Geç modern Lümpen Muhafazakârlık Üzerine

Süleyman Seyfi ÖĞÜN[1]

Kültürel uyarıcıların, önemli bir konuda -ideolojik yanılsa­malar konusunda- insanları uyaran etkilerle yüklü olduğu gözlenmesi kolay bir olgudur. İdeolojik metinlere sığmayan, onların iddialı gelecek tasarımlarını boşa çıkaran olaylar, süreçler ve gelişmeler yaşıyoruz. Bun­lara tanıklık eden bir zamanların adanmış zihinleri, hattâ kimileri için adanmış ruhlar kendilerine getiriliyor, arındırılıyor. Gelecek nesiller ideo­lojik yanılsama karşısında sürekli uyarılıyor. O kadar ki, çağdaş özgürlük deneyiminin kendisi, bir anlamda ideolojik adanmışlıktan arınma olarak tezahür ediyor.

Göstergelerin bu kadarı bile, muhafazakârlığın başlangıcından beri yaptığı eleştirilerin, tarihe düştüğü şerhlerin doğrulanmış olduğuna hük­metmemize yeter izlenimi veriyor. Muhafazakârların ise özgüvenleri zir­ve yapmış durumda. Kendilerini tarih karşısında muzaffer hissetmelerini sağlayacak o kadar çok dayanakları var ki.

Muhafazakâr doğrunun “derînliği”

Muhafazakârların gözünde ideolojik dünya özünde aşırılık ya da hesap­sızlık içerir. Devrimci yıkıcılık, ideolojik eylemin doğasında vardır. Dev­rimci ideolojik eylem, içerdiği bu aşırılık yüzünden kaçınılmaz olarak Makyavelci bir çizgiye kayacak; araç ve amaç bağını dikkate almayan bir  sorumsuzluğa dönüşecek; insanlığın, ya da uygarlığın tarihsel birikimleri üzerinde telafisi güç tahribatta bulunacaktır.

Aslında muhafazakârlığın bu kanaati, devrimci eylemin, insanlığa yüklediği maliyeti esas alan bir tecrübenin gözlemlerini ifade eder. Söz konusu gözlemin ve ilgili tespitlerin doğru olduğu çok zorlanmadan söy­lenebilir. Burada amaçlanan bunun doğruluğunu tartışmak değildir. Belki soruyu şöyle kurmakta fayda var: Bu doğruyla nereye gidilebilir?

Öncelikle muhafazakâr doğrunun derinliği ile ilişkili kuşkularımız ol­duğunu söylemeliyiz. Muhafazakâr doğruların bir noktadan sonra bir basitçiliğe dönüştüğünü düşünüyoruz. Basitçilik terimini vurgulu olarak kullandığımızı söylemeliyiz. Çünkü bir kere, düz ve açık bir gözleme da­yanması itibarıyla muhafazakâr doğrunun elde edilmesi kolaydır. Meselâ Fransız Devrimi’nden 1917 Sovyet Devrimi’ne uzanan çizgide modern bir siyasal iddia olarak devrim girişimlerinin sonuçlarını muhasebeleşti- ren bir bakış, söz konusu kanaatleri kolaylıkla elde edebilir.

İdeolojik katılaşmaların ve savaşların insanlığa yaşattıklarını düşündü­ğümüzde muhafazakâr doğruyu hatırlamanın yararsız olacağını söyleye­meyiz. Doğru, doğrudur. Ama muhafazakâr doğru, kolay devşirilmesinin yanısıra en az iki noktada sorunlu bir hal almaktadır. Bunlardan ilki, mu­hafazakâr doğrunun, dönemsel olarak Soğuk Savaş gerilimleri içinde önce “Devrimler kötü, Devrimciler hasta ruh sahibi insanlardır” mealin­de, kaba bir genellemeye; oradan bir ezbere dönüştürülmesiyle alâkalıdır. Gerisi zincirleme olarak gelebiliyor: Muhafazakâr doğruyu ezber kılan bakış meselâ McCarthy tarzı anti-komünist kampanyalarda olduğu üzere bir siyasal paranoyaya ve bir tür modern cadı avına dönüşebiliyor.

Muhafazakâr doğrunun kemikleşmesinin doğurduğu ikinci sorun ise, ilkinden daha kalıcı olarak siyasal devrimciliğin kozasında şekillendiği, ama sadece siyasal devrimcilikle özdeşleştirilemeyecek olan bir duruşun imkânlarını toptan karartmasıdır. Bu duruş radikal olarak tanımladığımız duruştur.

Radikal duruştan kastedilen derin bir faıkmdalık ve kavrayış üzerin­den, tarihe bütünlüklü bir müdahalede bulunmanın imkânlarını ifade eden duruştur. Siyasal devrimcilik, çok da anlamlı bulduğumuz ve bir tarihsel fırsat olarak algıladığımız radikal duruşun seçeneklerinden sadece birisi­dir. Bir bakıma radikal duruşun, 11. Tez’de çok açık görüldüğü üzere aceleye getirilmesi ya da kestirmeciliğe havale edilmesiyle alâkalıdır. Bu acelecilik ya da kestirmecilik, muhafazakâr doğrunun haklı olarak dile getirdiği üzere, radikal duruşun iç muhasebesini aksatan, araç-amaç bağ­lantısını ıskalamasına yol açan sonuçlara evrilmesine yol açmıştır. Aslın­da bir bakıma, devrimcilik radikalliğini tam da böyle olmakla; meselâ geçmişi ıskalamasında ve ahlâkî tutarlılığı gevşetmesinde yitirdi. Ama siyasal devrimcilik, radikal duruştan türeyen yegâne eylem olmak zorun­da değildir. İşte bu yazının adandığı amaç; muhafazakâr doğrunun baskı­lamaları yüzünden artık gözden düşmüş, hattâ lanetlenmiş olduğunu dü­şündüğümüz, “radikal duruşu” ve bu duruşun imkânlarını tartışılabilirli­ğini düşündürtmektir.

Bu imkânların neler olduğunu bir reçete sağlamlığı içinde ortaya koy­ma iddiamız yoktur. Ama burada düşünülen kendi seçenekler dağarcığı içindeki radikal duruştan, muhafazakârlığın siyasal devrimcilikte şikâyet konusu yaptığı hususlara muhafazakârlardan daha fazla hassasiyet göste­ren pratikler de türeyebileceğini düşündüren güçlü bir potansiyelin varlı­ğıyla alâkalıdır. Ama görünen odur ki, muhafazakâr doğruda mahkûm edilen radikalliğin toptan reddidir. Bu da son tahlilde muhafazakârların hiç hoşlanmayacağı bir terimle ifade edelim; muhafazakârlığın aşırı yoru­mudur.

Muhafazakâr “doğru”nun adaleti

Yazının şekillenmesini sağlayan ilk gerekliliğin “doğruların derinliği” ile ilişkili olduğuna yukarıda işaret edildi. İkinci gereklilik ise “doğruların ne kadar âdil” olduğuyla alâkalıdır. Adaleti hiç değilse düşüncede zorlamak; hattâ bunu başarmak, onu dağıtmaktan daha mümkün gözüküyor. Bura­daki yazı açısından ayrıca kışkırtıcı olan ise doğruların her zaman âdil ol­madığı ihtimalidir. Muhafazakâr doğruların tam da burada durduğunu dü­şünüyorum. Kıyasladığımız ve hangisinin doğru olduğunu anlamaya ça­lıştığımız, kendi pratikleri içinde iki farklı kulvarda derinleşen bir tecrübe çifti (devrimcilik-muhafazakârlık) değildir. Yani tecrübeler arası bir kı- yaslamalı bir akıl yürütüyor değiliz. Devrimcilik muhafazakârlığa bir tep­kiden doğmadı; tam tersine muhafazakârlık devrimciliğe tepkiden doğdu. Bu da onu devrimciliğin bağımlı değişkeni haline getirdi. Devrimcilik ne­yi vurguladıysa, muhafazakârlık o noktaya şerh düşmüştür. Eğer devrim­cilik gelecek diyorsa, muhafazakârlık gelenekten bahsedecektir. Devrim­cilik yıkmaktan bahsediyorsa; muhafazakârlık korumaktan dem vuracak­tır. Eğer devrimcilik yıkıcı aşırılaşmayı öneriyorsa; muhafazakârlık itidal, orta yol, akl-ı selim gibi kavramları seferber edecektir. Bu listeyi, özellik­le bir düşünce sicili çıkartmak adına uzatabiliriz. Ama bu cetvelin fazlaca analitik bir değeri olduğunu sanmıyorum. Görünen o ki, devrimcilik ey­lemiş, muhafazakârlık “eylenen” ve “eyleyen” üzerinden konuşmuştur.

Yeniden muhafazakâr değerlemeleri hatırlayalım: “Devrimcilik yanlış eylemiş, muhafazakârlık ise yapılanın yanlışlığı üzerinden doğruyu söy­lemiştir”. Daha iyi bir dünya adına deviren, sadece yıkıcı bir eylem sergi­lemekle kalmıştır. Bunu anladık. İyi de muhafazakârlık ne yapmıştır? Muhafazakârlığın eyleme dünyasında, yine fiilden gidelim, ne muhafaza edilebilmiş, daha önemlisi ne gerçekten de muhafaza edilmek istenmiştir? Tartışmayı âdil kılacak olan da budur.

Muhafazakâr söylem ve eylemîn köksüzlüğü

Muhafazakâr düşünüş, duruş ve tepkileri, aristokratik olandan burjuva olana doğru tarttığımızda şaşırtıcı bir belirsizliğe doğru yuvarlandığımız görülecektir. Burada ana akım muhafazakâr doğrultulardan yola çıkmak istiyoruz. Ana akım muhafazakârlık, kültür kodları Viktorya döneminde olgunlaşan, Anglo-Sakson mahreçli püriten bir temelden yükselmiştir. Ana akım burjuva muhafazakârlığın burjuva karakteri, savunduğu değer­lerin ne kadar dağılmaya elverişli olduğunu; daha önemlisi savunulan de­ğerlerle onları savunanlar (burjuvalar) arasındaki kopukluğu ve mesafeyi düşündürüyor.

Muhafazakâr doğruların anlamlı derinliği ve pratik açılımı olabilirdi. Bunun iki asgarisi olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisi, aristokratik dirençlerle bağlantısı diğeri de burjuvaların aristokratlarla hemhal olabil­me kapasitesidir. Her iki durumda da aristokratik unsur muhafazakârlığın belirlilik kazanmasında başat unsur olarak temayüz eder.

Aristokratlar, siyasal devrimciliğe karşı çıkarken neyi muhafaza etmek istediklerinden emindi. Ya da muhafaza etmek istediklerini çok somut olarak ortaya koyabilme şansına sahipti. Ama bugün bildiğimiz “ana akım” muhafazakâr düşünce böyle bir kesinlikten uzaktır. Bunun da se­bepleri olduğunu söyleyebiliriz.

Ana akım muhafazakâr düşünce, onca kök iddiası üzerinden bir burju­va dünya görüşüdür. Burada tuhaf olan burjuvaların tarihsel olarak tesci­linin köksüzlük üzerinden şekillenmesidir. Ana akım muhafazakâr söy­lem köksüz burjuvaların, kökler üzerinden iddia geliştirmesidir. Burada kök olarak tanımlanan unsurlar son derece zayıf ve belirsizdir. Bir örnek olması itibarıyla, muhafazakârlık açısından kritik bir hususa, nesep iddia­larına bakalım: Köksüz burjuvalar köklerini aristokratlardan mülhem olarak “nesep” üzerinden yapamayacaktır. Elde kalan tek tutumun bağı “ailedir”. Ama bu aile aristokratların, geniş tutunum imkânlarına sahip geniş ve dallı budaklı aileleri değil; onun çok mikro ölçekli karşılığı olan püriten çekirdek ailedir. Bu da Baba-Oğul, Kadm-Erkek vb eksenlerinde çok sıkışmış ve sorunlu hale gelmiş bir dünyadır.

Bu belirsizlik bazı muhafazakâr tematiklerin burjuva dünyada “büyük harfli” yorumlanmasına sebep olmuştur. Meselâ muhafazakâr burjuvala­rın ‘T’arih, ‘G’elenek vb temalardaki vurgulamaları tarihsel olarak “içeri­den” değil; “dışarıdan”dır ve tecrübenin değil, entelektüel bir imalatın “büyük harfli” mamulleridir. Bu imalat bizatihi sorunludur. Muhafazakâr söylemde yer alan kavramlar tarihsel olarak burjuvaların dünyasına otur­madığı için, içerdiği bütün inceliklerden soyulup organik kılınmış; sert, köşeli düşünce kütleleri haline getirilmiştir. (Zaten muhafazakârlığın sağ- cılaşma süreçlerinde en önemli malzeme desteğini işbu tezleşmiş düşün­celerin sağladığı açıktır).

Muhafazakârlığın eylemeler dünyası muhafaza edilmeye değer bulu­nup inceden inceye muhafaza edilenlerle anılmaz. Zaten bunu yapamaz. Çünkü burjuvalar görgüsü kıt ya da sonradan görme (par venu) bir sınıf­tır. Bu açık, taşralı burjuvaların büyük şehir algılamalarındaki kabalama- larda daha net anlaşılır. Organik akıl yürütmeler üzerinden taşra ile kıyı­sından bile tanık olmadıkları büyük şehir birikimini alelacele eşleme ça­basına girişmeleri bu yüzdendir.

Sermayenin dişlileri altında dünyanın birikimi öğütülürken, muhafaza­kâr çevrelerden üç tür tepki ve müdahale çıkıyor. Bunlardan en yaygını yazıklanma, İkincisi endişeli, takıntılı bir korumacılık; üçüncüsü içinin içeriği boşalmış bir birikimi, bambaşka işlerle işlevselleştiren; şeyleştiren, daha beteri mallaştırarak sermayeye geri dönüşümünü yapan bir restoras- yonculuk. (Türkiye’de yakın zamanlara kadar sadece ilk iki refleks çalış­tı. Şu aralar üçüncüye örnek verilebilecek restorasyonlara şahit oluyoruz. Bunun da biraz günah çıkartmak duygusuyla yapıldığını düşünüyoruz). İlki edebiyat, İkincisi abartılı bir ahlâkçılık ve üçüncüsü ticareti doğuru­yor. Bir diğer husus ilk tepkinin -yazıklanma- inandırıcı olmayan bir hale gelmesidir. Sözüm ona istemediği modem hayatın içinden tanıklığını yaptığı eski dünyaya güzellemelerde bulunan bir muhafazakâr, tecrübesi­ni, yitik bir dünyada yitirilmiş olana şahitlik etmiş olmaktan damıtıyor demektir. Bu süreç onu bir taraftan belki yaralıyor; ama diğer taraftan da buna tanık olmayanlar karşısında imtiyazlı kılıyor ve ona tuhaf bir haz yaşatıyor. (“Ah Eski İstanbul!” söylemi bunun en esaslı örneğidir). Her iki durumda da muhafazakârın günlük hayatındaki ontik salınmalardır bunlar.

Ana akım muhafazakârlığın, modernleşmeden nasibini alan her yere sirayet ettiğini ve yaygın bir etki alanı kazandığını biliyoruz. Başat kav­ramlarının büyük harfli olması buna elvermektedir. Bu imkânlarıyla mu­hafazakârlık çok farklı kültür çevrelerinde, yerleşik referans çevrelerine bakılarak karşılıklarının bulunabileceği uyarlanabilir bir esnekliğe sahip­tir.

Burjuva dünyadaki çatallaşmalar ve MUHAFAZAKÂRLIĞIN MÜHENDİSLİK DÜNYASI

Eğer ideolojileri üreten, devrimcilik yapan burjuvalarsa, muhafazakârlar kimdir? Muhafazakârlık belki aristokrasi-burjuvazi geriliminden türedi. Ama ana akım muhafazakârlık, yine burjuva kültüründe pişirilmiştir. Burada şaşırtıcı olan karşıtlık içinde gördüğümüz iki kavramm-devrimci- lik ve muhafazakârlık -sınıfsal- kültürel bir sürekliliğin içinde görüntü vermesidir. Eğer devrimcilik bir burjuva düşüncesi ve eylemi ise, ona tepki olarak doğan muhafazakârlık da bir o kadar burjuva temellidir. ‘D’evrimi büyük harfle yazan burjuvaların sol eliyse, ‘G’eleneği büyük harfle yazan sağ elidir. İlkinin titrek, diğerinin daha sağlam yazılması du­rumu değiştirmiyor.

Kültürel kodlara dikkat eden bir değerlendirme, çatışan iki kültürün nerede bütünlük gösterdiklerini ve hangi noktalarda birbirlerine dönüştü­ğünü de hesap edebilme imkânını sunmaktadır. O zaman soru, muhafa­zakârlıkla devrimciliğin serencamını birlikte okutabilecek paydaları yaka­lamak ile ilişkili olsa gerekir.

Devrimcilik bir tür burjuva entelektüalizminin ifadesidir. Bu durum burjuva dünyayı bütünüyle ve bizatihi olarak devrimci kılmaz. Devrimci burjuvalar daha çok kozmopolit şehirlerin entelektüel mahfelerinde arz-ı endam eden, yazılı-basılı kültürün desteğini alan okuryazar adamlardır. Devrimcilik, Bauman’m orijinal kültürel koordinatlarını yasa koyma tari­hinde gördüğü ve fakat onun aşırılaştırılmış bir formunu oluşturan “tarih yapma” ya da “tarih kurma” iddiasıyla alâkalıdır.

Burjuva kültür tarihlerinin, mekân olarak şehirleri tutan, zanaatkârlı­ğın ihyası ve pekişmesiyle başlayıp, sanayi kapitalizmine uzanan süreç­lerde dinamik bir gelişme gösteren bir dizi meslekî ağın yapılanmasında somutlaşmıştır. İçinde burjuvaların cirit attığı bu modem meslekî yapı­lanmalarda, devrimciliğe evrilecek olan bir burjuva entelektüalizminin yeşerdiği ve onun sözü edilen kültürel dokunun en mutantan tarafını ver­diği de aşikârdır. Bu tantana o kadar etkilidir ki, burjuva dünyanın bütü­nünü resmettiği samlabilir. Oysa sözü edilen entelektüalizm, kültürel dokunun çok yüzeyel ya da marjinal bir kısmını oluşturmaktadır. Merkez­den taşraya açılan daha derin dokularda devrimci entelektüel damıtımlardan alabildiğine hoşnutsuz bir burjuva duruşu ve bakışı şekillenmektedir. Bu hoşnutsuz burjuva hislerin “mühendislik” mesleğine özgü bir kültürlenmede çok çarpıcı bir şekilde disipline olduğu ve temsil edildiğini ra­hatlıkla ileri sürebiliriz. Bir bakıma ana akım burjuva kültürünün veya dünya görüşünün odağını oluşturan işte bu mühendis ruhtur.

İçinde burjuvaların cirit attığı modem meslekler ağı, bu meslekleri yü­rüten zümrelerde çok önemli başarılar elde etmiştir. Hattâ bu başarılar, özellikle de yapılan işin etki derecesinin hesaplanmasında ortaya çıkan, çoğu kez beklenenin de ötesindeki başarılardır. Bunun sonucunda inisiya­tif alma, risk yüklenme cesareti ve nihayet özerk bir meslek ahlâkı geliş­tirme kapasitesinin de geliştiğini biliyoruz. Ama bu madalyonun olumlu yüzüdür. Madalyonun olumsuz yüzünde, meslekî deformasyonlar olarak tanımlanan ego-şişmeleri görülür.

Meslekî bir deformasyon olarak ego-şişmeleri mühendislik mesleğin­de özellikle görülebilir. Onların doğaya müdahalede elde etmiş oldukları somuttaki başarıları, insanlık durumlarına müdahale etmede ve siyasal düzeyde tekrarlama iştihasını doğurmuştur. (Jön Türk hareketinde Ahmed Rıza Bey’in ziraat mühendisliğinden toplumsal mühendisliğe soyunması bunun bir örneğidir). Bu durum, burjuva mühendisliğinin, yasa koyuculuğun öteden beri tekelinde tuttuğu hayatı belirleme iddiasına ortak olması sonucunu doğurmuştur.

Burjuva dünya tek dereceli ya da standart bir dünya değildir. Dolayı­sıyla burjuva devrimci entelektüalizminin etkileri burjuva dünyanın farklı katmanlarına çarptıkça coşku ve destek yerini soğukluğa ve karşı çıkışla­ra bırakacaktır. Buradaki çelişki siyasal-toplumsal mühendisliğin eyleme­lerinin bizzat mühendisliğin başarıları üzerinden dünyayı dönüştürme fırsatlarını akamete uğratan aykırı bir tecrübe olarak anlaşılmasıdır. Mü­hendis burjuva zihniyeti, insanlık durumlarına müdahalede cari olan ve siyasal mahiyetli tarzlara ağır eleştiriler göndermektedir. Muhafazakâr mühendis Auguste Comte’un yaptığı tam da budur. (Onun müridi Ahmed Rıza Bey’inki de elbette bunu izleyecektir).

Comte mealen, devrimci siyasal mühendisliğin, “statik” hesaplamala­rın inkârına giden eksik, abartılı ve yanlış bir “dinamik” hesaplama oldu­ğunu söylüyordu. Statik hesaplamaların yapılamadığı bir yapının çökmesi ve herkesin altında kalması kaçınılmazdı. Comte’a göre artık kaderin ağlarını ören mühendisliktir. Ama tehlike bir bakıma içeriden gelmektey­di. Ancak siyasal içeriği boşaltılarak “toplumlaştırılmış” ve statik hesap­ları (gelenek, ortak değerler, ölçülük ahlâkı vb) doğru yapılmış bir kolek­tif örgütlenmeyle dinamik hesap geliştirme yeteneği kazanabilirdi. Çok seçkin örneklere sahip olduğunu düşündüğüm muhafazakâr edebiyat ve onun güzellemeleri işte bu statik hesaplamalara yapılmış methiyeler ya da güzellemelerdir.

Modem Türkiye’de muhafazakârlığın anlaşılması, en zekilerinin İTÜ, en duygusallarının ise Edebiyat, Tarih ve de bir kısım Sosyoloji şubele­rinde okumaya geldiği; Nakşi büyüklerinin evleri, Marmara-Küllük kah­veleri ve Anadolu şehirlerinin adını taşıyan öğrenci yurtları arasında me­kik dokuyan taşralı gençlerin kültürel serencamının anlaşılmasına bağlı­dır.

Mühendislik hesapları siyasal okumanın konusu haline getirmeyi men eden, onu ancak maddî kalkınma ve refah elde etmenin aracı olarak top­lumsalda sınırlamak kaygısıdır muhafazakârlık. Muhafazakârlık, burjuva siyasal radikalizminde aşırılaştırılarak yorumlanan mühendislik dünya görüşünün, daha alt katmanları (büyük şehirlerden taşraya doğru) içine alacak şekilde burjuva dünyanın ana akım kültürel tumusolunda yapılmış sağlamasıdır.

Bu sağlama, temelde çok yanlış olmasa da bir endişe ya da korkunun üzerine bina edilir. Endişe düzeyinde kalması sıkıntı doğurmayacak ve kültürel çeşitliliğin içinde bazı tecrübelerin sonuçlarının öngörülmesinde uyarıcı olabilecektir. Ama endişeler büyü(tülü)r, korkulara dönüş(türül)- ürse; muhafazakâr sendromun yaratacağı sıkıntı da büyüyecektir. Yaban­cı düşmanlığı tarzı sosyopatolojiler yaygınlaşacaktır. Burada muhafaza­kâr sendrom militarizmle biten katı devletçi formlar ve tonlar kazanabilir. Öte yandan muhafazakârlık, bu gerilimler üzerinden, karşıtında reddettiği sürece mahkûm olur; siyasallaşır. Bu siyasallaşmanın, sicili, yer yer, red­dettiği siyasal devrimciliğe rahmet okutan “sağcılık”tan başka bir şey değildir.

Muhafazakârlığın demokratlaşması ve görece bir kurumsal dünya eleştirisi sergilemesi ise, ancak mevcut kurumsal yapının burjuva entelek- tüalizminden türetilmiş bir ideolojik muhteva kazanması ve burjuva dün­yanın, yine merkezden taşraya doğru orta ve alt katmanlarının bu ideoloji ile mücehhez hale gelmiş devletin kurumsal müdahalesine ya da baskısı­na maruz kalmasıyla alâkalıdır. Buna yönelik tepkiler çeşitli derecelerde sivil toplumcu, özgürlükçü tonlamalar kazanır. Muhafazakâr söylemle liberal söylemler bitişebilir. Oysa muhafazakârlığın sivil toplumculuğu­nun içerdiği organik kırmızı çizgiler ya da özgürlükçülüğünün müdahale karşıtlığı (non-interventionism) ile sınırlı kaldığı liberal-muhafazakâr bo­şanmaların duruşmalarında sık sık dile getirilir. En azından muhafazakâr­lıkla iş yapıp hayâl kırıklığına uğrayan liberallerin şikâyetlerde vurgula­nan budur.

Devrimcî gerçekçîlîğîn muhafazakârlaştirici ETKİLERİ: BÎR BABALAR-OĞULLAR HÎKÂYESÎ

Muhafazakârlık siyasal vesayetçilikten şikâyet edebilir. Ama garip olan her türlü vesayetçiliğe açık olan patemalist konumundan feragat etmez.

Muhafazakârlık hemen hemen bütün kurguları itibarıyla vesayetçiliği siyasal olmayan her türü ile çeşitli derecelerde içerir. Bu durumu en açık olarak Baba-Oğul metaforunda izleyebiliriz.

Olgunluk ile toyluk arasındaki fark, tarihin hiçbir döneminde 19. yüz­yılda olduğu kadar keskin, hattâ uzlaşmaz bir karşıtlık olarak tezahür etmiş değildir. Burada amaçlanan sözü edilen literatürün envanterine dal­mak ya da hesabını görmek değildir. Aslında bu, bize o kadar da önemli gelmemektedir. Çünkü bir şeyin ne olduğu, daha çok onun nasıl görüldü­ğüyle alâkalı olsa gerekir. Baha’nın ya da Oğul’un “aslında” ve her şey­den bağımsız ne olduğundan daha önemlisi, birbirlerinin gözünde ne olduklarıdır. Baha’da, yani olgunların dünyasını temsil eden figürde bir kısırlık, yetmezlik, kokuşmuşluk vurgulanıyordu. Çünkü Oğul artık onu öyle görüyordu. Öte yandan Oğul ya da genç ise tecrübeden, geleneğin tecrübeyle sabitlenmiş doğrularından şüphe eden, geçmişi ve bugünü ge­lecek adına harcamaktan çekinmeyen bir yoldan çıkmıştan başkası değil­di. Çünkü, Baba, artık Oğul’u öyle görüyordu.

Baba ile Oğul arasındaki gerilimde, ilk vurgulanmak istenen gerilim sınıfsal düzeyde aristokrasi ile burjuvazi arasındaki gerilimdir. Eğer Ba­ba-Oğul gerilimi bununla sınırlı kalsaydı sorun olmayacaktı. Çünkü mu­hafazakâr tepkilerin, burjuva dinamikleri karşısında örselenen, gerileyen ve tarihsel ayrıcalıklarını kaybeden aristokratların elinde şekillenmesi ile burjuva kültürü içinde devrimci ve muhafazakâr ayrışmaların yaşanması farklı ele alınması gereken olgulardır. îlki zaman içinde çözülmüştür. Ama Baha’yı deyimleyen aristokrasi karşısında Oğul’u deyimleyen bur­juvazi, bu zaferden kendisini ebedî olarak genç tutacak bir gençlik iksiri içmiş olarak çıkmadı. Baba-Oğul arasındaki ilişki kültürel olarak bir bur­juva dünyanın iç kültürel meselesi olarak gelişti. İşte sorunlu olan da bur­juva sınıfsal kültürü içinde yaşanan ve muhafazakâr-devrimci ayrışması­na dönüşen ikirciklenmedir.

Geçen zamanı hesaba kattığımızda, artık bu ikirciklenmenin kronik ol­duğuna hükmedebiliriz. İkirciklenmeyi kronik kılan Baba-Oğul bölünme­si ve çelişkisinin kendisini biteviye yeniden üretmesiyle alâkalıdır. Top­lumsal mahreçleri aynı olduğu için birinin diğerini tasfiyesi imkânsızdır. Baba-Oğul arasındaki cari ya da muhtemel bütün kopuş senaryolarına rağmen, taraflardan herhangi birisinin diğerini tasfiye etmesi imkânsızdır. Çünkü Babalık ancak Oğul; Oğulluk sadece Baba karşısında elde edilebi­len ontolojik kategorilerdir. Bu gerilim bir kez başlamaya görsün, devamı da gelecektir. Burjuva dünya kendi iç gerilimleri üzerinden devam etmek­tedir. Modem dünya aristokrasinin sadece kalıntılarını ya da tortularını barındırır. Baba-Oğul gerilimi artık bir burjuva iç gerilimidir ve aktörleri sürekli yer değiştirmektedir. Yani, belli bir dönemsellikte zuhur eden Ba­balar dünün Oğullarıdır.

Baba-Oğul ilişkisinin dönüşüm süreçlerine eklemlenen ve ilk bakışta resimde gözükmeyen bir parça daha olduğunu biliyoruz. Baba-Oğul geri­limi tekillik üzerinden yaşanmamaktadır. Gerilim çoğul ya da çok taraflı bir Babalar-Oğullar gerilimidir. Meselâ, Oğullar arası bölünmeleri de ku­şatmaktadır. Bunu en kavratıcı örneğini 19. yüzyıldaki sosyalist bölün­müşlük ortaya koyuyor. Devrimci gerçekçiliğin muhafazakârlaştırıcı etki­leri de bu hikâyeden türüyor.

Baba-Oğul geriliminin 19. yüzyılda, “gelenek” ile “devrim” arasına döşenen bir hat üzerinde yaşandığını biliyoruz. 19. yüzyılda devrimcilik, özellikle de Marx’ın çabalarıyla akılcı bir çerçeveye oturtulmuş, istenme­yen romantik ya da anarşizan devrimciler bu ana akım sosyalist hareketle tasfiye edilmişlerdi. Marxçılık, anarşizm karşısında apaçık Baba rolünü oynamaktadır. Bakunin’in gözünde Marx yıkıcı, devrimci gücünü taşı­makta başarısız olmuş muhafazakâr bir Baha’dır; nasıl ki, Marx’ın gö­zünde anarşistler ya da Bakunin ise devrimci olgunlaşmasını tamamlaya­mamış bir toy ise. Lenin aynı değerlendirmeyi bu kez sol komünizm ola­rak tanımladığı anarşizan çevreler için yapacak ve onları apaçık olarak “çocukluk hastalığından mustarip” ilân edecektir. Buradaki vurgu son de­recede dikkat çekicidir. Lenin sol komünistlere bir “baba” edasıyla yak­laşmaktadır.

Burada ana ayırımın akıl-duygu merkezinde yapıldığını görebiliriz. Marx ya da Lenin, diğerlerini akıl gibi olgunlaştırıcı ve doğruyu gösteren bir yetenekten uzak olmakla, duygusal aşırılıklarından arınamamış çevre­ler olarak suçlar. Bu tipik bir “Baba” söylemidir.

Belirtilerini İspanya İç Savaşı’ndaki devrimci romantizmde görebili­riz, ama esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen hummalı ahlâk felsefesi çalışmaları daha berrak ortaya koymuştur: 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak devrimci ruh artık akıl üzerinden değil, yeniden geç 18. yüzyıldaki köklerine dönerek derin, yer yer dinsel bir duygusal­lıkla işlenerek ahlâkî itirazlar olarak tezahür ediyordu. Aslında bu devri­min ahlâkî temellerden ya da zorunluluklardan değil, tarihsel fırsatlardan ve zorunluluklardan kaynaklandığına hükmeden devrimci gerçekçiliğe bir tepkidir. Devrimciliği bir ahlâkî sorun olarak görenler, devrimci pratiğin içinde yalnızlaştırılmıştı. Bir nesnel amaç olarak devrimin artık sadece stratejisi ve taktiği olabilirdi. Özellikle Lenin ve daha berrak olarak Troç- ki’nin başlattığı dönüşüm buydu. Lenin ve Troçki, aslında Engels’in Ant i Dühring’de başlattığı, Marx’ın kıyısında durup itiraz etmediği devrimci eylem gerçekçiliğine stratejik ve taktik temelde bir örgüt disiplini üzerin­den son ve en kesin çizgilerini kazandırıyordu. Devrimi stratejiye indir­gemek, daha sonraları Gramci’nin tahlili ve taktisyen dünyasında bir tür Yeni-Machiavelciliğe bile dönüştü.

Devrimin başarılabileceği anlaşılmıştı. Ama bunun yitirilen duygu ve değer kaybı pahasına olduğu daha sonra ortaya çıktı. 1917 Sovyet Devri­mi pratiği, devrimci ruhta her zaman dile getirilmeyen, ama bu işe adan­mışlar arasında derinlerde hissedilen bir hayâl kırıklığı yaşatmıştı. Dev­rimin gerçekleşmesi süreci, devrimi hazırlayan duygulardan ve bu duygu­larla bezeli olarak devrimin ahlâkîliğinden şüphe duyulmasına yol açmış­tı. Devrim, ahlâkî duygusallığın büyüdüğü yoldan değil; reel politik’in hoş olmayan pazarlıkları, stratejik ve taktik hesaplar ve örgütlülüğün katı disipliniyle geriletildiği tuhaf bir yoldan geçilerek gerçekleşmişti. Paris Komünü hatıralarının hâlâ taze olduğu bir dünyada bu duygusal boşluk, devrimci başarıyı gölgeliyordu. Bunun devamı da gelmiş ve devrimin pekiştirilmesi adına yapılanlar, başta partitokrasi ve bürokrasinin hançer­lemeleri, coşkun devrimci ruhta iç kanamalara başlatan yeni yaralar aç­mıştır.

Devrimcî gerçekçîlîkten alelade (CONVENTİONAL) GERÇEKÇİLİĞE MUHAFAZAKÂRLIK

Yukarıdaki değerlendirmeler, Babalar ile Oğullar arası ilişkilerin skolas­tik değil, diyalektik bir mahiyeti olduğunu iddia etmektedir. Düzen içinde ilerlemeye inanan, dünyayı derli toplu görmek isteyen burjuva dünyanın ana akım kültürel yapısı ile yine burjuva dünyanın entelektüel marjinaliz- mi hesaplaşmaktadır. Mühendisliğin siyasal açılmalıyla, toplumsal kapa­nımı çatışıyor. Kazanan entelektüel spekülasyonlar değil, muhafazakârlık olmuştur: Üstelik bütün alelade (conventional) açılımlarıyla.

Bu durumu kesinleştiren etki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hayata ge­çirilen Keynesgil politik ekonominin doğurduğu dönüşümlerden geldi. Çarpıcı olan husus, Babalar’m yaşadığı dönüşümle ilişkilidir. Bu dönü­şüm, 19. yüzyılda başlayan ve temel kültürel kodlarıyla 20. yüzyıla sar­kan ve II. Genel Savaş sonrası kuşakta tezahür eden Baba-Oğul gerilimi- nin hem hattını hem de içeriğini değiştirmiştir. Bu, Oğullar değiştiği için böyle olmamıştır. Gençler ya da toylardan yana pek de değişen bir şey yoktur. Devrim hâlâ büyüleyici ve gözde bir kavramdır. Değişen olgun­luklarını II. Savaş sonrasında yaşayan 1925-1930 doğumlu bir Babalar kuşağının tercihleriyle alâkalıdır.

Bu kuşak, Keynes’in cesaretlendirdiği yeniden dağıtım olgusunun dünya ölçeğinde yaygın bir iktisadi politikaya dönüştürülmesiyle başka­laşmaya uğramıştır. Bu başkalaşmanın göreli bir rahatlama üzerinden yaşandığı söylenebilir. Artık, bir ex-proleter, ya da yeni orta sınıf bir ku­şaktan söz edilebilir. Bu rahatlamanın bir bedeli olduğu kısa sürede anla­şılmıştır. Sözü edilen kuşak orta sınıf “konforunu” kazanmış; buna mu­kabil devrimci siyasal gücünü kaybetmiştir. Bir bakıma kazanırken kay­betmiş olan bir kuşaktır bu.

19. yüzyılın Oğul’u, geleneklerinin erdemiyle yaşayan Baha’sına yine de saygı duyabilecek bir nokta bulabilirdi. Ama 20. yüzyılın Oğul’u Ba­ha’sını erdemsiz görüyordu. İşte bu hat üzerinde Baba ile Oğul arasındaki gerilim daha da keskinleşti. 1940-1950 aralığında doğmuş olan (sembolik düzeydeki örnek 47’liler) Oğullarının gözündeki saygınlıklarını her za­man olduğundan daha fazla kaybetmiş durumdadır.

1840-1860 arası doğan Oğullar kuşağı ile 1940-1950 arasında doğan Oğullar kuşağı arasındaki fark budur. İlki aristokrat-burjuva, kır-kent, ge- lenek-özgürlük vb temellerde bir değerler çatışmasına dâhildir. Diğeri ise “değerler adına yaşamak” ile “değerlerden arınmış ve sadece çıkar artı­rımı güdüsüyle yaşamak” arasındaki mücadeleye müdahildir. Görünen o ki, proleteryanm sözüm ona “tarihsel kazanımları” üzerinden burjuvalaş- ması, muhafazakâr değerlerle uyumlulaşmasmı anlatır. Bu siyasallığını yitirmiş bir toplumsallıkta büzüşmenin karşılığıdır.

II. Genel Savaş sonrasının 1925-1930 tevellüdü Babalar kuşağında sözde siyasal radikalizmi sürdürenler de vardı. Ama bu radikal görüntü reel sosyalizmin emir ve komuta zincirine eklemlenmiş Komünist Parti ya da sendikaların yönetici kadrolarıyla, yeni yeni şekillenen ve 1968’de doruğa çıkan gençlik hareketlerinin kadroları arasındaki kopuşu engelle­meye yetmemiştir. Gençlerin gözünde ruhunu kaybetmiş olan bürokratik devrimciliğin zaten bir anlamı olamazdı. Che mitiyle özdeşleşen Latin Amerika devrimciliğinde, Anti-Vietnam kampanyalarda, Beat ya da Hippy kuşağının protest yapılanmalarında ya da Mao mitiyle anılan kül­tür devrimciliğinde, artık Babalarından nefret eden Oğullar nefes alacak yeni alanların peşindeydi. Hâsılı, II. Dünya Savaşı sonrasında çatışan; Babaların faydacılığı ve bürokratik dünyasıyla Oğulların her türlü fayda­dan arındırılmış ütopyalarıdır.

“Faydadan arındırılmış ütopya” ifadesini vurgulayarak kullanıyoruz. Bebek Patlamasının (Baby boom) kuşakları kendilerine sunulan nimetler­le sorunluydu. Bizzat Babalar’ından şahitlik ettikleri üzere, hem bu ni­metlerin elde ediliş tarzına, hem de bu nimetlerin tüketiminin emrettiği yaşayış tarzına karşı dair esaslı bir reddediş içindeydiler. Oğullar burjuva değerlerden hareketle aristokratik değerlerle değil, sermaye tarafından kolonize edilen orta sınıf burjuva değerlerle çarpışıyorlardı.

Lümpen muhafazakârliğin hegemonyasi

II. Dünya Savaşı sonrasının Babalar kuşağı, Oğulları Vietnam’da, hücre evlerine baskınlarda, Himalaya eteklerinde eroin yüklü “uçuşlarda” çakı­larak ölürken emeklilik hayâllerine dalarak bir ömür tüketiyordu. Ama bir önemli husus var; hiç değilse susuyor ve konuşmuyorlardı. Duvarın yıkıl­masının ardından 1945-1965 aralığında dünyaya gelmiş; 68 ve 78’li ol­muş kuşakların babalaşması daha beter bir muhafazakârlık üzerinden oldu. Çünkü artık kimseye laf bırakmadan konuşuyorlar; üstelik lümpen- liğin hegemonyasını kurarak.

Bu hegemonik söylem, geleneksel anlamda devrimci söylem ile mu­hafazakâr söylemin harmanlanmasından doğuyor ve sıfır toplamlı bir muhafazakârlığa dönüşüyor. Bir tarafıyla çok rahatçık Hayatı rahatlatan her türlü nimetle bağ kuruyor. (Bunu muhafazakârlık hep başardı, ama bunu başarmak hiç bu kadar kolay ve sorunsuz olmamıştı.) İlerlemeci damarını, almış başını giden teknolojizme düzdüğü övgülerde muhafaza ediyor. Düzenciliğini ise bu nimetlerin tüketilmesiyle elde edilen rahatla­malara düzdüğü övgülerle temellendiriyor. Yeni burjuvaların bir tür WASP kültürü uyarlamasıyla geliştirdiği hafif rustik ve antik esintiler taşımasına özen gösterdiği, teknolojik donanımı yüksek, bakımlılığı esas alan sade bir minimalist hayat özentileri bunun ifadesi. Bu, burjuva birey­ciliğinin “tek başıma da olsa giderimci” deneyimi ile 1+1 mekânlarda, ya da bakımlı bir kadın ve bakımlı bir çocuğun süslediği aile hayatı ile 3+1 mekânlarda şekilleniyor. Yeni yaşayış kültürü faydadan arındırılmış ya­şama arayışına tüketim kategorilerine yerleştirerek -meselâ jean pantolo­nunu eskiterek, yırtık pırtık hale getirerek- donduruyor. Faydadan arındı­rılmış yaşama ütopyasının her zaman bir doğa ve doğal yaşamak gönder­mesi vardı. Şimdi bu ütopya bize bir fantazma olarak geri getiriliyor. Bize doğa turizmi, gizem turizmi olarak yaşatılıyor. Eski kuşaklar, faydadan arınmış ütopyacılık dönemlerini hoş çocukluk anıları gibi anlatıyorlar. Etraflarındakilere, 1960’larda ya da 1970’lerde çekilen, pejmürde halleri gösteren fotoğraflarını tiye alarak gösteriyorlar. Nereden nerelere gelin­miş meğer… Onların söylemi günlük hayat fetişizmi ile hedonizmini çift­leştiriyor. Bu tecrübelerin ürünlerini kontrollü olarak alenîleştirmekten çekinmiyorlar. Hattâ bunu biraz da bilerek yapıyorlar. Olgunlaşma iddia­larını bir taraflarını hep çocuk bırakarak, yani çocukluğu kolonize ederek yürütüyorlar.

Bu yeni burjuvaların aykırı, tahrik edici, ayartıcı bir söylemi var. Bu söylemde burjuva entelektüalizminin esintileri hissediliyor. Ama bu eski­si gibi derin ve ağır zahmet gerektiren bir entelektüalizm olarak değil:

Çok sadeleştirilmiş ve basitleştirilmiş bir entelektüalizm olarak tezahür ediyor. Sözü edilen söylemin izlerini günlük konuşmalardan, hâkim mat­buat ve neşriyat dünyasına, oradan da reklamların dünyasına kadar izle­yebiliyoruz. Bu dil hafif tertip eleştirel bir o kadar onaylayıcı; hafif tertip siyasal, bir o kadar da siyasallık dışı (apolitik) olabiliyor.

Muhafazakârlığın ahkâm dünyası, özellikle siyasallaştığı zaman damı­tılmış bir liberalliğin, demokratlığın ve muhafazakârlığın tematikleri ara­sında ele avuca gelmeyen bir köşe kapma oyununa dönüşüyor. Eğer gele­neksel muhafazakâr temalarda ve onun yerleşik söyleminde ısrar edersek zaten muhafazakâr olacağızdır. Ama onunla eşlenmiş ya da eşlenmemiş bir liberallik ya da demokratlık da bizi, (içinden yer yer gecikmiş ya da taktik bir çocukluk sırıtsa da) post modem babalar haline getirmeye yeter. Çünkü artık liberallik ya da demokratlık bugün her zaman olduğundan daha fazla olarak birer siyasal mühendislik tasarımlardır. (Haydi moda olduğu üzere dizayn etmeler diyelim). Mühendislik muhafazakârlığın en duygusuz eylemidir ve bugün işletmecilik (business administration) ile birleşerek post modem muhafazakârlığı inşa etmiş durumdadır. Tasarım­ların sömürgeleştirdiği akıl yürütmelerimizde tasavvur gücümüzü kay- betmişizdir. Muhafazakârlığın tasavvurları, dünyayı kendisine müjdele­nen insana eşit ve onurlu bir şekilde kazandırmayı hedefleyen bir ütopya­dan değil, reel politikaya akıl erdirmiş bir sözde olgunluktan hareket eder. Bu muhafazakâr olgunlaşmada yakıcı, hata yaptıran duygusal ahlâkçılık­tan, “ilkeler”, “reel politik gerçekçilik” ve “iktisadi akılcılığın” çerçevele­diği soğuk ama güvenli iklimine girilir. Post modern muhafazakârlaşma- nın üzerinde yükseldiği üç ana sütundur bunlar.

Son söz

Yeni muhafazakârlık, burjuva dünyanın içinde, tüketim kapitalizminin orta sınıf üretme kapasitesi arttığı nispette derinleşecek, kapsama alanı artacaktır. Bu lümpenleşmedir. Lümpenleşmedir, çünkü ilkeler, reel poli­tik gerçekçilik, günlük hayatçılık, hedonizm, eğreti çocukluk, iktisadi akılcılık, teknolojizm ve benzerlerinden yeni bir hayat kurma iradesi çık­mıyor. Bu sadece radikalliğin imkânlarını boğuyor. Muhafazakârlığın ezdiği bu anlamda gençliktir. Ne tuhaf değil mi? Muhafazakârlık çocuk­lukla bile barışabiliyor; ama gençlikle asla…

————————————

Atıf: Süleyman Seyfi ÖĞÜN, Lümpen Muhafazakârlık Üzerine,  Doğu- Batı Düşünce Dergisi, Yıl:14,Sayı; 58, Ağustos, Eylül. Ekim 2011, ISSN: 1303-7242


[1] Prof. Dr. Süleyman Seyfı Öğün, Maltepe Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Yazar
Süleyman Seyfi ÖĞÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen