudur. İnsanlar eylemlerini tamamen bu korkula­ra göre gerçekleştirirler. Bu nedenle kötü fiilleri işlemekten çekinirler, iyi fiillerde bulunmaya gayret ederler.

b.2. Allah ile ilgili korku: Bu korku kulun Allah’a olan sevgisini, ima­nını yitirme korkusu, Allah’ın sevgisinden dışlanma, Allah’ın sevgisini kazanamama, Allah’ın sevgisini kaybetme, Allah’ın ceza vermesi korkusu olarak dile getirilebilir.

Kulun Allah’a olan sevgisini, imanını yitirme korkusu:

Esasen bu korku Allah’ın dostluğunu, sevgisini, muhabbetini kaybetme korkusudur. Kul kalbini yeterince eğitmezse Allah’a olan sevgi ve imanı kaybetme olasılığı her an mümkündür.

Allah’ın sevgisinden dışlanma korkusu: Bu daha ziyade Allah’ın hür­riyetini belirten bir korkudur. Allah dilediğini sevmekte, dilediğine hidayet vermekte hürdür. Kullar Allah’ın sevmediği, hidayet vermediği, iman nasip etmediği kimseler olmaktan; Allah’ın sevgisinden dışlanmaktan korkarlar.

Allah’ın sevgisini kazanamama korkusu: Allah’ın sevgisini, muhabbe­tini, dostluğunu kazanamama korkusuyla kul kötü eylemlerden çekinir.

Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu: Kul Allah’ın sevgisini, kaybet­mekten korkar. O’nun sevgisini, muhabbetini, dostluğunu kaybetmemek üzere eylemde bulunur.

Allah’ın ceza vermesi korkusu: Kul Allah’ın ceza vermesinden kork­tuğu için eylemlerini ona göre düzenler. Allah’ın ceza vermesi, Dünyevî ve Uhrevî bütün korkuların gerçekleşmesi şeklinde tecelli eder.

Allah korkusu Allah’ın dostluğunu, sevgisini, muhabbetini kaybetme korkusudur. Her şeyi yaratan O Yüce Varlık’ın dostluğunu kaybetme korkusu kullar her fiillerini en iyi fiiller olarak yapmaya çalışırlar. Burada Allah dostunun menfaati dostluktur. Dostun gücenmesi, incinmesi, uzak­laşması, hoşnut olmaması, dostluğun bütün nimetlerinden kişiyi mahrum bırakır. Esasen burada Allah korkusu ve Allah sevgisi birleşir.

Allah sevgisi ve Allah korkusu Allah’ın hoşnut olması, Allah’ın rızası ile anlam kazanır.

Allah’ın sevgisine O’nun emir ve yasaklarını, yani isteklerini, yani onun hoşuna gidecek şeyleri yapmakla, O’nun rızasını kazanmakla ulaşıla­bilir. Seven kimse sevgiliyi hoşnut edecek elinden gelen her şeyi yapar. Böylece onu hoşnut etmek ister. Çünkü maksat onun gönlünü kazanmak­tır. Peki, niçin gönlünü kazanmak ister? Çünkü gönlünü kazanınca o da unu sever ve o da onu hoşnut etmek ister. Böylece sevgi karşılıklı olur. Sevgi tek taraflı olursa seven için ızdırap olur, üzüntü olur, keder olur.

Dost sevgiyle verir ve verebileceği ne varsa vermeye çalışır. Tüccar öl­çüyle verir, ne kadar az verirse kâr sayar. Tüccar kazanmayı, dost hoşnut etmeyi düşünür. İnsan eylemde bulunurken tüccar mantığıyla değil dost mantığıyla hareket ederse, karşılığını da dost mantığıyla alacaktır.

Görülüyor ki en büyük menfaat dostluktur. Peygamberlerin, velîlerin, sufîlerin, Allah’a samimi olarak inananların eylemleri dost içindir, dostluk içindir. En yüksek erek Allah’ın sevgisini kazanmak, O’nu hoşnut etmek, O’nun dostluğunu ve rızasını kazanmaktır. Kul ve Allah’ın birbirlerine sevgisi, birbirlerinden hoşnutlukları, birbirleriyle dostlukları ve birbirle­rinden razı olmaları ile ilgili olarak Kur’an’daki şu ifadeler dikkat çekicidir:

Tevbe/72-Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerin­de hoş meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.

Tevbe/109- O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.

Fecr Suresi’nin şu ayetleri Allah rızası, Allah korkusu, Allah sevgisi ve dostluğunu dile getirmekte, kısaca “Niçin ahlâklı olmalıyım?” sorusunu cevaplarcasına özenle işlemektedir.

  • Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemededir.
  • Ama insan, her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet verirse, “Rabbim bana ikram etti.” der.
  • Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, “Rabbim beni zillete düşürdü.” der.
  • Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.
  • Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz.
  • Oysa mirası öyle bir yiyorsunuz ki, haram-helal gözetmeden.
  • Malı öyle bir seviyorsunuz ki, yığmacasına.
  • Hayır hayır, yer birbiri ardınca sarsılıp dümdüz olduğu zaman,
  • Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman,
  • Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anla­manın ona ne yararı var?
  • “Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim.” der.
  • Artık o gün Allah’ ın edeceği azabı kimse edemez.
  • Onun vuracağı bağı kimse vuramaz.
  • Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis!
  • Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.
  • Kullarımın arasına gir.
  • Cennetime gir.

Dikkat edilirse eylemleri Allah’ın dostluğunu, sevgisini, rızasını ka­zanmak için, O’nu hoşnut etmek için; O’nun dostluğunu, sevgisini kay­betmemek için yapmak sadece peygamberlere, velîlere ve sufîlere mahsus değil, bütün inananlar için söz konusudur. Bazı kimseler bunu sadece belli zümrelere ait sanır. Oysa dostluk en büyük menfaattir. İşte bu yüzden Yunus Emre gibi sufîler en büyük menfaat peşindedirler. Bu manada şiirlerinin çoğunu O Büyük Dost’a yazan, O’na sevginin en yüksek derecesi olan aşkla yanıp tutuşan Yunus Emre diyor ki:

AŞKIN ALDI BENDEN BENİ

Işkun aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım düni güni

Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinürem

Ne yokluğa yirinürem

Işkun ile avınuram

Bana seni gerek seni

Işkun âşıklar öldürür

Işk denizine taldurur

Tecellîyile toldurur

Bana seni gerek seni

Işkun şarâbından içem

Mecnûn olup tağa düşem

Sensin dün ü gün endîşem

Bana seni gerek seni

Sûfilere sohbet gerek

Ahîlere ahret gerek

Mecnunlara Leylî gerek

Bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler

Külüm göğe savuralar

Toprağum anda çağıra

Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri

Bir kaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni

Yûnus’durur benüm adum

Gün geldükçe artar odum

İki cihanda maksûdum

Bana seni gerek seni

Oturum Başkanı: Bu değerli konuşma ve tebliğ için Fazıl Karahan Bey’e çok teşekkür ediyoruz. Şimdi de siyasi ahlak bağlamında uluslararası siyaset ahlakı adını taşıyan tebliği de ben Fazıl Bey’e verdiğim süre kadar kendime süre vermek kaydıyla sunmaya çalışacağım. Çünkü ona on dokuz hatta yirmi dakika toleranslı süre verdim. Bu kadar süreyi ben de kullanmayı istiyorum. Biraz önce konuşmamın başında da oturum başkanı olarak kullanmam gereken on dakikalık sürenin beş dakikasını tebliğ için kullanacağımı belirtmiştim. O nedenle ben biraz konuşma özürlü olduğum için belirli bir metin üzerinden konuşmamı sürdürmeye çalışacağım. Tabi bu sizin sabrınızı zaman zaman taşıracak, sizi sıkacak, uykunuzu getirecek ama inşallah işe yarar da dinleyenler açısından faydalı olur.

 

Dipnotlar

[1] Nurcan (Kalkır) Türker, Çin’deki Düşünce Akımlarına Genel Bakış, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:22 Yıl: 2007/1, s. 291

[2] Nurcan (Kalkır) Türker, a.g.m. , s. 292

[3] Eflatun, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980, s. 201-203

[4] Eflatun, a.g.e., s. 230

[5] Eflatun, a.g.e., s. 231

[6] Eflatun, a.g.e., s. 267-274

[7] Eflatun, a.g.e., s. 301-306

[8] Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, çev. Yaşar Çağbayır, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s. 36-37, 84

* Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Öğretim Üyesi

[9] Ziya Yurttaş, İnsan Tabiatı, http://www.ziyayurttas.net/insanin_tabiati.pdf

[10]         Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılâp ve Aka Basımevi, 5. Baskı, İstanbul, 1983, s. 83

[11]         Feriha Baymur, age., s. 254-255

[12]         Feriha Baymur, age., s. 258-260

[13]     Feriha Baymur, age., s. 268-269

[14]     Doğan Özlem, Ahlâk Felsefesi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 24-25

[15]     Doğan Özlem, a.g.e., s. 55-58

[16]         Doğan Özlem, a.g.e., s. 61

[17] Doğan Özlem, a.g.e., s. 18-20

[18] Doğan Özlem, a.g.e., s. 55 de de tekrar sevgi başlar. Akıllı insan, bütün eylemlerini bir erek için yapar.

—————————————

[i] KARAHAN, Fazıl; “Niçin Ahlaklı Olmalıyım?”, “Modern Çağda Ahlak Sempozyumu”, 7-8 Mayıs 2010, Konya, Konya İlahiyat Derneği Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2012, Sf. 26-36, Konya, ISBN: 978-975-01799-6-9

[ii] Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü

Yazar
Fazıl KARAHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen