Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarih/çilik: Sevr ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik ve İdeolojik Boyut

 

Dr. Esat ÖZ

Giriş: Meselenin Takdimi

Türkiye’nin, Batı ile ilişkilerine hâkim olan tek yanlı bağımlılık siyasetinde sürüklendiği noktanın, 21. yüzyılın başına gelindiğinde çok daha görünür hâle geldiği ve önem kazandığı açıktır. Özellikle, Avrupa merkezci bakış açısının siyasî ve entelektüel temsilcileri tarafından tercih edilen, “Türkiye’nin AB’ye demirlemesi” tabirinin, bu açıdan taşıdığı sembolik değer büyüktür. “Türkiye’nin demirlenmesi meselesi”, aynı zamanda AB yönetiminin izlediği stratejinin özlü bir ifadesi gibidir. Zira, Türkiye’yi Avrupa’ya/Batı’ya AB çıpasıyla demirletme stratejisi, bir taşla iki kuş vurmanın en canlı örneklerinden birini oluşturur. Bir kere, Türkiye, bu yöntem ile “kendisi” olarak kalma ve millî vizyon sahibi olma imkânını kaybedeceği için, “uygarlaştırma” (Batılılaştırma) ameliyesinin uysal muhatabı olmaktan kurtulamayacaktır. İkinci olarak, böyle bir Türkiye, askerî ve ekonomik alanlarda stratejik kullanıma çok daha elverişli bir küresel konuma hapsedilmiş olacaktır.

İster muhafazakâr-teslimiyetçi, ister liberal-teslimiyetçi argümanlarla meşrulaştırılmaya çalışılsın; Türkiye-AB ilişkilerinin sağlıklı ve medenî bir zeminden yoksun olduğu gerçeğini örtbas etmek, yahut haklılaştırmak imkânsızdır. Yoksunluğun bariz göstergesi, AB’cilerin temel iddia ve söylemlerinin bizatihi kendisidir. Hem Türkiyeli Batıcıların hem de Türkiye’nin Batılı muhataplarının AB sürecini “terbiye etme aracı” olarak algılıyor ve tanımlıyor olmaları, çarpık ilişkinin en önemli kanıtlarından biridir. Bu sürece, kurumları ve kültürüyle birlikte millî devletin tasfiyesine yol açacağı için olumlu bakan kimi yaklaşımlar da söz konusudur. Rövanş/intikam duygusundan beslenen bu yaklaşım biçimi, aslında meseleye ne kadar “sığ” yaklaşıldığının bir göstergesidir. “Terbiye süreci”nin, kültürden inanç sistemine kadar çok geniş bir alanı kapsayacağını fark etmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Bizzat Batı’nın kendi emperyalist geleneğine rengini veren ana bakış açısının “barbarları uygarlaştırmak” olduğu bilinmektedir. Türkiye-Batı ilişkilerinin milâdı olarak AB sürecini esas almak ise, artık Batı’nın giderek daha fazla görünür hâle gelen dünya tasavvuru ve siyasetindeki ısrarını sansür etmekle aynı anlama gelmektedir.

Aslında bu durumun en fazla farkında olanların başında, hiç şüphesiz Türkiye’de kök salmış Batıcı geleneğin bugünkü militan temsilcileri gelmektedir. İlişkilere, “medeniyet değiştirme projesi” anlamında stratejik bir misyon yükleme bilinci, Batıcıların varlık sebebi olduğu için; diğer bir deyişle hem ahlâkî hem de siyasî pozisyonları itibariyle “öteki” tarafı temsil ettikleri için, sürece ilişkin yaklaşımları, Batı’nın hâkim çevrelerinin stratejilerine uyumlu olmaktadır. Bu sebeple, Türkiye-AB/Batı ilişkilerinin ayırt edici vasfı hâline gelen ikiyüzlü ve çifte standartçı politikaları hazmetme kapasiteleri hayli yüksektir. Yine, 20. yüzyılın başındaki Sevr siyasetinin 21. yüzyıla uyarlanmış biçimini, uygarlaşmanın (ya da değişim ve demokratikleşmenin) yegâne reçetesi olarak takdim etmelerinin temel sebebini de burada aramak gerekir.

AB’ye üyelik sürecinin içine yedirilmiş “toplum mühendisliğinin, aynı zamanda “din ve tarih mühendisliği” faaliyetlerini de içerdiğini teşhis etmek için, duyarlı bir bakış açısına sahip olmak şart değildir. Türk tarihine ve millî müştereklere tamamen yabancılaşmamış bir bakış açısının tespit edebileceği gibi, neoemperyalist yapılandırmaya hizmet eden “bölgesel ve kültürel kadastro çalışmaları”, bilhassa son birkaç yıldır belirgin bir hâl almış bulunmaktadır. Buna karşılık, Batı emperyalizminin 20. yüzyılın başındaki ortak eseri olan Sevr süreci ve antlaşmasına atıfla yapılan hatırlatmaları bir çırpıda “paranoya” ya da “kompleks” olarak tanımlayan zihniyet, popüler-medyatik yaklaşımı temsil etmektedir. Ama aynı zihniyet, 1915 Tehciri dolayısıyla “tarih”e giderek daha fazla “ilgi” duymakta ve müdahil olmaktadır.

Sevr eksenli tartışmalar ya da gelişmeler söz konusu olduğunda “Tarih”i “tarih” olarak tarif ve takdim eden entelektüel çevrelerin, mesele Tehcir-Soykırım tartışması olunca yaptıkları “tarihle yüzleşme edebiyatı”nı, hiç şüphesiz ciddiye almak gerekir. 2005 yılına damgasını vuran ve Türk (tarih) tezine sistematik saldırı platformuna dönüştürülen “Ermeni Konferansı” ve yankıları, bu açıdan bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Çünkü, millî tarih merkezli tartışmalarda sergilenen akademik ve medyatik muhalefetin, “geçmişe saplanıp kalmama propagandası”nı aşarak teslimiyetçi tarih bilinci ve ideolojisi inşa etmeye yöneldiği, dolayısıyla yeni bir kimlik tanzim etme projesine dönüştüğü görülmektedir.

Tarih bilincinin ve tarihçiliğin stratejik önemini keşfeden Batıcı-teslimiyetçi çevrelerin “tarih mühendisliği” işini ciddiye almaları boşuna değildir. Tek bir ortak yaklaşımdan bahsetmek zor olsa bile, alt yapısını millî tarih bilincinin oluşturduğu kültürel-manevî direnç noktalarının tahrip edilerek dönüştürülmesi, teslimiyetçi terminolojiyi kullanırsak “millî ve üniter devletin/statükonun tarihsel sacayağını çökertmek” anlamına geleceği için, hâkim bakış açısını yansıtmaktadır. Gelinen aşamada, bu bakış açısından mülhem bir tarih/çilik yaklaşımının hegemonik bir özelliğe kavuş(turul)ması gerekmektedir. Böyle bir durumda, “soykırım iftirası”nın reddedilmesi giderek imkânsızlaşacak, azınlıklar siyasetinin dayanılmaz ağırlığı kendini iyice hissettirecektir.

İşte, bu çalışmanın konusunu, son dönemde Türkiye’nin hem siyaset ve medya dünyasına, hem de entelektüel gündemine damgasını vuran gayrî-müslim azınlıklar sorunu ile Tehcir-soykırım tartışmalarının, bir taraftan reddedilen tarihsel değeri, diğer taraftan yeni bir “tarihçilik ideolojisi”ne ve onun popülerleştirilmesine hizmet eden boyutuyla değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Böylece, tarih ve tarihçiliğin günümüzde bir hayli güncel olmasının gerçek sebebinin, Sevr duyarlılığı mı, yoksa Batı’ya endeksli bir “gelecek” için yeni bir “geçmiş” inşâ etmek mi olduğu, daha iyi anlaşılacaktır.

Tarihin İdeolojik Kullanımı Eleştirisi Karşısında Milliyetçilik ve Emperyalizm

Millî devletlerin inşasında tarihin kullanımı ve tarihçinin rolü konusu, diğer bir ifadeyle “milliyetçi tarihçilik” meselesi, gerek tarih biliminin gerekse milliyetçilik çalışmalarının gündeminde kritik öneme sahip olagelmiştir. Gerçekten de, konuya salt akademik-bilimsel esaslar dahilinde yaklaşma iddiasındaki tarihçilerin yanında; milliyetçilik teorisi ve tarihine dair araştırmalarda da bu tartışma konusunun izleri derindir. Bilhassa anti milliyetçi perspektifin belirleyici olduğu çalışmalarda, millî kimliği ve milleti, yaratıcılık rolünü tarihçinin üstlendiği, seçilmiş tarihsel olgulara dayalı bir tasarım olarak tarif etme eğilimi çok güçlüdür.

Enrique Florescano’nun şu genellemesini hatırlatmak, bu bağlam içinde aydınlatıcı olacaktır: “Bir halka ya da ulusa ortak bir geçmiş kazandırmak ve bu uzak geçmişin içinde bir kolektif kimlik biçimlendirmek, tarihin toplumsal işlevlerinin belki de en eskisi ve en süreklisidir, çok eskiden keşfedilmiştir ve bu günde etkindir.1 Marksist tarihçi Hobsbawn ise, ünlü şarkiyatçılardan Ernest Renan’ın özel ilgi gösterdiği şu değerlendirmesine birçok çalışmasında atıfta bulunmaktadır:

“Tarih kılığına bürünmüş millet aracılığıyla geçmişe demir atan bir kimlik kültürünün standart örneği, milliyetçiliktir. Ernest Renan’ın yüzyıl önce gözlemlediği gibi, ‘Tarih araştırmalarındaki ilerlemelerinin bir ulus için sık sık tehlikeler oluşturabilmesi gibi, unutulma veya yapılacak bir tarihi hata, ya da bunun ifade edilmesi de bir ulusun doğuşunun temel unsurlarından biri hâline gelebilir.’ Zira uluslar, çok uzun bir zamandan beri varlarmış gibi yapan tarihsel roman varlıklardır.”2

Milletin/millî kimliğin varoluş problematiğinin, bu şekilde tahlil, daha doğrusu tasvir edilmesinin, her indirgemeci ve önyargılı bakış açısıyla aynı kaderi paylaşmaması imkânsızdır. Dolayısıyla, millî kimliği/devleti tarihsel tesadüf ve tahrifatlarla izah etmek kaçınılmaz olmaktadır. Bunun yanı sıra gözardı edilmemesi gereken nokta, milliyetçiliğin/millî devlet inşa hareketinin, tarih ile ilişkisinin gizli kapaklı bir ilişki olmadığıdır. Kendi özgün tarihine olan bağlılığı, bir başka kültürün/kimliğin bu ilişkiyi gölgelemesine izin vermeyecek ölçüde sadakati içermektedir. Aslında bu tartışma bağlamında masanın üstünde yer alması gereken bir başka soru(n) daha vardır: Kendini tarihin belli bir yorumuna göre konumlandırmayan, yahut tarihi belli bir bakış açısıyla fikir trampleni hâline getirmemiş herhangi bir ideolojiden söz etmek mümkün müdür

Bütün bunlara rağmen, millî duyarlılıkları gözardı etmeyen tarih okumaları ve/veya tarih/çilik anlayışları, günümüzde tek yanlı eleştirilere muhatap olmayı sürdürmekte; hatta neoliberal küreselleşmenin kışkırttığı entelektüel saldırılara maruz kalmaktadır. Medyatik-akademik aforoz etme seanslarına, toplumsal ve antiemperyalist duyarlılıkların da eklenmesi, aslında milliyetçilik/millî devlet karşıtı küresel koalisyonun yapısını ve emellerini açığa vurması bakımından önem taşımaktadır.

Son yıllarda, neoliberal küreselleşme sürecinin derinleşmesiyle birlikte, bir yandan millî kimliğe/devlete/bağımsızlığa yönelik tehditler artarken, diğer yandan etnik ve dinî farklılıkları bileyleyen, bir bakıma “mikro kimlik arkeolojisi”ne aşırı ilgi duyan bir eğilim gelişmektedir. Bu çerçevede, mikro kimlikler ve azınlıklar sorununa endeksli bir tarihçilik anlayışının, küresel hükümranlık sistemince ödüllendirilen popüler ve muteber bir tarihçilik olarak ön plana çıkartıldığı gözlenmektedir. Aynı sürecin diğer yüzünü ise, şüphesiz millî tarihin ve tarihçiliğin, hem akademik hem de sosyal hayatın dışına atılması için entelektüel engizisyona muhatap kılınması oluşturmakta; biri olmadan diğeri olamayacağı için de her iki işin koordineli biçimde icra edilmesi gerekmektedir.

Neoliberal küreselleşme çağının hâkim değerleriyle olabildiğince uyumlu bir tarihçilik anlayışının stratejik görev alanları, bu şekilde tayin edilirken; ideolojik karakterinin de ister istemez bunu tamamlayan bir yapıya bürünmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu süreçte devşirilen entelektüellerin, genellikle millî tarih tezlerine yahut milliyetçi duyarlıklara karşı gelişen alternatif/eleştirel tarihçilik geleneği içinde yer alanlardan çıkması, tesadüf değildir. Türkiye özelinde daha iyi izlenebilen bu entelektüel değişimin, salt bir akademik tartışma ve duruş olarak değerlendirilmesi de artık imkânsızlaşmaktadır. Hatta, eleştirel yahut alternatif tarihçilik sıfatının meseleyi tek başına izah edememesinin yanı sıra; ortada, bazen “hümanist-evrensel”, bazen “kozmopolit”, bazen de “sivil” etiketini kullanan, Batı’nın küresel hükümranlık sistemi ile barışık ve neoliberal gündemle senkronize bir tarihçilik yaklaşımı bulunmaktadır. Eleştirel/alternatif gibi sıfatlar ise, yeni Batıcı-teslimiyetçi tarih tezi bakımından, artık ya arkaik sıfatları ya da millî devlete/millî tarihçiliğe yönelik eleştirilerde zaman zaman kuşanılan akademik silahları ifade etmektedir.

Böyle bir medya destekli tarihçilik dalgası karşısında, milliyetçilik-tarih ilişkisine yöneltilen eski-yeni eleştirilerin temelden sorgulanması, kaçınılmaz olarak zarurî hâle gelmektedir. Çünkü, neoliberal küreselleşmenin millî devlet ve kimlik karşıtı klişe argümanlarına tarihsel çalışmalarla lojistik destek sağlayan bir entelektüellik anlayışı, tarihçilik tartışmasını, akademik alanın dışına zaten kendiliğinden taşımış olmaktadır. Millî tarih çalışmalarına yönelik keskin önyargılarla birlikte, mikro kimlik tarihçiliğinin de ödüllendirilmesi, meselenin stratejik ve ideolojik bir boyutunun bulunduğunu göstermektedir.

Millî devlet düşüncesi ve projesini tarihi istismar etmekle suçlayan bir entelektüel gelenek, ironik biçimde tarihe seçici ve indirgemeci bir bakış açısıyla yaklaşarak küresel değer ve taleplere olabildiğince açık bir teslimiyetçilik kültürüne hizmet etmektedir. Ayrıca, teslimiyetçilik kültürünün en önemli bileşenleri arasında, sorunlu ve parçalı kolektif kimlikler curcunası ile yeni “tarih(sizlik) bilinci”nin yer aldığını unutmamak lâzımdır. Bu bakımdan da, günümüz dünya jeopolitiğinde tarihin çok farklı alanlarda stratejik ve kültürel kullanımlarına ilişkin zengin örnekleri ihmal etmemek; millî tarih tezlerine popüler değişim söylemiyle entegre olarak yöneltilen eleştirilerin tahlilini çok iyi yapmak gerekir.

Edward Said’in Şarkiyatçılık isimli klasik eserinde 19. yüzyıl emperyalizmi için yaptığı, zamanın entelektüel ilgi alanları ile siyasî stratejiler arasındaki mükemmel işbirliğine dair tahlilini, 21. yüzyılın başlarına damgasını vuran rafine emperyalizm bağlamında da düşünmek için pek çok sebep vardır. Said’in şu değerlendirmesi bu açıdan bir hayli önemlidir:

“Örtük Şarkiyatçı öğreti ile açık Şarkiyatçı deneyim arasındaki yakınlaşma, hiçbir zaman Birinci Dünya Savaşının bir sonucu olarak Asya’daki Türk topraklarının parçalanmak üzere İngiltere ile Fransa tarafından gözden geçirilmesinde olduğu kadar çarpıcı biçimde ortaya çıkmadı. Ameliyat edilmek üzere orada, cerrah masasında, tüm zayıf yönlerini, ayırıcı özelliklerini, topografik hatlarını gözler önüne seren Avrupa’nın Hasta Adamı yatıyordu. Bu ameliyatta Şarkiyatçı, özel bilgisiyle, paha biçilemeyecek ölçüde önemli bir rol oynadı.”3

Gerçekten de yakın geçmişe damgasını vuran Batı’nın “Şark siyaseti”nin, günümüzde de stratejik önemini koruyan canalıcı bir mesele olmaya devam ettiğine dair pek çok delil bulunmakta; yine bu süreçte, Şarkiyatçılık ile Şark meselesi siyaseti adeta bir elmanın iki yarısını oluşturmaktadır. Zamanımızın şarkiyatçıları, benzeri bir işlevi yerine getirirken yerli şarkiyatçılarla işbirliğini daha da zenginleştirmiş gözükmektedir. Azınlık haklarının bağımsız devletçiklere geçişte araç olarak kullanılmasından Soykırım meselesine, Fener Rum Patriği’nin ekümenlik davasından küresel kapitalizme bağımlılığın kurumlaştırılmasına kadar birçok konu, dün olduğu gibi bugün de gündemdedir; hatta Türkiye odaklı strateji ve politikaların demirbaşı gibidir.

Buna rağmen, medya ve düşünce dünyasında, tarihin tanıklığına yönelik haksız eleştiriler prim yapmakta; hatta kimi tarihçiler tarafından, geçmişin güncelleştirilmesi olarak tanımladıkları “tarihsizleştirme” suçlaması yöneltilmektedir4. Tabiî bütün bu manzara, tarih ve tarihçilik başta olmak üzere, akademik tartışmaların da, giderek ana lehçesini değişim ve tabu yıkıcılık retoriğinin oluşturduğu resmî neoliberal söylemin yörüngesine girdiğini resmetmektedir.

Neoliberal küreselleşmenin düşünce dünyasındaki hakimiyet sahasını genişletmesine paralel olarak; tarih, tarihçilik ve tarih eğitimi konusu da bu sürecin gündeminde yer etmeye başlamıştır. Bu bağlam içinde, tarihin ve tarihçinin millî devlet ve kültürün mevcudiyetindeki stratejik rolünün farkında olan ve bu rolü tersine çevirmek isteyen bir yaklaşım dikkati çekmektedir. Zira, neoliberal küreselleşme önünde potansiyel sorun alanı olarak görünen millî devlet ve kültür engelinin ortadan kaldırılmasında, tarihin ve tarihçiliğin kullanılması, sadece entelektüel değil, aynı zamanda kültürel bir yöntemi ifade etmektedir.

Tarihçinin toplumsal ve akademik sorumlulukları üzerine kafa yoran araştırmacılar, bazen genel bir ilke tartışması esnasında, bazen de doğrudan bu konu üzerinde dururken, aslında meselenin milliyetçi tarihçilikle sınırlandırılmayacağım kabul etmektedirler. Meselâ Hobsbawn, yukarıda milliyetçilik-tarih ilişkisi bağlamında atıfta bulunduğum makalesinin sonuç kısmında şunları söylemektedir: “Tarih yazıcılığının yürürlükteki ideoloji ve politikalardan bağımsız olamayışının, tarihin kötüye kullanımına yol açtığı doğrudur.”5 Nicolo Gallerono ise, “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı” başlıklı önemli makalesinde şu nihaî değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Tarih, günden güne siyasî mücadelenin bir aracı olarak kullanılmaktadır; ama aynı zamanda iktidardaki siyasal sınıf içerisinde tam anlamıyla yerini almış bir diyalogdur. Burada tarih, büyük tutunumuna ve ideolojik söylemlere ilişkin bir inşaat sahası olarak veya en azından anlam inşaları olarak ortaya çıkmaz. Daha çok, sonraki polemiklerde yararlı olacak, az ya da çok rastlantısal örnek balıkların tutulduğu bir havuzdur. Artık amaç, bir insanı eğitmek değil, tarihten yararlanarak politik gösterilerle alıcı kitleye ulaşmaktır.”6

Hem akademik hem de siyasî yönü bulunan bu tarih(çilik) tartışmasına, Türkiye ile benzer tecrübelere sahip ülke tarihleri zemininde yaklaşıldığında, meselenin ihmal edilen bir başka boyutu daha olduğu anlaşılacaktır. Tarih-milliyetçilik ilişkisi karşısında kopartılan entelektüel fırtınanın, kozmopolit-Batıcı tarih yaklaşımlarıyla birlikte ele alındığında fazlasıyla ideolojik kalması bir yana, Batı’nın geleneksel emperyalist politikaları bakımından da mutlaka tahlil edilmesi gerekmektedir. Özellikle sömürgeci yönetimlere yahut işgallere karşı gelişen tarih bilinci ile buna dayalı tarihçilik yaklaşımında milli(yetçi) duyarlıkların yer etmiş olmasından daha tabiî bir gelişme olmayacağı açıktır. Dolayısıyla, bazı tarihî ve kültürel sembollere dair hassasiyetin canlı olmasında yadırganacak bir yan yoktur. Bunun için, “millî tarih(çiliğ)e” yönelen ve bir çoğu da Batı’nın küresel egemenliğine hizmet eden eleştirilerin, stratejik ve ideolojik mücadelenin birer aracı olarak değerlendirilmemesi imkânsızdır. Böyle bir tablo karşısında, işgal ve/veya sömürge yönetimlerine dayalı tarihsel tecrübeleri gözardı eden ya da aklama işlevi gören, bir tür “teslimiyetçi tarih bilimi ve bilinci”nden söz etmek kaçınılmaz olmaktadır.

Güncellik-Tarihsellik Tartışması Işığında Sevr Süreci ve Stratejisi

Türkiye’de, ayrılıkçı hareketlerin gerek siyaset gerekse şiddet yöntemleriyle sesini iyice yükselttiği ve Batı başkentlerinde açıkça himaye gördüğü yılların başlangıcı olan 1990’ların ilk yarısı, aynı zamanda Sevr tecrübesinin hatırlandığı yıllar olarak önem taşımaktadır. AB yönetimlerinin Türkiye’yi esir alan üyelik müptelâsı siyasi tavırları fırsat bilerek izlediği politikalar, Sevr sürecinin yöntemlerini ve ilkelerini çağrıştıran bir yapıda olmuştur. Demokratikleşmenin etnik ve dinî azınlıkların özerkleşmesine indirgenmesi, geçmişte Sevr süreci ile hayatiyet kazanamayan birçok düzenlemenin giderek AB taleplerine dönüşmesi, haklı olarak Sevr endişesinin büyümesine yol açmaktadır.

Osmanlı’nın parçalanıp yıkılışını tescil eden Sevr Antlaşmasının, bugünkü Türkiye’de millî hukuku ve onuru önemseyenler ile Batıcı/teslimiyetçi unsurlar arasındaki mücadelede bir sembol hâline dönüşmesinin temelinde, bu gelişmeler yatmaktadır. 2000’li yılların başına kadar “Sevr sendromu” ifadesi ile tutumunu netleştiren AB’ci zihniyetin, Birlik yönetiminin vesayetçi uygulamalarını derinleştirmesiyle birlikte Sevr’in referans değerini örtülü de olsa kabul eden bir noktaya doğru evrildiği dikkat çekmektedir. Çünkü “Sevr sendromu yahut paranoyası” tanımlamasında, Sevr düzeninin reddi anlayışının başlangıçta yeterince net olmadığı görülmektedir. Şöyle ki, Sevr korkusu, tarihin çarpıtılıp abartılarak bugüne taşınması biçiminde değerlendirilmekte ve statükoyu korumak isteyenlerin marifeti olarak addedilebilmektedir.

Oysa, 1915 Tehciri’nin Soykırım olarak kabul edilmesi yönündeki uluslar arası faaliyetlerin artması, yine AB yönetiminin “ön şart stratejisi” içine soykırımı da dahil etmesiyle birlikte, tarihin güncelliğini kaybetmediği anlaşılmaya başlanmıştır. Artık, Türk devleti ve toplumuna yöneltilen “tarihinizle yüzleşin” dayatması ön plandadır ve 20. yüzyılın başında yarım kalmış hesaplar tam bir yüzyıl sonra AB idealiyle inşa edilen bağımlılık zemininde yeniden açılmaktadır.

Sevr eksenli bir tartışmada cevaplandırılması zarurî olan bazı sorular vardır: Bunlar arasında; “Sevr’i önemli ve öncelikli yapan özellikleri nelerdir” şeklindeki genel bir sorunun yanı sıra; “Sevr hassasiyetini, paranoya olarak suçlamanın esas amacı ve anlamı nedir”, “Sevr’in ruhunu ve lâfzını açıkça reddetmeyen kimi teslimiyetçi yaklaşımları ciddiye almamak mümkün müdür” gibi kritik soruların da masanın üstünde olması ve cevaplarının aranması, şüphesiz asgârî bir vatanseverlik görevi ve aydın sorumluluğudur.

Gerçekten de, 19. yüzyıl boyunca Sevr’e giden yolu ifade eden Batı’nın emperyalist nüfûz siyaseti ile Sevr Antlaşması’nda resmedilen Anadolu projesine, ister aydın, isterse vatanseverlik ahlâkı açısından yaklaşılsın; Türkiye’nin yarınları için bugünden endişe duymamak imkânsızdır. Unutulmamalı ki, emperyal(ist) Avrupa’nın 19. yüzyılda sürekli körüklediği “reformizm (ıslahatçılık) tutkusu,” kısa zaman içinde “ıslahatçılık sarmalı”na dönüşmüş; Avrupa’dan icazet almak, yalnızca siyasî bir mecburiyet olmaktan çıkmış, aynı zamanda medenî ve modern olmanın gereği hâline gelmiştir.

Paul Dumont, bir madolyonun iki yüzünden farksız olan 1856 Hatt-ı Hümayûnu ile ondan bir ay sonra imzalanan Paris Barış Antlaşması hakkında yaptığı değerlendirmede bu noktaya da dikkat çekmektedir: “1856 Hatt-ı Hümayûnu, içerde bir dizi reformlara gitmekle yetinmemekte; Batı nüfuzunun imparatorluğa gitgide artacak olan girişinin temellerini atmaktadır… Paris antlaşması, Sultan için elverişli görünüştedir, ama diplomatik dili çözmede ufacık bilgisi olan bir kimse bile, büyük devletlerin imparatorluğun işlerine burunlarını sokma isteğini ayan beyan görür onda….’7. Paris Antlaşması’nda iyice ortaya çıkan dostluk ve ıslahat görünümlü müdahalecilik stratejisinin, bugünkü AB yönetiminin uyguladığı stratejiyle kan bağı oldukça açıktır.

Avrupa’nın emperyal genetiğinde yer etmiş olan bu stratejinin bir değer temel aracını, kuşkusuz azınlık politikaları oluşturmaktadır. Bu mesele üzerinde uzun uzadıya durmak, yazının konusu olmadığı için, değerli tarihçi Cevdet Küçük’ün önemli bir yazısından şu değerlendirmeyi aktarmak yeterli olacaktır:

“Emperyalizmin Türkiye’ye girişini azınlıkların ekonomik ve sosyal gelişmelerinden ayrı olarak incelemek mümkün değildir. Emperyalist devletler, 19. yy’da Osmanlı ülkesi üzerinde giriştikleri mücadelede kendilerine verilmiş olan himayeci haklara dayanarak ortaya çıktılar. Bölgeyi ve gelenek-göreneklerini yakından tanımaları… geniş ticarî kabiliyet ve tecrübelerinin olması, azınlıkları Avrupalılar için vazgeçilmez, tabiî bir ortaklık mevkiine yükseltti. Emperyalistler hem kendi sermayelerinin emniyeti hem de ortaklarının refahı için, her vesilede Osmanlı Devleti’ni sıkıştırarak çeşitli menfaatler koparma devri başlamış oldu.”8

Stanford Shaw’dan yapacağım bir başka alıntı ile azınlık bahsini şimdilik kapatmak istiyorum: “Osmanlılar, dünya tarihi boyunca başka yerlerde başka istilacıların yaptığı gibi, istila ettikleri yerlerde yaşayanları din değiştirmeleri için zorlamayı reddetmemiş olsalardı, Osmanlı İmparatorluğu’nu son yüzyılında büyük zaafa düşürecek hiçbir azınlık sorunu olmayacaktı.”9

Osmanlı Devleti’ne fiilen son veren Anadolu’yu işgâl sürecine resmiyet kazandıran bir belge olan Sevr Antlaşması, bu ayırt edici özelliği dolayısıyla Osmanlı’yı (Türklüğü ve İslâm’ı) Avrupa’dan söküp atma ve Türkiye’yi paylaşma davasının, yani “Şark Meselesi”nin tamamlanmamış nihaî aşamasıdır. Şark meselesi, aynı zamanda, kendi aralarında nisbî uyuşmayı temin eden Avrupalı egemen güçlerin, “ortak öteki”ni düşmanlaştırma stratejisinin bir tezahürüdür. Avrupa emperyalizminin Osmanlı devletini/ülkesini denetim altına alma ve kaynaklarını kullanma sürecinde uyguladığı birçok yöntemin, 21. yüzyılın başındaki Türkiye-Batı ilişkilerinde kullanılan yöntemlerin ilham kaynağını oluşturduğunu tespit etmek için ayrıntılı araştırmalara ihtiyaç yoktur. Bunun aksini iddia eden tarihçi ve yazarlar, zaten ya bu yöntemleri meşru görüp benimseyenler, ya da Batı’nın emperyalist stratejiler gütmeyeceğine dair güçlü bir inanca dayanan Batıcılık felsefesini savunanlar olmaktadır. Yeni Sevr süreci tartışmalarında gittikçe daha fazla ön plana çıkan gayrî millî tavır ve düşünceler, işte bu tür bir Batıcılığın yahut entelektüel taşeronluğun varlığına işaret etmektedir.

Batılı devletlerin çıkarlarını maksimize etmek ve dünya siyasetindeki ağırlıklı konumlarını muhafaza etmek üzere geliştirdikleri emperyalist politikaların, tarihsel bir olgu olduğu kadar, güncel bir strateji olmaması için de esaslı bir neden yoktur. Bugünün dünden belki de en önemli farkı, demokrasi ve insan hakları siyasetinin ciddi bir kamu diplomasisi faaliyeti olarak yürütülüyor olmasıdır. Yoksa, 19. yüzyıl Batı emperyalizminin Osmanlı yönetimleri karşısında insan hakları stratejisini kullandığı; liberal hükümetler döneminde İngiltere’nin emperyalist siyaset takip etmeye devam ettiği bilinmektedir. Meselâ, İngiltere’nin Osmanlı Politikasını “Şark Meselesi” bağlamı içinde yeni baştan tanzim etme süreci, liberal Parti başkanı Gladstone’nin 1880 yılında seçimleri kazanıp hükümeti kurduğu döneme denk gelmektedir.10

Dünkü Batı’nın ortak çıkarlarda uzlaşmasını yansıtan Sevr Antlaşması’nın temel araçları ve hükümleri ile, Türkiye’nin bugünkü Batı eksenli gündemi arasında esaslı bir fark bulunmamaktadır. Ermeni ve Kürt politikaları, Hıristiyan azınlıkların durumu, Boğazların ve İstanbul’un statüsü, doğal zenginliklerin paylaşılması, önemi hiç azalmadan güncelliğini koruyan tarihsel meseleler olarak ilişkilerin sistematik gündemini oluşturmaktadır. Fakat AB idealine medyatik kuşatıcılığı ile beraber kazandırılan kurtarıcılık misyonu, Türkiye’nin millî varoluş temellerine yönelik tehditlerin bile yeterince ciddiye alınmamasına ya da yasal ilişki statüsü içinde tanımlanan gereklilikler biçiminde sunulmasına imkân tanımaktadır. Dolayısıyla bu süreçte, kimi Sevr hükümleri, bazen kılık bile değiştirmeden çağın gereği olan değişimin bir adımı, bazen de demokratikleşmenin olmazsa olmazları olarak hayatiyet kazanabilmektedir. Bu durumda, “Sevr paranoyası” suçlamasının yahut iddiasının biraz daha yakından irdelenmesi, şüphesiz hem gerekli hem de öğretici olacaktır.

Her şeyden önce altı çizilmesi gereken nokta şudur: Lozan sahipleniciliğini yahut Sevr reddiyeciliğini, “statükocu güçlerin abartılı refleksleri” olarak değerlendirmenin, meselenin esasına ilişkin bir tartışma olmadığı açıktır. Kendilerini neoliberal dogmatizmin büyüsüne kaptıran zamane entelektüellerin Batı merkezli küresel hükümranlık siyasetini algılayıp anlamlandırmakta zorluk çekmeleri pek tabiîdir. Bu misyonu bilinçli olarak üstlenen entelektüel lejyonerler için söyleneceklerse belli ve sınırlıdır. Onun için, ilk gruba girenler bakımından, Sevr’in günümüzdeki referans özelliğine, diğer bir deyişle Batı’nın emperyalist egemenlik sisteminin Ortadoğu’daki uzantılarının “Sevr tutkusu”na dair açık delilleri göstermek, belki faydalı olabilir.

Gerek Türkiye’deki, gerekse Irak’taki Batı’dan himaye gören ayrılıkçı hareketlerin elinde ve/veya kafasında, en önemli referans belgesi olarak Sevr Antlaşması bulunmaktadır. Ayrılıkçı örgütlenme ve terörün görünürlük kazandığı yılların, aynı zamanda bu tür oluşumlara uluslar arası desteğin arttığı yıllar olduğu unutulmamalıdır. Avrupa devletlerinin doğrudan ya da dolaylı desteğiyle palazlanan ayrılıkçı hareketler Sevr’i tarihsel kanıt olarak kullanma eğiliminde olmuşlardır. İlk önemli uluslar arası konferanslardan biri olan 18 Mart 1991 tarihli Stockholm Konferansı’nın dökümanları incelendiğinde bu açıkça görülmektedir. Konferans sonunda yayımlanan bildirgede doğrudan Sevr Antlaşması’na atıfta bulunularak Büyük Kürdistan hedefi ortaya konmaktadır.11 Yakın geçmişte KDP tarafından Federal Irak ve Irak Kürdistanı için hazırlanan Anayasa taslağında, meşruluğun tarihsel temeli olarak Sevr Antlaşması’nın gösterildiği bilinmektedir.12

Sevrperverlik, şüphesiz sadece bunlarla sınırlı değildir. Avrupa’nın kendi içinde de, Sevr Antlaşması’nın yalnızca ruhunu değil, lâfzını da yaşatmak isteyenlerin varlığı ve faaliyetleri dikkat çekici boyutlardadır. Fransa’da Ermeni anıtının Sevr Sarayı önüne dikilmesinin13 mesajı, herhalde yeterince açıktır. Yine Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız parlamenter Jacquer Toubon’un, ilk kez açıkça Türkiye’nin Sevr Antlaşması’nın şartlarını kabul etmesi gerektiğinden söz ettiği bilinmektedir14. Her geçen yıl biraz daha belirginleşen AB’nin azınlık hukuku talepleri ile birlikte, Sevr sürecinin bir diğer parçası olan Ermeni sorununun soykırımı kabul etme baskısıyla yeni bir teslimiyetçi çözüm aşamasına sokulmak istenmesi ve Rum Ortodoks Patrikliği’ne resmî ekümenik sıfatının verilmesi için yapılan dayatmaların ayyuka çıkması dikkate alındığında; Türkiye’nin fiilen, 20. yüzyılın başındaki uluslararası siyasetin 21. yüzyılın başındaki şartlara uyarlanmış bir benzeriyle karşı karşıya olduğunu düşünmemek elde değildir.

Başta AB parlamentosu olmak üzere, neredeyse bütün Hıristiyan ülke parlamentolarının ardı ardına “Ermeni Tehciri”ni “soykırım” olarak tanıyan kararlar alması ve Türk tarihinin soykırımcı tezler doğrultusunda karalanması, Birinci Dünya Savaşı ile Türkleri yok ettiklerini düşünen Batılı siyasetçi ve gazetecilerin 20. yüzyılın başındaki “Barbar Türkler edebiyatı”nı çağrıştırmaktadır. Aradaki kayda değer fark, soykırımcılığa kadar varan bu tür nitelendirmelerin, genellikle “tarihle yüzleşme” gibi örtülü bir jargonun içine yedirilmiş olmasıdır. Misyonerlik faaliyetlerinin yaygınlaşması da göz önünde bulundurulduğunda, “yeni Sevr tehlikesi” için uyarıcılık misyonunu üstlenmek, her namuslu aydının temel vazifesi olmaktadır.

Buna karşılık, Türkiye’de böyle bir millî ve ahlâkî sorumluluğu, “Sevr paranoyası” yahut “Sevr sendromu” olarak tanımlayanlar oldukça etkindir ve yalnızca Batı’nın değil, hâkim medyanın da muteber entelektüelleridir. Türkiye’de bazen Lozan Antlaşması ve azınlık hukuku bazen de Ermeni Soykırımı iddiaları vesilesiyle gündeme gelen tarih referanslı tartışmalarda, “Sevr uyarısı” yapanlara yönelik karalama kampanyalarına rengini veren bir başka husus, Batılı egemen siyaset ve medya elitinin Türkiye’ye özgü yaklaşımları ile Türkiye’deki “Batıcıların” değişim ve demokrasi söylemlerindeki benzerliğin düşündürücü düzeyde olmasıdır. Gerçekten de, bu neoliberal ittifak bünyesindeki işbirliği ve uyum, müşterek kavram, değer ve hedefleri paylaşmayı da kapsayan ileri bir düzeyi temsil etmektedir. Yeni Batıcı/teslimiyetçi dilin varlığını ve işlevselliğini, Türkiye’de gündem oluşturan her tür tarihsel arkaplana sahip tartışmada yakından gözlemlemek mümkündür. Bu dilin yeni ortak temalarından birini, dolayısıyla hedefini, Ermeni Konferansı ile Orhan Pamuk’un tipik Batıcı aydın çıkışları sırasında tedavülde bollaşan “Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi” oluşturmaktadır.

Neoemperyalizmin popüler gündemle iç içe geçmiş bu medyatik diline dair çarpıcı bir örneği, inceleme konumuza adını veren “Sevr eksenli tartışmalardan vermek, zannediyorum daha isabetli olacaktır.

İlk alıntımı, bir Batılının, İngiltere’nin eski Ankara Büyükelçisi’nin yazdığı bir makaleden yapmak istiyorum: “Sevr’e gelince. Açık olacağım. Türk ve yabancı, objektif bir yorumcuya göre, 21. yüzyılın başında Sevr bugünün gerçeği değil, tarihtir… Sevr hayaletini hortlatanların ilgilendikleri tek bir şey var: Türkiye’de modern bir toplumun gelişmesini ve 21. yüzyılın uluslararası toplumu ile entegre olmasını önlemek.”15 Bu ifadelere sirayet etmiş diplomatik nezaketsizlik ve üstünlük psikolojisi bir tarafa; fazlasıyla tanıdık olan bu tezin/suçlamanın değişik versiyonlarına, teslimiyetçi medya sütunlarında neredeyse her gün rastlanmaktadır. Büyükelçinin yazısından yaklaşık dört yıl sonra bir başka tartışma vesilesiyle yayımlanan bir makalede, hemen hemen aynı vurgular yer almaktadır:

“19. yüzyılın emperyalist paradigması çok daha inceltilmiş küresel paradigmalarla yer değiştirdi. Ama Türkiye’de bazıları için tarih, 20. yüzyılın başında dondu kaldı…Batı ile yaşanan her zorlukta, azınlıkların demokratik taleplerini her dile getirişlerinde, durumun nesnel bir analizini yapmak yerine ‘Tabii, amacınız Sevr’i diriltmek’ demek adetten oldu. Dahası, bu makus tarihin tekrar edeceğine olan sarsılmaz inanç mazohist bir nitelik kazanarak toplumsal kimliğimizi iğdiş etti.”16

Bu makalelerde serdedilen görüşleri doğru kabul ettiğinizde, hem Batılıların hem de Batıcıların Türkiye sevgisinin fanatizm düzeyinde olduğu zehabına kapılmamak çok zordur. Oysa, ne gerçekler böyledir ne de bu tür bir entelektüel ironinin elle tutulur tarafı vardır. Her şeyden evvel, her iki yazının/yazarın temsil ettiği pozisyonlara atfen sergiledikleri duyarlılığın, müthiş bir uyum ve işbirliği örneği oluşturduğuna şüphe yoktur. Hem Batılı, hem de Batıcı yazar, Sevr’in hiçbir şekilde dirilmeyeceğine, Sevr benzeri bir senaryonun gösterime girmeyeceğine dair mutlak bir inanç beslemektedir.

En azından, Sevr’in yakın tarihe damgasını vuran bir korkunç bir gerçek olması hasebiyle; Sevr tehdidinden yahut ihtimalinden söz etmenin, “Sevr’in dirilmeyeceğini iddia etmekten” çok daha sahici ve ahlâkî bir tavır olduğu açıktır. Bütün Batılı güçler ve devletler adına böyle bir teminatı, hem de günümüzü ve geleceği ihtiva edecek şekilde verme bilgisi ve becerisinin nasıl edinildiği merak konusudur. Sevr ihtimalinden yahut tehdidinden söz edenlerin medyatik engizisyonlarda yargılandığı bir ortamda, böyle bir tehdidin geçerli olmadığını ideolojik duruşlarının bir parçası hâline getirenlerin, topluma ve tarihe karşı en azından bir ikna borcu oldukları muhakkaktır. Ama bu borcun ödenmesi yerine, neoliberal değişim illüzyonu ile hiç oluşmadığı ispat edilmeye çalışılmaktadır.

Soykırım Tezinin Pazarlanması ve Türk Tarihinin Mahkûmiyeti

Burada, Ermeni Tehciri’nin boyutları ile soykırımcı tezlerin gelişimi üzerinde uzun uzadıya durulmayacaktır. Zaten, esas konumuzu doğrudan bu tür bir kronolojik değerlendirme ya da tarihsel vakıa tahlili oluşturmamaktadır. Amacımız, Türkiye’de teslimiyetçi medyanın lojistik desteğinde tohumları ekilen ve AB sürecinde filizlenen soykırım siyasetine temas ederek, yeni Batıcılık/teslimiyetçilik ideoloji ve pratiğindeki konumunu irdelemektir.

Ermeni tehcirinin, Batı’da soykırım olarak kabul görmesinde ve Türkiye’nin önüne sürekli “günah çıkartma” fırsatı olarak konulmasında, aslında pek şaşılacak bir yan yoktur. En başta, Batı’nın kolektif muhayyilesindeki ötekini ve barbarı oluşturan Türklerin, “soykırım suçu”nu işlemeyeceklerini düşünmeleri imkânsız gözükmektedir.17 Bu bağlamda üzerinde çok yönlü durulması gereken, soykırım iddiası ve itirafı meselesinin AB sürecine yedirilmesi; yine teslimiyetçi/Batıcı entelektüel sınıfın, “Türkiye’deki Diyaspora” fonksiyonunu da icra etmeye başlamasıdır.

Türk (tarih) tezine saldırma konusunda şartlanmış beyinlerce yapılan “soykırımcı devlet ve millet” değerlendirmelerinin geçmişi, daha eskiye dayanmakla birlikte; konunun kamuoyuna mâl edilmesi ve soykırım suçlamalarının alenileşmesinin milâdı, şüphesiz “Ermeni Konferansı”dır. Konferans, ilk planlandığı üniversitede ve Diyasporanın soykırımı anma gününün yıldönümünde toplanamamasına rağmen, yapılan tartışmalar ve medyatik destekler, soykırım stratejinin başarısında bir dönüm noktası olmuştur. Bunun için, hem konferansın destekçileri, hem de katılımcıların kimliği ve söylemleri, Türkiye’nin ve tarihçiliğin getirilmek istendiği noktanın irdelenmesi bakımından tarihî vesika değerindedir.

Konferansın konuşmacıları ile davetlilerinde gözlenen ortak nokta, Türk ve/veya resmî tarih tezinin yanlışlar ya da abartmalar üzerine kurulu olduğu iddiasının sahiplenilmesi, dolayısıyla hiçbir biçimde makbûl görülmemesidir. Bu yaklaşım, Tehcir yerine soykırım nitelemesine sıcak bakışı temin eden ilk genel tercihi ifade etmektedir.Bunun için, Batı başkentlerinde örgütlenmiş olan Ermeni diyasporasının desteğindeki Batı akademyasında biçimlenen “soykırıma dair yaygın ön kabuller”, bilimsel hatta evrensel doğrular olarak değerlendirilmekte ve benimsenmektedir.18 Böylece, “Türk tezi” yahut “resmî tarihçilik” yaklaşımı, “bilimsel soykırım tezi” karşısında en baştan mahkûm olmaktadır. Batılı egemen güçlerin “tabu yıkma” veya “değişim aşılama” mühendisi gibi faaliyet gösterenler ise, zaten resmî/Türk sıfatlarına sahip tarih tezine karşısında, durumdan vazife çıkartan bir yaklaşım sergilemektedir.

Batılılar ile Batıcıların Türkiye ortak paydasında işbirliği yapma sicillerine, “soykırım taraftarlığı” ile “Tehcir karşıtlığı”nın da eklenmesi, artık daha fazla ciddiye alınması icap eden bir meseledir. Böyle bir bakış açısının gelişip yaygınlaşması, tabii olarak Türkiye’deki tarih çalışmaları ile millî duyarlıkların doğrudan hedef hâline getirilmesiyle yakından ilgilidir. Medya ve kültür dünyasındaki ağırlığı ile birlikte, siyasî ve ekonomik yapılar üzerinde etki ve denetim mekanizmaları geliştirecek bir güce ulaşan Batıcı/teslimiyetçi çevrelerin yeni boy hedefleri arasında, Türk tarih tezinin yer alması boşuna değildir. Lâkin bu durum, sadece millî kimlik ve kültürü yozlaştırmanın bir aracı değildir; aynı zamanda Batı’nın egemen güçlerinin soykırım ve ekümenlik gibi taleplerini karşılamanın alt yapısını da hazırlamanın yoludur. Millî geçmişiyle bağları tamamen sorunlu hâle getirilen, bir bakıma tarihsizleştirilen bir toplumun/devletin, geleceğe ilişkin hiçbir ciddi ve özgün iddiasının kalmayacağı, tartışmaya açık olmayacak kadar bariz bir hakikattir.

Türk tarih tezini/yazınını değerlendiren bir yabancı yazar, 1914-1915 olaylarını soykırım olarak değerlendiren çalışmaların bilimsel olduğunu söylemekte ve bunların dikkate alınmamasını, pek çok müttefiki gibi eleştiri konusu yapmaktadır.19 Aynı yazar, Şark Meselesi’nin, yine bilimsellikten uzak dediği ve “Türkiye’de iyice klişeleşmiş formülâsyonu” olarak mahkûm etmeye çalıştığı millî tezi özetlerken, aslında kendi pozisyonunu açığa vurmaktadır. Yazara göre Türk tezi meseleyi şöyle ortaya koymaktadır: Avrupa devletleri azınlıkları koruma bahanesi altında, ayrımsız ve değişmez bir şekilde Osmanlı Devleti’ni bölme ve paylaşma politikasını izlemiş; bu amaçla Hıristiyan tebayı sistematik bir şekilde devlete karşı kışkırtmışlardır.” Yazar, daha sonra Şark Meselesi’ne dair kendi “bilimsel” bakışını ortaya koymaktadır: “Oysa Şark Meselesi’ne daha tarihsel bir bakış, onu farklı şekillerde kendilerine göre çözümleri olan, Osmanlı bölgesinin geleceği meselesi olarak kavrar. Aynı şey, Şark Meselesi’nin önemli bir parçasını oluşturan Ermeni meselesi için de geçerlidir.”20 Aslında, iki farklı bakış açısı olarak ortaya konanların, birbirinden farklı olmadığı görülmektedir. Kelimeleri ve kavramları ne kadar zorlarsa zorlasın, yazarın kendi değerlendirmesi bile, 19. yüzyıl emperyalizminin özünü yansıtan gerçekliğin bir itirafı olmaktadır. Ama buna rağmen, hem yazar ve hem de Türkiye’deki entelektüel yoldaşları, Batı’nın Türkiye’ye çöreklenmesiyle neticelenen 19. yüzyıldaki emperyalist politikalarını, tıpkı bugünkü neoliberal küreselleşmecilikte olduğu gibi, doğal ve modern bir süreç olarak algılanıp tanımlanmasını beklemektedir.

2005 yılı boyunca yoğun tartışmaları beraberinde getiren Ermeni Konferansı ile tezgâha konan Soykırım meselesinin, diğer bütün kritik konularda olduğu üzere tabu yıkma ve değişim vaazları ile gündeme taşındığı; Türk (tarih) tezinin, soykırım isnadını reddeden Tehcir teşhisinin en ağır eleştirilere maruz kaldığı dikkat çekmektedir. Dolayısıyla, esas amacın, insanî ve tarihî bir mesele hakkında ciddi ve samimi bir tartışma yürütmek yerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş temelleri üzerinde sarsıcı ve yıkıcı etkilere yol açabilecek tereddütler uyandırmak olduğu anlaşılmaktadır.

Konferans organizatörleri ile konuşmacıların, millî kimlik ve Cumhuriyet ile geçmişten bugüne hiç kapanmadan devam edegelen kan davaları bulunması da, bu yargıyı teyit eden bir başka faktör olmaktadır. Zira, “Tehcir tanımlamasına/tezine” duyulan düşmanca öfke, “tarihî bilgi noksanlığına yahut çarpıtılmasına yönelik akademik eleştiriler” şeklinde izah edilemeyecek kadar derin ve sistematiktir. Tehcir hadisesini soykırım olarak kabul ettirmek için, akademik serinkanlılığı ve iç tutarlılığı bir kenara bırakanların, Türklük ve/veya Cumhuriyet ile hesaplaşmanın peşinde oldukları gözlenmektedir.

Türk tarih tezi üzerinden yürütülen ve dış destekleri bulunan bu entelektüel Haçlı seferinde, tek başlarına kullanıldıklarında sloganik ve medyatik değeri yüksek sözcüklerin yanı sıra, doğrudan “Ermeni Soykırım terminolojisinden mülhem ifadeler de dikkati çeker. Tarihle yüzleşmek, geçmişin tutsağı olmamak, tabuları yıkmak, ilk grubu oluşturanlara dair en önemli örnekler arasında yer alır. Bu tür ifadelerin, Batı basınındaki Türkiye ile ilgili tartışmalarda ve soykırım ticaretinin siyasî mekânlarında yaygın biçimde paylaşıldığına tanık olunmaktadır. İkinci gruba dâhil olanlar ise, daha çok “soykırım terminolojisinin Türkiye’ye ve Türk’e özgü bölümünü oluşturmaktadır. Demokrat ve sosyalist olma iddiasıyla yayımlanan bir dergide yer verilen ve çoğu ertelenen “Ermeni Konferansı”na sunulacak tebliğlerden oluşan yazılarda, soykırım suçunun sabitliğine iman etmiş Diyaspora destekli akademik çalışmalarda ortak bir dilin paylaşıldığı açıkça görülmektedir. İnkârcı Türkler, tarihî şahsiyetlerin katliamcı olduğunu öğrenme korkusu, bilinçli unutkanlık, uluslararası bilimsel soykırım literatürünü gözardı etme ve Türk ortak suçluluk duygusu gibi, hem ön yargı hem de intikam duygularıyla yüklü ifadeler, bu durumun en bariz örneğidir.21

Bazı Batıcı yorumcuların iddialarının aksine, bu tür bakış açılarında “soykırım” kavramının doğrudan kullanılıp kullanılmamasının hiçbir önemi ve değeri yoktur. Çünkü, bu yaklaşımların soykırımcı tezin argümanlarından beslenmesi, yine Tehcir tezinin eleştirilme biçimi, ortada Soykırım suçunun işlendiğine dair peşin ve kesin bir hükmün varlığını kanıtlaması için yeterlidir. Özellikle, inkârcılık ve ortak suçluluk duygusu gibi vasıflandırmalar, dünkü ve bugünkü Türk devleti ve toplumunun “soykırım suçunun faili” olarak ilânından başka bir şey değildir.

Yerli ve yabancı soykırım lobilerine hâkim olan ortak dile dair son bir örneği, inkârcılıkta ısrar etmenin ciddi sorunlara yol açacağıyla ilgili karalama da ihtiva eden değerlendirmelerden vermek mümkündür. İlki, bir Yahudi soykırım araştırmacısının Ermeni sorununa temas ettiği kısımdan; “Türkiye’nin, şimdiki rejimin selefinin bir başka halkın katledilmesi üzerine hüküm sürmüş olduğu gerçeğini kabul edinceye kadar dengeli bir kimliğe sahip olamayacağı söylenebilir.”22 İkincisi ise, Türkiye’de Ermeni soykırımı propagandistliğiyle temâyüz eden tarihçi Taner Akçam’dan; “Cumhuriyet, Türkler için, imparatorluğun yıkıntıları üzerinde yükselen düşmanları tarafından bile saygıyla karşılanan kolektif bir projenin ahlâki zafer abidesi gibiydi ve bu haliyle daha önce yaşanmış yenilgilerin ve ölümlerin merhemi gibiydi. Türk toplumu, geçmişiyle yüzleşmediği ve travmanın anılarını tutarak bir tarihsel anlatı içine yerleştiremediği sürece iyileşmeyecektir.”23 Kan davası psikolojisiyle kaleme alınmış bu yazı, “soykırım” olarak tanımlanan olayların Osmanlı-Türk tarafı ile İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet arasında kurduğu organik ilişkilerle devam etmektedir.

Görüldüğü gibi, Türkiye’nin AB kapısının önünde demirli tutulmasından millî kimlik ve saygınlık meselesine kadar, geniş ve önemli tartışma alanında, “Batılı” ile Batıcı arasında ortak bir tarih ve gelecek bilincinin mevcudiyeti söz konusudur ve bu durum, Türk tarihine ve tarihçiliğine yönelik ideolojik saldırılarda kendini açıkça belli etmektedir. Bakış açılarındaki üslûp ve ifade kardeşliğine kadar derinleşmiş olan yakın akrabalık bağları, son zamanlarda tedavüle sokulan “soykırım isnadı” vesilesiyle bir kere daha teyit edilmiştir. Artık tarih ve tarihçilik de, Batıcı/teslimiyetçi entelektüel kuşatmanın doğrudan hedefleri arasındadır. Çünkü bunun, millî devleti ve kimliği sahiplenme bilincinin sarsılması, dolayısıyla küresel egemenlik sisteminin siyasî ve kültürel nüfûz alanındaki manevî engellerin temizlenmesi bakımından taşıdığı önem büyüktür.

Tarihin Soykırım Yoluyla Araçsallaştırılması ve Jeostratejik Amaçlar İçin Kullanımı

Bir önceki tartışmamızda da işaret edildiği gibi, soykırım isnadının pazarlanmasında, mağdur bir halkın haklarını iade etmekten, yani Türk toplumunun bu insanî borcu gerektiği şekilde ödemesinden sıkça söz edildiğine, uzunca bir zamandır Batı’da, bir süredir de Türkiye’de tanık olunmaktadır. Aynı yaklaşıma göre, Ermeni toplumunun acılarını dindirmenin yegâne yolu budur ve bu, sadece insanî değil, aynı ölçüde ahlâkî bir beklentidir. Türk devleti ve toplumunun “çağdaş ve uygar”, daha doğrusu Batı’nın dışlamayacağı bir niteliğe kavuşmasının adımlarından birini, zaten böyle bir “kolektif itirafçılık eylemi” oluşturmaktadır.

Bu tür millî ve tarihî boyutlara sahip meselelerde sıkça başvurulan “tabulardan kurtulma retoriğinin görünürdeki cazibesine aldanmamak, bilâkis arka planıyla birlikte sorgulamak gerekir. Çünkü, tabu yıkma söyleminin cazibesine kapılıp duyarlılıklar kaybedildiği takdirde, hem proje sahiplerinin niyetleri hem de tabu yıkma sürecinde entelektüel tetikçilik rolü üstlenenlerin özellikleri tamamen göz ardı edilmiş olunacaktır. Bir milletin/devletin, soykırım gibi ağır bir suçu kabul etmeme konusundaki samimi ve ciddi tutumunu, ısrarla “inkârcılık” yahut “tarihle yüzleşememek” olarak değerlendirip karalamak, olsa olsa kan davası anlayışının bir tezahürü olabilir. Bunun için, ne Diyasporanın ne de etkisi altındaki çevrelerin meseleye, Türk milleti ve devletinin “soykırımı” insanlık dışı bulup kendisine böyle bir suçun izafe edilmesini şiddetle reddetmesi olarak bakmaları imkânsız gözükmektedir. İntikam duygusu ile şartlanan bu çevrelerin, Türk tezi ve tarihini tartışırken geliştirdikleri bakış açısı bunu kanıtlamaktadır. Özetlemek gerekirse, 1915 Tehciri, onlar açısından, tartışmaya açık olmayacak kadar açık bir soykırım suçudur. Özellikle bu olayda, suçluluk hâli, derecesinde hiçbir eksilme olmadan genetik olarak diğer nesillere intikal etmektedir.

Gerek geçmişte olayların yaşandığı Türkiye coğrafyası, gerek meseleye Diyasporanın kazandırdığı boyut ve gerekse meselenin taraflarının sahip olduğu özellikler; “Ermeni soykırımı iddiası”nın stratejik amaçlar için kullanımını ve istismarını mümkün kılmaktadır. Unutmamak gerekir ki, soykırımın en ağır insanlık suçlarından biri olması ve Diyasporanın lobicilik imkânlarının genişliği ve hatta tarafların Hıristiyan-Müslüman kimlikleri, meselenin dünya, bilhassa Batı kamuoyunun gündemindeki yerini bir ölçüde izah etmektedir. Ancak, konunun bu tarihsel ve güncel vasıfları, küresel iktidar mücadelesindeki yerini ve önemini izah etmekten uzaktır.

Aşağıda çeşitli örneklerine daha yakından tanık olunacağı gibi, hem soykırım suçu, hem soykırım suçunun mağdurları, hem de failleri, ne yazık ki birlikte yahut ayrı olarak, devletler arası ilişkilerde stratejik hamlelerin taktik bir adımını oluşturacak şekilde kullanılmaktadır. Soykırım suçunun çok hassas, dolayısıyla istismara açık bir konu olması, kamuoylarının bilhassa insan haklarına duyarlı olduğu dönemlerde yönlendirilmesi amacıyla kullanılmasına sebep olabilmektedir. Bu tür bir stratejik kullanımın tarihi, zannedildiği gibi meselenin sürekli ön planda tutulduğu Soğuk Savaş sonrası dönemle başlamamaktadır. Stratejik istismarın tarihi, aslında Batı’nın sistematik emperyalizm tarihiyle yaşıttır. Batı’nın uygarlık tekelini tek taraflı elinde bulundurma ideolojisi, doğal olarak “insan hakları” konusunda suçlama imtiyazını da içermektedir. Batı emperyalizminin Osmanlıya nüfûz etme çabalarının yoğunlaştığı 19. yüzyılda, bunun açık bir örneğine rastlanmaktadır.

Ermeni Tehciri’nin bir insanlık suçu olarak kullanılması ve Osmanlı-Türk yönetiminin dünya, özellikle Amerikan kamuoyu nezdindeki imajının karalanması, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yoğun olarak gözlenmektedir. Bir başka deyişle, savaş boyunca “Türk düşmanlığı”nı acımasızca kullanan İngiliz propaganda aygıtı, kamuoylarının manipülâsyonu ve insan haklarının istismarına dair zengin bir örnek oluşturmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’nın denetiminde kurulan Savaş Propaganda Birimi’nce finanse edilip dağıtılan yayınlar arasında, 37 tane “anti Türk-Osmanlı” propagandası yapılan, Ermeni Tehciri’ni istismar eden broşür ve kitapçık bulunmaktadır. Tarihçi Mc Carthy, bu propaganda biriminin önemini şöyle özetlemektedir:

“İngilizler düşmanlarını karalamakta ve savaşın gidişatını derinden etkilemekte çok başarılıydılar. Almanya’ya yönelik faaliyetler Amerika’yı ‘Gaddarlara’ karşı savaşa sokmak için bir araçtı. Türklere dönük propaganda ise, Türklerin gaddar birer katil olduğu konusunda kalıcı bir örnek teşkil ediyor ve önyargı yaratıyordu.”24

Ermeni Tehciri’nin, bir “insanlık suçu isnadı” olarak ilk stratejik kullanımı, görüldüğü gibi Tehcir ile aynı yıllara denk düşmektedir. Soykırım kavramının İkinci Dünya Savaşı’nı takiben hukuk literatürüne girmesiyle birlikte; hem Batı kamuoyunda güncel ve derin yaralarla gelişen aşırı hassasiyetten yararlanmak, hem de Türk devleti/milletini köşeye sıkıştırmak için “soykırım silâhı” daha fazla kullanılır olmuştur. Meselâ, devletler ve toplumlar arası ilişkilerin dışında, çeşitli dış destekli ayrılıkçı hareketler de “Soykırım İsnadı”na propaganda unsuru olarak başvurabilmektedir. Geçmişte Saddam yönetimine muhalefet eden kimi etnik unsurların, Kuzey Irak’ta yaşayanlara yönelik gaddarca yöntemleri “soykırım” olarak tanımlamaları dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, 15-17 Mart 1991’de toplanan Stockholm Kürt Konferansı’na sunulan bir raporda “Jenosid” (Soykırım) başlığının tercih edildiği görülmektedir.25

Özellikle 12 Eylül 1980 Askerî darbesinden sonra yurtdışına çıkan ve orada Türkiye aleyhtarı çalışmaların içinde olmaya devam eden bazı çevreler de benzer bir yöntemi benimsemişlerdir. Ayrılıkçı organizasyonların yanında, akademik çalışmalarda bulunanlar arasında da bu eğilim oldukça güçlüdür. Batı kamuoyu ve medyasını arkalarına almak isteyen bu çevrelere akademik ünvanlı bazı şahısların destek olması manidardır. Malûm “Ermeni Konferansı” ile Türk kamuoyunun da aşina olduğu tarihçiler Doç. Taner Akçam ile Prof. Fikret Adanır’ın, Almanya’da katıldıkları birçok toplantıda “soykırım tezi”ni seslendirdikleri not edilmektedir. Meselâ, Prof. Adanır, 2001 yılında Mülheim Protestan Akademisi’nin düzenlediği Ermeni Sempozyumu’nda “Ermeni Soykırımını Kürt Soykırımının öncüsü ilân ettiği” belirtilmektedir.26

Bu çerçevede bir başka düşündürücü örnek, görece daha yeni tarihli bir çalışmadan verilebilir. Sinan Özbek imzasıyla bir Alman dergisinde yayımlanan makalede, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının yanı sıra, “Alevi vatandaşlarımıza karşı işlenen suçların Yahudilere yapılanlarla” ilişkilendirildiği göze çarpmaktadır27. Türkiye/Türklük karşıtlığının tehlikeli bir boyut kazanmaya başladığının delili olan bu eğilim, şüphesiz soykırım kavramının istismar biçimine ve yaygınlığına dair çok önemli ve düşündürücü bir örnek oluşturmaktadır.

Devletlerin dış siyaset atraksiyonları çerçevesinde soykırımı kullanma biçimleri hakkında dikkat çekici gelişmeleri, 2005 yılı içinde yaygınlık kazanan parlamento kararları ve bunların stratejik anlamları zemininde ele almak yeterlidir. Bu konuda en ilginç örneklerden biri, Alman parlamentosunun konuya müdahil olma teşebbüsüdür. Bu ülkede sınırlı sayıdaki Ermeni nüfusun yanında milyonlarca Türk kökenli nüfus yaşamasına rağmen; Alman parlamentosu, 25 Haziran 2005 tarihli kararıyla Tehcir’i soykırım olarak anan ve onaylayan Batılı ülke parlamentoları kervanına katılmıştır. Nüfus dengesi bağlamında söylenmesi gereken, örgütlü Türkiye kökenlilerin önemli bir bölümünün milli meseleler konusunda muhalif bir duruşa sahip olmalarının Alman siyasetindeki Türkiye karşıtı girişimlere tepkiyi sınırlaması ve bunun da Alman yönetiminin elini rahatlatmasıdır. Dolayısıyla, Türk nüfusun yoğunluğuna rağmen, Alman devletinin/siyasetinin böyle bir kararı alması, örgütlü kamuoyları açısından dengenin Türkiye aleyhinde bozulması dışında, din faktörü ve dış politika stratejileriyle ilgili bir durumdur. Rusya ile ABD’nin Kafkasya üzerinde yoğunlaşan emperyal rekabeti, aynı zamanda bölge ülkeleri üzerindeki etkinlik meselesini gündeme getirmektedir. Bu rekabetin dışında kalmak istemeyen Avrupa’nın Fransa ve Almanya gibi emperyal geleneğe sahip devletlerini oyun alanına çekmekte; bu açıdan Ermenistan ihmal edilemeyen bir bölge devleti konumuna yükselmektedir.

Soykırım meselesinin, jeostratejik hamlelerde kullanımına, daha doğrusu istismarına dair başka çarpıcı deliller de sunmak mümkündür. Özellikle, Amerika’da iç politika ile dış politika arasında güçlü etnik lobiler üzerinden kurulmuş olan bazı dengeler, Türkiye’nin ABD’ye olan stratejik bağımlılığını pekiştirme aracı olarak kullanılmaktadır. ABD’nin küresel siyasetteki “süper güç” konumunun da etkisiyle, Amerikan kurumlarınca “soykırım suçlusu” ilân edilme korkusu, Türkiye yönetimleri üzerinde bir baskı aracına dönüşmüştür. Sadece “soykırım” sözcüğü telâffuz edilmediği için, 24 Nisan’daki Başkan Mesajları ile avunan, hatta övünen ülke idarecileri, “baskı aracı”nın işlevselliğinin en canlı göstergeleridir. Diyasporanın etkin lobi çalışmaları ile Batı kamuoyunda “soykırım zanlısı”, hatta “soykırım suçlusu” ilân edilen Türkiye’nin, Amerikan Kongresi’nin “resmî” tesciliyle “soykırım mahkûmu”na dönüşmesinin kaçınılmaz olacağına dair güçlü bir izlenim yaratıldığı için; ABD’deki iç siyasî dengelere bağımlılığı artan sınırlı bir Türk dış politikası hakikati ortaya çıkmaktadır.

Ağır bir insanlık suçu olan soykırımın bu şekilde stratejik ilişkilerin bir aracına dönüştürülmesini teyit eden gelişmeler, Amerikan yönetimi ile Ermeni diyasporasının meseleye yaklaşımları mercek altına alındığında daha iyi gözlenmektedir.28 Ermeni lobisinin en son hazırladığı “Soykırım tasarısı”nın Uluslararası İlişkiler Komitesi’nde görüşülüp kabul edilmesi sürecinde de benzer bir gelişmeye tanık olunmaktadır. Dışişleri Bakan yardımcısının Komite başkanına gönderdiği mektupta, Amerikan yönetiminin soykırım tasarısının kabulüne karşı çıkışı şöyle gerçeklendirilmektedir: “Bu tasarıların, ABD ile Türkiye arasında, ABD’nin Doğu Akdeniz, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’daki geniş ulusal çıkarlarına ilişkin çabalarına zarar vermesi mümkündür… Türkiye, demokratik bir Irak kurma çabalarımızda, İncirlik üssünün askerlerimizi desteklemek için kullanımı da dâhil önemli destekler veriyor… Bu tasarıların kabulü, bütün bu çıkarlarımızı ters etkileyecektir.”29

Ülke çıkarları, daha doğrusu emperyal yayılmacılık merkezli bu karşı çıkış gerekçelerini, Ermeni Lobisinin sözcüleri, mantalitesi aynı olan bir yaklaşımla eleştirmekte ve reddetmektedir. Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi başkanı Ken Hachikian, Uluslararası İlişkiler Komitesi’ne gönderilen mektubu eleştirmek amacıyla Dışişleri Bakanı C. Rice’a gönderdiği yazıda şu görüşleri ileri sürmektedir:

“Bütün dünyada yaşayan Ermeniler ile birlikte ben de, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Türkiye’nin soykırımını inkâr kampanyasıyla işbirliği içinde olmasını öfkeyle karşılıyorum. Bakanlığınızın bu konudaki pozisyonuna olan itirazımı, ahlaki, jeopolitik ve demokratik açıdan dile getirmek istiyorum.”30

Bu iki belgede açıkça ifade bulan stratejik niyet, “soykırım isnadı”nın uluslararası siyasette bir mücadele ve müdahale aracına dönüştüğünü resmetmesi bakımından çok öğreticidir. Güncel olarak birbirinin “zıddı” iki siyasî pozisyonu temsil eden mektuplardaki gerekçelendirme biçimi, “soykırım meselesi”nin aslında dünden çok, bugüne ait bir mesele olduğunu göstermektedir. Soykırım suçunun, neredeyse birbirinin kopyası durumundaki jeopolitik gerekçelerle hem reddi hem de kabulünün savunuluyor olması; ortada, gerek tarihî gerekse hukukî ve ahlâkî bakımlardan derin zaafları olan bir “soykırım iddiası”nın bulunduğunu kanıtlamaktadır.

Millî Tarih Tezi Karşıtlığından Teslimiyetçi/Batıcı Tarih İdeolojisine

Türkiye’de, neoliberal küreselleşme süreciyle birlikte, kökten değişimcilik akımının finansörlerinin ideolojik tâbiyetine geçen okur-yazar takımı, son zamanlarda millî tarih ile problemlerini büyütmeye, dolayısıyla tarih(çilik) meselesine doğrudan müdahil olmaya başlamıştır. Bu tespit, özellikle son çeyrek yüzyılın entelektüel dönüşümlerine dair genel bir eğilime işaret etmektedir. Makalenin başında da vurgulandığı gibi, millî devlete yönelik olarak hem teorik hem de pratik zeminlerde yürütülen mücadelenin, tarih ve tarihçilik alanında derin tezahürlerinin olmaması imkânsızdır. Mikro/etnik tarihçiliğe verilen desteğin artması, neoliberal küreselleşme trendinin tarih araştırmaları düzlemindeki yansımalarından birini oluşturmaktadır. Entelektüel ilgi alanlarını, hatta duyarlılıklarını belirleyip yönlendirebilmek amacıyla “araştırma projeleri” aracının kullanılması, bu süreçte sıkça başvurulan ve başarılı olan bir yöntemi ifade etmektedir.

Türk tarihi ve tarihçiliği karşısında, “eleştirel” yahut “sivil tarih” sıfatlarını kullanan gayri millî yaklaşımların, zamanla neoliberal entelektüel gündem ile daha içli dışlı bir ilişki içine girdiği görülmektedir. Millî devlet karşıtlığının, yerel ve etnik tarihçilik ile birbirini tamamlaması, bu gelişmelere paralel olarak alt kimliklenme sürecinin derinleşmesi, millî kimlik ve tarih tartışmalarında anti-Türk ve anti-Cumhuriyet bilinçaltının dışa vurulmasını beraberinde getirmekte; AB/Batı bağımlılığının gelişmesiyle birlikte eski defterler yeniden kurcalanmaktadır. Buna karşılık, 19. yüzyıl emperyalizmi, Şark meselesi, Sevr süreci ve Batı’nın misyonerlik faaliyetleri gibi temel araştırma/tartışma alanları, gayrî-millî tarihçilik açısından, ya cazibesini kaybetmekte ya da negatif ayrımcılığa kurban gitmektedir.

Türkiye’deki millî-duyarlı tarihçilik anlayışı karşısında, kökten red ve yeniden inşa tercihlerini içeren yeni tarihçilik akımı ile bu çerçeve içinde yer alan tarih çalışmalarının, “sivil” yahut “eleştirel” olarak tanımlanıp sunulmak istenmesi, sadece ideolojik açıdan kıymet ifade etmektedir. Çünkü, yeni zamanların bu popülerleş(tiril)miş sözcüklerinin kullanımı, “resmî” ve “millî” sıfatlarının itibarının daha önceden sarsılmış olmasından istifade etme dışında, herhangi bir akademik ve ahlâkî kıymeti yoktur. Unutulmamalı ki, bu tür medyatik ve popüler sıfatların tercih edilmesi, ne tek başına anti-millî tarih tezinin inşasını temize çıkartmaya yetmekte, ne de millî/resmî tarih tezi karşıtlarını kendiliğinden daha demokratik ve akademik yapmaktadır.

Yine, Türk (tarih) tezi eksenli her tarihsel sorun ve tartışma bağlamında, hükmün, hep Batı’nın evrensel değerleri yahut stratejik talepleri paralelinde verilmesinin; herhangi bir tarih yaklaşımını/tarihçiliği, tek başına “sivil” ya da “eleştirel” yapmayacağı yeterince açıktır. Bilâkis, Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş dinamiklerini, dolayısıyla İstiklâl Savaşı’nı küçük düşürecek, “soykırım itirafçılığı”na örnek teşkil edecek “araştırmalar”a imza atacak, Şark Meselesi stratejisini bile Batı’nın uygarlaştırma projesi olarak takdim edecek bir tarih/çilik ideolojisinin, zamanın emperyal değişim ruhuna uygun bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Zaten, tarihin millî okumalarının karşısına alternatif olarak konan, son tahlilde teslimiyetçi ve/veya evrenselci tarih okumalarından başka bir şey olmamakta; “sivil” tarihçilik iddiasının, “Yeni Batıcılık Paradigması”nın tarihsel sacayağını oluşturmakla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, temel işlevi, millî kimlik ve tarih bilincini parçalamak; diğer bir ifadeyle, neoliberal küreselleşmenin istilâ sürecinde ortaya çıkan direnç noktalarında millî tarihçiliğin sağladığı lojistik desteği kesmek olmaktadır.

Neoliberal küreselleş(tir)me sürecinde tarihe ve tarihçiliğe yüklenen anlamların böyle bir ilişkiyi içerdiği, Batı’nın küresel hükümranlık stratejisi ile bu stratejinin önemli bir aracı olan “projeler aracılığıyla entelektüel devşirme sistemi” dikkate alındığında da göze çarpmaktadır. Zaten, ister neoliberal küresel egemenlik sisteminin uzantısı olarak tasarlansın, isterse görece bağımsız bir entelektüel girişim olarak başlasın; millî tarih/çilik eleştirisi, geçmişin anti-millî inşâlarıyla sınırlı kalmaktadır. Dolayısıyla, böyle bir tarihçilik anlayışının, Türkiye-Batı ilişkilerinin tek taraflı kurumsal bağımlılık zeminine mahkûm edildiği bir sürecin hem siyasî hem de ahlâkî bakımdan meşrulaştırılmasına hizmet eden popüler değişim paradigmasının tarihçilik alanındaki uzantısı olarak konumlanması kaçınılmazdır. “Eleştirel” ve/veya “sivil” tarihçilik perspektifiyle yola çıktığını ilân eden birçok yazar ve akademisyenin vardıkları nokta, teslimiyetçilik/Batıcılık anaforunun sürüklediği yer olmaktadır. Bugün gelinen aşamada medyatik değişim söylemi, Batıcılık madalyonunun popüler yüzünü, anti- millî tarih okumaları ise akademik yüzünü oluşturmaktadır.

Önemli tarih araştırmaları da yayımlamış olan Tarih Vakfı’nın tarihçilik ilkeleri ile tarih eğitimine dair proje çalışmalarıyla şekillendirmeye çalıştığı “tarih(çilik) ideolojisi”, günümüzün hegemonik söylemi olan Batıcı/teslimiyetçi çizgiyle örtüşmekte; belki de sürecin akademik öncülüğünü üstlenmek istemektedir. Yazı Kurulunda Taner Timur ve İlhan Tekeli gibi tarihçilerin de yer aldığı bir proje çalışmasının girişinde atıfta bulunulan, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin Ocak 1996 tarihli bir kararında, tarih öğretimi hakkında şu öneriler yer almaktadır:

“Tarih öğretiminin ders konusu açık olmalıdır. Toplumların bütün yönlerine yer verilmelidir… Yerel ve ulusal (ama milliyetçilikten uzak) tarihin yanı sıra, azınlıkların tarihi de öğretilmelidir… Ders programlarında bütün Avrupa’nın tarihine, başlıca siyasal ve ekonomik olaylara, Avrupa kimliğini şekillendirmiş olan felsefi ve kültürel akımlara yer verilmelidir.”31

“20. Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi: Öğretmen Kitabı.” başlıklı bu çalışmada yer alan ve tarih öğretmenlerine yardımcı yazı olarak önerilen bir makalede şu görüşler savunulmaktadır: “Küreselleşen, başka bir deyişle ulus devletlerin aşılma sürecine giren dünyanın her yerinde tarih öğretiminin yeniden düzenlenmesi, tarih dersi kitaplarının yeniden yazılması gündeme gelmektedir ya da gelecektir…. Bu yazıda küreselleşmeden söz edilirken iyimser bir bakış açısıyla bugün yaşanmakta olan küreselleşme değil, ulus devletlerin aşıldığı bir küreselleşme öngörülmektedir…”

Yazar, aynı yerde yeni zamanlara özgü popüler-egemen söylemleri tekrarlama anlamına gelen ideolojik tespitleri yaptıktan sonra, tarih eğitimine yüklenilen yeni ideolojik işleve temas etmektedir. Bu bağlamda, küreselleşme süreciyle karmaşıklaşan ve giderek Batı’nın inisiyatif alma aracına dönüşen kimlik sorunları özetlenerek, şu nihaî değerlendirme yapılmaktadır:

“Kimlik sorununun bu hale geldiği bir dünyada öğrencinin toplumsallaşmasında tarihe yüklenen kimlik oluşturma işlevi de büyük ölçüde önemini kaybedecek, sınırlı hale gelecek, tarihin diğer (küresel-evrensel) ilişkileri ön plana geçecektir.”32

Türkiye’deki soykırımcı tezlere yakınlığıyla temâyüz eden tarihçilerden Halil Berktay’ın aynı proje çalışması içinde yer alan yazısında da, benzer görüşlerin bayraktarlığı yapılmaktadır:

“Avrupa-merkezciliğin hem antitezini, hem de aynadaki aksini oluşturan bir milliyetçiliğin ‘milli tarih’ anlayışı, ülkemizin tarihçi yetiştirme süreçlerinin, gerek ana merkezlerine ve gerekçe taşrasına egemen. Elbette bazı bilim dalları ve bireyler bunun dışında kalabiliyorlar, ama konuları, esas yaklaşımı, paradigmayı ve yöntemi, sözünü ettiğim ‘milli tarih’ yönelimi belirliyor… Sözün kısası, Türk tarihçiliğinin ana mecrası, herhangi bir dava gütmeyen ve özne kollamayan bir Tarih’e, milliyetçi ve ethnocentrist olmayan bir Tarihe; farklı somut toplumların incelenmesi için evrensel ve komparatif bir gramer ve sentakı da kurabilen bir Tarih’e düşman, yabancı veya çekingen kalmaya devam ediyor. Bu koşullarda evrensel tarih, total tarih, komparatif tarih, Türk tarihçiliğinin de ilacı olmalıdır. Tarihten ‘biz’i çıkarmak, ‘biz’im ‘tarih’imizi herhangi bir ‘merkez’e göre kurgulanmayan bir evrensel tarih içinde eritmek ve takım tutmadan aktarmak nasıl başarılabilir”33

Küresel-egemen bakış açısının tarihçilik mesleği ile tarih anlayışı üzerinde yol açtığı tahribatın bir göstergesi olan bu tespit ve öneriler, aslında bu makalede savunulan görüşlerin haklılığının da bir ispatı olmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse, millî tarihçiliğe yönelttikleri açık eleştirilere rağmen, ironik biçimde vaaz ettikleri tarihçiliğe düpedüz ideolojik bir işlev yüklemekte; tarih(çiliğ)e biçtikleri bu misyonun “millî kimliksizleşme” ile birlikte “kozmopolit ve/veya neoliberal kimliklenme” olduğu görülmektedir. Daha önce adı geçen Ermeni Konferansı’na hâkim olan tarih/çilik anlayışı ile örtüşen bu küreselleşme/batılılaşma eksenli tarih/çilik paradigmasının omurgasını da, anti millî bakış açısına dayalı stratejik ve ideolojik tercihlerin biçimlendirdiği apaçık ortadadır.

Son Söz

Son dönemde siyaset ve düşünce hayatımızın gündemini belirleyen Sevr ve Soykırım gibi can alıcı tartışmalarla birlikte, sadece tarih okumaları değil, Türkiye ve dünya tasavvurlarının da netleştiği şüphesizdir. Zaten, soykırım isnadı karşısında Türk (tarih) tezinin yanında yer almamakla yetinmeyen, bilâkis Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yönelik meşruluk sorgulamasına katkı sağlayan bir yaklaşım belirginleşmektedir. Aynı şekilde, söylem düzeyinde reddedilse bile, Sevr Antlaşması’nın ilkeleri ve hedefleri ile çelişmeyen, hatta çoğu zaman örtüşen bir kültürel ve entelektüel söylem dikkat çekmektedir. Bu açıdan, genellikle “evrensel” yahut “sivil” sıfatlarını tercih eden, ama tarih ve toplum okumaları bakımından “yeni Batıcılığın”34 ideolojik stepnesi olmaktan öteye geçemeyen bir “tarih paradigması”ndan bahsetmek mümkün gözükmektedir. Zihnî teslimiyet o kadar derin ve belirleyicidir ki, Türkiye’de resmî tarih tezi karşıtlığı saplantı düzeyindeyken; soykırım suçlamasının, neredeyse bütün Batılı-Hıristiyan ülkelerin resmî tarih tezinin bir parçası olması ya da giderek devlet politikası hâline dönüşmesi, herhangi bir entelektüel rahatsızlığa yol açmamaktadır.

Düşünce coğrafyalarında olduğu gibi, güncel iktidar ilişkileri zemininde de, kendini millî tarih yaklaşımının tam karşısında tanımlayan ve konumlandıran bir anlayışın egemen olduğu görülmektedir. Bu bakış açısının beylik argümanlarından birini oluşturan “tarihi, ‘millî önyargılar’ın esaretinden kurtarmak” söylemini, anti emperyalist duyarlılığı körelterek küresel hükümranlığın önünün açılmasından ve bu bağlamda Batı’ya tek taraflı bağımlılığın kolaylaşmasından ayrı düşünmek imkânsızdır. Dolayısıyla bakış açısının esas işlevi, geçmiş ile bugün arasında küreselleşmeye endeksli olarak kurduğu ideolojik bağ çerçevesinde şekillenmekte; dolayısıyla “modern teslimiyetçilik kültürü”nün ihtiyaç duyduğu tarihsel-lojistik desteği sağlamaktadır. Bu desteğin en son örneklerini, hiç şüphesiz millî devlet tartışmasında neoliberal küreselleşmeciliğin entelektüel tetikçiliğine soyunan tarihçiler ile, AB ambalajlı “soykırım baskısı”na gösterilen millî ve insanî tepkiyi zayıflatmak için dil döküp kalem oynatanlar, yani “tarihle yüzleşme seferberliği”ne gönüllü öncülük edenler vermektedir. Gerçekte ise, soykırım gibi çok ağır ve organize insanlık suçunun işlenmesi konusunda “itirafçılığa” zorlanan bir devlet ve milletin, böyle bir isnadı, hem maksatlı hem gerçek dışı bularak şiddetle reddetmesinin, insanî ve ahlakî bir tavır olduğunu düşünemeyecek kadar güçlü bir önyargının tahakkümü söz konusudur.

Kısacası, Batıcılık ve teslimiyetçilik gibi ayırt edici vasıfları ile malûl olan “sivil/evrensel tarih tezi”nin, millî tarih bilincinden mülhem bir “Sevr teyakkûz hâli” karşısında “Sevr paranoyası sloganı” ile gardını alması, bir bakıma “teslimiyetçilik ahlâk(sızlığ)ı”nın tabiî refleksi olmaktadır. Zira, güncel ve rafine emperyal(ist) ilişkiler sistematiğini, eleştirel yaklaşmak yerine değişimin yegâne referansı olarak benimseme noktasındaki bir tarih/ çilik yaklaşımının, geçmişteki benzer olgu ve olayları millî ya da anti-emperyalist bir duyarlılıkla ele alması imkânsızdır. Lozan ve Sevr tartışmalarında netleşen tercihler gibi; tarihin yol göstericilik ve uyarıcılık vasfına konjoktürel olarak yüklenilen farklı anlamlarda da millî ve gayri millî ayrımı kendini hemen belli etmektedir. 1915 Tehciri veya Lozan’a yönelik AB/Batı orijinli eleştiri ve talepler vesilesiyle “tarihi hesaplaşmak için güncelleştiren” bu anlayış; Sevr süreci ve şartları merkezli bir tartışmada ise, tarihin istismarından dem vurabilmekte, hatta onu yalnızca müzede sergilenebilecek bir eser olarak tarif ve takdim etmektedir. Tıpkı Batı’nın egemen çevrelerinin Türkiye politikası gibi, ikiyüzlü ve çifte standartçı olan “gayri millî tarih yaklaşımı”, yerine getirdiği ideolojik ve stratejik işlevleriyle, 19. yüzyıl Batı emperyalizminin kültür ve coğrafya bilimi olarak hizmet veren Şarkiyatçılığın 21. yüzyıldaki bir alt disiplini olmaktan öteye geçememektedir.

Dipnotlar:

  • Enrique Florescano; “Tarihin Toplumsal İşlevi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Der. F. Bedarida, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, sy. 61.
  • Erci J. Hobsbawm; “Evrensel Arayış ile Kimlik Arayışı Arasında Tarihçi”, Bedarida, g.e., sy. 77.
  • Edward W. Said; Şarkiyatçılık, Metis Yay., İstanbul, 1999, sy. 235.
  • Şükrü Hanioğlu; “Tarihsizlik Çözüm mü”, Zaman, 21 Haziran 2005. Türkiye’nin kökten Batıcı yazarlarından biri olan Hasan Cemal de, bu makalede savunulan görüşleri paylaştığını göstermek için, geniş alıntılar yaparak köşesine konuk etmiştir. (Hasan Cemal; “Tarih ve Tarihçilik”, Milliyet, 17 Temmuz 2005).
  • Hobsbawm; a.g.m., sy. 86.
  • Nicola Gallerano; “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı”, Bedarida, g.e., sy. 132.
  • Robert Mantran (Ed.); Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 2, Cem Yay., İstanbul, 1995, sy. 124.
  • Cevdet Küçük; “Osmanlılarda ‘Millet Sistemi’ ve Tanzimat”, Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., İstanbul, C. 4, sy. 1013-1014.
  • Stanford Shaw; “Osmanlı İmparatorluğumda Azınlıklar Sorunu”, a.g.e., sy. 1003.
  • Daha geniş bilgi için bakınız: Paul C. Helmreich; Sevr Entrikaları, Sabah Kitapları, İstanbul, 1996; Matthew Smith Anderson, Doğu Sorunu, YK Yayınları, İstanbul, 2000; Cenk Reyhan, “Emperyalizmin Osmanlı Tecrübesi”, Siyaset ve Toplum, Bahar 2005, sy. 158-181.
  • İsmet Şerif Vanlı; “Stockholm Kürt Politik Manifestosu”, Stockholm Kürt Konferansı, Doz Yay., İstanbul,1992, sy. 169.
  • Serbestî Dergisi (Kürdistan Perspektifi), Güz 2002, sy. 65.
  • Milliyet, 9 Mart 2001.
  • Milliyet, 26 Mayıs 2005.
  • David Logan, “Geleceğin Avrupası İçin”, Radikal, 18 Şubat 2001.
  • Ayşe Hür; “Sevr ve Korkularımız”, Radikal, 14 Ağustos 2005.
  • Saim Şallı’nın, Der Spiegel Dergisi’nde soykırım dayatmasıyla ilgili bir haber-yoruma atfen yaptığı şu değerlendirmenin altını çizmekte yarar var: “Avrupa’daki sayılı örneklerinden sadece biri olan bu yaklaşımda, Türklerin ‘soykırımı’ tanımasıyla Türk kimliğinin tarihî köklerinde insanlık dışı unsurların yer aldığı ve böylece sonsuza kadar ‘vahşet’le malül olduğu imâ edilmektedir.” Bakınız: Saim Şallı; “Avrupalı Kimliğinin Öznelliği ve Dışlayıcı Narsizmi”, Siyaset ve Toplum, Kış 2005, sy. 98.
  • Meselâ, Yahudi Soykırımı üzerine yaptığı çalışmalarıyla ünlü bir tarihçi ve siyaset bilimci olan Yehuda Bauer, soykırım suçunun ispatı için, birçok belgenin yanı sıra, canlı şahitlerin varlığının da önemli olduğunu ifade ettiği ve yorumlarda titizlik gösterilmesini ısrarla belirttiği bir çalışmasında; “Ermeni Tehciri”ni “soykırım” olarak ilan ederken, kendi öğütlerini en başta kendisi tutmamakta, birkaç çalışmayı referans göstermekle yetinmektedir. Bakınız: Yehuda Bauer; Soykırımı Yeniden Düşünmek, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2002, sy. 61 vd.
  • Hans-Lukas Keiser; “Türk Ulusal Tarihçiliğinin Gölgesinde ‘Ermeni Tehciri’ “, Tarih ve Toplum, Bahar 2005, sy. 242. Soykırım tezinin Türkiyeli faal savunucularından Taner Akçam da Türk tarihçiliği hakkında benzeri değerlendirmeleri yapmaktadır. Bakınız: Taner Akçam, “Anatomy of a Crime: The Turkish Historical Society’s of Archival Documents”, Journal of Genocide Research, June 2005, Num. 2, sy. 255-277.
  • Keiser, g.m., sy. 243.
  • Birikim Dergisi’nin (Mayıs-Haziran 2005), “Bir Zamanlar Ermeniler Vardı!…” özel sayısında yer alan yazılar (tebliğler) arasında soykırım retoriği ile dikkat çekenler şunlardır: Taner Akçam, “Tarihle Yüzleşme”; Fatma Müge Göcek, “Türk Tarih Yazımı ve 1915’in Dayanılmaz Ağırlığı”; Etyen Mahçupyan “Ermeni Meselesinin Öteki Yüzü”; Ömer Laçiner, “Önümüzdeki Geçmiş”; Ahmet İnsel, “Ermeniler, İç Düşmanlar ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suç”.
  • Bauer, g.e., sy. 78.
  • Akçam, “Tarihle Yüzleşme”, sy. 170.
  • Justin McCarthy; “I. Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu”, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Ankara ,2001, sy. 31-32.
  • Violo Turubjelke ve Ömer Şexmus; “Irak Kürdistanı: Jenosid Üzerine Bir Çalışma”, Stockholm Kürt Konferansı, 21-52.
  • Daha fazla bilgi için bakınız: Tamer Bacınoğlu ve Andrea Bacınoğlu; Modern Alman Oryantalizmi, ASAM Yay., Ankara 2001, sy. 198-218.
  • Sinan Özbek; “Subimperialistisher Rassismus am Beispiel der Türkei”, Das Argument, 2005, No. 260, sy. 18.
  • Amerikan Kongresi’nin sık sık gündemine gelen “soykırım tasarıları” etrafında cereyan eden tartışmalar için bakınız: Şenol Kantarcı, Amerika Birleşik Devletleri’nde Ermeniler ve Ermeni Lobisi, Aktüel Yay., İstanbul, 2004.
  • Milliyet, 17 Eylül 2005.
  • Cumhuriyet, 12 Ekim 2005.
  • Tarih Vakfı; Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 2005, sy. 3.
  • İlhan Tekeli; “Küreselleşen Dünyada Tarih Öğretiminin Amaçları Ne Olabilir” a.g.e., sy. 14, 15,16. Tarihçi İlhan Tekeli, benzer temayı işlediği bir başka yazısında, “Dünya vatandaşlığı gibi, yeni kimlik projelerine katkı sağlamayı”da tarih yazıcısına düşen görevlerden biri olarak saymaktadır. (“Tarih Yazıcılığı ve Öteki Kavramı Üzerine Düşünceler”, Tarih Eğitimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 1998, sy. 5.)
  • Halil Berktay; “Evrensel Tarih, Total Tarih, Komparatif Tarih”, Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi, sy.57.
  • Türkiye’de Batıcılık akımının evrimi ile AB’ye üyelik serüveni arasındaki manevî bağ için benim şu makaleme bakılabilir: Esat ÖZ; “Türk Siyaseti ve Düşüncesinin Yeni Tabusu: Bir İdeoloji Olarak AB’cilik…”, Siyaset ve Toplum, Kış 2005, sy.31-41.

—————————————————————-

Kaynak:

http://www.esatoz.com/esat/default.asp?dizayn=13&r=61

Yazar
Esat ÖZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen