Medeniyet Tasavvurunun Temeli: Ahlak ve Değer

Doç.Dr. Levent BAYRAKTAR

 

Ne umuyoruz medeniyet tasavvurundan? Niçin böyle bir şeye ihtiyaç duyuyoruz? Medeniyet tasavvuru deyince ilk akla gelen kavramlardan birisi inşa kavramı. Mimariden ödünç alacağımız bir kavram inşa. İlk akla gelen kavramlardan biri bu, çünkü mamur kılmayı, imar etmeyi barındırıyor. Medeniyet deyince de mamur kılınacak, imar edilecek ve inşa edilecek bir şeyden bahsediyoruz ve bunun özlemi içerisindeyiz. Aslına bakılırsa imar edilecek, mamur edilecek şey öncelikle insanoğlunun kendisidir. Yani bir dış dünya kurabilmek için bizim her şeyden önce bir iç dünya kurmamız gerekiyor. Ve o medeniyeti inşa edecek olan temel çekirdek de kişinin kendisi ve kendi iç dünyası oluyor. Herhangi bir alanda bir işe girişmeden önce ortada o alanın bir öznesinin olması gerekir. Bu özne, medeniyet söz konusu olduğunda, önce kendini inşa etmeli ardından kendine bir dış dünya kurmalıdır. Öyleyse medeniyetin temel çekirdeğini inşa edecek olan ve medeniyeti tasavvur edecek olan öznenin düşünülmesi ve onun ayağa kaldırılması ve kalkındırılması gerekiyor. Meseleye böyle bakınca, insan nedir sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü insan ve medeniyet birbirinden ayrılmayacak olan bir madalyonun iki yüzü gibidir. Önce insanı anlamamız gerekir ki, daha sonra insanın ihtiyaç duyduğu medeniyeti ve o medeniyetin nasıl kurulacağını düşünelim. 

İnsana baktığımızda bir anlamda evrenin sırrına bakıyoruz. Çünkü evren içerisinde insan, eşref-i mahlûkattır fakat eşref-i mahlûkat olmanın anlamı ve değeri çözülmediği sürece o insana yakışır olan bir düzeni kurmak da mümkün olmuyor. Demek ki önce insanın kendisine kazandırılması ve insanın kendi kendisine yeter bir özne olarak, şahsiyet olarak, bir değer varlığı olarak inşa edilmesi söz konusudur. Böyle baktığımızda mimari ve medeniyet arasındaki ilişkisinin bir benzeri, insanın kendi bedeninin ve kendi şahsiyetinin mimarı olması gerektiği şeklinde de kurulabilir. 

Kendi varlığımızın ya da kendi şahsiyetimizin mimarı nasıl olacağız? Bu bir anlamda bizi egzistansiyalizme yani varoluşçu felsefeye doğru götürüyor. Çünkü varoluşçuluğun en meşhur cümlesini hatırlayacak olursak; bu, “İnsan bu dünyaya bir özle doğmaz, varoluş özden önce gelir ve her insan kendi varoluşunu kendisi kurgular ve kendi seçimleriyle, kendi iradesiyle, kendi fiilleriyle bu varoluşu gerçekleştirir.” şeklinde özetlenebilir. Demek ki insanın dış dünyayı kurmazdan önce kendisine bir iç dünya kurması ve o iç dünya ile de barışık olması söz konusu. Ve yine aynı zamanda o iç dünyayı kurabilmek için de insanın özgür ve özerk bir doğasının olması gerekir. Bütün bunlar doğal olarak eğitim meselesiyle de alakalıdır. İnsanın eğitimi ilkin ailede başlıyor, ailede ona insan olmak bakımından getirmiş olduğu değerin, onurun, haysiyetin tanınmış olması, onun bir potansiyeller yumağı olarak telakki edilmiş olması ve kendisini gerçekleştirme özgürlüğünün ona tanınmış olması gerekiyor. Böyle baktığımızda, medeniyet-mimari, medeniyet-musiki, medeniyet-felsefe/tefekkür, medeniyet-eğitim, medeniyet-bilim, medeniyet-sanat ilişkileri gözümüzün önüne seriliyor. Bütün bunların merkezinde de insan duruyor. Çünkü insan kendisine kazandırılmamışsa, kendi ayaklarının üzerinde duran bir değer varlığı olarak kendisini inşa etme imkân ve kabiliyetinden yoksunsa, kendisine ait bir medeniyet tasavvuru olamayacağı açıktır. 

Medeniyet kavramından beklediğimiz şeylerden bir tanesi de medeniyetin sürekliliği ve o sürekliliğin kendi kanuniyeti ve oluşu içerisinde kendi kendisini idame ettirebilecek bir yapıya dönüşmüş olmasıdır. Medeniyet dediğimiz yapı eğer kendi ayakları üzerinde duran ve kendisini idame ettiren bir yapı olarak kurulabilirse bu yapı kendi sürekliliğini de tesis edecektir. Bunun için her medeniyetin kendisi üzerinde bir otokritiğinin olması gerekir. Çünkü medeniyet buhranı denilebilecek olan bir şey vakidir. Her medeniyet yaşlanır, her medeniyet krizlere girer, hastalanır, fakat gelenekli medeniyetler kendi hastalıklarını teşhis ederler ve tedavi yollarını da bulurlar. Onun için de yeryüzünde sayılı birkaç medeniyetten bahsedilir. Bu medeniyetlerin bariz vasıfları kendileri üzerine bir otokritiklerinin olması ve yeri geldikçe kendilerini sağaltmayı başarabilmiş olmalarıdır. Öyleyse biz nasıl bir medeniyet tasavvurunun peşine düşelim ki; bu peşine düştüğümüz medeniyet tasavvuru aynı zamanda kendisi üzerine bir otokritiğe sahip olsun, kendisi üzerine bir bilinci olsun ve yeri geldiğinde dünya şartları ne kadar değişirse değişsin o yaşamaya devam etsin. 

Medeniyet tasavvurumuz mümkün olduğu kadar evrensel olmalıdır. Çünkü evrensel olmayan bir yapının mahalli olmak, içine kapanmak gibi bir maluliyeti vardır. Öyleyse eskilerin cihan şümul olmak dedikleri bir evrensellik iddiamızın olması gerekir. Bu evrensellik iddiasının temel çekirdeğini de değerler evreni oluşturur. Yani her medeniyetin bir değerler evrenine ihtiyacı vardır. Bu değerleri düşünmeye başladığımızda aslında insanı düşünüyoruz demektir. Çünkü insan dediğimiz varlık da değerden azade bir varlık değildir. Nasıl ki medeniyetin insanla ilişkili olduğunu dile getirdik, aynı şekilde insanın da değerle ilişkili olduğunu söylememiz gerekir. İnsan ve değer de bir madalyonun iki yüzü gibidir. İnsanı düşünmeye başladığınızda farkında olmadan onun değerlerini düşünürsünüz, değerleri düşünmeye başladığınızda o değerleri yaşayacak ve hayata geçirecek olan insanı düşünmeye başlarsınız. 

Bizim medeniyet krizimizin önemli sebeplerinden bir tanesi insanı düşünmeye başladığımızda artık değerleri düşünüyor olmayışımızdır. İnsanı değer olmaksızın da düşünülebilen ya da tasavvur edilebilen bir varlık gibi algılamaya başlamış olmamız sorgulanmalıdır. Bu aslında sadece bizim değil bütün bir insanlığın problemi gibi durmaktadır. Çünkü insanlık kendisini giderek bir değer varlığı olarak kurmak ve inşa etmek yerine, kendisini sadece bir hedone / haz peşinde koşan, zenginlik peşinde koşan bir varlık ve hatta bir tahakküm varlığı olarak algılamaya başlamıştır. Bu algılama nasıl tarihte bir çeşit emperyalizm, sömürgecilik olarak ortaya çıkmışsa, bugün de insanoğlunun madde tarafından sömürülmüş olması söz konusudur. Hz. Mevlana’nın dediği gibi; deniz suyu içmekle, tuzlu su içmekle nasıl susuzluk giderilemezse, bugün insanoğlu da maddeye sahip olmak hırsıyla kendisini tatmin etmenin peşine düşmüş ancak asla tatmin olmamıştır. İnsan ne kadar maddeye sahip olsa da hiçbir zaman için eksikliği tamamlanmayacaktır. 

İnsanoğlunun eksikliğinin tamamlanabilmesi için asıl olan şey onun kendi içinde tamamlanmasıdır. Zira ancak kendi içinde kendisini tamamlayabilmiş olan insan tamamlanmış bir medeniyeti tasavvur edebilir. Onun haricinde düşünülebilecek olan bütün medeniyet tasavvurlarının dönüp dolaşıp geleceği yer maddi bir organizasyondur, teknik bir arayıştır ve teknolojik bir ortam kurma ile sınırlı kalacaktır. Öyleyse sadece maddeye sahip olmak insanı memnun etmediği gibi sadece tekniğe ve teknolojiye sahip olmak da insanı mutlu etmeyecektir. 

İnsanı ancak kendi içerisinde tamam olması, bütün olması mutlu eder. Bunun ise bir değer meselesi olduğunu ifade etmiştik. Bunun bir teknik mesele olmadığı, insanın madde biriktirmekle tamamlanacak bir doğası bulunmadığı malumdur. İnsanın maddeye mahkûmiyetiyle giderek ona bağımlı hâle gelişi, sonu olmayan bir süreçtir.  Öyleyse ne yapmak, medeniyeti nerede aramak gerekir ve medeniyet tasavvurumuzun dayandığı o değerler evreni nasıl ve ne ile inşa edilebilir veya edilmelidir? 

Bu aşamada diyebiliriz ki, öncelikle zihinleri inşa edecek olan bir tarz zihniyete ihtiyaç vardır. Nitekim medeniyetin ihyası, inşası ve sırası geldiğinde de tamiri için bir zihniyete ihtiyaç vardır. Bu zihniyet; insanoğlunun yeryüzünün efendisi olmadığının idrakiyle alakalıdır. Ve hatta insanoğlunun hiçbir zaman için hiçbir şeyin sahibi olmadığının da idrakine bağlıdır. Acaba gerçekten benim olan bir şey var mı? Böyle baktığımızda bu her şeyden soyutlanmak manasında değil fakat her şeyin aslında dünyanın da hayatımızın da sağlığımızın da mevkiimizin de hatta zihin sağlığımızın da bir çeşit emanet olduğunun idrakine bağlıdır. Yani birlikte yaşayacağımız ortak insani değerler üzerine kurulu medeniyeti düşünürken aslında bir yandan aczimizi düşünmek durumundayız. Belki paradoksal gibi görünecek fakat medeniyeti kuran; insanoğlunun aczini idrakidir. Bugüne kadar hep insanoğlunun diğer canlılardan ayrılan üstün vasıflarının medeniyet kurucu olduğu söylendi fakat şimdi; insanoğlunun aczini idrakinin bir medeniyet kurucu değer olduğunu söylüyoruz. Ne demektir aczini idrak? Ve aczini idrak üzerine bir medeniyet nasıl kurulur? Bu bir paradoks mudur? 

“Aczini idrak etmek medeniyet kurucu bir değerdir.” Demek ki, aczini idrak etmek, eksikliğinin farkında olmak medeniyet kurucu değere dönüşüyor. Ve öyle bir medeniyet kurucu değere dönüşüyor ki, buradan hem diğer insanlarla barışık hem de doğadaki diğer bütün mahlûkatla barışık bir birlikte varoluş imkânı doğuyor. 

İnsanoğlunun mütekebbir bir tavırla geldiği nokta ortadadır. İnsanoğlunun evrene de diğer mahlûkata da tahakküm etmesinin ve mütekebbir tavrının neticesinde geldiğimiz yer bir kaostur. İnsanoğlu acilen acziyetini itiraf ve idrak etmezse korkarız bazı ütopyalarda olduğu gibi yeryüzünden başka bir yere transfer olmak için çareler aramak zorunda kalacaktır. 

Aczini bilmek, kendini bilmektir! İnsanoğlunun özgür olabilmek için haddini bilmesi durumu iyi anlaşılmalıdır. Zira ancak aczini idrak eden bir insan özgür olabilir ve sınırlarını bilen bir insan ancak kendisini gerçekleştirebilir. Yoksa insanoğlu kendisini yeri geldiğinde tanrı bile zannetmiştir. Dolayısıyla kendisini tanrı zanneden bir insanın kendisini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Ve buradan hareketle belki söylenebilecek olan şey, ihtiyacımız olan şey, dünyayı tanımak kadar kendimizi de tanımaktır. Ama biz şartlanmış bir şekilde sürekli bir şeyler bilmenin derdindeyiz. Sürekli dünyayı tecrübe etmenin derdindeyiz. Fakat kendimizi bilmeye ve kendimizi tecrübe etmeye bir türlü sıra gelmiyor. Oysa ancak kendisine bir iç dünya oluşturabilmiş bir insanın başkasına verebileceği bir şey vardır. Eğer biz kendi kendimize yeterli, kendi kendimize mutlu ve mutmain bir iç dünya kuramamışsak sürekli başkalarının dünyalarını karıştırmaya ve tecessüs etmeye başlarız. Dolayısıyla insanoğlunu bir özne olarak reşit kılmak durumundayız. 

İnsanoğlunun kendisini reşit kılması ne demektir ve burada birisi bir başkasına yardım edebilir mi? Yani her bir insan bir başkası ile ilişkisinde ona ayna olabilir mi, demektir bu aynı zamanda. Bir başkası için ayna olabiliyor muyuz? Ve bir başkası bizim aynamızda kendi kendisiyle karşılaşabiliyor mu? İşte bunun olabilmesi için Marcel ben-sen ilişkisi diye bir form teklif ediyor. Ben-sen ilişkisi, insan-insan ilişkisinden doğar. Buradaki sen, benim gibi bir başka bendir, benim gibi saygıya değer olan, benim gibi hakları olan, hürriyeti olan ve saygı duymam gereken bir “başka ben”dir. Ama yine modern toplumun bunalımı diyecek olursak makineleşme, endüstrileşme, sanayileşme her şeyi üretime tahvil ettiği için, her şeyi girdi-çıktı-maliyet ilişkisine göre ölçtüğü için, insan ilişkilerinde de bir maliyet hesabı yapıyor. Burada bulunmamdan maksat ne, burada bulunmamın bana faydası ne, diye soruyor. 

Oysa her bir ilişki bir karşılaşmadır. Ve her bir karşılaşma da bir anlamda ben-sen ilişkisi için bir fırsattır. Dolayısıyla ezbere yaşamak yerine seçerek, özneler arası ilişkiler kurarak, sahici, sahih ilişkiler kurarak yaşamak, insanca yaşamaktır. Yani yaşıyormuş gibi yapmak yerine, ilgileniyormuş gibi yapmak yerine, yaşamak ve ilgilenmek esastır. Bunun için de önce kendini bilmek gerekir. 

“Kendini bilmek, Rabbini bilmektir!” Bilinebilecek olan en mukaddes şey kendini bilmek, haddini bilmek ve kendini bilmekle, Rabbini bilmek arasındaki ilişkiyi kurabilmektir. Ancak kendini bilenlerin Rabbini bilecekleri, ancak Rabbini bilenlerin kendini bilecekleri de dini-metafizik bir hakikat olarak ortadadır. Fakat denilebilir ki bunu dinî ve metafizik bir hakikat olarak okumayanlar için hadise ne olacak? İşte o zaman iş hukuka intikal ediyor. Ve aslında ahlak, hukuku önceler ve kapsar. Fakat ahlakın işlevsel olabilmesi için ortada yetkin bir şahsiyetin olması lazım. Ve bu yetkin şahsiyetin bir değer bilinci ve bir kendilik bilinci olması lazım. Kendisini bilmeyen insana siz ne bildirirseniz bildirin onun kimseye bir faydası olmayacaktır. Demek ki en temel şey; kişinin kendisini bilmesi ve bu bilgiyi de başkalarıyla beraber, ortak bir zeminde paylaşabilmesi yaşayabilmesidir. Aksi takdirde, kişi kendisini merkeze koyuyor, egosantrik bir durum ortaya çıkıyor ve kendi varlığını idame ettirebilmek adına hiçbir değer tanımıyor. Tabii bunu hukukla birlikte düşünmek lazımdır. Çünkü çoğu zaman devreye girecek olan şey hak ve hukuktur. Demek ki böyle bakıldığında bir medeniyet tasavvur edebilmek için o medeniyetin yazılı, yerleşik, müesses bir hukuk nizamına da ihtiyacı vardır. En azından meseleyi ahlak zemininde değerlendiremeyenler için mazlumların haklarını koruyabilmek adına bir hukuk gereklidir. 

Hukukun en temelde insanın fıtraten getirmiş olduğu değerleri koruması gerekir. Yani hukukun yaşam hakkını ve diğer insani bütün haklarımızı kuşatıyor ve koruyor olması gerekir. Bu sağlandığı durumda ancak orada bir sosyal oluşumdan, sosyal organizasyondan ve bir medeniyetten bahsedilebilir. Yani, insanların karşılıklı olarak ilişkilerinde, alış verişlerinde ve her türlü münasebetlerinde kendilerinin dışında aşkın bir değerler manzumesinin olduğunu bilerek ve ona müracaatla eyliyor olmaları gerekir. Aksi takdirde ben güçlüyüm, benim gücüm yetiyor, beni bu eylemden hiç kimse caydıramaz deyip gücün hak olduğu bir mekanizma çalışmaya başlar ki, burada artık adaletten de hukuktan da ahlaktan da bahsedilemez. Demek ki hukuk, aslında insanın sahip olduğu güçten kaynaklanan zulmetme riskini ortadan kaldırmak içindir. Gücü yetenin yetene zulmetmemesi için bir mekanizmaya ihtiyaç vardır o da hukuk ve adalettir. Dolayısıyla medeniyetin çok temel sacayaklarından bir tanesinin de hukuk olması gerekir. Hukukun da değerler üzerine, adalet üzerine ve insanı yaşatacak bütün ahlaki ve sosyal varoluş biçimlerini kuşatacak şekilde düşünülmesi gerekir. 

Şunu fark ediyoruz ki, insanoğlundan değerleri çıkardığınızda geriye sadece bir biyolojik organizma kalmaktadır. Bu biyolojik varlığın da yegâne prensibi Darwin’den, Lamark’tan öğrendiğimiz gibi hayatta kalmak ve üstün gelmektir. Öyleyse medeniyet, Darwinci ve Lamarkçı bir hayat mücadelesi kavramı üzerine bina edilemez. Çünkü hayat mücadelesi denilen şey, daima güçlü olanın ayakta kalacağını, kazanacağını ve neslini devam ettireceğini söylüyor. Oysa bunun insani, ahlaki, medeni bir tavır olmadığını görüyoruz. Demek ki birbirinden farklı iki dünya var. Bir yanda biyolojik bir dünya var, bir yanda da değerlerin hâkim olduğu insani bir dünya var. İnsani değerler dünyasıyla biyolojik dünya özdeş kabul edildiği zaman, insan sadece zulmedici ve tahakküm edici bir varlığa dönüşüyor. Deyim yerinde ise bir Frankenstein oluyor. Çünkü o artık insan olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla insana neleri eklediğimizde insanlaşıyor, insandan neleri çıkardığımızda vahşi tabiattaki diğer canlılara benziyor, bunun ayırdında olmak gerekiyor. 

Zira insanoğlu ancak etik, estetik ve metafizik değerlerle eşref-i mahlûkat olabilir. Yoksa insan olarak dünyaya gelmiş olmak, eşref-i mahlûkat olmak için yeterli değildir. O sıfatın hak edilmesi gerekir. Ve o sıfatı hak edebilmek için de şuurlu bir cehd içinde olmak lazımdır. Burada şuur anahtar kelimedir. Eğer o farkındalık yoksa ortada bir felsefi bilinç de yoktur. Ortada bir felsefi bilinç ve bir felsefi kritik yoksa o medeniyet bulanmaya, buhrana mahkûmdur. İşte bu yüzden ancak kendisi üzerinde bir otokritiği olan medeniyetler varlıklarını idame ettirebilirler diyoruz. Zira bu otokritik insan için de medeniyet için de elzemdir. Böylece şunu fark ediyoruz: İnsanı bir şahsiyet olarak kaim kılan, ayakta tutan, değerli kılan neler varsa, medeniyeti de oluşturan, onu ayakta tutan, onu kaim kılan değerler aynıdır. Her ikisinin de kendisi hakkında bir bilincinin olması lazımdır ve her ikisinin de kendi varoluşunu idrak etmesi ve ayrıca bu varoluşu gerçekleştirme cehdinde olması gerekir. 

İnsan için de, medeniyetler için de hazır bir şahsiyet söz konusu değildir. Belki insana anne ve babasından bir soy isim kalabilir, bir miras da kalabilir, fakat sizi siz kılacak bir şahsiyet hiç kimseden hiç kimseye miras kalamaz. O şahsiyeti sizin kurmanız ve onun tasasını çekmeniz gerekir. Dolayısıyla medeniyetler de böyledir. Medeniyetlerin de kendilerine mahsus bir şahsiyetleri vardır ve o şahsiyetler durduk yerde oluşmazlar ve devam etmezler. Fakat o millî şahsiyetin eğitim yoluyla, kuşaklar arasında aktarılması, paylaşılması gerekir. Mesela, sadece yeryüzünde bir kuşak aradan çekelim ve o kuşak kendisinden sonraki kuşağa hiçbir şey aktarmasın. Hiç kimse kendi tecrübesini kendi çocuğuna, kendi öğrencisine aktarmasın, hiç kimse kendisinden sonra gelenlerle ilgilenmesin. O yeni kuşağın hâli, kaderi ne olacak, onların mukadderatı ne olacak? Taş devrine geri döneceğiz! Yeni baştan, sil baştan, her şey yeni baştan öğrenilecek! Hiçbir şey tevarüs edilmeyecek, hiçbir şeyin varisi olmayacak, hiçbir ideal olmayacak, ama insan bir ideal olması gerektiğini belki acı tecrübelerle bulmaya çalışacak. İnsanlık yeniden emekleme devrine geri dönecek. İşte aslında bugünkü medeniyet krizimizin sebeplerinden bir tanesi de budur. Demek ki insanlığın bunalımı bir şey öğretmekte değil, bir şey öğretilmediği zaman doğacak krizdedir. Öğretmekten değil, öğretememekten, öğrenmekten değil, öğrenememekten korkmak lazımdır ve bu gerçek bir insanlık krizidir, bir medeniyet krizidir. 

Bu kriz üzerine bir otokritik yapmak için öncelikle aktarılabilecek ve ayıklanacak şeylerin neler olduğu hususunda bir bilinç olmalıdır. Medeniyet ancak o zaman kendisini idame ettirebilir. Bu önemlidir çünkü bazen hiçbir şeyin varisi olamamanın yarattığı krize benzer bir şekilde, geleneklerin donması ve bizden öncekilerin yaşayış biçimlerinin hatta alışkanlıklarının kendilerinden sonrakilere dayatılması da bir kriz yaratabilir. Bu da medeniyeti korumak, değerleri korumak adına kendisinden sonraki kuşağı felakete sürükleyebilir. Çünkü orada size verilmek istenen şey, sizden öncekilerin alışkanlıkları olabilir. O alışkanlıkların devredilmeye layık olup olmadığı, hakiki değer olup olmadığı hakkında bir kritik-bilinç yoksa bu sefer değer adına, gelenek adına bir muhafazakârlıkmış gibi görünen ve değer olmayana dayalı bir yobazlık ortaya çıkar ki, bu yobazlık da medeniyet yıkıcı bir şekle bürünebilir. 

Neleri koruyup neleri tasfiye etmeniz gerektiğine dair bir öz bilinç, insanoğlu için de o insanoğlunun yaratmış olduğu toplumsal hayat ve onun da organize şekli olan devlet ve millet hayatı için de gereklidir. Mesela Yahya Kemal’in “tazelenmek” dediği şey, Tanpınar’ın “akmak” dediği şey, Hz. Mevlana’nın “bulanmadan ve donmadan akmak” derken ya da “düne ait ne varsa dünle beraber gitti cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım” derken kastettikleri şey bu olsa gerektir. Yunus’un “biz ki her dem yeniden doğarız bizden kim usanası” dediği gibi. Bunlar aslında bizim medeniyetimizin kodlarıdır. Bu referans kaynaklarımızı hatırladığımız, bunları unutmadığımız sürece bunların üzerinden istikbali okumak ve planlamak da mümkündür. 

Medeniyet aynı zamanda bir ahenk olarak da okunabilir ve bu ahenk, içerisinde çokluğu ve çeşitliliği barındırır. Dünya tarihine baktığımızda yeryüzünde bugüne kadar hiçbir medeniyet gösterilemez ki, o medeniyet kendi içerisinde ötekilerle barışık ve ahenkli olmasın. Homojen bir medeniyetle bugüne kadar karşılaşılmamıştır. Hatta medeniyet; tanımı gereği, kendi içerisine kendisi gibi olmayanları da katarak, onlara da hoşgörü göstererek, bir ahenk tesis edebilmeyi başarmış, en yüksek dereceden bir insanlık ürünüdür. Bu yüzden medeniyet bir insanlık başarısıdır denilebilir. Bu insanlık başarısı; ötekiyle beraber yaşamayı başarmakla mümkün oluyor ve tahakkuk ediyor. Tarihte ötekini ortadan kaldırmakla, homojenleşmekle ve tek tipleşmekle yücelmiş hiçbir gerçek medeniyet yoktur. Zira bütün medeniyetler değerler üzerine inşa edilmişlerdir. Bu yüzden insan ile medeniyet arasındaki ilişki çok açıktır. Nasıl ki bir insandan değerleri tecrit ettiğinizde geriye tabiatın en tehlikeli varlığı kalıyorsa bir medeniyetten de değerler çıkarılırsa geriye ancak barbarlık, kan ve gözyaşı kalacaktır. Şunu fark ediyoruz ki, medeniyet olgusuna ve medeniyetimize felsefi kritik bir bilinçle yaklaştığımızda, ancak onun bütüncül doğasını ve yapısını kavrayabiliriz. Böylece insan, medeniyetin öznesi ve etik şahsiyeti olduğunda yani olan ile olması gereken arasında kritik bir bilinç geliştirildiğinde, yaşayan ve yaşatan bir medeniyet tasavvuru mümkün olabilecektir.

—————————————————————————————–

 

Kaynak:

 

Türk Yurdu, Şubat 2016 – Yıl 105 – Sayı 342

Atıf yapılmak istendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

 

 

Yazar
Levent BAYRAKTAR

Doç. Dr. Levent Bayraktar 1972'de Ankara'da doğdu. İlk, Orta ve Lise tahsilini burada tamamladı. 1989'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. Buradan sırasıyla 1993'te lisans, 1997'de yüksek lisa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen