Modernitenin Krizi ve İslam

S. Pervez MANZOOR[i]

Çeviren: Salih Bayram

Modernite bugün bir krizle karşı karşıyadır. Bu kriz bir güç krizi değil, anlam krizidir; modern araçların etkinliği değil, modern hedeflerin meşruiyeti krizidir; modernitenin savunucularının bu projeyi gerçekleştirme yetileri değil, bizzat projenin iyiliği ve ahlakiliği sorgulanmaktadır. Çünkü modern toplumlar, modernist şemada insanlık durumunun temel belirleyicileri olan yönetim ve ekonomi gibi iç sorunlar karşısında çaresiz kalmış değillerdir, modern siyasalar dışardan gelen herhangi bir tehditle de karşı karşıya değillerdir. Modern Roma’nın duvarlarının içinde köleler yok, kapısına dayanmış barbarlar da yok. Yine de modern şehrin sakinleri bir kutlama havasında değiller, coşkulu veya neşeli de değiller; aksine kafaları karışmış ve yanıldıklarını görmüş gibi hissediyorlar. Kafaları karışmış çünkü küresel şehirleri insanlığın şehri değil, yanıldıklarını görmüşler çünkü tarihte hiçbir şehrin mükemmel uyumun, adaletin veya hakikatin vücuda gelmiş şekli olamayacağını fark etmişler. Böylece, umutsuzluk içinde, modernitenin kendi Ütopyası olan insanlığın Kozmopolisini yaratma vaadinin asla gerçekleşmeyeceğini, modernitenin bütün atlarının ve adamlarının kırılan yumurta Humpty Dumpty’nin parçalarını tekrar bir araya getirmeye gücünün yetmeyeceğini keşfetmişlerdir.

“Modernitenin krizi” tabiri sadece modern aklın mükemmel bir tarihi düzen yaratma vaadini yerine getirmeye kadir olmamasını ifade etmek için kullanıldığında anlamlıdır ve bu makalenin konusunu da bu düşünsel çıkmaz oluşturmaktadır. Günümüz felsefesinin, modernitenin artık bir öğreti olarak işlev göremez olduğu, kendi içinde tutarlı bir dünya görüşü veya anlamlı bir kozmoloji içerme iddiasını artık dillendiremeyeceği şeklindeki gözlemi, söz konusu krizi daha iyi görmemize yardımcı olur. Farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, modernitenin bütün normatif önermeleri, toplumsal ütopyalar ve kalkınma projeleri için önerdiği sayısız reçeteler hakim medeniyetin kültürel ve tarihi önyargıları olmaktan öte bir anlam taşımazlar. Bunlar güçlü olanın argümanlarıdır, güçlü olan tarafından ileri sürülmüşlerdir ve hedefleri de gücü korumak veya daha fazla güç elde etmektir. Akıl söyleminin tarihsel bir kurgu olma özelliği vahiy söylemininkinden daha az değildir ve akıl söylemi de en az vahiy söylemi kadar otoriter ve tahakküm kurmaya yöneliktir.

Kurama Egemen Olan Tarih

Paradoksal bir şekilde, tarihi keşfetmekle övünen ve insanın gerçek yuvasının zaman ötesi bir ebediyette değil, tarihsel varoluşunda olduğu şeklindeki büyük metafizik iddiayı ileri süren modern (Aydınlanmacı) aklın kibri, kendi hakikatinin en yaman sonucu tarafından kırılmıştır. “Quis custodiet ipsos custodies” (Yöneticileri kim yönetiyor o zaman?) mantığı Aydınlanmacı aklı, aklın kendisinin de doğru ile yanlışı ayıran tarih ötesi bir kriterin değil, tarihin ürünü olduğu sonucuna gitmeye zorlamaktadır. Bir başka deyişle, tek bir evrensel Akıl olmadığı, bir sürü yerel, tarihsel ve şartlara bağlı aklın olduğu sonucuna varıyoruz. En iyi yönetim şeklinin ne olduğu şeklindeki felsefenin kadim sorusu ve her insan ruhunun kaçınılmaz bir şekilde sürdürdüğü insan varlığının hedefi ve amacının ne olduğunu bulma arayışı aklın mahkemesinde sonuca bağlanamaz. Bununla beraber, aklın bu şekilde insan varlığının gizemi karşısında kibrinin kırılması yeni ortodoksiyi oluşturan görecilik için bir engel teşkil etmemektedir. Tam tersine, Aydınlanmacı aklın tarihin kuram karşısındaki itaatsizliğini yenememesi, bütün hakikat iddialarının tesadüfi ve rastgele olduğunu gösteren bir delil olarak görülmektedir. Nihilizmin kitabında hakikat, gücün giydiği akıl maskesinden başka bir şey değildir; bir söz oyunudur, hakim güçlerin tahakkümlerini sürdürmek için kullandıkları söylemsel bir stratejiden ibarettir. Hiçbir evrensel şema, büyük kuram, veya büyük anlatı – dinlerin yanı sıra ideolojiler, siyasi öğretilerin yanı sıra sosyal mühendislik metodolojileri de dahil olmak üzere- aydınlanmış post-metafizik varlık için bir meşruiyet taşımamaktadır.

Önceleri, modernitenin ilk dönemlerinde, insan varoluşunun gizemi karşısında düşülen bir şaşkınlık söz konusu değildi; aynı şekilde insanlık durumunun kontrol dışı oluşu karşısında hissedilen bir tevazu veya bugün bütün modernist ve post-modernist söylemlere şekil veren Varlığın saklı olması hali (gaybet) karşısında hissedilen bir hayret duygusu da yoktu. Aksine, “aklın kurnazlığının” felsefe tarafından maskesinin düşürülmesinin rasyonel olanla gerçek olanın birliğini ve normatif olanla ampirik olanın birbirine uyumluluğunu ortaya çıkarmasından beri, tarihin sona erdiği ve insanoğlunun zaman ötesi Ütopyasının yakın olduğu iddia ediliyordu. Top- lumların yapması gereken tek şey Avrupa ruhunu örnek almak ve onun “evrensel tarih” içindeki gelişim eğrisini takip etmekti, böyle yapılınca mükemmel bir sosyal düzen onların olacaktı. Tarihin bir sistem olarak, çözülmesi mümkün bir mantık problemi ve sonu tahmin edilebilir bir kalkınma hedefi olarak keşfedilmesi böylece tarihi sosyolojiye dönüştürdü ve ütopyacı sosyal mühendislik dalgalarının önündeki setleri kaldırdı. Bu deneylerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bütün acı ve ıstırap, hatta ütopyacı modernitenin hediyesi olan soykırım politikalarının ve etnik temizliğin meşrulaştırılması olgusu da, insan aklının – Avrupa Ruhunun (Geist) kendini gerçekleştirmesi ve ulus-devletin tarih içindeki serüveni esnasında- insanın gerçek hedefini keşfettiği iddialarıyla doğrudan ilintilidir.

Bugün, ‘evrensel’ tarih felsefelerinin yarattığı ahlaki ve düşünsel çıkmazın, modernitenin özgün iddialarına sadık kalınarak, yani aklın tarihsel varoluş için mükemmel bir reçete sunma kabiliyetine sahip olduğu kabul edilerek çözülemeyeceğini biliyoruz. Ahlaki açıdan bakıldığında, Aydınlanma paradigması içinde kaçınılmaz olan norm ile tarih arasındaki zıtlık sadece evrensel akılla evrensel ahlaktan biri feda edilerek aşılabilir. Çünkü dünya tarihinin gidişini belirleyen bir akıl aynı zamanda ahlaki iradenin de üzerinde egemenlik kurar; aynı şekilde ahlaki iradenin gereklerini yerine getiren bir tarih de kaçınılmaz olarak evrensel ve egemen bir akla dayanan her türlü düzeni fuzuli kılar. Ahiak özgür iradenin bir yansıması olacaksa, aklınkiler de dahil olmak üzere her türlü kısıtlamanın ötesinde olmak zorundadır; aynı şekilde, akıl da insanın özünü oluşturacaksa, “bütün zamanlar ve diyarlarda” geçerli olacak normlar vaz’ etmeden duramaz. Bu yüzden, bu kördüğüm ancak şu iki stratejiden biriyle çözülebilir: Ya varoluşun (tarih) norm (kuram) üzerine egemen olduğu kabul edilir ve ahlak akıl söyleminden tamamen çıkarılır, ya da norma öncelik verilir ama tarih bu kuramsal tasavvurdan sürgün edilir. Ya normsuz bir tarihsellik, ya tarihsiz bir normlar bütünü; ya (tarih-üstü) bir akıl şeması ya (akıldışı) bir tarih düzensizliği! Seçim hangisi olursa olsun, ahlak ya kuramsal akılcılık tarafından içerilir veya siyasi şartlar tarafından tüketilir.

Paradoksal bir şekilde, modern ruha en çok Kaygı veren Aydınlanma mirası, bağlandığı aşkın limanlardan ayrıldığında insanlık durumunun ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ göründüğü şeklindeki gözlemdir. Ya insanlığın ıstırabını katlanılır ve anlamlı kılan hedefi tarihin ufuklarının dışındadır, ya da insan kendi ahlakiliğinin kaynağını yine kendisi oluşturan bir ‘anlam-ya- ratan hayvan’dır. Gerçekte ise bu kriz sadece günümüz nihilizmine giden yolu açmıştır. Çünkü modern dünya bir yandan iyi ile kötü arasında insan iradesi ve tasarımına dayanmayan bir ayrım çizmekte gittikçe zorlanır, öte yandan da normatif hükümlerin ampirik gözlemlerle des- teklenemediğini keşfeder iken, sonuçta iyi ile kötü arasında herhangi bir ayrıma sahip olmanın mümkün olup olmadığı konusunda umutsuzluğa kapılmaya başladı. Aşkınlık imkanın-dan vazgeçerek ve tarihin kuram üzerine ege-menliğini ilan ederek modern insan normların olmadığı bir dünyada yaşamayı seçti. Modern insanın bilişsel evreni artık ahlaki yargıda bulunma imkanından mahrum bir evrendi.

Öğretiden Anti-Öğretiye

Bugün modernite öğretiden anti-öğretiye doğru bir metamorfoz geçirmektedir, iç ve dış dünyalara dair modelinin herhangi bir ‘hakikat’inin ol-duğunu iddia etmiyor, bizzat ‘hakikat’ kavramının – en azından felsefe ve bilim alanlarında- terk edilmesini talep ediyor. Modernist (Kantçı) felsefe akıl ile akıl dışı olan arasında apaçık bir çizgi çizebilme kabiliyeti ile övünür/dü. Akıl ile bilginin bir olduğunu iddia eder; aklın sınırları içinde yer alan her şey bilinir veya bilinebilir, aklın sahasının dışında kalan şeyler ise bilinemez bu yüzden de bir varsayımdan ibarettir. (Akıl şimdi de tecrübeye indirgenmiş durumdadır, sırf duyuların algısına!). Modern insanın karşı karşıya olduğu ikilem şudur: Ya aklın sınırları dahilinde kalacak ve hakikatin belirsizliğiyle ve bütün bilginin eksik olmasıyla yaşamayı öğrenecek, ya da aklın sınırları dışına çıkacak ve bir bütün üreterek ve şekillendirerek bir tür anlam yaratacaktır. Ancak bu İkincisini sadece böyle bir ‘bütün’ün rastgele ve doğrulanamaz olduğu bilinci eşliğinde yapabilir. Sonuçta elde sadece bilgi ile anlamın rahatsız edici uyumsuzluğu vardır; bilimin ampirik doğası nedeniyle kaçınılmaz bir biçimde indirgemeci olan metodu -akılcılık- ile insanın ‘bilimsel olmayan’ bütünlük ve mükemmellik sorularını sormadan edemeyen anlam arayışı arasındaki çatışma vardır elde.

Dikkat çekici bir şekilde, akıl bugün modernitenin anti-doktriner modernizminde çare aramakta ve görevini modernist öznenin ’yapı-bozu- mu’, söylemlerinin arkasındaki metafizik temellerin ortaya çıkarılması ve dilin ve söylemin tamamının kutsallıktan arındırılması olarak görmektedir. Bu felsefenin en açık sözlü savunucusu Richard Rorty’ye göre ‘hakikat sadece dile ait bir özelliktir; cümlelerin olmadığı yerde hakikat de yoktur; hangi tasvirin doğru olduğunu dış dünyanın belirlediği fikri artık geçersizdir.’ Bunun bir sonucu olarak da, ‘sadece dış dünyanın tasvirleri doğru veya yanlış olabildiğine göre ve sadece cümleler doğru olabildiğine göre, hakikat insanların cümle kurabilecekleri diller oluşturabilme kabiliyetlerine bağlıdır.’ Modernitenin ve modernitenin metafiziğinin açıklarını ortaya çıkaran yazarımız hakikat ile dilin birligini öne sürerek bir adım daha atar ve insanların ‘hiçbir şeye tapmadığı, hiçbir şeye yarı- kutsal bir özellik atfetmediğimiz, her şeyi – dilimizi, bilincimizi, topluluğumuzu- zamanın ve tesadüfün bir eseri olarak gördüğümüz’ bir noktaya ulaşır.

Yazar sonra baklayı ağzından çıkarır ve anti- modernist ütopyayı ‘liberalizm kültürü’ olarak tanımlar. Bu kültür ‘sonuna kadar aydınlanmış ve sekülerdir. içinde hiçbir kutsallık izi barındırmaz, ne kutsallaştırılmış bir dünya olarak ne de kutsallaştırılmış bir şahıs olarak. Böyle bir kültürde insanların kendisine karşı sorumlu oldukları insan dışı varlıklar fikrine yer yoktur. Sadece kutsallık fikri değil, “hakikate adanmak” ve “ruhun en derin ihtiyaçlarının karşılanması” gibi fikirler de ya terk edilecek ya da tamamen farklı bir anlamda yeniden yorumlanacaktır. Kutsaldan arındırma işi (…) sonuçta sonlu, ölümlü, şartlara bağlı olarak yaşayan biz insanların kendimiz gibi sonlu, ölümlü, şartlara bağlı olarak yaşayan diğer insanlar dışında bir yerde hayatlarımıza bir anlam bulma fikrinde hiçbir fayda görmememiz sonucunu doğuracaktır.’

Bu mantığa göre modernitenin en büyük başarısı akıl, insan ve tarih hakkında bir takım iddialarda bulunmak, sonra da düşüncesi olgunlaştıkça yanlış olduklarını görerek bu iddiaları bir kenara bırakabilmektir! Şimdi de bu keşif, yani modernitenin aksiyomlarının ve veri olarak kabul ettiği şeylerin yanlış olduğu keşfi, insanlık durumunu anlamamıza aklın yaptığı en büyük katkı olarak selamlanmaktadır. Bu başarısızlık yine de modernizmin ışığını köreltmemekte, modernist projeyi bir nebze olsun gölgeleme- mektedir. Çünkü iddiaya göre kendi akılcılık kriterini geçemeyen sadece modernite değildir; bütüne dair felsefelerin hepsinin, bütün evrensel tarihlerin, bütün kurtuluş öğretilerinin, bütün Hedef vizyonlarının doğrulanamaz/yanlışlana- maz olduğu, sonuç olarak da bilimsel olmadıkları ve akıl-dışı oldukları iddia edilmektedir. Modernitenin bu anlamda haylaz bir çocuğa benzediğini söyleyebiliriz; kendi istediği olmazsa kimseyi oynatmamaktadır!

Akıl Kurucu Bir Metin Arıyor

Modernitenin krizi en çok aklı aşkın ve ampirik olarak erişilmez evrensellik tahtından indiren ve onu tarih içinde bir düzene oturtan yapıbozum hareketinde açığa çıkmaktadır. Daha önce modem akılcıların vahyin savunucularına karşı uyguladığı stratejiden pek farklı olmasa da, modernist yöntemin modernist hakikate uygulanması kendi safları arasında büyük bir paniğe neden oldu. Gözle görülür şekilde dehşete kapılmış ve gurur duydukları mirasın bu saldırı sonucu yıkılmasından dolayı kafaları allak bullak olmuş bir halde, modern aklın savunucuları kurucu bir metne sahip olmayan bir aklın tarihsel- ci yaklaşımın nihilist nazarı karşısında savunmasız kalacağını ve bu yaklaşımın aşındırıcı epistemolojisinin modernist hakikati şartlara bağlı ve belli zaman dilimlerine ait bir sürü yalancı hakikatten biri haline getireceğini fark etti-ler. Bu yüzden, en açık sözlü savunucularından birinin modernizmin onurunu korumak için son bir gayretle müdafaada bulunmasına şaşmamak gerek, bu müdafaa dogmatik ve köktenci bir savunma hattının benimsenmesi için panik içinde yapılmış bir öneri de olsa! Akıl kendini mantık yoluyla ve çeşitli argümanlar öne sürerek değil, kurucu metin olarak kabul ettiği metnin aksiyomlara dayalı – tartışılmaz- üstünlüğünü öne sürerek savunmalı!

Günümüz entelektüel tartışmalarının iki değil üç tarafı olduğunu fark eden Ernest Gellner son yıllarda bu temel epistemolojik eğilimleri ‘1) Dini köktencilik, 2) Görecilik, 3) Aydınlanmacı akılcılık veya akılcı köktencilik (Postmodernism, Reason and Religion. London, 1992. s. 2.) olarak sınıflandırmıştı. Bu müdafaada dikkat çeken şey ‘dini köktencilik’ hayaletiyle savaşırken Gellner’in akılcılığının kendini sadece bir dogma olarak savunabilmesi, varsaydığı düşmanının tehdidini tam bir amentü oluşturarak karşılayabilmesidir! Gellner ‘Vahiy yoktur ve olamaz’ (84) iddiasını katı bir şekilde savunurken, hiçbir şüphe ve ironi alameti göstermeden Kant’ın metninde korunduğu haliyle ‘Aydınlanmanın epistemolojisinin’ mutlak olduğunu, ‘herhangi bir kültürün ve bu dünyanın ötesinde ve dışında olmak’ bakımından ‘iki kere aşkın’ olduğunu ilan eder! (82). Birinin ‘kendi metni’nin a priori (önsel) otoritesi hakkında ileri sürdüğü bu zorunlu olarak tartışılamaz ve yanlışlanamaz iddia tam da akılcılığın dogmatik ve rastgele olmak olarak tanımladığı ve reddettiği şeydir; Vahyin aşkınlık iddiasına karşı kullandıkları temel argüman buydu! Bu yüzden Gellner, sofuca bir duruş sergileyerek ‘kendi kaynağını onaylayan ve kayıran bir Vahiy kavramı’nın ‘açıkça döngüsel bir argümanla’ kendi kendini meşrulaştırdığını söylediğinde, özür kabul etmez bir mantıksal tutarsızlık ve apaçık bir ahlaki ikiyüzlülük suçlamasıyla haklı olarak karşılaşacaktır, çünkü Kant’ın metninin bilişsel otoritesi hakkındaki iddiaları da en az eleştirdiği kadar rastgele ve ‘açıkça döngüsel’dir. Gellner bu şekilde kendi metninin bilişsel üstünlüğünü kanıtlamış olmuyor; aksine Aydınlanma aklının, evrensellik ve bilim adına kendi tahakkümcü söyleminin düzenini kurmaya çalışan tarihteki bir sürü metinden biri olduğu şeklindeki post-modernist iddiaya destek sağlıyor.

Kant’ın (aşkın) ‘bilişsel etiğini’ ne kadar yüceltirse yüceltsin, Gellner’in Aydınlanma aklına kurucu bir metin bulmak için sarf ettiği umutsuz çaba dikkatimizi modernizmin amentücü yönüne çevirmemizi sağlamaktan başka bir işe yaramıyor! Aklın otoritesi evrensel bir yöntemden değil, aşkın bir metinden gelmektedir; çünkü yöntemin kendisi metne boyun eğdiğini kabul ediyor ve meşruiyetini metinden alıyor! O halde akılcılığın ‘köktenci’ versiyonunun, günümüzde moderniteyi vuran ve söylemini dogmatik ama kendi kendine zarar verir hale getiren krizin bir semptomu olduğunu söyleyebiliriz. Bu çaba, bir öğreti olarak modernitenin otoritesini korumak için gösterilen aşırı bir gayreti temsil ettiği için bizim dikkatimizi hak ediyor. Fakat, vahiy ihtimalini baştan reddederek, kapalı, determinist bir evrenin doğru olduğunu ilan ediyor ve böylece kendini dini inancın bir tür antitezi olarak öne sürüyor. Modernizmin köktenci ve dok- triner versiyonunun İslam inancının gerekleriyle bağdaşmadığı açık; bu yüzden varlığın, kainatın ve insanın sonuçta aşkın olan hakikatini reddeden ve çarpıtan bir batıl düşünce olarak reddedilmelidir.

İslam’ın, Yanıldığını Görmüş Modernizmle Diyaloğu

Neyse ki modernist emperyalizmin düşünsel ve ahlaki saltanatı sona ermiş durumda. Moderni- te yanıldığını gördü; hakikat iddialarında daha mütevazı olmaya mecbur kaldı. Bugün moder-nitenin en açık sözlü müdafileri bile şu hususları kabul ediyor:

  • Aydınlanmacı aklın hakikat iddiaları döngüsel mantık üzerine kuruludur;
  • Aklı bütün bilginin miyarı olan egemen, aşkın ve tarihten bağımsız bir özne fikri son derece sorunludur;
  • ilerleme fikri ‘paradoksal’dır;
  • Bütün ‘tabu’ları gayrimeşru ve gereksiz ilan eden özgürlük kültü hiçbir ahlaki, ve dolayısıyla sosyal ve siyasi düzenin korunmasına yardımcı olmaz;
  • Modern siyasi topluluğun, hatta bütün siyasi toplulukların anayasası daima sınırlı ve dışlayıcıdır;
  • Adaletin ve hakların evrensel olması herhangi bir sosyo-politik bağlamda tamamen gerçekleştirilmesi mümkün olmayan metafizik bir iddiadır;
  • Hem aklın, hem de anlamın salahiyeti moder-nitenin kozmopolisinin çok ötesine uzanır.

Diğer vaadleri ve sıkıntıları ne olursa olsun, mo-dernitenin bir öğreti olarak meşruiyetinin kalma-ması yeni bir düşünsel alan açtı ve modernist- lerle diğerleri arasında bir diyalog imkanını gündeme soktu; bu diyalog hem İslam medeniyetinin kendi içinde, hem de İslam ile Batı arasında olabilir. Bu entelektüel açılmanın gerçek potansiyeli iki taraftan saygın düşünürler tarafından henüz tam olarak kavranmış olmasa da gelecekte modernizm ile dini inancın birbirini kabullenmesi ve bir arada yaşaması (gerçek bir sentez olamayacağı için!) ihtimali tamamen görmezden gelinemez. Böyle bir yol haritasını çizmemin sebebi şu: her biri tam bir kurtuluş öneren iki öğreti arasındaki tartışma bir diyalog değildir; böyle bir konuşma iki taraf arasında bir karşılıklı uzlaşma ihtimalini barındırmaz. Mo-dernitenin İslam’la karşılaşmasındaki şiddet şöyle açıklanabilir: İslam dünyasına zorla getirilen ve dayatılan modernizm sadece sömürge yönetiminin kullandığı bir mazeret değildi; aynı zamanda kendisini evrensel bir kurtuluş öğretisi olarak da sunuyordu! Yeni, bilimsel bir kozmoloji ve dünya görüşü ileri sürdüğü ve bunun sonucu olarak bilişsel planda bütün ‘geleneksel’ dünya görüşlerini ve dinleri, İslam da dahil olmak üzere, gereksiz kıldığı iddiasındaydı.

Modernizm bu şekilde kendisini Aklın episte-molojisi olarak meşrulaştırdı ve evrensel iddialarla hakikatini ispat etmeye çalıştı. Aklın ve bilimin gücüne o derece inanıyorlardı ki, moder- nistler önceleri sadece fiziksel evrenin bütün sırlarına erişmelerinin mümkün olduğunu iddia etmekle kalmadılar, aynı zamanda bu aydınlanmanın kaçınılmaz sonucu olarak toplumsal meselelerde her türlü öznel ve duygusal yargıyı gereksiz kılacak ‘evrensel bir insan bilimi’nin ortaya çıkacağını da kendilerinden emin bir şekilde ilan ettiler. Bugün bakıldığında oldukça naif ve iyi niyetli, ama aynı zamanda oldukça akla uzak ve eleştiriye kapalı olduğu görülebilen Marksizm bu bilimsel pozitivizmin en aşırı ve devrimci örneğiydi. Ne olursa olsun, altın çağını yaşadığı dönemde modernizm, ‘var olan her şey’ hakkında eksiksiz bir bilgi sunduğunu iddi- a eden ve bu her şeyi kapsayan hakikatin farkına varılmasıyla birlikte kurtuluşun – insanlığın aydınlanmasının- geleceğini söyleyen son derece kibirli bir öğretiydi. Doğal olarak da İslam’la ve İslam’daki bütün varlığın ve anlamın kaynağı olan ama bilimin evrenindekinin aksine insanın zihni melekeleriyle tam olarak kavranması mümkün olmayan Aşkın Tanrı Allah inancıyla çatışıyordu. Çünkü Tanrı daima insanoğlunun O’nun özünü kavrama çabasının ötesindedir. Kendisini anlatan her türlü anlatının, tasvirin, benzetmenin ötesindedir, evrenden ve duyular dünyası ile akıl dünyasının içindeki ‘her şey’den daha büyüktür. Müslümanlar açısından, doktriner modernizmle yapılacak her türlü uzlaşı bu Aşkın olma anlamını ve ondan gelen varoluşsal bağlılığı tehlikeye atar.

Benzer nedenlerle, İslam ile ‘Potmodernizm’ arasında, Aşkın olanın ve Hakikatin öğretisi ile hakikati, evrenselliği ve aşkınlığı kökten reddeden bir anti-öğreti arasında bir ‘diyalog’ olabileceğini söylemek kelimeyi yanlış kullanmak olur. Bu iki birbiriyle bağdaşmaz metafizik sistemin savunucuları arasındaki ‘konuşma’nın ahlaki ve düşünsel açıdan bir yere varması mümkün ol-madığı gibi, islami duruş açısından bu konuşma taktiksel olarak da yanlış bir seçim olur. Çünkü böyle bir hareket, aslında modernizmin basit bir semptomu olan postmodemizmin günümüzün gerçek felsefesi olduğunu, hal-i hazırdaki insanlık durumumuzu anlamlandırmak ve ıslah etmek kabiliyetini haiz olduğunu kabullenmek anlamına gelir. Halbuki sadece yanıldığını görmüş bir modernizm, aklın bir kozmoloji ve bir dünya görüşü üretmek için sınırlı kaldığının farkında olan, sömürgeci projenin üretilmesinde ve uygulanmasındaki rolünün bilincinde olan ama ortak bir insanlık ütopyasından vaz geçmemiş bir modernizm gelecekte evrensel olan ama ‘köktenci olmayan’ bir İslam’la diyalo- ğa girebilir.

Modernist proje hakkındaki bütün kaygılarına ve karşı çıkmalarına rağmen İslam da Adem’in hilafetine arkasını dönemez, insanlığın ilahi ira-denin bir temsilcisi olarak hareket etmesinden vazgeçemez. Bu yüzden insanlık durumunu iyi-leştirmeye çalışan ve insanın evren içindeki değerini ve rolünü yükseltmeye çalışan hiçbir insanlık vizyonu veya insan felsefesi baştan ütop- yacı olarak nitelenip reddedilmemelidir. İslami düşüncenin vazifesi insanı değersiz bir noktaya indirgemek değil (paradoksal bir şekilde modern bilimin ve felsefenin yaptığı şey bu olmuştur), onu Prometeciliğin ayartısından korumak ve egemenlik kuruntusuna karşı bağışıklık kazandırmaktır. insan kendi heva ve hevesinin üs-tünde bir ahlaki otoritenin varlığını kabul ettiği sürece bir felsefe ve hayat tarzı olarak devamlı gelişme fikri kötü bir şey değildir. Bu yüzden, Müslüman düşünür modernitenin epistemolojik duruşundaki tersyüz olmayı fark etmek ve söy-lemindeki açmazlara ve çıkmazlara işaret etmekle yetinemez. Müslüman düşünce sadece Aydınlanma aklının cennetten düşüşünün hika-yesini öğrenmekle kalmamalı, aynı zamanda, ‘postmodernizm’in nihilist uçurumuna yuvarlan-madan uzlaşmacı bir insanlık vizyonu üretmeli ve insanlığın ahlaki birliğine olan bağlılığını ye- nilemelidir. Kültür ve siyaset ideolojilerindeki tehlikeleri ne olursa olsun, evrenselciliğin İslam için vazgeçilmez bir değer olan aşkın bir vizyonun korunmasındaki rolüne gereken değer verilmelidir.

Bizzat felsefenin mahkemesinde insan çabasının ve varoluşunun gerçek anlamının aklın ha-kemliğinin ötesinde olduğu, aklın düzeninin in-sanın gerçek yuvasına kadar uzanamadığı kabul edildiğine göre, İslam ile modernite arasındaki diyalog yönetim, ekonomi, küreselleşme gibi ‘arızi’ konularla sınırlı kalamaz. İslam’ı bir yönetim sorununa indirgeme ve İslam’ın özünü ‘devlet’le bir tutma yönündeki yerli ve yabancı kaynaklı baskılara karşı durulmalıdır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım bizi köktenciliğin ahlaki ve düşünsel çöplüğünden başka bir yere götürmez; paradoksal bir biçimde, ikisi de içkinci metafizik evrenlere sahip olan İslam ile modernizm arasında kısır polemikler üretmekten başka bir işe yaramaz. Bununla beraber, bunu söylemek böyle bir tartışmanın meşruiyetini inkar ettiğimiz veya siyasi gerçeklikler hakkındaki ideolojik mücadelelerin gerekliliğini küçümsediğimiz anlamına gelmez. Yine de, bu öncüller üzerinden, siyasi sadakatler veya medeniyet mensubiyetleri temelinde yapılacak bir tartışma, dünyanın içinde bulunduğu ahlaki durum hakkında ortak bir akıl yürütme çabasına evrilme ihtimalini içinde barındırmaz. Çünkü sadece insanlığın aşkın inancı olma iddiasına sadık kalan bir İslam ile bir yöntem öğretisi olma misyonunun bilincinde olan bir modernizm evrensel ahlak üzerine bir diyaloga girmek için yeterli tevazuya ve kendine güvene sahip olabilir. Medeniyetlerin saf olarak kalması fikrini savunan ve İslam’ı ve mo- derniteyi verili siyasi topluluklarla özdeşleşti- renler için böyle bir evrenselci projenin hiçbir cazibesinin olmayacağı aşikardır.

İslam’ın evrenselliği ile insanoğlunun ahlaki birliğini aynı paranın iki farklı yüzü olarak görenler içinse, Müslüman siyasaların ve rakiplerinin geçici kaygılarından daha bağımsız bir İslam’ı söylem geliştirmek acil bir ihtiyaçtır. İslam’ın, sonuçta aşkın olan ve varoluşun ötesinde bir anlamı bulunan insan doğasına ve hayattaki vazifesine tartışmasız bağlılığı, gelecekteki İslami söylemin, varlığın ve maddenin ─bilimin bize gösterdiği─ uçsuz bucaksızlığını tamamen kavramasını da gerektirir. İslami düşüncenin vazifesi bu evrenden elini eteğini çekmek değil, bilimin dünyasının anlamlı bir dünya olup olmadığını, aşkın bir düzen olmaksızın bu dünyanın bir kozmos, bir evren veya bir tabiat olarak kabul edilip edilemeyeceğini araştırmak olacaktır, islamilik iddiasında bulunan bir metafiziğin inandırıcı ve anlamlı olabilmesi için bilimi bilimselcilikten kurtarmak zorunda olduğu da aşikardır. Aynı şey insanı genleriyle özdeşleştiren ve tarih içinde hiçleştiren diğer bütün felsefeler ve dünya görüşleri için de geçerlidir. O halde İslam’ın moderniteyle diyaloğu felsefi ve düşünsel planda gerçekleşmeli ve Vahyin metafiziğinin, etiğinin ve teleolojisinin tamamen bilincinde olmalıdır. Sonraki bütün İslami düşünce ve tefekkür bu vazifenin hakkıyla yerine getirilmesine bağlıdır; aynı şekilde felsefi, ahlaki, ütopyacı ve hatta sosyal ve siyasi disiplinlerin ve bakış açılarının normatif bir İslami söylem içinde bir araya getirilmeleri de bu vazifenin hakkıyla yerine getirilmesine bağlıdır.

—————————————-

Modemitenin Krizi ve İslam

S. PERVEZ MANZOOR

Çev. Salih Bayram

AyVakti, Yıl: 7, Sayı: 82-83-84; 2007, Medeniyet Özel Sayısı., İstanbul, s.355-361

Bibliyografya Künyesi:

Manzoor, S. Perver., “Modernitenin Krizi ve İslam”., Çeviren: Salih Bayram., AyVakti., Yıl: 7, Sayı: 82-83-84; 2007, Medeniyet Özel Sayısı., İstanbul, s.355-361

Matbû metni tarayarak dönüştüren ve düzenleyen: Durmuş HOCAOĞLU 

Medeniyet Özel Sayısı 2007 / 82-83-84

 

 

[i] Dr., İsveç Müslüman Federasyonu

 

Yazar
S. Pervez MANZOOR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen