Millet Nedir?

 

Millet Nedir?[1]

 

İnsan özde ne kendi diline, ne de kendi ırkına aittir. O sadece kendisine aittir. Bu esas olarak özgürlük ve ahlak olgusudur. Ernest Renan, 1882.

Milletleri ayıran ve varlığını ortaya koyan nedir? Bu ne ırk, ne de dildir. İnsanların açık bir şekilde beraber yaşama, ortak çıkar, sevgi bağlılıkları ve beraber umut etme düşüncelerini içinde barındıran bir topluluğa kalpten hissetmeleridir. İşte vatan budur. İşte insanların beraber geleceğe yürüme isteği budur. Beraber çalışmak, beraber savaşmak, birinin diğeri için yaşamayı ve ölmeyi göze almasıdır. Alsas’a bakın! Irk ve dil açısından Alman gibi olabilir. Ama vatan sevgisi ve milliyetçilik bakımından tam bir Fransızdır. Fustel De Coulange, 1870.

 

Ernest RENAN

Çok açık, net bir düşüncemi beraber analiz etmeyi öneriyorum. Fakat bu düşüncem aynı zamanda yanlış anlaşılabilecek bir tehlikeyi de bünyesinde barındırıyor.  

Dikkatinizi şuna çekmek istiyorum. İnsan toplulukları şekil biçimleri bakımından oldukça geniş bir yelpaze arz ederler. Örneğin büyük insan toplulukları vardır, Çin’de, Mısır’da veya çok eski dönemlerde Mezopotamya’da, Babilliler gibi.[2] Aynı zamanda kalabalık Yahudi ve Arap kabileleri de. Atina ve Sparta gibi ünlü şehir devletleri, içinde farklı devletlerin toplandığı imparatorluklar, vatansız topluluklar, dini inançların birbirine bağladığı insan toplulukları İranlılar ve İsrailoğulları gibi, Fransa ve İngiltere gibi olgunlaşmış milletler ve de Avrupalı otonomlar, İsviçre konfederasyonları ya da Amerika gibi farklı ırkların oluşturduğu akrabalıklar.

Bir de dil unsuru vardır. Örneğin güçlü bir birleştirici özellik olarak farklı Alman grupları ve Slav gruplarını tanımlar. İşte halen mevcut veya daha önce var olmuş çeşitlerin hepsi burada çok ciddi farklılıklara sahip olanlar haricinde diğerlerini birbirinden ayırt edebilmek neredeyse imkânsız.

Fransız ihtilali çağında genellikle bu alana ilgi duyanlar zannederlerdi ki Sparta ve Romalı küçük şehirlerin kuruluşları, içinde milyonlarca ruhu barındıran bizim büyük milletlerimize karşılık gelmektedir. Ne büyük bir hata!

Evet! Günümüzde büyük bir hata yapılıyor ve ırk, millet ile karıştırılıyor.

Ayrıca bu büyük etnografik gruplar ve daha çok dil gruplarına geçmişteki bu toplulukların yapısal birlikteliği atfediliyor ve onlarla tanımlanıyor. Şimdi bu konuda kafa karışıklığını azaltmak için ve bu zor soruya bir cevap bulabilmek için birkaç değerlendirme yapalım ve açıklık kazanalım. Çünkü muhakemenin temelinde ölümcül hatalara yol açacak konular var. Dikkatli bir inceleme yaparsak bence sonuç da başarılı olacaktır.

Bu tam olarak canlılar üzerinde yapılan bir deney olacak ve çalışmayı yaparken de ölülere nasıl davranıyorsa canlılara da öyle davranacağız. Bunun içinde soğuk, mutlak ve tarafsız hareket edeceğiz.

 

BÖLÜM I

Roma imparatorluğundan sonra veya daha doğrusu Şarlman imparatorluğunun dağılmasından sonra bizce Batı Avrupa’da milletler oluştu ve kuşaklar boyunca biri diğerinin üzerinde sürekli olarak bir hegemonya bir üstünlük oluşturmaya çalıştı. Ama sürekli bir başarı elde edebilecek bir girişim hiçbir dönemde gerçekleşemedi. Toplumlarına yön veren önemli isimler çıktı ve onları yönetti. Charles Quinn, 14. Loui, Napolyon gibi… Hiçbiri toplumlarını geleceğe taşıyamadı. Yani bir Roma ya da Şarman İmparatorluğu’nun yeniden tesisi gerçekleşemedi.

Avrupa’daki bölünme çok büyüktü ve bu farklı gruplar birleşmeye elverişli değildi. Aynı zamanda kendi içlerindeki problemler de kolay bir koalisyon oluşmasına müsaade etmiyordu. Her bir grup kendi doğal sınırlarını koruma konusunda hırslı bir tutum sergilemekteydi. Kısacası bir çeşit denge sisteminin yerleşmesi için uzun bir zaman dilimi ne ihtiyaç vardı.

Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya var olmaya devam edecektir. Onlar tarihi geçmişlerine ve varlıklarını güvenerek bir dama tahtası üzerinde kesintisiz istedikleri hamleler yapabileceklerini düşüneceklerdir. Fakat bu her zaman için geçerli olmayacaktır.

Milletler! Bir açıdan bakıldığında tanımlanmasının oldukça yeni olduğu görülüyor. Geçmişin toplumları için bu tanımlamalar onlara hiçbir şey ifade etmez. Eski Mısır, Çin ve Asurlular, günümüz anlamında kullanılan millet algılamamasının hiçbir ögesini içlerinde barındırmaz. Onlar tarih sahnesinden çekilinceye kadar kendilerini, güneşin ya da gökyüzünün oğlunun korumasındaki topluluklar olarak görmüşlerdir.

Böyle baktığımızda ne Çinliler ne daha fazla Çinlidir, ne de Mısırlılar… Eski Çağlar’ın toplumlarında krallıklar bölgesel konfederasyonların imparatorluklarıdır ve bugün anladığımız şekilde millet tanımasını çok az hissettirir. Atina, Sparta, Sidon ve bunun gibi dönemsel kent devletlerinde ise çok az vatan ve vatan sevgisi algısına rastlanır. Fakat aslına bakarsanız bu kent devletleri de genellikle belli bir sınır ile tanımlanabilir özellik ortaya koyar. Ayrıca şunu da unutmayın Gal, İspanya ve İtalya da, Roma imparatorluğu hâkimiyetine girmeden önce ilkel kabileler halinde idi.  Kendi aralarında birleşmiş bir görüntü sergilerlerdi. Fakat ne kendilerine has bir kültürleri (etnik özellikleri) ne de kendilerine has bir hanedanlıkları vardı. Özellikle de şunu vurgulamak isterim ki, bugün yaptığımız tanımlamanın oluşturduğu algılamalarımız ışığında görmekteyiz ki, Asur, Pers ve İskender imparatorluklarının hiçbiri de vatan değildi. Asurlu ya da Persli bir vatansever hiçbir zaman olmadı.

Pers imparatorluğu da bir tür feodal yapıydı. Devasa boyutlara ulaşmış İskender İmparatorluğu’nun kökenlerinde de millet oluşumunun yapıtaşlarına rastlanmadı. Ki kendisini genel medeniyet tarihinin en zengin topluluğuna haiz kılabilmiş olduğu halde.

Aslında bunların içinde sadece Roma imparatorluğu bir vatan olma koşullarını yerine getirecek durumdaydı. Çünkü uzun bir döneme yayılan saldırgan ve vahşi savaşlar akıllıca durdurulmuş ve bu nedenle sınırları içinde yaşayan herkes imparatorluğu sever hale gelmişti.

Bu hareket tarzının benimsenmesine en önemli sonucu toplum güvencesinin kazanılması ve medeniyetin fışkırması oldu. Fakat imparatorluğun barış içinde yaşarken son dönemleri iyi değildi. Gerek mektuplarda anlatılanlardan, gerek imparatorluğu ruhen bağlı olanların hatıralarından ve gerekse de papazların samimi duygusal anlatılarından öğrenebildiğimiz kadarıyla, barbarların istilası ile kanlı bir kaos ortamı çıktı, barış havası bu kan taşıyan rüzgarlarla dağıldı.

İşin ilginç tarafı Fransa topraklarından dokuz kat daha büyük ve dönemin en uzun süre ayakta kalan imparatorluğu, modern anlamda bir devlet şekline bürünemedi. İmparatorluğun doğu ve batı şeklinde bölünmesi kaçınılmaz oldu. İlerleyen yüzyıllar boyunca Galyalıların bir imparatorluk yaratma çabaları da boşa gitti. Fakat ardından gelen Cermen istila geç dönem toplum prensiplerini de yanında getirdi. Bu değişim milliyetçiliğin var olabilmesi için ihtiyaç duyduğu temelin yaratılmasına fayda sağladı.

Peki, Cermenik halklar ne yaptı. Gerçekte onlar V. yüzyıldan X. yüzyıldaki son göçebe anlaşmasına kadar işgalci miydiler?

Hem evet hem hayır! Çünkü onların davranışlarında ırkçı bir tutum çok az gözlemlendi. Ama bu süre boyunca hanedanlıklarını yerleştirdiler ve başarıyla ayakta kalabildiler. Bu güç sayesinde de az ya da çok batının eski İmparatorluğu’nun içinde askeri bir aristokrasinin yeşermesine ve kökleşmesine imkân verdiler. Ama bu hareket tarzı onların daha çok işgalci olarak isimlendirilmesi neden oldu. Bu ilkesel işgaller Fransa’da önce Burgondy ve Lambardi de, daha geç dönemde ise Normandie de vücut buldu.

Franklar işgalcilerden öğrendikleri ile bu topraklarda üstünlük elde edebildiler ve hızlı hâkimiyet kurabilmeleri sayesinde batının bir kısmı iyileşme sürecine girdi. Fakat bu imparatorluğun ömrü uzun olmadı. Çaresiz bir şekilde ancak IX. yüzyıl ortalarına kadar dayanabildi ve ardından da yıkıldı. Sonra da imparatorluk ardından kendi aralarında “Verdun Antlaşmasını” yaparak batının değişmez sınırlarını çizdiler.[3] Fransa Almanya İngiltere İtalya ve İspanya buna bir örnektir ki şimdi günümüzde onların nasıl geliştiğini kolayca görebiliyoruz. Sonuçta önemli bir değişim yaşandı. Ama esas soru bu devletleri farklı kılan özellikler nelerdi? Cevap, onları tamamlayan halkların birleşmesiydi.

Bunun yanında bir de sıralayabileceğimiz Türkiye gibi örnekler var. Birleşmemiş topluluklardan oluşuyor. Türk, Slav Yunan, Ermeni, Arap, Suriyeli, Kürtler gibi ve fethedildikten sonra günümüze kadar farklılıklarını hep korumuşlar. Burada ortaya çözümlemede yardımcı olacak iki özel durum çıkıyor. İlki adaptasyon ile ilgili.

Cermen halkları örneğin. İstila dönemlerinde bir kısmı Yunan ve Latin halklarıyla yakın ilişki içinde kalmaları sonucunda Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Yani yenen ve yenilen aynı dilden olmuştur veya yenen yenilenin dinine uyum sağlamıştır. Ama Türklerin sistemi ayırmaya yöneliktir. Bu nedenle onlar bütünleşmeye gidecek bir kültür politikaları geliştirememişlerdir.

İkinci durum dili de ilgilidir.

Fatihler zaman içinde kendi özel dillerini unutmuşlardır. Büyük bir kısmı ve de onların çocukları çok önceden Roma dili konuşmaya başlamışlardır. Bu da başka önemli sosyal bir sonuç doğurmuştur. İşgalci ırk grupları olan Franklar, Burbonlar, Gotlar, Lombardlar içinde kendi ırklarından evlenen ve çocuk doğuran çok az kadın kalmıştır. Uzun bir dönem içinde kuşaklar boyu toplumlarının liderleri sadece Alman kadınları ile evlenmişlerdir. Fakat metresleri Latin olmuştur. Evlerinde çocuklarına Latin kadınlar bakmıştır. Bu ilişkiler gelenek haline gelince de bütün kabile Latin kadınlarla evlilik yapmaya başlamıştır.

Bu ilişkiler kısa dönemde şu anlama gelmiştir. “La Lingua Frencica”, “La Lingua Gotica”.[4]

Frank ve Gotslar Roma topraklarına yerleşmelerinden sonra ortadan kaybolmuştur. İngiltere’de ise bu böyle olmamıştır. Zira Anglo-Saksonlar adayı işgal ettiklerinde kadınların ele geçirmesine çok önem vermişlerdi. Ama adanın otoktonlarından olan Bröton halkı bu işgalden kaçmayı başarabildi ve onların içlerine Latinler giremedi. Bu nedenle de Bröton toplumunun yaşam alanında onlar baskın olamadılar. Fakat Brötonlar ile büyük benzerlik gösteren Galliler beşinci yüzyılda aynı şansa sahip olamadılar.

Bu noktada önemli bir ara sonuç çıkarmak gerekirse denebilir ki Cermen istilasıyla bu coğrafya giren Anglo-Sakson kültürü, yerli toplumlara uyum sağladı ve ortaya karışım kültürü çıktı. Bu da nasyonal yapının nüvesini oluşturdu.

Fransa’ya gelince bu ülke kanuni olarak kuruldu ve içinde görülmeyecek derecede azınlıkta bir miktar Frank kaldı. Aradan uzun bir zaman geçti. X. yüzyıla gelindiğinde ülkede yaşayanlar bir aynaya bakarak kendi hareketlerini tekrarlar gibi birbirlerine karıştılar ve sonuçta Fransa’da yaşayan herkes Fransız oldu.

Fransız toplumundaki ırksal farklılıklar Aziz Gregor de Tour’un eserlerinde ırkçı bir yaklaşımı esas alacak şekilde açık olarak gösterildi. Fakat Fransız yazar ve şairler, onun düşüncelerini kendilerine çıkış noktası yapmadılar ve toplumun içindeki farklılıkları dikkate almadılar. Bu alanda önemli yazar ve şair Hugues Capiet’in eserlerine bakabilirler. Göreceklerdir ki, bu eserlerde ırksal farklılıklar hiç bir şekilde ortaya konulmamıştır.

Buna karşın tabii ki soyluluk ve köylülük, vurgulanan bir niteliktedir, ama etnik olarak birisinin diğerinden farklı olmasından kaynaklanan bir sorunsala dönüşmesine izin vermemiştir. Esas olarak cesaret, alışkanlık ve eğitim algılamaları, ırksal ve etnik farklılıkların yerini alarak soydan soya geçen bir mirasa dönüşmüştür.

Bu algılamalarının temelinde fetih olgusu olsa da bu düşünceler insanlara ulaşmamıştır. Hatalı olan ve farklılık mantığının yeşermesine katkı sağlayan soyluluk düşünce ve sistemidir. Bu sayede insanlar arasında bir ayrımcılık yaratılmıştır. Hâlbuki soyluluk doğuştan gelen ırki bir unvan bir üstünlük değildir. Bir kralın çeşitli sebeplerle birilerine bu unvanı vermesiyle gerçekleşmiştir. Cezbediciliği ve kişilere sağladığı üstünlük bu yapının güçlenmesine ve korunmasına hizmet etmiştir. Başlangıcı ise genel olarak 13. yüzyıla dayanmaktadır.

Bu algılama ilerleyen dönemlerde Norman fetihleri ile yayılma göstermiştir. Fakat bu yapı ancak bir, iki kuşak güçlü kalabilmiş, Norman işgalcileri bu ayrımı devam ettirmemişlerdir. Yani soyluluğa dayalı ayrımcılığın Normanlar içinde derin kökleri oluşmamıştır.

Normanlar ele geçirdikleri ülkelere daha önce sahip olmadıkları askeri alışkanlıkları ve vatanseverliği vermişlerdir. Unutmadan ben buna tarihi hata demekteyim. Çünkü bence bir milletin yaratılmasında esas unsur, ama aynı zamanda tarih çalışmalarının geliştirilmesi, daima milliyetçilik için bir tehlikedir.

Tarihin derinliklerine dalmak ve araştırmak bütün politik yapıların geçmişte yaptıkları ve kökenlerine dayandırdığı şiddete ışık tutmaktır ki, (sonucu iyi olsa bile) araştırmaların gürültülü ve tartışmalı olacağı açıktır. Örneğin Fransa’nın kuzeyinin ve ortasının toplaşması bütün bir yüzyıl sürmüştür. Bu süreç içinde büyük bir şiddet ve terör yaşanmıştır. Cesaretle söylemeliyim ki bunda Fransa krallarının rolü büyüktür.

Fakat ardından bu gelişmeler yüz yılda bir gerçekleşen kristalleşmeyi sağlamıştır. Sonuçta güçlü bağları olan bir millet ortaya çıkmıştır. Ardından da bu oluşumun Kralın kendisine prestij kaybettirdiği görülmüştür. Yarattığı bu millet onu lanetlemiştir. Bugün ise geriye sadece ne istediğini ve ne yapacağını bilen işlenmiş düşünceler kalmıştır.

İşte bu karşıtlıklar sayesinde Batı Avrupa’nın büyük tarihi kanunları duyarlı hale dönüşmüştür. Bu işin öncülüğünü Fransa Kralları yapmıştır. Ama durdurulamaz ilerleyiş başlamıştır ve bu nedenle bazen hukuksal, bazen tiranik ve bazen de yönetimsel olarak bu yeni algılamaya yani millet yaklaşımına liderlik etmiştir. Bu rüzgârdan her toplum etkilenmiştir. Ama sonuçta birçok ülke başarısız olmuştur. Şöyle derler bilirsiniz! Kutsal Saint Etien her seferinde taş giydirmiştir krallara, ama sadece sekiz yüzyıl boyunca Slavlar ve Magyarlar farklılıklarıyla yaşayabilmişler, dönüşmüşlerdir.[5]

Bu grupların erimemesi iyi ve kötü sonuçlar doğuracak şekilde Hasburg ailesi tarafından kullanılmıştır.

Nasıl? Birini diğerine farklı kılmaya yönlendirerek ve birleşme imkânlarını yok ederek.

Peki, Bohemya’da durumu nasıldır? Çekler ve Almanlar bir kap içinde su ve yağ gibi kalmışlardır. Türklerde ise, onların toplumu dini farklılıklara göre ayırması uzun bir dönemde ağır sonuçlar doğurmuştur. Doğu’nun harabe haline gelmesine yol açmıştır. Örneğin Selanik ve İzmir gibi iki büyük şehri ele alın. Göreceksiniz ki içinde beş-altı farklı grup vardır ve bunlar birbirlerinden ayrı durur ve aynı potada erimezler.

Milletin temeli esas olarak birçok farklılara sahip grupların ortak bir şeyler yaratması ve bu yeni oluşum içinde yaşayabilmesi ile ortaya çıkar. Diğer bir bakışla da farklı kesimler kendi özel kültürlerine ait birçok özel yapıtaşlarını unuturlar.

Hiçbir Fransız sakini önceden Burgond, Alain, Taifale veya Vizigot olup olmadığını hatırlamaz bile… Hepsi muhakkak surette Saint Bartolome’yi ve üçüncü yüzyıldaki Midi katliamını unutmak zorundadır. Bu nedenledir ki, özellikle bugün Fransa’da kökenleri Franklara kadar dayanan on aile dahi bulamazsınız.

O halde sizce daha çarpıcı bir yaklaşımla binlerce farklı gen sonucunda ortaya çıkan karışımın, bütün soy ağacını kusurlu hale getirdiği düşüncesini kanıtlayan bir tane örnek dahi bulmak mümkün müdür?

Dolayısıyla modern millet aynı yöne yönelen eylemlerin aynı anlam yüklenmesiyle sonuçlanan bir dizi tarihi sonuçları içinde barındırır. Bazen bu bir hanedanlık tanımlaması ile gerçekleşir. Fransa örneğinde olduğu gibi… Bazen de taşrada direk bir istek olgusu ile gerçekleşir. Belçika, Hollanda ve İsviçre’de olduğu gibi… Bazen de galip gelenlerin gecikmiş tercihlerinin feodal baskılarıyla ortaya çıkar. İtalya ve Almanya’da olduğu gibi… Hepsinde de bu sonuca yönelten derin bir mantık vardır.

Fakat aynı prensipler ve aynı sebeplen hiç beklenmedik sürprizlerle değişik görünüş yaratabilir. Örneğin İtalya maruz kaldığı baskılar yüzünden birleşmiştir ama Türkiye kazandığı zaferler yüzünden yıkılmıştır. Her bozgun İtalya’yı bu konuda ilerletmiştir, ama her zafer Türkiye’ye bir şeyler kaybettirmiştir. Zira İtalya bir millet olmuştur, ama Türkiye ise Anadolu haricinde millet olamamıştır.

Fransa ise gerçek bir başarı elde etmiştir. Kendi başına Fransız ihtilali sayesinde millet olabilmiştir. Diğerlerini bizi taklit ettikleri için suçlayamayız, ya da onları kötüleyemeyiz. Milletleşmenin prensipleri bize aittir. Ama önemli sorular da vardır.

Bu durumda millet nedir?

Neden acaba Hollanda bir milletken, onu yaratan Hanover Düklüğü veya Parma Büyük Düşesliği değil?

Fransa bir millet olduktan sonra nasıl bu yapısını muhafaza edebiliyor?

Üç ayrı dile, iki farklı dine ve dört farklı ırka sahip olan İsviçre nasıl bir millet olabilmeyi başarabildi?

Peki, ama buna karşın homojen bir nüfus yapısı olan Toskana neden olamadı? Neden Avusturya sadece bir devlet, ama bir millet değil?

O halde milliyetçiliğin yasaları, ırk yasalarını nasıl değiştirebiliyor?

İşte üzerinde durulması gereken esas hususlar bunlar ve çözmek oldukça çetrefilli. Fikir birliğine ulaşmak da zor. Dünyanın işleri bu mantık çerçevesinde çok az bir çözüm üretir. İnsan ise bu konuya yüzeysel bakar ve farklı mantık yürütür. Bu kargaşa içinde birbirlerini etkilemeye uğraşırlar sonuçta kaosa sebep olurlar.

BÖLÜM II

Bazı politika teorilerine göre millet her şeyden önce bir hanedandır. Eski bir fethe dayanır. Ama kabul edilmiş bir fetihe… Ardından da aslı işgale dayanan bir fetih, toplum tarafından unutulmalıdır.

Bahsettiğim bu politikaya göre bir hanedanlıktan etkilenen esas topluluklar, kırsalda yaşayanlardır.

Peki, ama nasıl?

Savaşlar tarafından, devletler tarafından, barış anlaşmaları tarafından. Sonra da bir hanedan tarafından istenilen şekle bürünmüştür. Şurası gerçektir ki birçok modern milletin kökenlerinde feodal bir hanedanlık gizlidir. Bu feodal aile toprak ile evlilik sözleşmesi yapmış ve bir şekilde merkezi bir otorite oluşturmuştur.

1789 yılındaki Fransa’nın sınırları ne doğaldı ne de gerekliydi. Bunu bir ev gibi düşünürseniz Verdun Antlaşmasının dev sınırları bir şekilde bu evin sahipleri tarafından kazanılmıştı. Ayrıca bu zaman diliminde en önemli düşünce toprakların nasıl genişletileceği üzerine şekillenmekteydi ve bu düşüncenin millet oluşturma, doğal sınırları sahiplenme ve kırsalın isteğine kulak verme gibi niyeti de yoktu.

İngiltere İskoçya ve İrlanda toplumları da bu tür bir hanedanlık eseridir. İtalya’da ise millet olmak için uzun bir süre beklenmiştir. Çünkü içinde pek çok krallık parçaları olmasına rağmen hiçbirinde millet olma yolunda birleşme düşüncesi olmamıştır. Yabancı gruplar, örneğin Sardunya adası, İtalya toprağı olmasına rağmen krallık olarak kalmıştır ve ona bağlanmayı reddetmiştir. Hollanda’da aynı şekilde kendi kendini yaratmıştır. Temelinde efsanevi kahramanların etkisi büyüktür. Ama esas olarak portakalların evinde birleşmeyi sağlayan samimi bir evliliktir. Onların saygınlıkları önemlidir ve bu saygınlık olumsuz yönde etkilendiği takdirde gerçek bir dağılma tehlikesiyle karşılaşmaktan endişelidirler.

Bu bir mutlak kanun mudur? Hayır şüphesiz. Örneğin İsviçre ve ABD bu kurallara uymaz. Toplama ve yığılma gruplarıdır ve kökenlerin de hanedanlık yoktur.

Bu soruyu Fransa için tartışmayacağım. Çünkü bu geleceğin bir sırrı olması gerekmektedir. Sadece şunu söylemekle yetineceğim. Fransız krallığı o kadar güçlü bir millettir ki yarın onu oluşturan düşünceler olmadan dahi ayakta kalmayı başarabilecektir.

18. yüzyıldan itibaren her şey değişmiştir. İnsanlar eski gelişmemiş dönemleri barındıran yüzyıllardan sonra yeniden antik düşünce yapısına geri dönmüştür. (bir otorite altında toplanmak ve otoritenin isteğine göre hareket etmek). Kendi saygınlığı ve kendi doğruları ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu sayede de vatan ve yurttaş kelimeleri onların beyinlerinde anlam kazanmıştır.

Daha sonra da bu zor bir fikri operasyon gibi gelişim göstererek insanların algılamasına kişinin aidiyetinin vücudundan ve kalbinden daha önemli olduğu fikri yerleşmiştir.

O halde bir milletin hanedan kökenleri olmadan da var olabileceğini kabul etmek gerekir. Aynı şekilde bir hanedanlık ile var olan bir millet bu hanedanlıktan ayrılabilir ve yaşamını devam ettirebilir. Yani prensliklerin oluşturdukları eski kanunlar geçersiz kalır. Hanedan kanunlarının yerine millet kanalları yerleşir. Bu durumda akla şu sorular gelir.

Milletleşme kanunlarının kriterleri nelerdir?

Onları nasıl tanırız? Onları yolundan ayıran elle tutulur şeyler nelerdir?

Irka Dair: Çok sayıda tespitler ile

Yapay bölümler, feodalitenin sonuçları, prens evlilikleri, diplomatların gayretleri… Hepsi eski düşüncelerin ürünleridir. Geri kalan ise kapalı ve sabittir. Bunlar aslında toplumun ırkını açıklıyor. İşte bir hukuksal yapının kanuni inşası. Örneğin Cermenik aileye bakın. Vurguladığım teoriye göre Cermenizm, dağınıklığı olan büyük grupların yeniden bütünleşmeleri hakkıdır. Kaldı ki çoğu üye grubun birleşmeye gönüllü olmaması dikkat çekicidir. Öyle ki her zaman için kırsalın Cermenizm ideolojisi, kırsalın şehirlileri üzerinde çok büyük bir güç olmuştur.

Bu gücü şöyle tanımlayabiliriz. Çok eskilere dayanan ilkel bir çeşit adalet algısının yaratılması, neredeyse yönetim organına atfedilen tanrısal gücü elinde bulundurma bakışı ile eşdeğerdedir. Bu da doğal bir sonuç olarak millet prensiplerini, etnografya prensiplerinin yerine geçirmiştir. Böylece büyük bir hata oluşmuştur ki şayet bu düşünce baskın hale gelirse Avrupa medeniyeti yok olacaktır.

Sonuç olarak millet kavramının prensipleri çok ama çok hukuki ve tartışmasızdır. Irkçılığın prensipleri ise çok daha ve tehlike barındıran bir özelliktedir ve bu prensipler ilerleme yolunda engel oluşturan taşlardır.

Kabilede ya da antik sitelerde ırk çok güçlüdür. Onun korunma önceliği birinci sıradadır. Bu, ailenin tek yayılma alanının kabile ya da antik kent olduğu anlamına gelir ve bu yüzden korunma en üst seviyededir. Örneğin Sparta’da veya Atina’da kesinlikle herkesin birbiriyle bir şekilde akrabalığı vardır. Bu İsrailoğullarında da vardır aynı şekilde Arap kabilelerinde de…

Atina, Sparta, Yahudi kabileleri, bize Roma vasıtası ile taşınmıştır. Diğerleri için de bu geçerlidir. Dolayısıyla bu şehirlerin büyümesinde önce şiddet baş göstermiş ve ardından sıra çıkarların korunmasına gelmiştir. Ama kırsalda durum farklıdır. Burada sonucu kötü olacak şekilde ırkların üstünlüğü mücadelesi ortaya çıkmıştır.

Hıristiyanlık kesin ve evrensel karakteri ile etkili bir şekilde bu amaç doğrultusunda hareket eder.  Başlangıçta Roma imparatorluğu ile şefkatli bir barış antlaşması yapmıştır. Ardından da din ve yurt düşüncesinin oluştuğu prensipler, uzun yüzyıllar boyunca etnografi mantığını ve insanlığa fayda sağlayacak devlet yapısını geri plana atmıştır.

Barbar işgallerine bakınız! Görünüşlerine aldanmayın. Çünkü onlarda aynı yoldaydılar. Toplulukları ve krallıkları etnografik hiç bir özellik taşımıyordu. Onlar bir işgalcinin geçici hevesi ve gücü ile kendi kanunlarını tanımlıyorlardı. Gene de daha ilkeldi ve toplumun ırkına bağlı olmak onlar için tamamen daha vahşi bir anlam içeriyordu.

Romanın daha önce yaptığı gibi bu bütünleşme ve kullanılacak argümanların neler olabileceği konularını Şarlmayn da ele aldı.

Bir imparatorluk. Fakat içinde farklı ırklar da olsa bütüncül.

Verdun Antlaşmasının inşasını yapan ekip şaşmaz bir doğru çekmişlerdi, kuzeyden güneye. Bu tasarım yapılırken de insanların ırki bakımdan bir tarafta daha az, diğer tarafta daha fazla kalması konusunda bir tasa hissetmemişlerdi. Bu önemli bir düşünce tarzıydı ve Orta Çağ boyunca hiçbir otorite, sınırsal değişiklikler esnasında etnografik eğilimleri dikkate almamıştı.

Bu süreci takip eden dönemde Fransa ismi altında gruplanmasını sürdürdü. Bu gruplaşmanın zemini de eski Gal toprakları oldu. Ama bu hareket tarzı hiç bir zaman etnografik içerikli veya soydaşların birbirine çekilmesi eğilimi olarak algılanmadı.

Douphiné, Bresse, Provence, ve La Coté de la France asla yaygın kökenlerini hatırlamadı ve bu sayede bütünlüğü bozabilecek ırki kökenler su üstüne çıkmadı. Bütün Gal bilinci, II. yüzyıldan itibaren yok oldu. Fakat günümüzde bu derinlerdeki bilginin üste çıktığı ve Gallilerin eski gelenekleriyle anma gösterileri yaptıkları görülmektedir.

Genel çerçevede bakıldığında; modern milletlerin teşkilinde etnografik düşüncenin hiç bir etkisinin olmadığı açıkça görülmektedir. Fransa aslında Celtic, İberik ve Cermeniktir. Almanya, Cermenik, Celtic ve Slavdır. İtalya, etnografyanın çok yoğun olduğu bir ülkedir. Galli, Erstüklü, Pelasklı ve Yunanlılar ile oluşmuştur ve onları birbirinden ayırt edebilmek neredeyse imkânsızdır. İngiliz adalarına gelince ise onlar artık asla birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde Keltliler ve Cermenikler olarak karışmışlardır.

Gerçek aslında şudur. Antik ve hatta çok uzun bir zamandan beri saf ırk ortadan kalkmıştır. Ama etnografya üzerine politika yapmak mümkündür. Bu bir analizi gerektirir. Aslında hayal dünyasından başka bir şey değildir. Örneğin en son ülkeler olan İngiltere, Fransa ve İtalya bile aslında kan olarak çok karışıktır.

Bu konuda acaba Almanya daha dar bir istisna sahibi midir? Ya da Almanya saf bir ülke midir? Ne illüzyon!

Bütün güney Galliydi. Batı ise Elbe’den itibaren Slav. Bu durumda saf olduğunu iddia edenler gerçekten de saf olabilir mi? İşte burada açık ve bir yandan da hatalı anlamaya neden olabilecek sorulara değinmiş oluyoruz.

Irk ile ilgili tartışmalar bitmez tükenmez derecededir. Çünkü bu konuda tarihçiler, antropologlar, psikologlar ve felsefeciler birbirinden iki farklı anlam üzerinde tartışırlar. Antropologlar için Irk, zooloji ile aynı anlamdadır. Onlar özellikle kan yolu ile akrabalığı ve doğumu öne çıkarırlar. Ayrıca onlara göre dil ve tarih çalışmaları ile ortaya konulan veriler, fizyolojik özellikleri öne süren verilerle aynı değeri taşımaz.

Kafatası veya uzun kafalılık gibi inceleme alanları tarihin ve dil biliminin içinde kendisine yer bulamaz. Fakat daha önceleri Aryan disiplini içindeki insan bilimi çalışmalarında bu konular yer alırdı.

Diğer taraftan insanların zoolojik kökenlerini incelerken geniş bir çerçevesi olan dil, kültür ve medeniyet gelişimine bakmak da önem arz eder. İlkel Aryan grupları, Sami grupları ve Turani grupları psikoloji biliminin hiç bir branşı ile uyuşmaz.

Bu gruplar gerçek tarihi olgulardır. Birkaç yüzyıl dediğin 15- 20.000 yıl gerisine dair bulgular elde edilebilir. Fakat insanlığa dair jeolojik araştırmaların kökenleri karanlıkta kalmaya mahkûmdur. Bu noktadan bakıldığında Alman ırkı, dil ve tarihi değerler ve bulgular açısından insanlık türü içerisinde farklı olduğu söylenebilir. Fakat buna antropolojik açıdan farklı bir tür demek mümkün müdür? Kesinlikle hayır! Çünkü Almanların tarihi süreç içinde aydınlanmaya başladıkları dönem İsa’dan çok az öncedir.

Almanların tarih sahnesinde görünmesi bu yüzyılda başlamıştır. Bundan önce onlar Slavlar ile bir topluluk olmuşlardır. Muhtemelen tarım toplumu halinde karabasan kullanabilen toprak insanları olarak yaşamışlardır. Yani onların diğerlerinden bağımsız bir başlangıç süresi yoktur.

İngilizlere bakın! Bir İngilizin diğer insan grupları içinde ayırt edilebilecek şekilde belirgin bir tipi vardır. Ama Antropologlar bu tip belirgin bir hata yapacak şekilde Anglosakson grubunun içinde almışlardır.[6] Ne César dönemi Brötonları, ne Hangistlerin Anglo-Saksonları, ne de Gal fatihlerin Normandlarını düşünmemişlerdir. İşte sonuç böyledir. 

Bunun yanı sıra Fransızca, ne Galce, ne Frankça ne de Brötoncadır. Fransızca Fransa krallığı döneminde onun bütün farklı grupları bir araya getirdiğinde ortaya çıkmıştır (biz buna kazana koymak ve ısıtarak karıştırmak demeliyiz).

XI yüzyıldaki bakış böyleydi. Kanalın her iki tarafında yaşayanlar için aralarındaki farklılık çok azdı. Bu nedenle de Phillipe August Normandiya ile beraber bu adaları almayı düşünmemişti.

Birinin diğerinden ayrışması neredeyse günümüzden yedi asır önce başladı. Her iki toplum birbirine yabancılaşmakla kalmadı, birbirine benzemez hale geldi. Bizim anladığımız anlamda Irkın anlamı değişti. Biz tarihçiler gerçek anlamda bozguna uğradık.

Gerçek anlamda politik nedenlerle ırk çalışmaları, insanlık tarihi ile uğraşan bilim adamlarının ilgi alanlarının merkezine oturdu. Ardından da bu uğraşılar politik bir çalışma alanı olmaktan çıktı. Fakat milletlerin oluşumu daha farklı tezahür etti. İçgüdüsel bilinç ile ırk olgusu hesaba katılmaksızın Avrupa haritası ortaya çıktı. Böylece Avrupa’nın ilk milletleri kanların karışımından teşkil olmuş bir topluluk ile meydana geldi.

Yine de ırk olgusu kökenlerin temelinde ilk sıradaki önemini korumaya devam edecek. İnsanlık tarihi, zooloji biriminden öngörülerinden çok daha farklı yazılacak. Fakat gerçekte ırk tek başına her şey demek değildir. Yani kedileri araştırır gibi dünyayı dolaşmak ve bulduğumuz insanların kafataslarını yoklayarak bazı değerlere sonra da analizlere ulaşmak ve ardından da o kişiye “sen bizim kanımızı taşıyorsun”, “sen bize aitsin” demek hem çok saçma hem de bilim dışıdır.

Antropolojik karakterlerin dışında ise; mantık, adalet, doğrular ve güzeller vardır ki bunlar bütün insanlar için aynıdır. Bakınız farz edin ki bu teori dogma değildir, çıkın bütün dünyayı bu teoriyi yalanlamak için araştırın. Geriye döndüğünüzde bu teoriyi çürütememiş olacaksınız. Sizce Almanların bayraklarını etnografiye tutunmak suretiyle yükseltmeleri kesin midir? Slavları analiz etmek için görmediler mi? Saks ve Lusace olarak isimlendirilen şehirlerde veya bu topraklarda ata soyundan gelenlerle yapılan katliamları konuşmadılar mı? ve bu topraklarda Wiltzes ve Obetriteslerin izlerini araştırmadılar mı?[7]

Ben etnografyayı çok seviyorum.

Ender bir araştırma alanı ve bilimsel. Ama ben onun özgür olmasını istiyorum. Bütün çalışmalarda ve değişim gösteren sistemlerde de… Bu gelişmenin en önemli şartıdır. Devletlerin sınırları, Bilimdeki çalkantılar izleyecektir.

Vatanseverlik genelde paradoksal denemelere bağlı kalacak ve etkilenecektir. Bir vatansevere şu söylenecektir.

Yanıldınız! Hangi sebepten dolayı kanınızı döktünüz? Kelt olduğunuza inanıyordunuz, fakat hayır siz Almazsınız!

Sonra on yıl geçecek size birileri Slav olduğunuzu söyleyecek. Bilimin adını kötüye çıkarmamak için şimdilik bu problem hakkında fikrimizi ayrı bir kenarda tutalım (bütün çıkarlarımıza yarar sağlayacak olsa bile). Bu konu oldukça tehlikeli, çünkü emin olunuz ki bu tartışma alanına tepeleme diplomasiyi sokarsak, ortaya suçun hoş görüldüğü bir yaklaşımın çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Bence yapılacak çok güzel bir şey var. Açık bir şekilde sorular sormak ve doğrusunu bu soruların cevaplarını göre öğrenmek.

Dil: Irk hakkında ne dedik… Birazda dilden bahsedilmeli

Dil insanları toplaşmaya davet eder. Güç kullanmaz. ABD ve İngiltere, Amerikan İspanyolları ve İspanya aynı dili konuşur, ama aynı devlet oluşturmaz. Tersine İsviçre farklı gruplara sahiptir. Onların sahip oldukları hoşgörüsü ile bir millettir. Fakat üç ya da dört farklı dil konuşur.

İnsanlar da onları dile karşı çeken üst seviyede bir şeyler vardır. Bu istektir. Bu İsviçrelilerin bölgesel bir farklılıklarına rağmen birleşme arzularıdır. Bu arzuların çıkış noktası da hepsinin aynı derecede sıkıntı çekmelerindeki benzeşimdir.

Bu olgu Fransa için onurludur. Çünkü Fransa dil birliği oluşturmak için hiçbir zorlama tedbiri alma arayışına girmemiştir. O zaman akla şu soru geliyor.

Acaba aynı duyguları paylaşmak ve aynı şeyleri sevmek ve aynı şeyleri düşünmek farklı dillerde de mümkün müdür?

Bu önemli bir soru! Bu nedenle de sürekli olarak etnografyaya uluslararası politik yaklaşımlar arıyoruz ve uygun olup olmamasını sorguluyoruz. Az da olsa konuyu dilbilimine bağlamaya çalışıyoruz. Aslında bu enteresan sorularla dolu konuyu serbest tartışmaya açmak en iyisi. Ama gene de huzurun bozulmaması için onları karıştırmıyoruz bu konuya. Çünkü ırk tartışmalarında olduğu gibi, dil konusu da politik bir öneme sahip.

Birkaç yüzyıl öncesine kadar Slavca konuşan Prusya, şimdi çoğunlukla Almanca konuşuyor. Gal ülkesi İngilizce, İspanya, bölgesel dil (Albe la LAngue), Mısır Arapça konuşuyor. Bu örneklerin sayısını arttırmak mümkündür.

Dikkat çekici husus ise şudur. Aynı kökenden gelen dil benzeşimleri, ırk benzeşimleri yaratmıyor. Örneğin Proto-Aryanlar ya da Proto-Samileri ele alalım. Bunların dönemlerinde içlerinde efendileri ile aynı dili konuşan köleler vardı. Ama köleler, efendileri ile aynı ırka mensup değillerdi. Tekrarlayalım. İçinde İndo-Avrupa, Semitik ve diğerleri olan bu dil bölümleri, dil biliminin hoşluğu sayesinde ortak ve kabul edilebilir bir birliktelik yaratabiliyor. Ve ırklardaki çakışmalar burada gerçekleşmiyor. Temel olarak diller tarihsel bir arka plana sahip olduğu söyleniyor. Bu nedenle de dili kan ile bağlantılandırmak mümkün görünmüyor.

Burada dikkat çekici önemli bir husus vardır. Dil farklılıkları hoşgörü merkezi olsa da aslında ırk algılamasının arkasında yatan tehlikeleri de sahiptir. Açıkçası dil konusu abartıya gelmez. Bu durumda kararlı bir milliyetçi toplum, onu hapseder kısıtlar. Onu bir odaya tıkar. Sonuçta yurttaşların uzlaşmasının solunduğu geniş hava terkedilir ve bakışlar acımasızlaşır. Bir ruh için bundan daha kötü, medeniyet için bundan daha kızgınlık verici bir şey olamaz.

Vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek vardır. O da insanoğlunun akıl ve ahlak ögelerinden teşkil edildiğidir ki, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi ırka mensup olursa olsun ve hangi kültüre ait olursa olsun… Fransız kültüründen, Alman kültüründen ve İtalyan kültüründen önce insanlık kültürü vardır. Bakınız Rönesans’ın büyük insanlarına. Onlar ne Fransız ne Alman ne de İtalyan idi. Onlar aidiyetlerinden ziyade kendi becerileri ile tanımlamışlardı.  Esas gizem insanın ruhunda olup bitenlerdir. Onlar bu ruha ve bedene atanmışlardı.

Din: Modern milletin oluşumunda yeteri kadar kilit bir rolde sahip değildir.

Temelde din olgusu da toplumsal grubun içinde sayılır. Sosyal grup ise genişleyen aile demektir. Atinalıların dini, Atinalılar tarafından tapılan ve kurucularının mitlerine dayalı özellikteydi. Tabii ki uygulamaları ve kanunları da aynı mitolojiye dayanıyordu. Hiçbir kesin dini olgulara dayanmıyordu.

Aslında bu din her bakımdan ve bütün gücüyle devlet diniydi. Bu dine inanmayı reddeden kişi, Atinalı olamazdı. Gerçekte ise bu din Akropolün kişiselliğiyle özdeşleşiyordu. Onlar Auglar üzerinde ant içmek zorundaydı (Auglar, Akropolün kendisiydi ve yemin eden aslında kendisini vatanına feda etmekle yükümleniyordu). Buna onlar şöyle diyordu.

Yemin ederek hayatımdan vatan uğruna vazgeçiyorum.”

Bu dönemde Atinalılar, kurdukları sistem ile bugün bizim bayrak uğruna gönüllü olarak yapacağımızı kendi vatandaşlarına zorla kabul ettiriyordu. Onlara göre o dönemde bu dine tapmayı ret etmek, ya da bir süre sonra tapınmaktan vazgeçmek, bugün orduya katılmaktan vazgeçmek gibiydi.

Bu duruma düşen kişi herkese Atinalı olmadığını açıklamak zorundaydı. Bu tür kişilerin Atinalıların dinini kabul etmemesi aslında onların inanmamaları anlamına gelmiyordu. Ayrıca bu dönemde insanları başka yabancı bir grubun dinine sokma çabaları da yoktu.

Örneğin köleler onların dinlerine inanmıyordu ve bu konuda onlara zorlama yapılmıyordu. Orta Çağ’da çok az Cumhuriyet bu şekilde bir mantıksal yönetime sahipti. Saint Marc’a inanmayan iyi biri Venedik’li olamazdı. Cennetteki bütün azizlerin üstünde olan Saint André’ye inanmamak, iyi bir Amalfitan olmaya engeldi. Bu küçük toplumlarda zülüm yapmak geç de olsa yerini buldu. Tiranlık yasallaştı ve oluşan bu mantık bu geniş coğrafyada yaşayanların geleceklerindeki inanç ve güç adetlerini etkileyecek şekilde kalıcı bir niteliğe sahip oldu. Çünkü Atina ve Sparta ve emsalleri, İskender’in fetihlerinden çok daha önce vardı. Hatta Roma imparatorluğundan da önce…

Antiochus ve Epiphone’un zulümleri de batıyı Jupiter’in Olimpus’una getirmek içindi. Roma da devletin varlığını korumak için aynısını yaptı. Yani insanların savaşlarda gözlerini kırpmadan ölmeleri için dinlerini kullandılar.

Günümüzde ise durum gayet açık. Belli bir düzen içinde ya da tek düze bir mantığa bağlı olarak inanan kitleler yok. Herkes kendisine uygun bulduğu dine inanıyor ve inancının gereklerini yapıyor. Devletlerin ise kendilerine has bir dini yok. Bu nedenle de herkes özgürce İngiliz Fransız Alman da olabilir, Katolik Protestan veya Yahudi ya da inançsız da…

Din artık kişisel bir özellik haline dönüştü. Artık milletlerin içinde Katolik ve Protestanlar bölünmeler yok. Din, bundan 52 yıl önce Belçika’nın teşkilinde önemli bir merkeziydi. Ama şimdi artık herkesin bireysel olarak vicdanlarında duruyor ama gene de bir şekilde toplumun sınırlarını ayırmaya gücü yetiyor.

Toplum Çıkarı: İnsanların arasından güçlü bir dayanaktır.

Çıkar odaklı yaklaşım acaba bir milleti teşkil etmek için yeterli midir? Zannetmiyorum Çünkü toplum çıkarları daha çok ticari kazanç ile ilişkilidir. Fakat milliyetçilikte daha çok duygular etkilidir. Çünkü insan ruh ve vücuttan müteşekkildir. Bir Zollverein asla vatan olamaz.[8]

Coğrafya: Daha çok doğal sınırlar, bir milletin bölünmesinde daha etkilidir.

Coğrafya aslen tarihi ana parçalarından birisidir. Irklar nehirleri takip etmiştir. Dağlar ise onları durdurmuştur. Tarihi hareketleri ilki desteklemiştir, ikincisi ise sınırlandırmıştır. O zaman şu soruyu sormak lazımdır. Harita üzerinde sınırları çizilmiş bir millet, nasıl dağlar nehirler ve bazı su altında kalmış bölgelerin sınırlamaları ile ayakta kalacaktır? Acaba bu coğrafi yapıların milletin önceliğini kısıtlama yeteneği var mıdır?

Ben bu kadar kararlı ve öldürücü bir doktrin görmedim şimdiye kadar. Ama bu uğurda meydana gelen şiddet de görmezden gelemeyiz. Peki, o halde sizce dağlar ve nehirler midir doğal sınırları üzerinde hak iddia eden? Fakat su götürmez bir şekilde gerçekten dağlar ayırır nehirler birleştirir. Ama yine de bütün dağların güçleri yetmez devleti parçalamaya.

O halde hangisi ayırır ve hangisi ayırmaz. Şöyle bir bakalım. Biarritz’den Tornea’ya kadar akan ırmakların hiçbirinde diğerini sınırlayan bir su giriş çıkış kanalı yoktur. Tarihe baktığımızda Loier, Seine, Meuse, Elbe ve Oder ırmaklarının Rhin’e kadar doğal sınırlara sahip olduğu görülür. Hem de ortaya koyduğumuz kurallara ters gelecek şekilde. Ama bunlar esas olarak insanların isteğiyle olmuştur.

Unutmayın stratejik mantığın devreye girmesinden konuşursak bu konuda Rhin oldukça kesin öneme haizdir. Dolayısıyla konu askeri strateji ve coğrafyanın konusu olunca bu arazi özellikleri bir gerekliliğe dönüşür. Bu gereklilik göz ardı edilecek kadar etkisiz olamaz. Çünkü herkes, her lider ve her asker buna sahip olmak ister. Ardından da sonu gelmeyen savaşlar çıkar. Bu nedenle kesinlikle milletin doğuşunda coğrafya, ırktan daha etkin değildir. Coğrafya mücadele edilecek araziyi ve toprakta çalışmayı sağlar. İnsan ise ruhu.

Bütün bu kutsal şeylerin içinde var olan insan, halkı meydana getirir. Bunun haricinde hiç bir madde bu özelliğe haiz değildir. Bir milletin aslen en önemli özelliği manevi olgusudur Onun eylemlerinin sonuçları tarihin derinliklerine kadar uzanır. Halk aslında bir manevi bağı olan güçlü ailedir. Asla toprak tarafından biçimlendirilen bir grup değildir.

Şimdiye kadar manevi bir olgu oluşturmada yetersiz olan hususları inceledik. Irk, dil, çıkar, dini bağlar, coğrafya, askeri gereklilik. Daha ne olması gerekir acaba? Hala yeteri kadar dikkatinizi çekemedim mi?

BÖLÜM III

Millet ruhtur ve manevi olarak en değerli olandır. Doğru söylemeyi gerektiren iki şey vardır. İlki geçmişte, diğeri ise günümüzdedir. İlki zengin hatıraları elinde bulundurur. Diğeri ise günceldir. Beraber yaşamanın zevkini, devamlılığı istemeyi ve ortak tarihi mirası, herkes tarafından korunmamasını, bölünmeksizin kabul eder.

Bunu insanlar hazırlıksız olarak gerçekleştirmezler. Millet özeldir ve uzun dönemler boyunca çaba göstermenin, insanların kendilerini feda etmelerinin, sadakat göstermelerinin bir sonucudur. Atalarının inançları tamamen hukukidir, saygındır. Bu nedenle atalarımız bizi biz yapar. Kahramanlık dolu bir geçmiş, büyük adamlar, zaferler, tamamen millet düşüncesinin üzerine oturduğu merkezi yapıtaşlarıdır.

Geçmişte ortak bir zafere sahip olmak, bugün ise beraber yaşama isteği, beraberce büyük şeyler yapabilmek, bunu yeniden başarabilme isteği. İşte bir halk olabilmenin en önemli şartları.

İnşa edilen ve sonra da genç kuşağa devredilen ev sevilir. Bir Sparta şarkısı şöyle der.

“Siz neydiniz, biz oyuz, siz nesiniz biz o olacağız”. İşte bütün vatanın  kısa ve ilahi özeti…

Geçmişte bir zafer hatırası, bölünme üzüntüsü, gelecekte de aynı şekilde gerçekleşir. Neşelenmek yeterlidir. Beraber umutlanmak, işte en değerlisi budur. Yani ortak parmaklar ve stratejik düşünceyi uygun sınırlar. Irk ve dil olarak farklılıkları olsa da anlaşılan şey budur.

Ortak hareket edebilmek.

Her zaman şunu söyleyeceğim; “beraber olmak yeterlidir, evet”.

Evet! Üzüntü, neşeden daha iyi ortak topluluk oluşturur. Milli ortak hatıraların oluşması bakımından yas, zaferden daha etkilidir. Zira yas insanlara görevlerini hatırlatır ve ortak güce komuta eder.

Bir millet aslen bir dayanışma bütünüdür. Yapılanlara ve çeşitli düzenlemelere karşı sonsuz bir fedakârlık duygusu beslemektir. Uzun bir geçmişe dayanır. Elle tutulur şekilde belirgin donelerle özetlemek gerekirse; bu güçlü bir onamadır. Ortak bir yaşamı devam ettirmekten alınan zevktir. Buna şöyle diyebiliriz (bu benzetmeden ötürü özür dilerim). Bir millet her gün yapılan bir tür halk oylamasıdır.  Tıpkı hayatın sürekliliğinde kişisel kabullenmenin varlığı gibi.

Ah biliyorum! Bu düşünce inançları daha azaltan bir Tanrısallıktır ve tarihinin hak aramasından daha az gürültülü olduğu görülecektir. Size vermek istediği düşüncenin temelinde her türlü konuda hak iddia eden bir kralın bir taşralıya söyleyeceği şeyleri söyler.

Siz bana aitsiniz, ben de size aitim.”

Bir taşralı bizim için sadece yerel sakinlerden birisidir. Bu sakin kimdir? “Eğer herhangi birisi bu işler ile ilgili olarak kendisine danışılan kişi ise, o bir sakindir”. Bir millet hiçbir zaman çıkarları uğruna başka bir ülkeye eklemlenmez ve bunu kabul etmez. Şu ana kadar politika yapmadan metafizik ve teolojik başlıklar da çalıştık geriye ne kaldı?

Geriye insan arzuları ve ihtiyaçları kaldı. Bir de “birliği bozma” diyeceksiniz bana ve anlatacaksınız. Genel olarak bir milletin dağılmasının sonuçları yaşlı bir organizmanın istekleri gibi çok aydınlık değildir. Çünkü net olan bir şey vardır ki; “o da birbirine benzeyen maddeleri dışarı atacak hiçbir kanunun olmamasıdır”. Bu bir kanundur ve sadece daha genel olan bir yapı (sıkı bağları olmayan yapı) için geçerlidir. Ayrıca şunu da unutmamak lazımdır ki insanların istekleri sürekli değişir. Ama o halde burada değişmez olan nedir? Milletler sonsuzluk özelliği olan şeyler değildir. Başladılar ve bitecekler. Onları yerini büyük bir ihtimalle Avrupa Konfederasyonu alacak. Ama bu kesinlikle içinde yaşadığımız yüzyıl değil.

Günümüzde milletlerin olması iyidir. Hem de gereklidir. Varlıkları insanlık özgürlüğünün garantisidir. Kaybolursa yerine tek kanun, tek efendi dolduracaktır. Farklı özellikler birbirlerine zıt gibi görünse de, milletler ortak medeniyetin ve kültürün güçlenmesine fayda sağlar. Toplum için bu çok büyük bir idealdir. Yalnızlaştırma onların zayıf parçalarıdır.

Özetliyorum…

İnsan ne ırkın, ne dilin, ne dinin, ne bir nehir akıntısının kölesidir. Bu insanın ruhun ve sıcak kalbi için büyük bir sınavdır. Bu duygular onda büyük bir ahlaki şuur oluşturur. Buna da millet denir.  Ahlaki şuuru, kişinin toplum için fedakârlık yapmasını sağlayabildiği sürece, bütün yapılanlar hukukidir. Hepsi de var olma hakkıdır. Eğer belirlenen bu millet sınırlarında şüpheler dolaşmaya başlarsa, halkın içinden tartışma sesleri yükselmeye başlar. Herkesin duruma dair farklı bir düşüncesi oluşur. İşte o zaman yükselişe geçen politikanın gülümsemesi ile karşılaşılır.

Dipnotlar:

[1] Ernest Renan, “Qu’est-ce qu’une nation?” Conférence prononcée 11 Mars 1982 a la Sorbonne, http://classiques.uqac.ca/classiques/renan_ernest/qu_est_ce_une_nation/renan_quest_ce_une_nation.pdf (Erş. Trh. 02 Ocak 2015).

[2] Babil, Mezopotamya’da, adını aldığı Babil kenti etrafında MÖ 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur. Babil’in merkezi bugünkü Irak‘ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Babil halkının büyük bir kısmı Sami asıllıdır.

[3] Dindar Ludwig Frankların büyük imparatoru Şarlman‘ın oğluydu. Babasının topraklarını daha da genişletmiş Batı Avrupa’nın büyük bir kısmını kapsayan büyük bir imparatorluk kurmultu. Dindar Ludwig 840 yılında ölünce üç oğlu arasında toprak kavgası çıktı. Oğullarından I. Lothar Kuzey İtalya‘nın kralı oldu, Alman Ludwig Bavyera‘nın, Kel Karl da Akitanya‘nın kralı oldu. Ancak I. Lothar yeğeni II. Pippin’le bir olarak kardeşlerinin topraklarını ele geçirmek istedi. 841 yılında kardeşler arasında çıkan Fontenoy savaşını kaybeden I. Lothar kardeşleriyle anlaşma masasına oturmak zorunda kaldı. Yapılan antlaşmanın sonucunda:

Lothar Alçak Ülkeler, Lorraine, Alsace, Burgonya, Provence ve Kuzey İtalya‘yı aldı. Bu krallığa Orta Frank Krallığı adı verildi.

Alman Ludwig doğu kısmı aldı. Doğu Frank Krallığı adını alan bu topraklar zamanla Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna dönüştü ve Almanya‘nın temelini oluşturdu.

Kel Karl da batıdaki toprakları aldı. Batı Frank Krallığı adını alan bu topraklar zamanla Fransa‘yı oluşturdu.

Orta Frank Krallığının ömrü kısa oldu. Batı Frank Krallığı Francia adını korudu. Günümüzdeki Fransa adı bu kökenden gelmektedir. Verdun Antlaşması günümüzdeki Fransa ve Almanya ülkelerinin temelini oluşturmak açısından büyük önem taşımaktadır. http://tr.wikipedia.org/wiki/Verdun_Antla%C5%9Fmas%C4%B1, (Erş. Trh. 28 Aralık 2014).

[4] La Lingua Frencica; Orta Çağda Orta Avrupa’da Franc, Latin ve Alman kökenlere sahip olarak kullanılan bir iletişim diliydi. Kökleri I. Yüzyılın sonlarına kadar uzanmaktaydı. VII. Yüzyılın sonlarına doğru ortadan kalktı. La Lİngua Gotica; bu dil de Orta Çağa ait bir Orta Avrupa dilidir. Ama daha çok işgalci bir topluluk olan Gothlar tarafından kullanılıyordu. Alman kökenlerine sahip olan dil, diğeri gibi VII. Yüzyıl bitmeden etkisini kaybetti.

[5] Burada bahsedilen Magyars toplulukları, Barbar Slav soylarından ayrı bir gelişim gösteren ve ilerleyen dönemlerde Macarların köklerini oluşturan gruplardır. Onların da kökenleri Hunlara dayanmaktadır.

[6] Alman kökenlilik Birleşik Krallık’ta saygın değildir. Alsas’a hakim olarak Fransa’da saygınlık elde ettikleri gibi. Ayrıca Latinler adalarda yaşayan Cekticlerin dillerini de domine edememişlerdir. Yani kendi dillerini baskın kılamamışlardır. Gal topraklarında elde edilen başarı bu topraklarda tekrarlanamamıştır.

[7] Orta Çağ başlarında şimdiki Almanya’nın kuzeyinde Polonya civarlarında yaşayan yerli halk. Cermen ırkının atası olduğu düşünüldüğü için Almanlar tarafından araştırılmış. Sonradan bir grup Polonya sınırı içinde Slav halk ile birleşmiş, bir grubu da İsviçre kırsalına göç etmiştir.

[8] Almanlar tarafından kurulmuş olan ve kendi eyaletleri içinde ticari faaliyetleri güçlendirmeyi hedefleyen bir tür bölgesel gümrük birliği.

Yazar
Ernest RENAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen