Medeniyet Kavramı Üzerine Bazı Düşünceler

Prof.Dr. M. Sait YAZICIOĞLU

Medeniyet: Arapça’da “şehir” anlamına gelen Medine isminden Osmanlı Türkçesinde türetilmiştir. Medeniyet kelimesi kök anlam itibarı ile yönetmek, malik olmak anlamlarına gelen din mastarı ile ilişkili olarak da anlamlandırılmıştır.

Medeni, medini, “şehre ait”, “şehre mensup”, “şehirli” anlamlarına gelir. Yani kelimelerin ikamet anlamları da vardır. Yunancada “polis” kelimesi “şehir ve şehir devleti” anlamına gelmektedir. Eflatun’un diyaloglarından birisi olan “Politeia” kelimesi Arapça’da şehir yönetimi olarak ifade edilmiştir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde “medeni” kelimesi hem sosyal hem siyasal bir niteliği de ifade etmektedir.

Medeniyet kelimesinin karşılığı Batı dillerinde “civilisation” olup Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesindne türetilmiştir. Batı düşünce sistemindeki bu anlamı karşılamak üzere Osmanlı Türkçesinde medeniyet kelimesi kullanılmıştır. Arapçada bu anlam “hadare” kelimesi ile karşılanmaktadır.

“Belli yasalara uyarak şehirde yaşayan halk” anlamında uygur dilinden türetilen “uygarlık” kelimesi de günümüz Türkçesinde medeniyet karşılığı olarak algılanır, ancak uygarlık daha geniş bir anlam taşır.

Medeniyet kelimesi her terimde olduğu gibi düşünce tarihi boyunca değişik anlam kaymalarına uğramıştır. Kavramlar zaman içinde farklı anlamlar kazanırlar. Bu anlam kaymaları ve dönüşümleri inceleyen bilim dalları da bulunmaktadır. Bir kavram bir dönem bir anlama gelirken daha sonraları başka anlamların yüklenmesi ile farklı manalar kazanabilir. Kur’andaki pek çok kavram zaman içinde anlam kaymalarına uğramıştır. Onun için Kur’an’ın asıl demek istediğini anlayabilmek için kavramların ilk dönemlerindeki anlamlarına ulaşabilmek çok önemlidir. Semantik adlı ilim dalı bu konulara ışık tutmaya çalışır.

Medeniyet kelimesi çeşitli zihniyet dünyalarında farklı şekillerde algılanmış ve tanımlanmıştır. İnsanın hayal gücü sınır tanımadığı için düşünürler bu kavramları farklı algılamış ve ona göre teoriler oluşturmuşlardır.

Ancak medeniyet kelimesi şehir hayatının ortak noktası olan sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlardaki birikim, düzey ve fırsatları ifade eder. İslam düşüncesinde medine, medeni, medeniyye kavramları arasındaki ilişkiyi temel bir felsefi disiplin içerisinde kuran düşünür İslam filozofu Farabi olmuştur. Farabi düşünce sistemini kurarken, insanın tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü ile giderme amacına yönelik bir hayat oluşturma düşüncesinden hareket etmiştir.

Şehir, millet ve milletler topluluğu şeklinde örgütlenme tarzı insanoğluna has bir meziyettir. Şehirler birleşip ülkeleri ve milletleri, milletler de birleşip milletler topluluğunu oluştururlar (Birleşmiş Milletler Teşkilatı). Köy, mahalle, sokak ve aile tek başına insanın gerekli nitelikleri kazanacağı bir ortam sunmazlar. Bunlar ancak medine’nin (şehir) temel dokusunu oluşturabilirler. İnsanlar birlikte yaşamakla işbölümü ve işbirliği yaparak hayatı kolaylaştırıp mutlu bir hayat hedeflerler.

Farabi’nin Siyaset Felsefesi’nde “şehir bu mutlulukların gerçekleştiği en küçük toplumsal yapı” olarak ortaya çıkar. Toplumu oluşturan fertlerin her birinin sahip olduğu dünya görüşü “şehir”in değerler sistemini oluşturur. Medeni ve mutlu bir hayat için ilişkilerin sürdürülmesi gereklidir. Şahsilik ve bencillik uyumu ve ilişkileri olumsuz yönde etkiler. Bunun yanında “şehir”in başkanı (yöneticisi) şehirliler tarafından benimsenen, kabul edilen, saygı duyulan biri olmalı ki “erdemli şehir” (el-Medinetul Fadıla) gerçekleşmiş olsun. Burada yöneticinin önemine vurgu yapılmaktadır. Bu, yaşanan tecrübe ile de bilinmektedir. Yönetim tepe yöneticiye göre şekillenir. Onun üslubu ve tavrı her kademeye yansır, böylece başarılı ve başarısız yönetimler ortaya çıkmış olur.

Adalet yönetimde kilit kavramdır. Adaleti herkes kendi çıkarına göre yorumlamaya kalkarsa ortaya kargaşa ve kaos çıkar. Burada önemli olan adaleti herkes için sağlayacak olan kuralların konması ve her şartta uygulanmasıdır. Adaletin sağlanamadığı yerde mutsuzluk, haksızlık ve zulüm olur. Bu durumda herkes kendine göre çözüm arayışlarına girer ki buradan kaos, anarşi ve keyfilik çıkar.

Adalet Kur’an’da çok önem verilen bir kavram olarak ortaya çıkar. Kur’an’ın yönetimle ilgili ilkeleri şöyle belirlenmiştir:

Şura (Danışma, birlikte müzakere ederek karar verme)

Adaletle hükmetme

İşi ehline, layık olana verme (Ehliyet ve liyakat)

Bu kurallar hakkı verilerek uygulanırsa huzurlu bir toplum olmak için başka bir şeye gerek kalmaz.

Bu konuda bazı İslam düşünürlerinin geliştirdikleri düşünceler vardır. İslam filozofu İbni Sina’ya göre herkes için adaleti sağlayacak kuralları koyacak kişi vahiy alan Nebi olmalıdır.

Ahlak filozofu İbni Miskeveyh’e göre insan yaratılış gereği toplum içinde yaşamaya meyilli bir varlıktır. Bundan dolayı ahlaki erdemler ancak toplum hayatı içinde işlerlik kazanır.

Tarih felsefesi ve Sosyoloji ilminin kurucusu kabul edilen İbni Haldun’a göre yeryüzünde birçok medeniyet kurulmuştur. Bunlar bir süre yaşadıktan sonra yerlerini başka medeniyetlere terk etmişlerdir. Ya kısmen yok olmuş veya kısmen yeni kurulan medeniyetler içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Eski Mısır, Mezopotamya, Eski İran, Hindistan, Eski Yunan, Roma ve Çin buna örnek olabilecek başlıca medeniyet havzalarıdır. Bu arada İslam Medeniyeti insanlık tarihinin en önemli medeniyetlerinden birisi olmuştur.

İbni Haldun medeniyet yerine daha çok “umran” kavramını kullanır. Ona göre umran kavramı hem bedevi hem de barbar toplumları olduğu kadar uygar toplumları da ifade etmektedir. İbni Haldun Batı dillerindeki “civilisation” kelimesi ile karşılanabilecek olan “hadare” terimini daha ziyade bilim ve sanatın gelişimi ile veya zevklerin incelmesi ve refahın artması ile irtibatlandırmak ister. Ancak bedevi hayatın hüküm sürdüğü şehirleşmemiş yerlerde bu tür gelişmelerin ortaya çıkması zor, hatta imkansızdır.

Demek oluyor ki “medeniyet” ve “şehir” kavramları birbirini tamamlayan iki unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Tek başına yaşamak medeni bir tavır geliştirmeye engeldir. Toplum içine yaşanacak ki medeni bir hayat tarzı geliştirilebilsin. Bu bir nevi dağ başında yapayalnız yaşayan birisinin müslümanlığına benzer. Orada müslümanca yaşamayı engelleyecek hiçbir şey yoktur. Önemli olan şehirde, pek çok farklılığın, hareketliliğin ve cazip şeylerin olduğu ortamda müslümanca bir hayat sürdürebilmektir.

Birlikte yaşama insanları uyumlu ve medeni yapar ve yapman gerekir. Birlikte yaşayıp da medeniyetten nasipsiz, herkese zarar veren uyumsuz insanlar da elbette hep var olacaktır. Devletler de zaten bunun için var olurlar. Adaleti ve güvenliği sağlamanın yollarını yöneticiler bulmakla yükümlüdür. Başarı burada gösterilen gayret ve alınan sonuçlarla ortaya çıkar.

MEDENİYET TARTIŞMALARI

Günümüzde medeniyet genellikle üç ayrı anlamda kullanılmaktadır.

1. Günlük dildeki “medeni insan” deyiminde olduğu gibi, başkalarına karşı görgülü ve nazik davranma konusunda insana kendisini kontrol etme yeteneği veren kural ve değerler bütünüdür.

2. Gelişmiş olarak kabul edilen toplumu gelişmemiş sayılan toplumlardan ayıran özelliklerdir. İnsanlığın ulaştığı birikim ve gelişmişlik düzeyini ifade eden bu tanım, bu düzeyin Batılı toplumlarca kaydedildiği anlayışı ile genelde modern Batı medeniyeti ile özdeş anlamda kullanılmaktadır. Bu bencil olduğu kadar gerçeklerle de örtüşmeyen bir anlayıştır. Batı medeniyeti denen şeyin temelinde bütün insanlığın katkısı ve birikimi mevcuttur. Ayrıca Batılıların her zaman sergilediği çifte standart uygulamaları olumsuz ve bencil örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.

3. Ortak özellikler gösteren sosyal gruplar veya bunların bütünü de medeniyet olarak algılanmaktadır. İnsanlığın modern Batılı hayat tarzına ulaşıncaya kadar geçirdiği varsayılan farklı aşamaları ve bu aşamaların çeşitli bölgelerde ortaya çıkan eserleriyle bunların oluşturduğu bütünü ifade etmek için kullanılan bir tanım olmaktadır. Eski Mısır medeniyeti, İslam medeniyeti, Hint medeniyeti, Ortaçağ Hıristiyan medeniyeti gibi kullanımlar bu anlamı ifade ederler. Aynı şekilde Grek ve Roma medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, İngiliz medeniyeti, Fransız medeniyeti gibi millet ve devletlerle bağlantılı olarak da değerlendirilebilir.

Batı dünyası medeniyet kelimesiyle, sahibi olmakla gurur duyduğu teknik, tekniğin belirli bir kullanım şekli, bilimsel bilgi ve dünya görüşü, son iki asır içinde ortaya çıkardığı kurumlar, değerler ve bunlara benzer şeyleri ifade eder.

Bu anlayış Batının kaydettiği başarıyı zirve olarak kabul ederek bunun dışındaki her şeyi Batının gerisinde görme tavrıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki bu anlayış Batı dışındaki toplumlar tarafından da hemen hemen aynı şekilde kabul ediliğ benimsenmiş durumdadır.

XX. Yüzyılın başlarında medeniyet kelimesi mutlak anlamda ve tekil olarak kullanılmasının yanı sıra çoğul olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Mesela Roma ve Grek Medeniyeti şeklindeki kullanımlar çoğulluk ifade ederler. Ancak bu tutum Grek ve Roma medeniyetlerini Batı medeniyetinin ilk aşaması ve beslendiği kaynak olarak gördüğü için yine de Avrupa merkezci olarak kabul edilmektedir.

İslam toplumları söz konusu olduğunda sıkıntılar ortaya çıkmıştır. Çünkü İslam toplumları Batıklardan tamamen farklı bir hayat tarzına sahip oldukları gibi, değerler sistemi hiçbir zaman onlara dayanmamıştır. Daha da önemlisi müslümanların asırlarca süren özgün ve bağımsız bir hayat tarzları vardı. XX. yüzyıla gelinceye kadar da kendilerini Batı’dan üstün görüyorlardı. Şunu unutmamak lazım ki, İslam medeniyeti zirvede iken Batı toplumları engizisyon zulümlerini yazıyordu. Kilisenin tahakkümü ve hayat tarzları oldukça ilkel ve kaba idi. Eğlenceleri bile gladyatör savaşçılarında olduğu gibi insanlık dışı görüntülere sahne oluyordu. Daha sonra roller değişmiş, onlar bilime ağırlık vererek gelişme gösterirken İslam dünyası kendi iç sıkıntılarını aşamayarak gelişmesini sürdürememiş, yarış dışı kalarak üstünlüğünü kaybetmiştir. (Kanuni Sultan Süleyman’ın Batılıları, özellikle Fransa’yı ne şekilde gördüğünü hepimiz tarihen biliyoruz. Fransa kralına gönderdiği mektupta kullandığı üslup her şeyi ortaya koymaktadır: “Ben ki (…) Sen ki Fransa kralı Françesko (…)”

Batılıların bu görüşe itirazları, İslam toplumunda medeniyet başarısı olarak kabul edilebilecek unsurların esas itibari ile Grek düşüncesinden geldiği, hukuk ve devlet yönetimi ile ilgili esasların Roma, Bizans ve kısmen de Fars medeniyetinden aktarıldığı şeklinde olmuştur. Bu anlayış İslam medeniyetinin katkılarını göz ardı etmekten başka bir anlam ifade etmez. Medeniyetler arası etkileşim elbette söz konusudur. Ancak bu sadece İslam medeniyeti için değil, her medeniyet için geçerli olan bir husustur. Kendilerinin olduğunu iddia ettikleri Batı medeniyeti için de aynı değerlendirme söz konusudur. İbni Sina’nın tıp alanındaki başarıları onlarca da kabul görmüş, ünlü üniversitelerinde en prestijli üniversitelerinde ders olarak okutulmuştur.

XX. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı ve bu savaşlar sonucunda ortaya çıkan yıkım ve mutsuzluk hali Batı medeniyetinin insanlığın ulaşabileceği yegane ve en gelişmiş hayat şekli olduğu tezine şüphelerin doğmasına yol açmıştır. (Mehmet Akif Ersoy’un “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizeleri bu anlayışın bir yansımasını ifade etmektedir.) İnsanoğlunun hırsları öyle bir noktaya gelir ki medeniyetin “m”sini bile tanımaz, her tarafı yakıp yıkar ve mahveder. (II. Dünya Savaşı’nda yakılıp yıkılan şehirler, ölen insanlar, acılar ve dramlar…)

Bu tahlil sonucuda medeniyetin tek olmayıp aynı anda birden fazla medeniyetin bulunabileceği ve bunlardan birinin baskın olmakla birlikte diğerlerinin de alternatif hayat tarzları şeklinde insanların önünde durduğu fikri önem kazanmıştır. Aynı zamanda medeniyetlerin tamamen yok olma yerine zaman zaman yükseliş ve düşüşler yaşayabileceği, dolayısı ile Batı ve diğer medeniyetlerin, özellikle de İslam medeniyetinin karşı karşıya oldukları sıkıntıları aşarak yeniden yükselişe geçme imkanını özünde taşıdığı düşüncesi kabul gören bir düşüncedir. (Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımı hep bu çerçeveden değerlendirilmiştir. Acaba yeniden güçlenip Osmanlı dönemindeki gibi bize sıkıntı olabilir mi endişesi onlarda hep var olmuştur. Avrupa Birliği’ni de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ne içinde ne dışında, ne onunla ne onsuz bir anlayışta bu düşüncenin olduğu göz ardı edilmemelidir.)

Medeniyetin XIX. yüzyılın ilk yarısında özellikle seyyahlar tarafından içki, tiyatro, dans, moda ve kıyafetin yanı sıra gazete, masa-sandalye, çatal-bıçak gibi klasik İslam toplumlarında yaygın biçimde rastlanmayan kusurlara bağlı olarak rastlanmayan unsurlara bağlı ıolarak tanımlaması, buna karşılık bilim, edebiyat, sanat, sanayi ve tivaretin buna dahil edilmemesi,

Batılılaşma hareketinin ne kadar yüzeysel olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu dönemde medeniyet bu gibi unsurlarla tanımlanan “tarz-ı hayat” (hayat tarzı) şeklinde algılansa ve medenileşmenin gerekli olduğu genelde kabul edilse de, Batı medeniyetini bir bütün olarak kabul etmenin doğru olmadığı, hatta bunun imkansız olduğu ifade edilmekteydi. Bizde de Batı medeniyetinin iyi olan yanlarının alınması düşüncesi bu anlayış sonucu oluşmuştur.

Yeni Osmanlı aydını, medeniyet adına Avrupa’da ortaya atılan ahlaksızlığa dikkat çekerek bu olumsuzlukları İslam ahlakı ile gidermenin mümkün olduğunu ve Batı’da gelir dağılımındaki adaletsizlik ve haksızlıkların medeniyetin tamamlanması gereken eksik yönleri olduğunu ileri sürmüştür. (Bu haksızlık ve adaletsizlik Afrika’daki sömürge ülkelerinde had safhaya ulaşıyor. Onlar insanlık dışı muamelelere maruz bırakıldıkları gibi tam bir sömürüye alet ediliyordu. O ülkeleri sömürmelerine rağmen bir tek dikili ağaçları olmayanların medeni olarak algılanmaları ve zaman zaman başkalarına medeniyet dersi vermeleri doğrusu çok ironik bir duruma işaret ediyor. Bizim Afrika ülkeleri ile yoğunlaşan ilişkilerimiz insani boyutun önde olduğu bir uslup içinde gelişmektedir. TİKA’ nın faaliyetleri ve Somaliye’ye insani yardım bu yeni yaklaşımının örneklerindendir.

MEDENİYET TEK MİDİR ?

Bu konu bir hayli tartışmalıdır. Her medeniyetin katkısı sonucu ulaşılan tek bir medeniyet mi vardır, yoksa pek çok medeniyet mi söz konusudur.

Türk düşünürlerinden Şemseddin Sami medeniyetin tek olduğunu, tarihin akışı içinde el değiştirdiğini, bu anlamda Batılı’ların İslam medeniyetinin Grek ve Roma medeniyetleri ile modern medeniyet arasında aracılık yaptığı iddiasını bir ölçüde kabul etmiş oluyor. Bu anlayış göze değişik dönemlerde herkesin katkısı ile medeniyet oluşur ve gelişir. Bu anlayışı aynı anda birden fazla medeniyetin bulunabileceği düşüncesine karşıdır. Bu anlayışa göre her dönemde medeniyet bir tanedir.

Bu konu ile ilgili Namık Kemal’in görüşü ise şöyledir: Müslümanların din ve ahlak açısından kesinlikle herhangi bir yeniliğe ihtiyaçları yoktur. Sadece bunları daha işler hale getirmek ve Batıdan “terakki” olarak nitelenebilecek bazı teknolojik ve siyasi unsurları ithal etmenin yeterli olduğunu düşünür. Zaman içinde bu düşünce Batı medeniyetinin iyi yönlerini alarak kendi gelişmemize adapte etmek şeklinde taraftar bulmuştur.

II. Meşrutiyet sonrası İslamcılık düşüncesi Avrupa karşısında modernleşmeyi bir zorunluluk olarak görmüş ve bu süreci İslami değerler açısından bunalıma yol açmayacak şekilde tamamlamayı savunmuştur. Bu anlayışın en belirgin ifadesi, medeniyetin iyi ve olumlu yönlerinin esasen İslam düşüncesinde bulunduğu fikri olmuştur. ( Bu noktada akıllara takılan “en iyi yönler İslam düşüncesinde varda niye onu geliştirmek Batılılara düştü” sorusu üzerinde derinlemesine düşünmek ve tahliller yapma gereği vardır. Din algısı ve anlayışı burada önemli ve öncelikli bir konudur. ( Dinin akli düşünceye verdiği değer konusu)

Bazı düşünürlerimize göre göz alıcı teknik başarılar sergileyen, ancak manevi değerlerden mahrum olan medeniyet sözde bir medeniyettir. Toplum hayatındaki maddi manevi taleplerin tam bir denge içinde karşılanmasını mümkün kılacak gerçek anlamdaki bir medeniyet ancak İslami değerleri hayata geçirilmeleri ile mümkün olabilir. Bu da Müslüman toplumlarına düşen bir görevdir.

Türkçülük akımının öncülüğünü yapan Ziya Gökalp evrensel olan medeniyetle milli olan harsı (kültür) ayırır. Gökalp bunlardan birincisini kabul etmenin gerekli, ikincisini başka milletlerden almanın zararlı olduğu düşüncesindedir. “Türkleşmek. İslamlaşmak. Muasırlaşmak” adlı eserinde İslam toplumu ile Batı medeniyeti arasındaki ilişkiyi gerçekleşebilir bir çerçeveye yerleştirmeyi denemiştir.

XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren aydınların üzerinde ittifak ettiği hususlardan biri, Batıdan mutlaka alınacak bazı şeylerin bulunduğu ve bunun Türklerin siyasi ve dini varlığını sürdürebilmesinin ön şartı olduğu düşüncesidir. Ancak aralarındaki ayrılık Batı medeniyetinden neyin hangi ölçüde alınacağı sorusunda düğümlenmektedir. Bu soruya verilen cevaplar Türkçülük, İslamcılık ve Garpcılık arasındaki farkı ortaya çıkarmıştır.

II. Dünya savaşından sonra Batı medeniyetinin gideceği konusunda bir karamsarlık ortaya çıktığı gibi bunun yanı sıra İslam medeniyetinin her şeye rağmen varlığını devam ettirdiği ve gerekli ihya edici şartlar oluşturduğunda daha da güçlendirilebileceği hususundaki yeni düşünceler ortaya çıkmıştır. Birçok fikir adamı bu yönde ciddi çaba sarfetmişler ve kara yormuşlardır. Fakat her şeye rağmen genel olarak bir medeniyeti, özel olarak da İslami değerlerin hayatiyeti açısından doğru bir hedef alınmadığı düşüncesini savunanlar da bulunmaktadır.

Birden fazla medeniyetin olduğu ve bunlar arasında ez azından bir rekabetin bulunduğu gerçeği Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra geliştirilen bir tezle tekrar vurgulanmış, bunlar arasında kaçınılmaz bir çatışmanın olacağı düşüncesi son yıllarda oldukça yankı uyandırmıştır. “Medeniyeler Çatışması” adı altında pek çok teori veya öngörü ortalıkta dolanmaktadır. Ancak bu düşünce bilimsel bir yaklaşım olmaktan çok siyasi bir faaliyet olarak eleştirilmiş, bazı müdahalelere gerekçe hazırlamaya yönelik bir tez olarak yorumlanmıştır.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD ikiz kulelerine düzenlenen saldırı sonrası yaşananlar yeni bir dönem başlatmıştır denebilir. Bu olaydan sonra geliştirilen İslam karşıtlığı ve korkusu Batı dünyasınca iyice körüklenmiş, bir İslam aleyhtarlığı akımı başlatılmıştır. Avrupa’ya da yansıyan bu yaklaşım İslamofobi(İslam korkusu) haline dönüşerek haksız ve mesnetsiz pek çok ithamlara konu teşkil etmiştir.

Medeniyetler ittifakı denen çalışma bu noktadaki çatışmayı engellemeye ve medeniyetler arasındaki sürtüşme veya kavgayı engellemeye yönelik bir çaba olarak ortaya çıkmıştır. Norveç’te geçen yıllarda bir saldırganın 75 e yakın kişiyi hunharca, hiçbir geçerli neden olmadan kurşuna dizerek öldürmesi ve benzeri olaylar nedense çok büyütülmeden farklı sebepler öne sürülerek başlatılmıştır. Bu ve benzeri çifte standartlara her zaman rastlıyoruz. Güçlü ve itibarlı olduğumuz zaman b tür sıkıntılar çok daha kolay atlatılabiliyor.

Sonuç olarak farklı medeniyetlerin bulunmasının zorunlu bir çatışmayı gerektirmediği, bunlar arasında bir diyalogun ve işbirliğinin insanlığın geleceği açısından hem faydalı hem de zorunlu olduğu noktasında bir anlayış gelişmiş olup gittikçe güçlenmektedir.

İslam ve medeniyet kavramları arasında bir ilişkinin kurulması kaçınılmaz olarak İslam dininin kurucu ve yönlendirici değerlerini ön plana çıkarmak anlamına gelmektedir. Zira İslam, kültür ve medeniyetin önünce geçen, onları içeren bir kısmındadır. İslamiyetin önemli özelliklerinden biri ulaştığı insan ve toplumları dönüştürerek onlar arasında daha önce bulunmayan tayin edici müşterekler ortaya çıkarmasıdır. (Cahiliye toplumunun dönüştürülmesi iyi bir örnektir.) Bölge, ırk, soy, sosyal ve kültürel farklılıkların ötesinde etkili olan ortak bir değer vardır. İslam medeniyeti dendiğinde genel olarak Müslümanların ortaya koydukları maddi ve manevi bütün başarılar kastedilmektedir.

Her medeniyet gibi İslam medeniyeti de tarih sahnesine çıkarken kendi dışındaki birikimleri tevarün etmiş, fakat kısa süre içinde her alanda kendi özgün formlarını üretebilmiştir.

İslam medeniyetinin tarihi başarılarının ve bunlar hakkında yapılmış modern araştırmaları başlıklar halinde tespit etmek için bile ciltler dolusu katalogların ve indekslerin yayımlanası gerektiği göz önüne alındığında söz konusu medeniyet tecrübesinin inkârı mümkün değildir. Ancak böyle bir kabulün anlamlı olabilmesi için İslam medeniyetinin özgün formları ile ilkelerini İslam vahyinden aldığını kavramak gerekir. Daha sonraki dönemlerde nispeten zaafa düşmüş olan bu medeniyetin, bütün insanlık için yararlı olacak şekilde yeniden aynı ilkelerle sağlıklı bir temas kurmak sebebi ile gerçekleşebileceği herkesin kabul edebileceği bir düşüncedir.

DİN KÜLTÜR VE MEDENİYET İLİŞKİLERİ

Bir düşünürün tanımına göre “kültür bir milletin tarih boyunca elde etmiş olduğu maddi ve manevi değerlerinin tümüdür.” Bu bağlamda kullanılan

Ekin—————– toplumların yaptıkları,

Hasat————— yapılanların sonuçları anlamına gelir.

Kültür bir milletin tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar elde ettiği birikimlerdir. Bunlar maddi anlamda; binaları, çarşıları, evlerde kullanılanlar, camiler, okullar, cadde-sokakla, pazarlar, bahçeler; manevi anlamda ibadetleri, arkadaşlıkları, komşulukları, misafir ağırlamaları, ikramları, beklentileri, anne-baba evlat ilişkileri, sanat edebiyat, kısaca hayatta vuku bulan tüm hadiselerdir. Bütün bunlar bir milletin birikimini ve anlayışını yansıtır.

Başka bir tanıma göre medeniyet milletlere ait bazı kültür değerlerinin birçok millet tarafından benimsenerek ortak duruma gelmiş bütününe verilen addır. Başka bir deyişle milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının tümüdür. Bu ortak değerlerin kaynağı faklı kültürlerdir. Yani kültür milli medeniyet milletler arasıdır.

Türkler, Araplar, İranlılar farklı kültürlere sahip oldukları gibi dinde bile farklı anlayışları bulunmaktadır. Ancak hepsi İslam medeniyeti içinde yer alır.

Alman, İngiliz, Fransız için de durum aynıdır. Bunlar pozitif bilimlerde aynı anlayışa sahip olup tekniği geliştirmede birbirilerine yakın yollar izlerler. Ancak dilleri, gelenekleri, ahlak anlayışları farklıdır. Aynı dine bağlı olsalar da din dışındaki tutumları farklılık gösterir.

Medeniyetin milliyeti yoktur. Bununla beraber kültürle medeniyet karşılıklı etkileşim halindedir. Kültür geliştikçe medeniyet ilerler. Medeniyet alanındaki gelişmeler kültür değerlerinin şekillenmesinde ve değişmesinde rol oynar.

Kültüf-Medeniyet Farkları :

Kültür yaşanır, medeniyet öğrenilir

Kültür toplumu, medeniyet bireyi öne çıkarır

Kültür kimi zaman akıldışı olabilir, medeniyet daima aklı rehber alır

Kültür bazen sert ve kıyıcı olabilir, medeniyet her durumda anlayışlı ve hoşgörülüdür

Kültür milli, medeniyet milletlerarasıdır

Dini temel alan düşünceler dinin içinde geliştiği toplumsal kültürden etkilenir. (doğum, ölüm, evlilik gibi kurumlarda bu çok görülür)

Din bireyleri etkiler. Dinin birçok mesajı kültürün de mesajıdır. Kültür bölge ve coğrafyaya göre değişir.

Bazı kültürler din tarafından değişikliğe uğratılarak kabul edilir.

Din kendisi ile uyuşmayan eski kültür kalıplarını yıkar.(cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri gömülmesi olayı)

Boş ve değersiz kalıplar yeniden düzenlenir.(hac cahiliye döneminde şirk unsurlarını bulundururken İslamiyet onu korudu ama yeni bir anlayış ve ruh verdi)

Din yeni kültür getirmez. Yeni değerler ortaya koyar ve kültürü etkiler.

Medeniyet din ve kültürden bağımsız gelişemez. Bu değerler medeniyetlerin oluşumunda belirleyici unsurlardır.

 

http://ww3.ticaret.edu.tr/bgur/files/2013/05/sait-yaz%C4%B1c%C4%B1o%C4%9Flu_ders_notu.pdf 

Yazar
M. Sait YAZICIOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen