Tarihî Süreçte Selefîlik-Tasavvuf İlişkileri

Tarihî Süreçte Selefîlik-Tasavvuf İlişkileri[i]

Prof.Dr. Süleyman ULUDAĞ[ii]

Özet

Selefılerin tasavvufa biçtikleri değer, tasavvufun gelişmesine ve çeşitli dönemlerde aldığı değişik şekillere bağlı olarak farklılık gösterir. İlk dönemlerde tasavvuf hareketi ve adı mevcut olmadığından selefin tasavvufu benimsemesi veya ona karşı çıkması söz konusu değildir. Tasavvuf hareketi I i/VIII. asrın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamış III/IX. asırda yaygınlaşmıştı. Bundan sonra selef âlimleri, sûfîleri eleştirmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı âlimler “İslâm’da ziihd var ama tasavvuf yoktur”, demiş, bunun sebebi olarak zühdün kabul gördüğünü ve eleştirilmediğini, halbuki tasavvufun tartışma konusu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu makalede Selefîlikle tasavvufun târihî süreçteki ilişkileri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Selefîyye, Tasavvuf, Sufi, Ziihd

 

History of Relationships Between Salafism and Sufism

Abstract

Value of Sufism for Salafies varies according to development of Sufism and types of it in different periods. In the former periods due to there is not a institutionalized Sufism, rejection of Sufism by Salafies is not possible. Sufism Movement had started in the second half of the VIII. Century, and pervaded in the IX. Century. After that time Salafi scholars become to criticize Sufies. For that reason, some scholars have claimed that “Asceticism is allowed but not Sufism in Islam”. Such scholars ground their claims on the perception of asceticism is not criticized but accepted; although, Sufism has been a big controversy. In that article, relationships of Sufism with Salafism will be debated.

Keywords: Salafiyya, Mysticism, Sufi, Zuhd.

Giriş

Ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağından bahseden hadiste, bunlardan sadece birinin kurtuluşa ereceği, bunun da “Hz. Peygamber ve Sahâbe’nin yolundan yürüyenler” olduğu belirtilir.[1] [2] Bu hadisin sıhhati tartışmalı olsa da, tarihî bir gelişimi yansıtmasından başka, birçok âlimin hidâyet-dalâlet, helâk-necât meselesine bakışını etkilemiş olması bakımından önem taşır. Ayrıca bu hadise dayanarak her fırka ve mezhep, kurtuluşa eren fırkanın (fırka-i nâciye) kendisi olduğunu, diğerlerinin ise mahv ve helak olduklarını iddia etmiştir.

Selef mezhebinde olanlar her vesileyle Hz. Peygamber’in ve Sahâbe’nin, hattâ Tâbiîn ve Etbau’t-Tâbiîn’in yolunda olduklarını vurguladıklarından, bu yola “selef mezhebi” denilmiştir. Bu yolu tutanlara “Eseriyye” denilmesinin sebebi de nakle ve rivayetlere olan bağlılıklarıdır. Bunlar bazen kcndileriniE/î/-; Hadîs olarak da tarif ederler.

Cehmiyye ve Mu’tezile Allah’ın sıfatlarını ve bazı âyetleri farklı ve yeni bir şekilde te’vîl ettiklerinden, onlara “Niifât-Muattüa” denilmiştir. Bu tür yeni yorumları reddedip nas ve lâfızların zâhirî mânalarına bağlı kaldıklarından selef yolunu tutanlara “İsbâtiyye-Sıfâtiyye” adı da verilmiştir. Bütün bunlar, Selefîyye dediğimiz zümrenin Hz. Peygamber ve sahâbe döneminde, daha kapsamlı bir ifadeyle en hayırlı nesiller sayılan ilk üç nesil döneminde yaşanmış olan dinî-İslâmî hayata ne kadar sıkı bir şekilde bağlı olduklarını, dinle ilgili yeni tefsir, izah ve tahlillere çoğu zaman bid’at veya dalâlet, hattâ bazen da tahrif ve küfür deyip karşı çıktıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu mezhebin gelenekçi (traditionalist) yönü dikkate alınınca, bunların İslâm’daki yeni gelişmelere, yorumlara, fikrî akımlara, bu arada zühd ve tasavvuf hareketine nasıl bakacaklarını tahmin etmek zor değildir.

İmâm EbuT-Hasan Ali b. İsmail’e (ö. 324/936) nisbet edilen Eş’ariyye ve Muhammed b. Muhammed’e (ö. 333/944) nisbet edilen Mâtürîdîyye mezhepleri ortaya çıkıp kelâm mezhebi niteliğine bürünmeden evvel İslâm geleneğine bağlı bulunan ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat denilen mezhebe mensup olan bütün Müsliimanlar Selef mezhebi üzere idiler. Aslında İmâm Eş’arî ve İmâm Mâtürîdî de Selef mezhebinden olduklarını ifade etmekteydiler. Bu bakımdan genel anlamda Selef mezhebi deyimi Mâtürîdîlik ve Eş’arîler de dâhil olmak üzere bütün Ehl-i Sünnet’i, özel anlamda ise sözü edilen iki mezhep teşekkül etmeden evvelki gelenekçi Müslümanlar ile daha sonra Selef veya Ehl-i Hadîs adı altında varlıklarını bugüne kadar devam ettiren, hiçbir zaman kendilerini Eş’arî veya Mâtürîdî saymayan zümreleri de kapsar. Tıpkı Selef (çoğulu Eslâf) gibi sünnet de âdete ve geleneğe işaret eder. Bu bakımdan Selefîler, kendilerini “Ehl-i Sünnet” olarak da tanımlarlar.

 

Selef’e Göre Tasavvuf

Eğer tasavvufla İslâm’ın amel, ibadet, tâat, takva, ahlâk ve edep boyutunun yanı sıra Allah Rasulü’nün vahiy alırken yaşadığı mânevî haller, Rabb’ma ibadet veya duâ ederken veyahut sahâbesine vaaz ve nasihat ederken yaşadığı derin ve yoğun hisler ve vecd (coşku) halleri ve bütün bunların cemâatine farklı şekillerde ve derecede yansımaları kastediliyorsa söz konusu hususların İslâm’ın özünü ve ruhunu teşkil ettiği açıktır. Zira tasavvuf, müminin Rabbi ile kurduğu rûhî ve derûnî ilişki (irtibat, ittisâl) anlamında İslâm’daki mânevî hayatın adıdır. Baştan beri İslâm’da adı konulmamış bir tasavvuf vardır. Tasavvuf, söz konusu mânevî ve rûhânî hayata sonradan verilen isimden ibarettir. Daha evvel bu husus ihsân, takvâ, zühd, ihlas, huşû’, Allah korkusu, Allah sevgisi gibi kelimelerle ifade ediliyordu. Tasavvuf gibi diğer İslâmî ilimlere de tefsir, kırâat, hadis, fıkıh ve kelâm gibi isimler sonradan verilmişti. Kur’ân ve sünnette iç içe ve bir arada bulunan çeşitli mesele ve mevzulara ait bilgilerin zamanla farklılaşmaları, ayrışmaları ve bir ilim dalı haline gelmeleri tabiî bir gelişmenin kaçınılmaz sonucudur.

Selef’e Göre Tasavvufun Değeri

Selef mezhebinde olanların tasavvufa biçtikleri değer, tasavvufun gelişmesine ve çeşitli dönemlerde aldığı değişik şekillere bağlı olarak farklılık gösterir. İlk dönemlerde tasavvuf hareketi ve adı mevcut olmadığından selefin tasavvufu benimsemesi veya ona karşı çıkması söz konusu değildir. İslâm’ın özü ve rûhu diye tarif ettiğimiz Kur’ân ve Peygamber’in hayatındaki tasavvuf, yani derin ve yoğun manevî hayat zâten bütün müminler tarafından cân-ı gönülden benimsendiğinden bu konuda herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Ancak Abdullah b. Amr, Ebü’d-Derdâ, Abdullah b. Ömer ve Ebû Zer el-Gıfârî gibi ibadet ve zühd hayatında aşırı giden bazı müminlerin Hz. Peygamber tarafından uyarıldığı ve dinde aşırılığın tasvip edilmediği bilinmektedir. Aşırı temâyüllere sahip bu nevî müminler, sonraki dönemlerde de nisbeten daha sıkça görülmüştür. Bununla beraber bütün İslâmî kesimlerde âbidler, nâsikler, kurrâ ve zâhidler yani takva sahibi sâlih müminler ve dindarlar daima saygı görmüşlerdir.

Selef ya da Ehl-i Sünnet adı verilen ilk dindar Müslüman âlimler ilk zamanlarda Cehm b. Safvan’a (ö. 128/745) nisbet edilen Cehmiyeve Mu’tezile’nin bid’at olarak gördükleri görüşlerine reddiyeler yazmışlardır. İbn Saîd el-Küllâb (ö. 240/854), Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857), Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî (ö. 355/965), Cehmiyye, Kaderiyye ve Mu’tezde mezheplerine reddiyeler yazan, dolayısıyla Eş’arîliğe ve Matürîdiliğe zemin hazırlayan selef âlimleridir.

Ali Sâmi en-Neşşâr ile Ammâr et-Tâlibî tarafından yayınlanan Ahmed b. Hanbel’in (Ö.241/855-856) Kitâbü’r-Red ale’z-zenâdika ve’l-Cehmiyye, Ebû Abdillah el- Buhârî’nin (ö.256/870) Halku efâli’l-İbâd, İbn Kuteybe’nin (ö.240/855) el-İhtilâf fi’l-lafz ve’r-red ale’c-Cehmiyye ve’l-müşebbihe, Dârimî’nin (ö.255/869) er-Redd ale’l-Cehmiyye er­Red ale’l-Merîsî isimli eserleri bahsedilen bid’at mezheplerini red için kaleme alınmıştı.[3] Bu dönemde selef âlimleri, zâhid ve sûfîleri hedef alan tenkitler yapmamışlar, reddiyeler yazmamışlardır. Ahmed b. Hanbel’in Hâris el-Muhasibî’yi eleştirmesi zühd ve tasavvuf konusundaki görüşlerinden dolayı değil, kelâmla meşgul olması sebebiyle idi. Ebû Zürâ (ö. 281/894) ise onun tasavvufî fikirlerini eleştirmişti.[4] Sâlimiyye fırkasının önderi sayılan Ebû Abdullah el-Basrî (Ö.369/979) ile Muhammed b. Fâdıl el-Belhî (ö. 319/931) aynı sebepten dolayı tenkit edilmişlerdi, sûfî oldukları için değil.

Tasavvuf hareketi II/VIII. asrın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamış III/IX. asırda yaygınlaşmıştır. Bundan sonra selef âlimleri, özellikle fıkıhçılar, sûfîleri eleştirmeye başladılar. Nasîruddin et- Tûsî (ö. 672/1274), kâfir ve zındık olmakla suçlanan sûfîler hakkında bilgi verir ve sûfîlere haksızlık yapıldığım belirtir.[5] Zındık ve mülhid olduğu gerekçesiyle Hüseyn b. Mansûr el-Hallâc (ö. 309/921) idam edilmiştir.[6]

Bu dönemde Selefîlerden başka bir kısım fıkıh ve kelâm âlimleri de bazı mutasavvıfları eleştirmişlerdir.

“İslâm’da zühd var ama tasavvuf yoktur”, diyenler bunun sebebi olarak zühdün kabul gördüğünü ve eleştirilmediğini, halbuki tasavvufun tartışma konusu olduğunu ileri sürerler. Bu görüşte doğruluk payı vardır. Zira Ehl-i Sünnet ve Selefîlerden başka Mu tezile, Hâricîler ve Şia’da zühd kavramına sahip çıkmıştır. Fakat tıpkı tasavvufun aşırı şekilleri gibi zühdün aşırı şekilleri de daima eleştirilmiştir. Nitekim mutasavvıfları kıyasıya eleştiren İbnü’l-Cevzî (ö. 514/ 1120), Telbîsu Tblîs’in (Kahire, 1368, s. 145-155) 9. bölümünü zâhid ve âbidlerin eleştirisine ayırmıştır.[7] Diğer yandan aynı zât, Ebû Nuaym’m (ö.228/843) Hilyetü’l-Evliyâ’sıra Sıfatü’s-Safve isimli eserinde kısaltmış ve daha faydalı hale getirmiştir. Çizgi dışı/marjinal (heretik, râfizî) mutasavvıflar gibi aynı durumdaki zâhidler ve zühd de daima eleştirilmiştir. Bununla beraber Selefîler zühdü kabul ve zâhidlere medh-ü senâ ederken genellikle tasavvufa ve sûfîlere mesafeli durmayı tercih ederler. İlk iki asırda zühd, tasavvufun özünü içeriyordu. Sonradan bu öz gelişti, ibadete ve zühde dayanan tevhîd, keşf ve mârifet ağırlıklı bir hareket haline gelince tasavvuf adını aldı. Ve bu sefer de zühd tasavvufun başlangıcı ve parçası haline geldi. “Tasavvuf zühdden fazla bir şeydir, zühd tasavvufun başlangıcıdır”, diyenler bunu kasdederler. (İbnül’l-Cevzî, Tclbîsü iblis, Kahire 1368, 155, 159). Bununla beraber tasavvuftan bağımsız olarak zühde Selefîler, Mu tezile, Hâricîler, Şiîler ve fakihler üstün bir dinî diğer olarak daima rağbet göstermişlerdir.

14 asırlık bir târihî bulunan Selefîyye mezhebi miitecânis ve yekpâre bir mezhep değildir, birçok kolları ve şekilleri mevcuttur.[8] Dolayısıyla zaman ve mekân itibariyle çeşitli coğrafyalarda ve toplumlarda selef mezhebinin çeşitli şekilleri ortaya çıkmıştır.

Tasavvufa bakış itibariyle selefîler iki kısımdır. Bir kısmı tasavvufu ikiyi ayırır. Mûtedil olan kısmını kabul eder, aşırı (gâlî) kısmım reddederler. İbn Teymiye ve sâdık izleyicisi İbn Kayyim bu kısma dâhildirler. Hattâ bunların kendilerine özgü bir tasavvufu da mevcuttur. Özel anlamda bunlara da sûfî denilebilir. Diğer kısmı “Şiîlerin de mutasavvıfların da mûtedili olmaz, hepsi aşırı ve çizgi dışıdır” derler ve tasavvufu kökten reddederler. İhsan İlâhî Zahir, Tasavvuf el-menşe ve’Tmasâdrr’das, Abdurrahman Vekîl, el-Fikru’s-sûfi fi’d-dâriT-kitâb ve sünnet’te[9] [10], Muhammed F. Şafaka, et-Tasavvuf beyne’Thak ve’l-halk’ta[11], et-Tasavvufu’l-İslâmi beyne’d-dîn ve’l-felsefe, Nâdir en-Nasrî, et-Tasavvufu’l-İslâmî[12], Takiyyuddîn el-Hilâlî el-Hediyyetü’l-hâdiyye ile’t- Tarikâti’t-Ticâniyye isimli eserlerinde bu görüşü savunmuşlardır. Müsteşriklerin önemli bir kısmı da bu görüştedir. Bu bakımdan Selefîlerin tasavvuf hakkmdaki eleştirel yaklaşımları farklılık göstermektedir. Tasavvufun en önemli konularından olan keşf/ilhâm ile kerâmeti Selefîlerin kabul ettiklerini özellikle belirtmek gerekir.

Abdülkadir Mahmud el-Felsefetu ‘s-sûfiyye (Kahire, 1966) isimli eserinde tasavvuf hareketini üç ana kısma ayırır[13]:

Birinci kısım: Selefî Tasavvuf

Mukâtil b. Süleymân (ö. 150/767) Kerrâmiyye (Muhammed b. Kerrâm (ö. 255/868), Sâlimiyye (Ebû Abdullah b. Sâlim (ö. 297/909) ile başlar ve İmâm Mâlik (ö. 179/795) ve İmâm Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile devam eder ve Abdullah Ensârî (ö. 481/1088) ile son noktasına ulaşır. İbn Teymiye (ö. 728/1328) ve İbn Kayyim (ö. 751/1330) de selef tasavvufunun önemli sîmâlarıdır. İbnüT-Âkil (ö. 513/1119) ve Abdülkâdiı-i Geylânî (Ö.481/1089) de Hanbelîdir, dolayısıyla Selefidir.

Daha evvel İslâm dininin “ruhu ve cevheri” diye tarif ettiğimiz tasavvufu bunlarda görmek mümkündür. Bununla beraber Selefî Sûfîler diğer sûfîleıden epey farklıdırlar.[14]

İkinci kısım: Sünnî Tasavvuf

Zeynel Âbidîn (ö. 94/712), Ca’fer es-Sâdık (ö. 141/765), Süfyân es- Sevrî (ö.161/778), İbrahim b. Edhem (ö. 161/ 778), Câbir b. Hayyân (ö. 200/815), Râbiatü’l- Adeviyye (ö. 185/801) ve Hâris el- Muhâsibî (ö. 243/857) ile başlar, Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/ 909) ile devam eder, İmâm Gazzâlî (ö. 505/1111) ile zirveye ulaşır, Şâzeliye tarikatında ve Muhammed İkbâl’de (ö. 1938) varlığım sürdürür.

Üçüncü kısım: Felsefî Tasavvuf

Zunnûn el-Mısrî (ö. 245/859) ve Bâyezîd-i Bestâmî (ö. 261/874), Hallâc (Ö.309/922), Hâkimet-Tirmizî (Ö.320/932), Şiblî (0.957/ 1550) ve Ferîdüddin Attâr (ö. 618/1221) ile başlar, Sühreverdî (ö. 587/ 1191), Halebî (ö.578/1191), Sadruddin Şirâzî (ö. 1050 1641) ile devam eder, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 957/ 1550), İbnü’l-Fârız (ö. 632/ 1295), Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/ 1273), İbn Seb’în (Ö.669/1270), eş-Şüşterî (ö. 1019/ 1610) ve Abdiilkerîm el-Cilî (ö. 832/ 1428) ile son noktaya ulaşır. İran’da İrfânîlik adı verilen tasavvuf, felsefî tasavvufun İran versiyonudur.

Selefîler, felsefî tasavvufu genellikle İslâm dışı kabul ederler, Sünnî tasavvufa bakışları ise mûtedil ve yumuşak olmakla beraber bunu da eleştirmekten geri durmazlar. Bazıları bunu da reddeder. Tabiîdir ki, selef tasavvufunda tarikat ve tekke yoktur, terbiye şeyhi mevcut olmadığından şeyh-mürîd ve tarîkat âyinleri, ritüelleri de mevcut değildir. Esasen selefîler bu tür şeylere de karşıdırlar.

Sühreverdî Halebî zındık olduğu gerekçesiyle idam edilmişti. Selefîler, Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-envâr, el-Madnûn el-kebîr, el-Madnûn es-sağîru ve Meâricu’l-Kuds gibi eserlerindeki bilgileri felsefî bilgiler olarak kabul eder ve reddederler. Onlara göre Gazzâlî’yi İbn Sînâ’nm (ö. 428/ 1037)eş-Şifa isimli eseri hasta etmiştir.[15] [16]Selefîler İbnü’l-Arabî, İbn Berrecân (ö.536/1142), İbn Seb’în (ö.669/1279), eş-Şüşterî, İbn Dehhâk (ö. 661/1214),İbn Kasî (ö. 546/1151), İbn Sudkîn, Abdülkerim Cilî, İbn Fârız, Sadreddîn Konevî(ö. 597/ 1200) gibi vahdet-i vücûd ehli ve taraftarı mutasavvıfları mülhid ve zındık saymışlardır. İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1200) Telbîsü İblis’te (Nakdü’l-ilm ve’l-ulema) ve diğer eserlerinde \T/XII. asra kadar olan tasavvufu ve mutasavvıfları eleştirmiştir. Başta İbn Teymiyye ve talebesi ve izleyicisi İbn Kayyim olmak üzere Alâeddîn Buhârî (ö. 841/1437), Bikâî (ö. 885/1480) ve Ali el- Kârî (ö. 1014/1650) gibi tasavvuf tenkitçileri eleştirilerini vahdet-i vücûd ehli, özellikle de İbnü’l-Arabî üzerinde yoğunlaştırmışlardır.[17]

İmâm Rabbânî (ö. 1034/1624) öncesi Nakşibendiyye meşâyihi de dâhil olmak üzere vahdet-i vücûd fikrinin geniş ölçüde bütün tarîkat ehli arasında yayılması ve kabul görmesi sonraki selefîlerin mutasavvıfları ve tarîkat mensuplarını İslâm dışı bir hareket olarak görmelerini kolaylaştırmıştır. Bu gün selef ile sûfîler arasında gördüğümüz ihtilâfın ve çatışma noktalarının böyle bir târihî mâhiyeti mevcuttur.

Selefîlere Göre Sûfîliğin ve Sûfîlerin Kusuru

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi radikal selefiler sûfîliği de sûfîleri de baştan sona hata ve kusur olarak görür ve reddederler. Mûtedil ve mâkûl olan selefîler ise radikal selefîler gibi tasavvufun bir kısmını reddeder, ancak onlardan farklı olmak üzere diğer bir kısmını kabul ve müdafaa ederler. İbnTeymiyye ve İbnKayyim, Hallâc ve benzeri sûfîleri reddederken genellikle ilk sûfîleri kabul eder, ama İbnü’l- Arabî, İbn Fârız, İbn Seb’în, İbn Berracân ve İbn Dehkân gibi Vahdet-i Vücûd’u benimseyen mutasavvıfları şiddetle reddederler. Bir kısım kelâm ve fıkıh âlimleri de bu hususta selefîler gibi düşünürler. İbn Haldûn bunlardan biridir.[18]

Burada hata ve kusur dediğimiz husus, selefîler tarafından genellikle ilhâd, küfür, zındıklık, bazen de dalâlet ve bid’at şeklinde algılanır. Şimdi bu tür hata ve kusurlardan bazılarına kısaca bakalım:

  1. Kabir ziyareti ve ölülerin ruhlarından istimdâd. Ünlü sûfî Ma’rûf Kerhî’den bahsedilirken, onun kabri, tecrübe edilmiş bir tiryâk/devâdır denilir.[19] Duâsı makbûldür, kabri ile derdi olanlar devâ ve şifâ bulur, denilir.[20] İbret almak veya kabirdeki ölüye duâ etmek maksadıyla kabirlerin ziyâretini câiz gören Selefîler, kabirlerde ve türbelerde bulunan ve evliyâ/ermiş olduğuna inanılan ölülerin ruhlarından istimdâtta bulunmayı, onlardan meded ummayı ve Allah katında onları vasıta, vesîle ve şefâatçi kılmayı aslâ câiz görmezler. Kimi bunu, putları aracı kılma gibi küfür ve şirk; kimi de büyük günah olarak görür.[21]
  2. Ölülerin ruhlarından meded/yardım istemeye karşı olan Selefîler, evliyânm (ermişlerin) ya da herhangi bir müslümanm kabri üzerine türbe ve bina inşâ edilmesini veya kabirlerin mermer taşlarla görkemli hale getirilmesini, türbelerdeki mermer ve ahşap sandukaların kumaşlarla süslenmesini hiçbir şekilde câiz görmezler, bunların mutlaka yıkılması ve ortadan kaldırılması gerektiğine inamrlar.[22]Onlara göre Müslümanların kabirleri Medine’deki Bâkî Kabristanı gibi olmalıdır. Fıkıh âlimleri de sade olmayan kabirleri mekruh görürler.
  3. Selefîler yatırların bulunduğu yerlerde, türbe ve dergâhlarda ibadeti, kurban kesmeyi ve sadaka vermeyi de câiz görmezler. Çünkü buraların herhangi bir yerden farklılığı ve fazileti yoktur. Muhammed b. Abdülvehhâb’m görüşlerini benimseyen Suûdîler de, Mekke ve Medine’deki ziyaret yerlerini yıkmışlardır. Birgivî’nin ve Kadızâdelilerin görüşleri de böyledir. Bu sebeple bunlara “Hüddâmü’l-Meâbid”, yani “ibadethâneleri yıkanlar” adı verilmiştir.

Sûfî, şeyh ve derviş olmayan pek çok mümin ziyaret yerlerine (mezar) gider, duâ eder, yatırı vesile edinerek Allah’tan yardım ister. Ancak buna daha fazla önem veren ve bunu savunan mutasavvıflar, tarîkat ehli ve özellikle Şiîlerdir. Sûfîler gibi Şiîler de “Atebât-ı mukaddese” ve “Atebât-ı âliye” dedikleri ziyaretgâhlara kudsiyet atfederler.[23]

  1. Sûfîlerin tamamı, bir tür dinî musikî anlamına gelen semâ’a ve İlâhîlere, özellikle zikir meclislerinde önem verirler. Dindışı (profan) musikiye nisbeten ılımlı yaklaşan selefîler,sûfîlerin semama (deveran, raks) karşıdırlar.[24]Semânm bir ibadet olmadığını söylerler.
  2. Selefîler, sûfîlerin şathiyelerine saçma, hezeyan, zırva (tammât, türrehât) der ve reddederler. Hallâc’m “Ene’l-hak” demesini küfür sayarlar. “Ene’l-hak” sözünün fenanın ve tevhidin en yüksek seviyesi sayılmasını abes ve anlamsız görürler. Bununla beraber Ebü’l-Vefâ ibn Akîl (ö. 513/1119) ve Abdullah Ensârî gibi bu konuda daha ılımlı görüşlere sahip selefîler de vardır.
  3. Riyazet, mücâhede, halvet, erbain, çile. Selefîler, mutasavvıfların riyazet ve miicâhede, yani çile/erbaîn, nefse hâkim olmak için çileli bir hayat yaşama, bazı tekkelerde ve zaviyelerden inşâ edilen küçük, daracık ve karanlık hücrelerde (çilehâne) kırk günü kendini ibadete verme ve bunun sonunda nefsi terbiye edip mânevi bir temizliğe erme usullerini bid’at ve dalâlet olarak görür ve reddederler. Onlara göre tasavvuftaki çileli hayat, şeriata aykırı olduğu gibi akla ve fıtrata da muhâliftir.
  4. Şeyhe kayıtsız ve şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek. Selefîler, tasavvuf kitaplarında geçen “tasavvuf itirazı terk etmektir”, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”; “şeyhine niçin diyen mürîd iflah bulmaz”; “mürîd şeyhini âmâ birini uçurumun kenarında yeden kişiyi izlediği gibi izlemeli”;“şeyhin önünde mürîd, gassalin önündeki cenaze gibi olmalı “/’mürîd şeyhin hatasını kendi isabetli görüşüne tercih etmelidir” gibi ifadeleri bahis konusu ederek mutasavvıflara yüklenirler. Bu ifadelerin şeriata da akla da aykırı olduğunu ısrarla söylerler.
  5. Selefîler, mutasavvıfların Ricâlu’l-gayb/gayb erenleri, üçler, yediler, kırklar, kutub ve gavs konusundaki inançlarını bâtıl ve hurâfe sayıp reddederler. (Hükümet­i sofiye)
  6. Cihâd, emr bi’l-ma’rûf nehy aniT-münker. Tebliğ ve dâvet konusunda da selefîler sûfîleri eleştirirler. Onlara göre mutasavvıflar cihâddan, daha çok nefs mücadelesini anlamışlar, en büyük düşman olarak nefsi gördüklerinden[25] nefse karşı savaşmayı büyük, cephede kâfirlere karşı savaşmayı küçük cihâd olarak görmüşlerdir. Selefîlere göre mutasavvıflar açlıkla bedenlerini zayıflatarak, evlenmeyerek de Müslüman nüfûsun azalmasına sebep olarak savaş imkân ve kabiliyetlerini zayıflatmışlardır. Bazen müslim-gayr-i müslim farkı gözetmemeleri Müslüman toplumdaki cihâd ruhunu ve hevesini söndürmüştür.
  7. Selefîler, mutasavvıfların bazı menkıbelerini ve kerametlerini, kehânet ve falcılık derecesine varan gelecekle ilgili olarak verdikleri bir kısım haberleri akla ve şeriata aykırı görür ve reddederler. Bununla beraber Selefîler keşfi de kerameti de esas itibariyle kabul ederler.
  8. Selefîler ilhamı ve kerameti kabul eder, bunu savunur ve İslâm’ın bir esası olarak görürler. Bu hususu bilhassa İbn Teymiyye’de ve İbn Kayyim’de açık olarak görmek mümkündür.[26] Fakat bir kerametin veya keşf ile hâsıl olan bilginin makbûl olması için bunun Kur’an ve sahih hadislere muhâlif olmaması gerekir. Sûfîlerin menâkıb kitaplarındaki kerâmet ve keşiflerin önemli bir kısmı bu ölçüye uymaz, onlar hayâl ürünü bir takım hurâfelerden ibarettir.
  9. Selefîler bazen mutasavvıfları zâlim ve zorba sultanların, devlet adamlarının, emperyalistler ve diktatörlerin işbirlikçileri olarak görmüşler, onlar tarafından kullanıldıklarını söylemişlerdir. Moğol İstilâsı’nda, Haçlı Seferleri sırasında ve Müslüman ülkelerin sömürgeleştirilmeleri dönemlerinde bunun örnekleri görülmüştür.

XX. asrın ikinci yarısında petro-dolarlarla zenginleşen Arap Yarımadası’ndaki Selefîler, pek çok vakıf ve dernek kurarak topladıkları paralarla Afrika başta olmak üzere çeşitli ülkelerde İslâm’ı tebliğ ve halkı İslâm’a dâvet faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bunların en meşhuru Râbıtatu’l-âlemi’l-İslâmî idi. Medine’deki İslâm Üniversitesi, Mekke’deki Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi ve Riyad’daki Muhammed b. Abdülvehhâb Üniversitesi de, Selefîliği yaymak için pek çok Müslüman diyarından gelen talebeleri almış, bunların maddî ihtiyaçlarını karşılamış, onları selef akîdesi üzerine yetiştirip ülkelerine göndermişti. 1991 yılında Sovyetler Biıliği’nin (SSCB) ortadan kalkmasından sonra selef mezhebi Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kazan’da ve Orta Asya’da yayılmaya başlamıştı. Bu bölgelerde Selefîler tarikat mensuplarıyla çatışmakla kalmamışlar, Hanefî-Mâtürîdîliğin gelenekleriyle de ihtilâfa düşmüşlerdir. Zira Selefîler, en hoşgörülü bakışla bile tarikat mensuplarını, dervişleri ve meşâyihi dalâlet ve bid’at ehli olarak görürler. Onları müşrik ve kâfir olarak görmeleri de nâdir görülen hususlardan değildi.

2012’de başlayan Arap Baharı’nda özellikle Mısırdaki Selefîler mücadeleyi ve cihâdı bir yana bırakarak ABD ve AB’nin etkisinde bulunan Körfez ülkelerinin telkinleri istikametinde hareket etmişlerdir.

Her şeye rağmen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat çerçevesinde görülmeleri gereken Selefîlerin İslâm toplumlarma olan olumlu katkılarının göz ardı edilmemesi, bunların içinde mûtedil, mâkûl, hoşgörülü, bilgili ve deneyimli şahsiyetlerin bulunduğunun da bilinmesi lâzımdır.

Aslında yegâne ihtilâf, Selefîlerle Selefi olmayanlar veya Selefîlerle sûfîler arasında yaşanmamıştır. Selefi olmayan Sünnîlerle sûfîlerin kendi aralarında da pek çok fay hatları ve ihtilâf noktaları mevcuttur. Selefîler de kendi içlerinde homojen biryapı değildir. Onlar da çeşitli gruplara bölünmüş olup, aralarındaki ihtilâflar da az değildir.

Kaynakça

Abdurrahman Abdülhâlik, el-Fikrıı’s-sûfi fi da’vil-kitâbve’s-sünne, Kuveyt 1984.

Abdurrahman Vekîl, Hâzihi’s-Sûfiyye, Beyrut 1979.

Abdülkâdir Mahmûd, Felsefetü’s-sûfiyye, Kahire 1966.

Aleaddîn Buhârî, Vahdetü’l-vücûd, İstanbul 1294.

Ali el-Karî, Vahdetu’l-vücûd, İstanbul 1294.

Ali Sâmi en-Neşşâr vdğr., Akâidii’s-Selef, İskenderiye 1970.

Bikâî, Tenbîhu’l-gabîala tekfiri Ibn Arabî ve tahzîrn’l-ibâd min ehli’l-ilhâd, Kahire 1980.

Gazzâlı, İlcâmu’l-avâm an ilmi’l-kelâm, Kahire 1309.

 ___________ , el-Madnûn el-kebir, el-Madnûn es-sağîr, Kahire 1309.

             , Ihyâu ulûmi’d-dîn, Kahire 1939.

İbn Haldûn, Şifâu’s-sâil fi tehzibi’l-mesâil, Ankara 1958.

             , Mukaddime, Tunus 1984.

İbnü’l-Kayyim el-Cevzî, Telbîsii iblis (Nakdü’l-ilm ve’l-ulema), Kahire 1368.

             , Igâsetu’l-lehfân, Kahire 1961.

             ,____ Medâricü’s-sâlikin, Beyrut 1983.

             , Ictimâü’l-ciiyûşi’l-Islâmiyye alâ azvi’l-Muattilave’l-Cehmiyye, Kahire, ts

İbn Teymiyye, et-Tuhfetu’l-Irakıyye fi’l-a‘mâli’l-kalbiyye, (Mecmûatü’r-risâletiT- münîriyye), Kahire, IV, 1-165.

             , Risale fi ilmi’l-bâtın ve’z-zâhir (Mecmûatü’r-risâletiT-münîriyye), I.

             , Mecmûatü’r-resâil ve’l-mesâil, Beyrut 1983.

             ,____ Mecmûatü’r-resâili’l-kiibrâ, Beyrut 1972.

             , el-Furkân beyne evliydi’r-Rahmârı ve’ş-şeytân, Kahire 1387.

             ,____ en-Nübüvvât, Matbaatü’l-Feyyâz, 2005.

             , et-Tevessül ve’l-vesile, Kahire 1374.

İhsan İlâhî Zahir, et-Tasavvuf el-menşe ve’l-masâdır, Lahor 1986.

İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Ibn Arabi, İstanbul 1928.

Kelâbâzî, et-Taarrufli mezhebi ehli’t-tasavvuf, Kahire 1960.

Massignon, L., Islâm Tasavvufu, çev. Osman Türer. İstanbul 2006.

Mehmet Ali Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim, İstanbul 1327.

Muhammed, F.Ş, et-Tasavvuf beyne’l-hak ve’l-lıalk, 1970.

Serrâc, EbûNasr et-Tûsî, el-Lüm‘a, Kahire 1960.

Şa’rânî, Ebü’l-Mevâhib b. Alî, et-Tabakâtü’TKübrâ, Kahire 1954.

et-Tıblâvî, Mahmûd Sa’d, et-Tasavvuf fi türâsi Ibn Teymiyye, Kahire 1984.

et-Tahâvî, Ebû Ca’fer, el-Akidetü’t-Tahâviyye, Beyrut 1978.

———————————-

* Prof. Dr., Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]

[2]   Ebû Dâvûd, es- Sünen, “Sünnet”,!; Tirmizî, es-Sünen, “imân”,18; IbnMâce, es-Sünen, “Fiten”,17; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 309.

[3]      bk. Ali Sâmi en-Neşşâr vd. Akâidü’s-Selef, İskenderiye 1970.

[4]      ez-Zehebî,EbûAbdillâh b. Osmân, Siyerüa’lâmi’n-nübelâ, XIII,311.

[5]      et-Tusî Ebu Nasr es-Serrâc, el-Lüm‘a, Kahire 1960, s.492-515.

[6]      Suçlanan ve cezalandırılan sûfîler için bk. Şa’rânî, Ebü’l-Mevâhib b. Alî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Kahire 1954,1, 5-17.

[7]      İbnü’l-Cevzî, Telbîsu iblis, Kahire 1368, s.145-155.

[8]      Gazzâlî, îlcâmu’l-avâm an ilmi’l-kelâm, isimli eserinde selefin yedi esasından bahseder. Takdis, îmân- tasdik, aczi itiraf, sükût, tasarruftan kaçmmak, keff ve mârifet ehline teslim. Bu esaslar selefi tanımlamaya yeter ama bu esasların farklı yorumlanmasından selef hareketinin birçok şubeleri ortaya çıkmıştır. Selefîlerin Hanbelilerden, ibn Teymiye ve izleyicilerinden, Muhammed b. Abdülvehhâb’dan ibaret görmemek gerekir. Mehmed Birgivi ile izleyicileri Kadızâdelileri de bu grupta görmek lazımdır. eş-Şebâb, en-Nusra ve el-Kâide gibi militan grupları esas alarak Selefîyye’yi değerlendirmek yanlış ve sakıncalıdır. Kahire 1309,1, 42.

[9]      bk. Ihsan İlâhî Zahir, Tasavvuf el-menşe ve’l-masâdır, Lahor 1986.

[10]    bk.Abdurrahman Vekil, el-Fikru’s-sûfîfi’d-dâri’l-kitâb ve sünnet, Kuveyt 1984.

[11]    bk.Muhammed F. Şafaka, et-Tasavvuf beyne’l-hak ve’l-halk, Darü’s-Selefîyye, 1983; Muhammed F. Şafaka,

et-Tasavvufu’l-Islâmî beyne’d-din ve’l-felsefe, Kahire 1975.

[12]    bk.Nâdir en-Nasrî, et-Tasavvufu’l-Islâmî, Beyrut 1960.

[13]    bk.Abdülkadir Mahmûd, el-Felsefetu ’s-sûfîyye, Kahire 1966.

[14]    Bu konuda bk. Abdülkadir Mahmûd, age. s.78-148, Ali Sâmi en-Neşşâr, el-Neş’etü’l-fikri’l-felsefi’l-İslâm, Kahire 1977,1, 285-313;III, 105-216; Massignon, L., İslâm Tasavvufu, çev. Osman Türer, İstanbul 2006, s.113-134.

[15]    GazzâE, Mişkâtü’l-envâr; el-Madnûn el-kebîr; el-Madnûn es-s ağır, Kahire 1309.

[16]    İbn Teymiyye, en-Nübüvvât, 114-218.

[17]    bk. Alâeddîn Buhârî, Vahdetü’l-vücûd, İstanbul 1294; Ali el- Kârî, Vahdet-i Vücûd, İstanbul 1294, s. 52­116; Bikâî, Tenbîhuİ-gabî eda tekfiri İbn Arabî, Kahire 1980; a. mlf. Tahzîru’l-ibâd, Kahire 1980; Abdurrahman Vekîl, Mesrau’t-tasavvuf adiyle yayımlamış ve eleştirilerinin dozunu artırmıştır. İsmail Fenni (Ertuğrul) bütün bu eleştirileri cevaplayarak Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddin Ibnü’l-Arabi’yi savunmuştur.

[18]    ibn Haldûn, Şifâu’s-sâil li tehzîbi’l-mesâil, Ankara 1958, s. 70; İbnHaldûn’un Fetvası, s. 110, Mukaddime, Tunus 1984, s. 584-97.

[19]    es-Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiı/ı/e, s. 84.

[20]    Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 60.

[21]    İbn Teymiyye, et-Tevessül ve’l-vesîle, Kahire 1374, s. 17, 23.

[22]    bk. Tirmizî, es-Sünen, “Cenâiz”, 56; Müslim, es-Sahîh, //Cenâiz,,,94

[23]    İbn Kayyim, Igâsetu’l-lehfân, Kahire 1961,1, 201-242.

[24]    ibn Teymiyye, Mecmuatü’r-resaili’l-kübrâ, Beyrut 1972, II, 293. ibn Kayyim’a göre ibadethâne haline getirilen türbelerin ve ziyâretgâhlarm yıkılmalan icap eder, ibn Kayyim, Igâsetu’l-lehfân, Kahire 1961, I, 242-285; a. mlf. Medâricu’s-sâlikîn, Beyrut 1983,1, 516-542.

[25]    bk. Aclûnî, age. I, 143. Selefîler şöyle bir karşılaştırma yaparlar. Haçlılar Kudüs’ü işgal ettikten sonra Gazzâlî 12 sene daha yaşadığı halde eserlerinde bu işgalden bahsetmedi. Buna karşı İbn Teymiyye Şam civarında Moğollar’a karşı verilen ve kazamlan savaşa katıldı. Abdülkadir Cezâirî ve Şeyh/Imam Şâmil gibi sûfi eğilimli, büyük komutanlann XIX. Yüzyılda verdikleri mücadeleyi burada hatırlatmak gerekir. Senûsîler de hem sufî, hem de Selefidir.

[26]    ibn Teymiyye, el-Furkârı beyne evliyâi’r-Rahmân ve’ş-şeytân, Kahire 1378, s.31-34, 73-88.

—————————————

[i] İlahiyat Akademi, Yıl: 2015 cilt: 1 Sayı: l-2, altı aylık Uluslararası Akademik Araştırma Dergisi, The Journal of Tb eo logic Academy of Gaziantep University, Year: 2015 Volume:L İssue: l-2 a bi-annual İnternational Journal Of Academic Research 

[ii] Prof. Dr., Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]

Yazar
Süleyman ULUDAĞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen