Din, Birey ve Cemaat

Din, Birey ve Cemaat[i]

Prof.Dr. Sönmez KUTLU

İslam’ın kurucu metni Kur’an, ilk muhatabı olan Arap toplumundan başlayarak toplumların gidişatını değiştirecek bir medeniyetin temel unsurlarını inşa etmeye çalıştı. İnsani değerlerin zayıfladığı, hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı, din ve vicdan özgürlüğünün ayaklar altına alındığı ve insanın kendisine ve yaratıcısına yabancılaşarak putlara tapındığı, heva ve hevesinin, nefsanî ve dünyevî zevklerinin esiri olduğu bir dönemde, İslam, köklü bir dönüşüm ve değişimi gerçekleştirmek için,  bireyi muhatap alarak, önce onu, sonra bireylerden oluşan toplumu bu sürece dâhil etti. Bu süreçte Arap toplumunda gerek kültür olarak gerekse daha önce gönderilen ilahî kitapların etkisiyle oluşan uygulamaları bütünüyle ortadan kaldırmadı. Arap toplumunda bazı kişiler tarafından yaşatılan Allah’ın varlığı ve birliğine inanmak, özgür bireyler olarak ona ibadet etmek, cansız ve faydasız varlıkları put edinmemek şeklindeki Hanif inancını (tevhid); adalet, hakkaniyet, iyilik, doğruluk, dürüstlük, yardımseverlik, güven, huzur, barış, dayanışma ve cömertlik gibi ahlâkî ve insanî değerleri tekrar insanların ve toplumların hayatında hâkim kılmak istedi. Bu yöndeki insanî çabaları destekledi ve toplumsal örf ve adetlerden yararlandı. Bir taraftan inanç ve ahlâkî alanı tahkim ederken,  diğer taraftan toplumsal hayatta yaşanan sorunlarla ilgilenerek bazıları için örnek yeni çözümler önerdi.

İslam’ın insanî ilişkiler,  insan toplum ilişkileri ve toplumlararası ilişkiler alanında (muamelat) önerdiği çözümlerin hemen hemen hepsi verili Arap kültüründen, dinî tecrübelerden veya insanî tecrübeden hareketle belirleme yolu tercih edildi. Bazen bir uygulamayı bire bir aldı, bazen onu alıp yeni bir kalıba soktu, kimi zaman da yepyeni bir uygulama getirdi. Dolayısıyla vahiy, bazı sorunlara doğrudan müdahale ederken bazılarının çözümünü Hz. Peygambere ve onun Müslümanlarla istişaresine bıraktı. Aslında Kur’an ve Hz. Peygamber yaşanan her sorunu birebir çözmek yerine, nasıl çözüleceğini öğretmeye çalıştı. Hatta bazen sahabenin çözüm önerisi vahye konu oldu. Bazen Hz. Peygamberin çözüm önerisi doğru bulunmayarak vahiy tarafından uyarıldı veya düzeltildi. Ama asıl hedef, insanların hayrı ve toplumların barış ve huzur içinde yaşaması için çözüm odaklı bir yöntemi hâkim ve kalıcılaştırmak idi.

İslam inanç, ahlak ve ibadet-muamelatla ilgili projesi, Hz. Peygamber hayatta iken, uygulanabilir bir hüviyete kavuştu. Yani bir din olarak İslam’ın inanç esasları belirlenmiş, insanlığın vicdanında makes bulan ahlâkî değerler yeniden üretilmeye başlanmış ve toplumsal hayatın tabiî akışı için yeni bir yol haritası ortaya konulmuş idi. İnsanların doğuştan getirdikleri renk, köken ve dil farklılıkları tabiî kabul edilmiş inananlar kendi aralarında İslam’da kardeş, inanmayanlar ise insanlıkta, yani hilkat ve ademiyette inananların kardeşi ilan edilmişti.

Bireysel ve toplumsal farklılıkları tabiî bir gerçeklik olarak gören İslam,  günahsız ve masum inananlardan oluşan suçun işlenmediği bir toplum tasarlamadı. Herkesin aynı dine inandığı yeknesak bir toplum kurmak gibi bir ütopyası da yoktu. Bunun yerine bireysel ve toplumsal hayatta iyiliklerin, adalet ve hakkaniyetin hâkim olduğu bir toplum kurmayı hedefliyordu. Bunun için İslam, inanç, ahlak, ibadet ve muamelat ile ilgili bütün emir ve yasaklarında muhatap olarak bireyi seçti. Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için bireysel özgürlükleri korumak ve geliştirmek; bireylerin doğuştan sahip olduğu kabiliyetleri insanlık için verimli ve faydalı hale getirmek;  heva ve hevesleri kontrol altına alarak iyiliklerde yarışa dönüştürmek suretiyle bireyin kişisel farkındalık ve toplumların toplumsal duyarlılık bilincini canlı tutmayı hedefledi. Bireyler, akıl ve irade sahibi oldukları için özgür; özgür oldukları için sorumludurlar.  İnanma ve inanmama hakları, onların özgür olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu birey düşünen, anlayan, bilen, öğrenen,  akleden, tefekkür eden, sorgulayan,  yanlışlara itiraz eden, hak ve hakikatten yana olan, adaleti gözeten,  hata yapan, günah işleyen, pişman olup tevbe eden, ara sıra nankörlük yapan, kibir ve gururla, hata ve isyanla malûl insandır.

Allah, başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün inananları insanî ve ahlâkî değerleri hayatta oldukları sürece kendi hayatlarında ve toplumda hâkim kılmak için çalışmalarını istemiştir. Kısaca Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak idealiyle yaşama çabasında olan mümin kul;  anlamlı bir varoluş bilinciyle hareket eden, eylem, tutum, tavır ve davranışlarında değerler üretmeye ve örnek olmaya çalışan özne insan vardır. Bu anlamda, hiç kimse bütün yönleriyle mükemmel insan olmayacaktır. Kimi insan adalette, kimisi cömertlikte, kimisi dürüstlükte kimisi de başka ahlâkî özelliklerin birisinde namzet olmayı hak edecektir. Bu ideal tipe ulaşmak için en fazla çaba harcayan ve bu uğurda “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” için kendisini eğiterek insanlara örnek olmayı başaranların başında Hz. Peygamber gelmektedir. Buna rağmen o, yüce ahlak sahibi olma sürecinde Allah’ın eleştirmesinden, uyarma ve yanlışlarını düzeltmesinden payını almıştır. Bu anlamda Hz. Peygamber, bir dava adamıydı, çok iyi bir örnekti. Ahlaklı bir birey ve erdemli bir toplum oluşturmak için, onun ortak değerler üretmedeki kişisel çabası ve bunun için başvurduğu üslubu, yol ve yordamı önemli idi.

Bireysel aklı kullanmayan, aklı ve aklî verileri kabul etmeyen, ortak akla ve toplumsal vicdanın sesine kulak vermeyerek insanî birikimden yararlanmayan toplumlar, çöküşle sonuçlanan ahlaksızlığın, fitne, fesat, düşmanlık, kin ve nefretin esiri olmuşlardır. İslam’ı kabul etmek, aslında bitmez tükenmez bir çaba isteyen yeni bir sürecin öznesi olmak demektir. İnsanlar, yaşadığı sürece,  toplumlar var olduğu müddetçe bu süreçte, kendi yapıp ettikleriyle, katma değer olarak ahlâkî ve insanî değerler üretebilmelidir.

Allah, insanlara inanıp inanmama özgürlüğü vermiş ve her bireyin kendi yaptıklarından hesaba çekileceğini bildirmiştir.[2] İslam’da kimse kimsenin günahını üstlenemez ve başkasının günahından dolayı ceza çekmez.[3] Sorumluluk bireysel olduğu için, bireyler tek başına hesap verecektir.[4] Her insan, sadece yaptıklarının karşılığı elde edecek, zerre kadar iyilik veya zerre kadar kötülük yaptıysa onun karşılığını görecek ve asla kimseye haksızlık yapılmayacaktır.[5] Her mümin ve Müslüman, kendi iradesiyle imanı seçmiş ve Allah tarafından hidayete erdirilmiştir. İnsanların doğru yola ulaşmasında birinci derecede insanın iradesiyle ve aklıyla hidayete yönelmesi, akabinde Allah’ın hidayeti ve yardımı ile bunu gerçekleştirmesi söz konusudur. Allah, hidayete ermek isteyenleri hidayete, dalalette ısrar edenleri dalalette bırakmıştır.[6] Allah’ın insanlara vahiy göndermesi ve onu imana davet etmesi insan için büyük bir lütuftur. Bu sebeple Kur’an’ı ona inananlar, muttakiler ve teslim olanlar için bir rehber ve hidayet kaynağı kılmıştır.[7] İman etmek isteyenleri hidayete ve doğru yola yönelten Allah’tır. Peygamberlere bile başkalarını hidayete erdirme yetkisi verilmemiştir.[8] Bu konuda Peygambere düşen sadece tebliğ etmek, yol göstermek ve uyarmaktır.[9] Ayetlerden anlaşıldığına göre, peygamberler hidayete erdiren değil ona çağırandır. Hidayetin kaynağı insanın kendisidir. Her insan, hidayeti bulma konusunda kendisi sorumludur. Hidayet yoluna girenler için Kur’an bir rehberdir ve yol göstericidir. İnananın imanını sabitleştirir; inkârda ısrar edenin inkârını katılaştırır.[10]

İslam, inanç ve ahlak konusunda aklı kullanmayı önermiş ve sorunların çözümünde vahyin sona ermesiyle birlikte aklı hakem kılmıştır. Allah,  iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, güzel ile çirkini ayırabilmesi için insanı akıl sahibi bir varlık olarak yarattı. İnsan, aklı kullanmak suretiyle inanır, Allah’ın yaratma amacına uygun olarak varoluş bilinciyle ve yaptıklarının bir gün hesabını vereceği şuuruyla (mebde ve meada uygun ) güzel, kaliteli ve sağlam iş (takva) yapar; kendi hayatını ve diğer insanların hayatını kolaylaştırır ve iyi, güzel hal, tutum ve davranışlar geliştir ve hayırlı işler (salih amel) yapar. Akıl aynı zamanda sorumluluk ve hayata değer katan ahlaklı olmanın kaynağıdır. Kur’an, inanç konusunda, ataların inancını ve uygulamalarını araştırmadan körü körüne benimseyenleri eleştirmiş; başka birisinin aklıyla hareket etmeyi ya da aklını başkasına teslim etmeyi doğru bulmamıştır.

Geçmiş dini geleneklerde olduğu gibi bölünüp parçalanmayı dini parçalama olarak görmüş, tefrika ve fitneye düşmemeyi ve cehaletten yüz çevirip düşünen, bilen ve akleden bir toplum oluşturmayı hedeflemiştir. İnsanların, soru sorma, sorgulama, eleştirme yeteneklerini geliştirerek düşünce dünyasını ve eylem dünyasını bir nizama sokmak istemiş, düşünce, inanç ve eylem arasında bir tutarlılık ve mantıklılığı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah, müslümanları, siyasal, toplumsal ve dinî alanlarda işlerini planlarken ve yürütürken alanında uzman, ehliyetli ve liyakatlı olanlarla çalışmaya, sorunların çözümünde kendi aralarında fikirler üretmeye, bu fikirlerden en iyisini seçmek için eleştiriye ve tartışmaya ve ortak aklı kullanarak (şura) problemleri çözmeye çağırmıştır. Aklın en birinci görevi, mükemmel bir şekilde yaratılan ve yaratıklar arasında saygın bir yere sahip olan insanı, kendi onuruna ve haysiyetine yakışır güzel işler yapmaya yöneltip kötülük, günah ve çirkin işlerden uzaklaştırmasıdır. İslam, ahlaklı olmak, ortak değerleri paylaşarak birlikte yaşayabilmek için, şahsiyetimizi ve kabiliyetlerimizi geliştirmek ve sorunları tespit edip çözümler üretmek için akletme ve aklı etkin ve doğru bir şekilde kullanmayı önermiştir.

İslam’da insanların birey olarak her konuda istediği şekilde düşünebilmesine ve fikirlerini açıklamasına imkân tanımıştır. Ancak bu fikirlerin başkalarına zorla kabul ettirmek, başkalarını düşünce özgürlüğünü kısıtlamak veya baskılamak için kullanılmasına karşı olmuştur. Çünkü İslam’a girerken, girdikten sonra ve çıktıktan sonra zor ve cebir söz konusu değildir. Kimse zorla İslam’a sokulamaz, İslam’da tutulamaz, zorla, cebirle ve tekfir ile İslam dışına atılamaz. Bireylerin bu konular bireyin tercihine bırakılmıştır. Bu yüzden insanların istediği dinî-toplumsal yapıta girmesi ve çıkması kendi özgürlüğüdür. Ancak mensubu olduğu mezhep, tarikat ve cemaatin kimliğini İslam’ı tanımlamak için kullanmamalı veya o kimlik üzerinden insanların dini ve milli duygularını kötüye kullanmamalıdır. Başkasını aklını hiçe sayan, din ve vicdan özgürlüğü üzerinde baskı oluşturan, bireylerin hayat hakkı ve malının dokunulmazlığına saygı göstermeyen hatta bunlara tecavüz eden bir yapıya dönüşen dini cemaatleşmeler ve tarikatlar, İslam’ın değerler sisteminin dışına çıkmıştır. Cemaatleşmeler, Müslümanlar arasında insana, insanlara, topluma, insanlığa ve canlılara iyilik ve hayrat konusunda yarış için geçerlidir. Kötülükte, ahlaksızlıkta, bireysel hak ve hukuku çiğnemede, insanları ticari meta olarak kullanmada bir yarış söz konusu değildir.

Günümüzde cemaatleşmeler, bireylerin doğuştan getirdikleri ve eğitimle kazandıkları kabiliyetleri insanlık için ve yeni bir medeniyetin kurulması için desteklemek yerine kendi çıkarlarını korumak için bekçiler olarak kullanmaktadırlar. Bireylerin başarısını onların kendi hanesine değil cemaatin diğer bireyleri istismar etmesine bir araç olarak kullanmaktadırlar. Cemaatleşmeler, İslam ahlakını birey ve toplum düzeyinde yaygınlaştıracak ve erdemli toplumun kurulması için kullanacak yerde İslam ahlakıyla ilgisi olmayan cemaat ahlak(sızlık)ı oluşturuyorlar. Bunun en önemli göstergesi, şeffaf olmaması, sır ve gizemli bir yapıda sürmesidir. Ahlaklı olmak, dindar olmak bireyin işi olmaktan çıkıyor, cemaatin hak ve çıkarlarını koruyan bir ahlaksızlığa dönüşüyor ve cemaat dindarlığına dönüşüyor. Günümüzde bazı cemaatler, diğer cemaat mensuplarını veya özgür bireyleri, kendi cemaatlerine mensup olmadıkları için ahlaksız, seküler veya hain olarak görmektedirler. Ayrıca ahlaklı olmanın ve dindar olmanın şartını cemaate bağlamaktadırlar. Hâlbuki asıl seküler olan ve dünyaperest olan, her gün gücüne güç katmaya çalışan, ticari şirket ve holdinglere dönüşen kendi cemaatleridir. Özellikle günümüzde Tarikatlar ve Cemaatleşmeler,  insanların ahlaki gelişimine, toplumda hoş görünün yerleşmesi, birlik ve dayanışmanın güçlenmesi, birlikte yaşama kültürünün desteklenmesi, farklılıkların zenginlik olarak görülmesi gibi özellikler sahip tasavvufu, temsil edemedikleri görülmektedir. Hatta günümüzde dinî cemaatleşmelerin ve tarikat örgütlenmelerinin tasavvufî çerçeveyi zorladığını, insanların vicdanlarında meşruiyetlerini kaybederek ticarî ortaklıklara dönüştüğü noktasında ciddi eleştiriler yapılmaktadır. Ali Bardakoğlu, bu yapıların zamanla İslamî değerlerden ve ahlâkî değerlerden nasıl uzaklaştıklarını ve menfaat birliklerine dönüştüklerini şu şekilde analiz etmektedir :

“Günümüzdeki dinî cemaatleşmeler ve tarikat örgütlenmeleri geçmiş dönemlerdeki geleneksel sınırlarında kalarak insanların ahlâkî gelişimine, derunî dindarlığına katkı sağlayıcı bir çizgide hizmet üretse, toplumda engin bir hoşgörünün yerleşmesine öncülük etse, toplumun sosyal bağını güçlendirici roller alsa hem meşruiyetlerini perçinlemiş, hem de dine ve topluma hizmet etmiş olurdu ama üzülerek görüyoruz ki öyle olmadı. Yani tarikat ve dinî cemaatleşme günümüzde Müslümanların dindarlığını güzelleştirme çabasından ekonomik çıkar ilişkisine, siyaset projesine, sosyal örgütlenme modeline dönüştü. Kendilerinden menkul kutsal makam ve otoriteler ihdas edildi, nev-zuhur kutsallıklar ve onun üzerinden dünyevî projeler ortaya çıktı. Bu gelişme de, hem tasavvufa hem İslâm’ın o güzel dindarlık modeline büyük zarar verdi. Sonuçta bugün tarikat örgütlenmeleri; İslâm’ın ana ilkeleriyle ve akidevî esaslarıyla uyuştuğunu söylemenin kolay, hatta bazen mümkün olmadığı bir anlayış, bağlılık ve inanışlar üreterek yola devam ediyor, varlığını güçlendiriyor. Hem de tarihte İslâm davetine öncülük etmiş alperenlerin yerine yeni bir tipoloji üreterek çevresindekilerin ve dünyanın İslâm algısını hayli hırpalayıcı bir rol icra ediyor.”[11]

İslam’da insanlar arasındaki görüş alışverişi, özgür iradesi ile eylemde bulunması ve hataları eleştirme şeklinde anlaşılabilecek şura, ayrıntılı uzmanlık alanları oluşturup topluma sorunların çözümünde öneriler sunmak yerine geleneksel karizmalara veya politik karizmalara kurban edilmiştir. Cemaatleşmeler hak ve hukuka bağlı, karizmasını ve faziletini, ayrıcalığını oradan alan erdemli insanların çıkmasına engel olmuş ve olmaya devam etmektedir. Bu tür yapılar ve mensupları, zühd ve takva kisvesi altında insanları kandırmaya ve onların hak ve özgürlüklerini çiğneme aygıt olarak çalışmaktadırlar. Bu yapılar, mensuplarının inancını, ahlakını ve ibadetlerini kontrol altına almıştır. Üyelerinden hiç kimse, cemaat içerisindeki ilişkileri veya bu yapının işleyişini sorgulayamamaktadır. Hele hele bu yapıların önderlerine karşı en ufak bir eleştiri yapabilecek ne konuma sahiptirler ne de cesarete sahiptirler. Çünkü onlar bu kişilerin her yaptığını hikmet olarak görmekte ve en saçma davranışlarını hikmete yormaktadırlar. Kurtuluşu, bu insanlara körü körüne itaate aramaktadırlar. Bu yapıların robotlaştırdığı insanlar, Müslüman toplumun Hz. Peygamber’in fikirlerine ve yaptıklarına “ Ya Resulallah! Bu senin fikrin mi, yoksa bir vahiy mi?” diyerek itiraz etme ahlak ve cesaretinden mahrumdurlar. Hatta önderlerini, şeyhlerini, hazretlerini, kutsallaştırarak Allah ile Peygamber ile her an görüşebilen şirket ortaklarına dönüştürmüşlerdir. Bu şahsiyetler, insanların zihnini okuyan, her iyiliğin, her tasarrufun ve her kötülüğün kaynağı olan kutsal varlıklardır. Toplumsal yapılarda, ahlâkî değerler güçlü olur ve hayata yansırsa, mensupları mutlu olur. Aksi takdirde turfanda dindarlık ve Müslümanlık üretenler, asla mutlu olamazlar. Bilakis hep psikolojik günahkârlık ve bunalım içerisinde olur. Dini hayatı zorlaştırmak,  dindarlık ve takva olarak görülür. Asıl takva, yaptığı her işi Allah rızası için ve en güzel şekilde yapmaktır. Hayat felsefesi olarak, insanların işlerini kolaylaştırmak suretiyle onlara yardım etmektir.

Cemaat üyeleri, kendi dışındaki hayatı kendisi için tehlikeli görür,  kendisini bozacağına inanır. En tehlikelisi de, Cemaat dışındaki diğer yapıları ve bireyleri öteki olarak, düşman olarak ve hidayete erdirilmesi gereken sapıklar olarak görmesidir. Ahlaklı olmak insanları sevmekten ve Allah’ın yaratıklarına sevgiden geçer. Cemaatleşmeler, insanları Allah’ın yarattığı, saygı duyulması varlıklar olarak görmek yerine, kendi cemaatlerine mensup olmadıkları için ve kutsallaştırdıkları kişilere teslim olmadıkları için, onlara karşı hep kuşkulu, korku dolu veya kin ve nefret doludurlar.

Sonuç olarak, insanların aklına ve iradelerine, özgürce karar verme haklarına saygı duymayan dinî-toplumsal yapılardan ahlaklı şahsiyetlerin çıkması imkânsızdır. Erol Güngör’ün dediği gibi, “Ahlaklı olmak akıllıların işidir.” Aklını başkasına veya her hangi bir gruba teslim etmiş kişi, birey olma hakkını, ahlaklı olma yeteneğini ve imkânını kaybetmiştir. Aklını kullanmadığı için başı beladan kurtulmaz.

Kaynaklar;

[1] “Din, Birey ve Cemaat”, Din ve Toplum Dergisi,  Ocak 2017, ss. 46-49.

[2] 17. Kehf, 29.

[3] 6. An’âm, 164; 17. İsrâ, 15; 35. Fatır, 17; 39. Zümer, 7; 53. Necm, 38;

[4] 2. Bakara, 48, 123, 134, 141; 34. Sebe, 25; 16. Nahl, 56, 93; 31. Lokman, 33; 40. Ğafir, 17; 38. Saffât, 39;

[5] 2. Bakara, 284; 75. Kıyame, 36; 21. Enbiya, 47; 14. İbrahim, 51; 45. Câsiye, 22; 36. Yasin, 54; 99. Zelzele, 7-8; 53. Necm, 39.

[6] “  De ki: “ Ey İnsanlar, işte size Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen, kendisi için gelir, sapan da kendi zararına sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (10. Yunus, 108) “ Kim yola gelirse kendisi için gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkár başkasının günah yükünü taşımaz. Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” ( 17. İsrâ, 15); “ Ve (bana) Kur’an okumam (emredildi). “İmdi kim yola gelirse kendi yararına yola gelmiş olur ve kim saparsa, de ki: “ ben ancak uyarıcılardanım.”  (27. Neml, 92).

[7] Bkz. 2. Bakara, 2, 97, 175; 3. Al-i İmran, 97; 6. En’am, 91; 7, A’raf, 52, 203; 16. Nahl, 64, 89, 102; 2. Neml, 2, 77.

[8] “Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.” (28. Kasas, 56). Ayrıca bkz.: 30. Rum, 53; 27. Neml, 81.

[9] 13. Ra’d, 7.

[10] 9. Tevbe, 124.

[11] Ali Bardakoğlu, “Cemaatler Nasıl Siyaset Projesine Dönüştü?”, Karar, 28.07.2016. (http://www.karar.com/gorusler/cemaatler-nasil-siyaset-projesine-donustu-201375#)

——————————————

[i] http://www.sonmezkutlu.net/?Syf=26&Syz=729601&/D%C4%B0N,-B%C4%B0REY-VE-CEMAAT

Yazar
Sönmez KUTLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen