Bir Seçkin İdeoloji Olarak Siyâsî Milliyetçilik ve İktidar Problemi – II

 

Durmuş HOCAOĞLU[i]

 

…………………………………….

 

Siyâsî Milliyetçiliğin İktidar Problemine Muhtasar Bir Prolegomena: “Milliyetçiliğin Paradoksu”

Daha fazla yazılsa da daha fazla aydınlatması çok zor olan milliyetçilik, kısaca, bu. Ancak, O’nunla ilgili olarak mutlaka söylenmesi gereken ve bu makalenin konusunu oluşturan fevkalâde mühim birşey var ki, o da, insânî olan hemen herşey gibi ve fakat muhtemelen hepsinden daha ziyâdece, milliyetçiliğin de siyâsî bir hedefinin olduğu, yâni, her tür ve cinsinin, mutlaka en azından potansiyel hâlde de olsa, ikti­dar” talebini mündemiç olduğudur ve problem de burada ortaya çıkmaktadır. Bundan sonraki kısımda, işte, işbu zorlu problem üzerine eğilmeğe çalışacak ve demokratik sistemler­de, kendisini açıkça “milliyetçi” olarak manifeste eden siyâsî partilerin iktidar olmak, diğer bir ifâdeyle, kendi milletinden siyâsî vekâlet almak husûsunda karşılaştıkları olağanüstü mudilliği ifâde etmek için kullandığım “Milliyetçiliğin Paradoksu”nu tahlîl etmeğe çalışacağız. ne kadar kısaca

İktidâr’ın Üç Yolu ve Siyâsî Milliyetçilik

Şimdi bu yazının omurga sorusunu sorabiliriz artık: “İktidar’a nasıl sâhip olunur, veya diğer bir deyişle, iktidar nasıl elde edilir?”; ve en az onun kadar ve hattâ ondan da mühim olarak, “iktidar nasıl muhâfaza edilir ve nasıl muktedir olu­nur?”

İmdi: İktidar kelimesini dar ve özel anlamı olan Siyâsî İk­tidar olarak ele aldığımızda, bütün tarihî tecrübeyi gözeterek, ve fakat, İktidâr’ın babadan tevârüsen intikal veya kan bağı kurmak sûretiyle elde edildiği, yâhut, saray entrikalarıyla, komplolarla gaspedildiği modernite-öncesi veya “eski/ anak­ronik” olarak adlandırabileceğimiz Halk’a kapalı metodları burada konu edinmeyerek, İktidar’ın kazanılmasının, ana hatlarıyla üç adet yolu bulunduğunu söyleyebiliriz: Üstten, Yandan ve Alttan.

Üstten Yol, İktidâr’ın, toplumun rızâsını hiç gözetmeden ve hattâ ekserî hâlde vâki’ olduğu üzere, tamâmen rızâsı hilâfına, veya azınlık bir kesimin diğerleri üzerinde tahakkü­mü maksâdına mâtûfen, salt güce, sâdece güce dayanarak elde edilmesidir; eski zamanların en sık kullanılan metodlarından olan, yukarıda sözünü ettiğimiz saray entrikaları ve bilhassa modernite döneminde çok örneklerini gördüğümüz ve bir az gelişmişlik semptomu olan bütün askerî darbeler bu sınıfa girer: Türkiye’de 31 Mart ve 27 Mayıs darbeleri, Suri­ye’de Esad, Irak’ta Saddam darbeleri, Latin Amerika ülkele­rindeki darbeler v.b. gibi.

Yandan Yol, dışarıdan alınan açık askerî güç desteği ve/ya ekonomik ve benzeri desteklerle hâricî kuvvetlerin dâhildeki uzantısı ve maşası olmak sûretiyle iktidârın ele geçirilmesinin yolu budur. Meselâ, 1970’lerin başında, Sovyet yayılma dokt­rinine uygun olarak Babrak Karmal ekibi tarafından Afganis­tan’a “dâvet edilen” Rus kuvvetlerinin kaba askerî gücüne yaslanarak elde edilen iktidar bu neviden olduğu gibi, Türki­ye’de Rusya’nın ve Çin’in beşinci kolu olarak senelerce faali­yet gösteren Türk komünistlerinin tahayyül ettikleri iktidar da bu nevidendir, XIX. asırda “İngiltere Devlet-i Fehîması”na yaslanarak Osmanlı’da birtakım paşaların ─Fuad Paşa’nın “sefâretlere yaslanan iktidarlar” tâbir ettiği─ iktidârları da; ve dahası, günümüzde ise, taban olarak Halk’a dayanmakla berâber, seçimlerden önce destek, yardım, te’mînat ve strate­jik taktik ve takviye almak, seçimlerden sonra ise adetâ arz-ı ubûdiyette bulunurcuna üzere ABD’ye, veya Almanya’ya, yâhut AB’ye seğirterek gidenlerin iktidârı da tamâmen olma­sa bile, belirli mikyaslarda, kısmen, derece be derece bu nevi­den addedilebilir.

Alttan Yol ise, kendi toplumuna yaslanarak, yâni iktidarın asıl menşe’i ve gücün asıl referansı ve meşrûiyetin aslî menbâı olarak kendi halkını, kendi milletini seçip O’nu iktidara taşıyarak iktidarın elde edilmesinin yoludur ve o da kendi içinde ana hatlarıyla ikiye taksîm olunabilir: “İhtilâl” ve “Se­çim.”

Burada yeri gelmişken İhtilâl kelimesi üzerinde birkaç cümlecik söylemeliyim: Birincisi, İhtilâl, “ayaklanma”, “is­yan” veya “başkaldırı”dan radikal olarak farklıdır; ikincisi, bu kelimeyi, sâdece şiddete dayanan bir iktidar değişimi anla­mında değil, ‘âmir’ ve ‘mütehakkîm’ olmayıp ‘hadim’ olan bir elit kadronun öncülüğünde ve, başka çâre kalmadığı için bizzarûre güce dayanan fakat sonuç olarak bir toplumun hayâtında “devrim” niteliğinde bir dönüşüm gerçekleştiren bir halk hareketi olarak anlıyorum; bu sebeple de her ihtilâl aynı zamanda bir devrimdir, ancak her devrim, bir ihtilâl değildir: Meselâ, soğukkanlı İngiliz Aydınlanması’nın netîcesi olarak tedricî bir süreçte gerçekleştirilen İngiliz devriminin bir ihtilâl ürünü olmamasına karşılık, agresif Fransız Aydınlanması’nın netîcesi olarak ortaya çıkan ve bir anlamda diyalektiksel bir dönüşüm örneği olan Fransız devriminin bir ihtilâl ürünü olması gibi. İhtilâl’in bu tanımına uygun olarak Temmuz 1789, Ekim 1917 ve Şubat 1979 tarihleri, mâhiyet­leri ve sonuçta elde etmiş oldukları başarıları farklı olmakla birlikte, üç farklı coğrafyada gerçekleştirilen üç ihtilâli işâret etmekte olduğu gibi, İslâm’ın doğuşu da, aynı şekilde ve fakat tam ve kat’î bir devrim başarısı ile noktalanan bir ihtilâldir; buna karşılık Türklerin Müslümanlaşması ise, bir devrim olmakla birlikte, geniş bir zaman dilimine yayılmış tedricî bir tekâmülün mahsûlü olması hasebiyle bir ihtilâl değildir.

Gelelim, Seçim konusuna: Açık bir husustur ki, bünyesin­de birçok zaaf taşıdığı inkâr edilemez olmakla berâber, yine de “en iyi” ─veya “en az kötü”─ rejim olan Demokrasi’nin hem kendisi Taban’ın, Ortega y Gasset’nin aristokrat bir tepeden bakışla “Kitleler” tâbir ettiği Halk’ın, yâni Büyük Kitle’nin iktidârının ve iktidar yolunun adıdır ve hem de mâ­hiyeti gereği, bu yolu, kaçınılamaz bir zarûretle, omurgasını oluşturan ve “seçim” adı verilen bir mekanizma ile açık tutan bir yönetim tarzı ve hattâ, daha fazlası olarak bir hayat tarzı­dır. Tabiatiyle, her romantizm gibi gerçeği örten tehlikeli bir perde olan “demokrasi romantizmi”nden sıyrılmaya muvaffak olduğumuz takdirde, aslında, satıhta görülenden – veya, gös­terilenden – çok farklı olarak, İktidâr’ın menbâı, menşe’i ve meşrûiyet mutlak kaynağı olan – buna da ‘olduğu iddia edi­len’ dersek daha doğru olur – Halk’ın, hiçbir zaman, hayli ciddî bir miktar riyâ da taşıyan bu yüceltilmeler, tâzimler ve tebciller âyârında iktidâr sâhibi olamadığını kabûl etmek bir zarûrettir; ancak, beri yandan, Büyük Kitle’nin, romantik demokratların iddia ettiğinin aksine, “iktidarın tek kaynağı” olmasa ve olamasa da, olması asla mümkün dahi değilse de, yine de ve her şeye rağmen, iktidar’dan en fazla pay alabildiği rejim veya yönetim sistemi de Demokrasi’dir.

İmdi bu noktadan îtibâren, dikkatlerimizi siyâsî milliyetçi­liğin umûmiyetle kronik olarak nitelendirilebilecek temel problemine, iktidar problemine odaklandıracak ve bu prob­lemin sübstansiyel ve aksidantel sebeplerini irdelemeye çalı­şacağız.

Siyâsî Milliyetçilik’in Kronik İktidar Problemi – I

En geniş kontekstte hemen-hemen bütün dünyada, dar kontekstte ise Türkiye’de siyasî milliyetçilik(ler)’in demokra­tik nizâmın kuralları çerçevesinde, kronikleşmiş bulunan bir “iktidar” problemi ile ma’lûl olduğunun ayrıca isbatlanmağa ihtiyaç bulunmadığını kabûl ederek başlayalım. Tabiatiyle, böyle bir konuya daha bir netlik kazandırabilmek için, ilk olarak, “milliyetçilik” kavramının, hiçbir sûrette belirli bir parti ile doğrudan ilişkilendirilemeyecek, belirli ve rijid bir siyâsî doktrin ve/veya ideoloji ile târif ve tahdîd edilemeyecek bir sosyal olguyu işâret ettiğini ifâde etmekliğimiz gerekmek­tedir. Mes’eleyi bu şekilde, en geniş ve en kapsamlı konteks­tinde ele aldığımızda bir hissediş, bir var-oluş tarzı olarak gerek dünyada ve gerekse de ülkemizde milliyetçi veya milli­yetçi kabûl edilebilecek muhtelif siyâsî partilerin ve/veya milliyetçi siyâset uygulamalarının, milliyetçilik derece, kalite ve başarılarını bu daracık tartışma konusu yapmadan, hiç de iktidarın uzağında kalmış olduğunu iddia edemeyeceğimizin teslîm edilmesi şart olmaktadır. Asıl problem, milliyetçiliğin zımnî (latent) olarak siyâsette yerini aldığı ve bu sebeple de Zımnî (Latent) Milliyetçilik olarak da anabileceğimiz bu tür milliyetçiliklerden ziyâde, kendisini açık bir biçimde “milli­yetçi” sıfatıyla deklare etmesi durumunda ortaya çıkmaktadır ki bu vazıyette de her şeyden önce, büyük bir açık yüreklilik­le, Açık Kimlikli – veya kısaca “Açık”, yâhut “Manifest” – Milliyetçilik olarak da isimlendirilebilecek ve “Siyâsî Milliyet­çilik” kavramının tam olarak ifâde ettiği milliyetçiliğin iktidar konusunda çok ciddî mânâda bir problem ile mâlûl bulundu­ğunun kabûl edilmesi gereklidir.

Bu noktada Türkiye’yi ele aldığımızda, ilk olarak CKMP ile temellenen ve akabinde onun dönüşümü ile asıl ismine ve kimliğine kavuşan, 1965’te “milliyetçilik”i açık ve net bir şekilde bir siyâsî söylem, ideoloji, proje ve program olarak îlân ederek siyâset sahnesine çıkmasından bu yana geçen kırk küsur yıllık sürede manifest siyâsî milliyetçilik ile adetâ öz­deşleşmiş bulunan MHP – ve hâlâ O’nun bir uzantısı ve versi­yonu olmaktan kurtulup kendi hükmî şahsiyetini tam olarak teşekkül ettirememiş bulunan BBP’yi de bu denkleme dahil ederek – tarafından kat’ edilen mesâfe, başlangıcına nisbetle belirli bir ilerleme kaydetmiş ve bunun yanında, iktidârı yıllarca elinde tutan bir çok partinin dahi iyice ufalmış, hattâ mikroskopik boyutlara nüzûl etmiş veya fücceten rahmet-i rahmâna kavuşarak külliyen tarihe gömülmüş olduğu bir ülkede hâlâ şaşılacak şekilde gücünü koruyan bir sert çekir­dek tabana da sâhip olmakla berâber, bütün bunlar, Siyâsî Milliyetçilik’in ittihaz edilen büyük hedefleri ile mukayese edildiğinde hiç de başarı olarak nitelendirilebilecek ve gelecek için ümit verici sayılabilecek bir gelişme olarak kabûl edile­mez; edilemez, çünkü, bu kadar iddialı ve bu kadar inançlı ve sâdık bir sert çekirdek tabana dayanan bir siyâsî hareket, işbu yarım asra yaklaşan müddet zarfında, istikrarsız ârızî hâller hâricinde, hâlâ iktidar ile sıhhatli bir şekilde nikâh akdetmeye muvaffak olamamışsa, yarım asırda kazanılamayan başarının bundan sonraki kaç kaç yılda kazanılacağının – bir çözülme dönemi yaşayan Türkiye’nin önünde artık öyle bir yarım asır daha kalmadığı bu kritik dönemin de hâtırlatılarak – sorulma­sı ve üzerinde derinlikle tefekkür edilmesi gerekmektedir. İşte, benim “Siyâsî Milliyetçiliğin Kronik İktidar Problemi” ibâresi ile kastettiğim de tamı tamına budur: Yarım asra yak­laşması hasebiyle siyâsî hayatta uzun sayılması iktizâ eden bir zaman (kronos) diliminde aşılamayan “iktidar olma” proble­mi, artık “kronik”, yâni “müzmin”, yâni üzerinden çokça zaman geçmesiyle yerleşmiş, kemikleşmiş bir problem de­mektir.

Ancak, ileriki satırlarda nisbeten daha teferruatlı bir şe­kilde ele alınacağı üzere, manifest siyâsî milliyetçilik’in Tür­kiye’de iktidar mevzûunda mâruz kaldığı bu muvaffakıyyet- sizlik, gerek ülke ve gerekse de parti olarak nevi şahsına münhasır tek örnek olmayıp, hemen-hemen, bütün dünya­da, manifest milliyetçilik’i şîar edinen bilumum siyâsî paritler için aynıyle cârîdir diyebiliriz. Bu îtibarla bizim burada yap­mağa çalışacağımız tahliller, esas olarak bu evrensel ─olduğu söylenebilecek─ yanıyla ele alınacak, Türkiye’ye, ancak özel bir hâl olarak temas edilecektir.

Şimdi bu noktada bir parantez açarak, her açık kimlikli medenî siyâsî milliyetçilik gibi, bir siyâsî milliyetçilik hareketi için de, İktidârın Üç Yolu’ndan ancak üçüncüsünün ikinci şıkkının hem meşrûiyet ve hem de imkân noktai nazarların­dan mecbûrî tek yol olduğunu vurgu ile belirtmemiz gerek­mektedir: Bu yol, İktidârın Üst Yolu olamaz; hem demokratik nizam çerevesinde fiilen imkânı yoktur ve hem de daha mühimmi, tâzîm ve tebcîl ettiği milletini, doğru ile yanlışı birbirinden ayırdetme ve kendisi hakkında neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verebilme ve bu kararını kuvveden fiile çıkarabilme konusunda liyâkatsiz ve ehliyetsiz addetmek demek olacağı için hem bizzat kendi felsefesine mugayir ve hem de ahlâken meşrûiyetsizdir; dış güçlere yaslanan Yan Yol’u ise ayrıca îzaha dahi hâcet duymaksızın silip atabiliriz: Hangi “milliyetçi” düşünce, bir başka gücün uzantısı olarak kendi ülkesinde kendi halkının üzerinde otorite te’sis etmeyi düşünebilir ki? Geriye kalmaktadır yalnızca kendi halkına dayanarak iktidara gelmenin yolu olan Alt Yol. İmdi; hiçbir devrim hareketi tarihî şartlar limit bir olgunluk mertebesine varmadan tarihin zorlanması ile gerçekleştirilemeyeceği ve bunun aksi olarak, tarihî şartlar olgunlaştığında da durdurulamayacağı için, kemâle ermiş tarihî şartlarda yarattığı kendi meşrûiyetinin ürünü olması hasebiyle Alt Yol’un bir formu olan İhtilâl, salt mücerret kontekstte meşrû olmaktadır; fakat bu en umûmî kontekstte mücerret felsefî meşrûiyeti bulunan bu yolun tarihî şartları ve binâenaleyh meşrûiyeti, demokra­tik paradigmaların müşahhaslarında mevcut olmayacağı gibi imkânları da olmayacaaktır; şu hâlde iktidar için, tek ve yalnız mecbûrî istikamet olarak, temel referans olarak halkın rızâsı­na dayanan Demokratik Seçimler kalmaktadır.

Şu hâlde şu soruyu sormanın artık vakti gelmiştir diyebili­riz: Demokrasilerde, niçin, kendisini açık kimliği ile “milli­yetçi” olarak îlân eden siyâsî hareketler, iktidar olamamakta­dır? Daha açık ifâdesiyle, kendi kendisini fiilen yönetmesi mümkün olmayan toplumların demokrasisi olan Temsilî Demokrasi’de, teorik açıdan hayli tartışmalı bir mevzû ol­makla berâber,[1] Seçim’in, kabaca, Toplum’un, yâni Halk’ın,

hür irâdesi ile – burada işbu “hür irâde” teriminin de, demok­rasi romantizminin uyuşturucu illüzyonlarına kapılmamak için çok ihtiyatla kullanılmasına dikkat çekmek isterim – , kendisini muayyen bir müddet sevk ve idâre ve politikalar vaz’ edecek kişilere, kadrolara ve projelere siyâsî vekâlet ver­mesi demek olduğunu hâtırlayacak olursak, niçin “millet”, millet muhibblerini, kendisini temsil ve sevk ve idâreye lâyık görmemektedir? Bunu, meselâ, Avrupa Birliği üyesi ülkeler gibi, modern milliyetçiliklerin ana vatanı olmasına rağmen, üst üste geçirilen iki büyük harp felâketini müteâkiben, aynı medeniyet dâiresinde, vasatî olarak, aynı dini ve aynı kültür temellerini paylaşan diğer partnerleriyle birlikte oluşturmak istediği daha üst bir siyâsî oluşum uğruna, kendi varlıklarını zaman içerisinde kademeli olarak tasfiye etmeyi planlayan ve/veya, yıkıcı ve kan dökücü milliyetçilik mâzilerinin bırak­tığı kâbuslardan ürken ülkeler için bir dereceye kadar anlaya­bilmek mümkün olabilir; ama meselâ, AB ve Küreselcilik lobilerinin bütün propagandalarına ve kozmopolitanizmin git-gide yayılan tehditlerine rağmen, hâlâ ve her şeye rağmen latent ve eksiztansiyel bir milliyetçiliğin geniş toplum kat­manlarında hayli diri bir şekilde hayâtiyetini korumaya de­vam ettiğini söyleyebileceğimiz Türkiye’de, bu suâlin cevap­landırılması biraz daha fazla müşkilât arzetmekte ve üzerinde biraz daha tefekkür etmeyi gerekli kılmaktadır.

Siyâsî Milliyetçiliğin Kronik İktidar Problemi – II

Bir ‘medhal’ olmak üzere ve vurgu ile dikkat çekmek iste­diğim husus, açık kimlikli siyâsî milliyetçiliğin iktidar prob­leminin birisi Türkiye’yi de bağlayan umûmî, diğeri de hassa­ten Türkiye’ye münhasır olmak üzere ana hatlarıyla iki başlı­ğa indirgenebileceğidir.

İmdi; önce kendi dışımıza şöyle bir nazar atfedecek olur­sak, ekzistansiyel ve latent milliyetçiliğin en güçlü olduğu toplumlarda bile mes’elenin hallinin, yâni kendisini açık bir şekilde “milliyetçi” olarak manifeste eden siyâsî milliyetçili­ğin kendi milletinin büyük kısmından iktidar icâzeti alması­nın, üstesinden gelinemez olmamakla berâber, siyâsetin pra­tiğinde, sanıldığından veya ümit edildiğinden çok daha müşkîl, çok daha zorlayıcı bir problem olduğunu soğukkanlılıkla kabûl etmek gerekmektedir. Bunlara kısaca temas edeceğim; ama ilk olarak hemen dikkat çekmek isterim ki, modern mil­liyetçiliklerin ana vatanı olan Avrupa’da bile kendisini açıkça milliyetçi olarak manifeste eden siyâsî partilerin iktidar prob­lemleri de büyük ölçüde aynı veya benzer olup, Alman Nas­yonal Sosyalist Partisi’nin 1932 seçim zaferi gibi “kriz hâlleri” olarak nitelendirilen ârızî haller dışında, bu gibi siyâsî teeşekküller, kendi toplumları tarafından kendilerini yönet­mek konusunda ehliyet ve liyâkate lâyık addedilmemekte ve dahası, tehlikeli dahi bulunabilmektedir. Bu hususta tek ve yeterli bir örnek olmak üzere, parti amblemi olarak Türki­ye’de Türk bayrağının sembollerini alem seçen MHP gibi, milliyetçilik damarı hayli kuvvetli olan İngiltere’de, Türkiye’dekine benzer şekilde İngiliz bayrağını seçmiş bulunan Britanya Milliyetçi Partisi’nin (British Nationalist Party) ‘kü­surat partisi’ olmaktan öteye geçemediği ve meselâ 2005 seçimlerindeki oy oranının (popular vote) %0.7’de kaldığını hâtırlatmak yeterli olabilir.

Siyâsî Milliyetçiliğin Paradoksu

Doktrininde, programında kendi milletine en yüksek de­ğeri verdiğini îlân eden siyâsî bir hareketin kendi milletinden görmekte olduğu bu muâmele bir paradoks olarak algılanabi­lir. Bundan önceki satırlarda, “Siyâsî Milliyetçiliğin Paradoksu” olarak adlandırdığım bu keyfiyetin anlaşılmasının aslında pek de o kadar müşkil sayılamayacağını ve büyük ölçekte siyâsî milliyetçiliğin mâhiyetinden kaynaklanmakta olduğunu dü­şünmekteyim. Çünkü, her şeyden önce, ekzistansiyel ve latent milliyetçiliğin, bir siyâsî doktrin ve/ya ideoloji olmayıp, “yumuşak” ve “büyük kitleye mahsus” hissedilen ama manaifeste edilmeyen, hissedilen ama kognitif olarak farkedilmeyen bir yaşama tarzı, bir var-oluş tarzı olmasına karşılık, açık kimlikli siyâsî milliyetçilik “sert ve gergin” bir doktrin olduğu gibi aynı zamanda “seçkin” ve “seçkinci”,” ve, bu sebeple daha dar bir kitlenin siyâsî ideolojisidir.

Birbirini tamamlayan bu iki husûsa ileride tekrar avdet etmemiz gerekebilecektir; ama burada önemine binâen, vur­gu ile dikkat çekmeyi faydalı görüyorum: Siyâsî Milliyetçilik, mâhiyeti mûcibince, her şeyle ve herkesle kolaylıkla ünsiyet te’sîs etmek için ─çoğunlukla ‘gereğinden fazla’ bulunan─ tâvizler vermeye ve bu sebeple de, yine çoğunlukla ‘teslîmiyet’ sayılan, “uzlaşma”lara diğer siyâsetler kadar yatkın olma­sı imkânını daha az taşıyan, yâni daha fazla ‘rijid’, daha az ‘fleksibl’, daha ‘gergin’ bir siyâsî doktrin olduğu gibi; aynı zamanda, daha yüksek bir bilinç ile kavranabilen büyük idealler vaz’ eden ve bu sebeple de “kognitif” olan bir siyâsî ideoloji­dir de. Bu ikinci özelliği O’nu, toplumun büyük kısmını oluş­turan sıradan insanların normâl hâllerdeki milliyetçilikleri olan latent (zımnî) ve ekzistansiyel (varoluşsal) milliyetçilik­leri ile ulaşabilmeleri mümkün olmayan, “elit” ve “kognitif” bir milliyetçilik kılar ve yine bunun içindir ki bir “seçkinler ideolojisi”, bir “kognitif milliyetçilik” olan Siyâsî Milliyetçilik, “sıradan insan”ın, elitler tarafından ─açıkça telâffuz edilme­mekle berâber─ ekseriyetle hakîr görülen, küçümsenen, hattâ zaman-zaman öfkeyi dahi mûcip olan ‘sıradan’ taleplerine karşılık, onları, mânâ ve ehemmiyetini anlamakta ve ulaş­makta zorlandıkları yüksek ─en azından yüksek olduğu iddia edilen─ idealler için, büyük fedâkârlıklarda bulunmak üzere kendileriyle berâber zorlu yolları aşmaya dâvet eder.

Sıradan insanlar, çok şiddetli kriz hâlleri hâriç, sıradan şeyler düşünüp sıradan şeyler talep ettikleri gibi, hemen her hususta kendilerini merkeze korlar, aşırı derecede ferdîdirler, cemiyet kavramları nâdiren âilelerinin dışına taşar; her birisi birer ‘gemisini kurtaran kaptan’ olup hemen herşeyi kendile­ri, âileleri, çocukları için isterler ve dahası ‘çok kısa zamanda’, mümkünse ‘hemen yârın’, en kolay, en zahmetsiz, en ucuz yoldan ve yine sıklıkla vâki’ olduğu üzere, sıradanlığın en bâriz göstergelerinden olarak, hakkaniyete pek de riâyetkâr olmadan, en az bedel ile en yüksek kazanç olacak şekilde isterler.

İşte, bu noktada, elitlerin siyâsî ideolojisi olan ve bu se­beple Kognitif Milliyetçilik olarak gördüğüm Siyâsî Milliyetçi­lik ile, “her şeyin en iyisine lâyık, en yüce, en üstün varlık” olan “Millet” – siyâsî milliyetçiliğin literatüründeki “millet” terimi, yaşayan insanlardan oluşan “halk” ile tam örtüşmemektedir; ama ben bu cümlede her ikisini aşanlamlı kullanı­yorum – arasında, “Siyâsî Milliyetçiliğin Paradoksu”nun kay­nağı olan çok ciddî bir doku uyuşmazlığı ortaya çıkmaktadır: Siyâsî Milliyetçilik, iktidâr’ın kaynağı ─işbu ‘kaynak’ terimini kullanırken, yine demokrasi romantizminin tuzağına düş­memek için, iktidâr’ın başka kaynaklarının da olduğunu bir kere daha hâtırlatmalıyım─ olan Büyük Kitle’nin oyuna muh­taçtır; ama O’nunla aynı dili konuşmamaktadır; diller farklı­dır, çünkü birisinin ferdiyetçiliğine karşılık diğeri cemiyetçidir; birisinin bütün dünyası asıl olarak kendisi ve âilesi iken ─hattâ yana, yâni kardeşlerine bile pek sarkmayan, hep aşağıya, yâni çocuklarına hitap eden en dar âile; hattâ ve hattâ Avru­pa’da güçlenmeye başlanan akımlarda olduğu gibi, o da yok olmasa bile zayıflıyor─, diğeri O’na, adına Millet dediği ve kökleri geçmişte, dalları gelecekte olan, mutasavver ve mü­cerret bir büyük âile için fedâkarlık teklîfi götürür; birisinin temel prensibi ‘en az fedâkârlık, en yüksek kâr’ iken diğerinin prensibi ‘en yüksek fedâkârlık, en az kâr’dır; birisinin ‘bugün’ü talep etmesine karşılık diğeri O’na ‘gelecek’i vaad et­mektedir; birisi her şeyi hayâtında görmek, avuçlarında tut­mak isterken diğeri gelecek nesillerin her şeyi görmesi, tutması ve tatması için kendi gördüklerinden, tuttuklarından ve tattıklarından fedâkârlık ister…

Siyâsî Milliyetçilik ve “Kitle-Adam” ya da “Sıradan İnsan”

Kognitif Milliyetçilik’in, aynı zamanda hem meziyetini ve hem de zaafını teşkîl eden ve büyük kitlelerle buluşmasını zorlaştıran unsurlarından birisi de, hemen dâimâ her ölçeği­nin makro boyutlarda olmasıdır: “Biz”, yâni “Millet”, “Vatan”, “Devlet”, “Hürriyet,” “İstiklâl”, “Tarih”, “Gelecek” gibi… Hâlbuki, cemiyetin ezici ekseriyetini oluşturan ve Gazzâlî’nin “avâm”, Gasset’nin “kitle-adam” tâbir ettiği “sıradan insan”ın ölçekleri mikro’dur. Kognitif Milliyetçi öncelikle “biz ne olacağız” sorusunu sorar, “Biz” kavramının “büyük biz” anlamına geldiği bu soru kitle-adam için pek o kadar derin bir mânâ taşımaz, çünkü “biz” duygusunu yakın çevresi ile tahdîd eden ve bu sebeple “küçük biz”den “büyük biz”e u­laşmakta zorlanan ve bütün varlık âleminin merkezine “ben”i – ve derece be derece işbu “küçük biz”i – koyan, “karım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet” diyen Nasreddin Hoca gibi düşünen kitle-adam’ın asıl sorusu “ben ne olacağım”dır; kognitif milliyetçi için Millet, bütün bir tarihi ve geleceği kapsayan, yâni bir ayağı Tarih’te, diğeri Gelecek’te olan, her ân diri, her ân soluklanan bir varlık olduğu hâlde, kitle-adam için Millet, bu muazzam boyutlarından mahrum olup, esas îtibâriyle yaşayan insanlardan oluşan bir “büyük kitle-adamlar topluluğu” ve aynı zamanda hemen-hemen, Anderson’un târif ettiği şekilde, bir “hayâl edilmiş (mutasavver) cema­attir;[2] kognitif milliyetçi için Vatan, bir yanıyla, isterse üze­rinde bir tek ot bitmeyen serâpâ ölü bir çöl olsun, dünyanın geri kalan bütün topraklarından daha azîz, daha üstün, daha öncelikli, uğruna canların verilmesi en üstün erdem olan bir kutlu yerdir, bir başka yanıyla ise Plato’nun idealar âlemi gibi, daha daha yüksek bir şey: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Tûran” vecîz ifâde­siyle tasvîr edildiği gibi. Hâlbuki kitle-adam için, kriz hâlleri hâriç, Vatan, asıl olarak memleketi, yaşadığı, doğduğu yerdir ki bu bâzan da doyduğu yer olur ve yine bu cümleden olmak üzere, meselâ, sözünü ettiğim Platon’un idealar âlemindeki ideal nesnelere tipik bir örnek olan, bâlâda mezkûr “Büyük ve Müebbed Ülke” şeklindeki bir vatan tanımı anlaşılamaz, hattâ, kitle-adam bir yana, nice ‘seçkin’ sanılanın dahi zihnine sığ­ması tasavvur edilemeyecek cesâmette, bir kurşun gülle kadar ağır, bir Ağrı dağı kadar heybetli, heyûlânî, ürkütücü birşeydir; kognitif milliyetçi için Tarih ve Gelecek elle tutulur bir gerçek varlıktır, ancak, mekteplerde okutulan tarihi “ölmüş gitmiş adamların sıkıcı hikâyesi” şeklinde değerlendiren ve kendi âilesinin silik geçmişinden mâadâ tarih diye birşeyle iştigal etmeyen kitle-adam için böyle değildir: Kitle-Adam’da teknik mânâda tarih duygusu bulunmaz; O, tarihsizdir, Gele­cek de hâkezâ: Kitle-Adam Tarih ile Gelecek arasındaki boş­lukta asılı durur ve hiç bitmeyeceğini sandığı “bugün”ü yaşar, O, “bugün”ün insanıdır ve bu sebeple de O’nun için en kuv­vetli realite, “ampirik realite” dediğimiz “şimdi ve burada olanın realitesi”dir.

Milliyetçilik, Kitle-Adam ve Stratejik Düşünme

Kognitif siyâsî milliyetçi ile kitle-adam arasındaki bu fark­lar, kendisini “stratejik düşünme”de de çok bâriz bir şekilde gösterir; kognitif milliyetçi stratejik düşünür, hâlbuki çok makro bir fikir olan ve bugün’den ziyâde gelecek’i hedefleyen stratejik düşünme, ne görecekse bugün görmeyi hedefleyen kitle-adam için değersizdir. Kezâlik, “dayanışma” kavramını ‘hemşehri dayanışması’, ‘meslek dayanışması’, ‘âile dayanış­ması’ gibi mikro ölçeklerde sınırlandıran kitle-adam, yâni sıradan insan için “millî dayanışma” çok ağır ve çok zahmet­leri icbâr eden bir fikirdir.

Kitle-Adam, aynı zamanda “güç” karşısında da dirençsiz­dir; bu güç sermâyenin gücü, iktidârın gücü olabileceği gibi, medyanın gücü de olabilir, çünkü O’nun küçük dünyâsı bü­yük darbelere karşı mukavemetsizdir; o sebeple, O, kolay çözülmeye, teslîmiyete yatkındır, hattâ çok bunalırsa ve me­selâ, büyük millî felâketlerde dahi, büyük önderlerin yürüttü­ğü büyük millî mücâdele hareketlerinin çıkamaması veya başarısızlığa mahkûm olması hâllerinde, “el ile gelen düğün bayram” aforizmasına sığınır, hattâ ve hattâ işbirlikçilik dahi yapabilir; kognitif milliyetçi ise direnir, hattâ ‘güç’e karşı savaşmaktan haz duyar, kaleminin ve dilinin sivri olması ve büyük hedeflere taarruz etmesi bundandır; çünkü O, yâni kognitif siyâsî milliyetçi aslında bir ‘savaşçı’dır ve bu, uysal tabiatlı olan kitle-adam ile en ciddî farklarından birisini oluş­turur.

Bütün bu saydıklarım, kognitif, yâni açık kimlikli, yâni “işte, ben buyum” diyen siyâsî milliyetçi hareketlerin, herşeyin normal olduğu, herşeyin yolunda gittiği veya öyle görünen hâllerde, yâni kriz-dışı hâllerde büyük kitleler ile, yine Gasset’nin “sosyal kitle” şeklinde tanımladığı (Gasset, 1992:16) “Millet” ile buluşmasını zorlaştıran ve pratikte ise hemen-hemen imkânsızlaştıran en temel handikaplardır ve tam da bu noktada, siyâsî milliyetçi hareketlerin en büyük zaafı ve en büyük teorik ve stratejik hatâsı ortaya çıkmakta­dır:

İlkin, siyâsî milliyetçilik, cemiyetin büyük kısmını, yâni sı­radan insanlar topluluğunu olduğu gibi kabûl etmek yerine dönüştürmeye, kendisine benzetmeye çalışmaktadır ki, bu, imkânsız olduğu gibi doğru da değildir. İmkânsızdır, çünkü, siyâsî milliyetçilik gergin bir harekettir ve siyâsî milliyetçiler ise gergin kişilerdir; ama, onlar azınlıktırlar ve azınlıklar ise gerginliği bir sürekli hâl rejimi olarak yaşayabilirler ─zâten azınlık olmalarının bir sebebi de budur─; fakat gerginlik, hiçbir zaman hiçbir cemiyetin tamâmı veya büyük bir kısmı için bir sürekli hâl rejimi olamaz, olması da düşünülemez; böy­le bir cemiyet yaşayamaz; insanların büyük kısmı için ‘gergin­lik’ (kabz) öldürücü te’sîr yapar, mutlaka bir ‘yumuşama’, bir ‘gevşeme’ (bast) hâline geçmeleri, yâni sıradanlaşmaları şart­tır. İşte, bir cemiyetin tamâmının veya ezici çoğunluğunun gerginlik hâline geçtiği bu hâl, kısaca “toplumsal şiddetli kriz hâlleri” olarak adlandırılabilecek muvakkat hâllerdir ki bu istisnâî hâl, aynı zamanda, başı karlarla kaplı, sâkin ve ro­mantik bir dağın ânîden bir volkana dönüşmesine benzer bir şekilde, sulh zamânında uysal bir güvercin gibi duran ve ken­di yuvasından ibâret dünyasıyla uğraşan işbu ‘sıradan insan’ın devleşerek, ‘savaşan kartallar’a, Kur’ân-ı Kerîm’de tavsîf edi­len “aşırı derecede şiddetli melekler”5 gibi sıra-üstü bir keyfiyete münkalib olduğu hâllerdir. Bu, O’nun her ân yaşaması im­kânsız olan bir bil-fiil hâl, bir ‘eylem hâli’ değil, fakat bir bil-kuvve hâlidir; ancak müsâit şartlarda, belirli bir muvakkat müddet için yaşayabileyeceği ve ancak güçlü ve başarılı hare­ketlerin önderliğinde açığa çıkabilen bir ‘potens hâli”dir.

İkincileyin, dikkatlerden kaçan bir başka husus ise, kitle-adamlığın, veya sıradan insanlığın bir fazîletsizlik demek olmadığı, üçüncüleyin, bütünün parçalardan oluşmasına mu­kabil parçaların tek-tek toplamından ibâret değil, daha farklı bir şey olması hasebiyle, bir bütün olan cemiyetin de sıradan insanlardan oluşmuş olmasına karşılık sıradan bir şey olma­dığı ve dördüncüleyin ise, bir cemiyetteki mühim işlerin ço­ğunun işbu kitle-adamların ‘sıradan’ amellerinin mecmûu yekûnunun bir mahsûlü olarak ortaya çıktığını ve buna bağlı olarak, birçok büyük meziyetin ve fazîletin bu sessiz güver­cinler tarafından yaratılmakta bulunduğu, diğer bir ifâdeyle, seçkinlerin gizli ya da açık, tepeden baktıkları, küçük işlerle uğraşan kitle-adamların aslında büyük işlerin çıtalarını ören, kahramanlığının farkında olmayan gizli kahramanlar olduğu­dur ki bu da, siyâsî milliyetçi hareketlerin, cemiyetin büyük kısmını, yâni sıradan insanlar topluluğunu dönüştürmeye,[3] kendisine benzetmeye çalışmasındaki doğru olmayan, ya da yanlış olan taraftır.

Siyâsî Milliyetçilik, Cemaat ve Cemiyet

Şu hâlde, Siyâsî Milliyetçiliğin iktidar probleminin müm­kün mertebe sağlıklı bir şekilde halledilebilmesinde önemli bir ipucunu yakaladığımızı söyleyebiliriz: Kitle-adam ya da sıradan insan ile iletişim problemi. Bu, ap-açık bir problemdir: Mâdem ki oyun demokrasi üzerine kurulu ve mâdem ki de­mokrasinin en temel kuralı da iktidâr’ın “vatandaş”ın, yâni “kitle-adam”ın oyundan geçmesine bağlı, o hâlde ya bu oyun iyi oynanır ve iktidar sâhibi olunur, ya da hep iktidar’ın marj­larında öfke ile dolaşılıp durulur.

Ancak, bu problemin hallinin ipucu yakalanmış olsa bile hallin kendisi o kadar kolay olmasa gerek; çünkü çok radikal sayılabilecek zihniyet değişikliklerini icbar etmektedir. Et­mektedir, yine çünkü, kitle-adamlar topluluğu demek olan vatandaşların istenilen formata dönüştürülmesi mümkün olmadığına göre, iletişim için temel şart olan ortak dilin kurulabilmesi için siyâsî milliyetçiliğin kendisinde bir dönüşüm zarûreti ortaya çıkmaktadır.

İmdi, siyâsî milliyetçilik ─yâni bir kere daha belirtelim, milliyetçiliğini açık ve seçik bir şekilde manifeste eden ve bu şekliyle iktidar talebi olan siyâsî milliyetçilik─, evvelemirde bir tür “cemaat ideolojisi” niteliği taşır: Kendisine göre ve hattâ ─yerine göre çok katı bulunabilecek─ birtakım kaide ve nizamları, sembolleri, mitleri, değişmez, tartışılmaz, tartışıla­maz, tartışılması teklif dahi edilemez doğruları, makro plan­ları, stratejik hedefleri olan, iç dokusu sıkı ve disiplinli bir siyâsî cemaatin ideolojisi. İşbu “siyâsî cemaat” bu açık kimliği ile vatandaş’a giderek ondan oy istemekte, veya daha açık anlatımıyla, O’nu kendi cemaatine dâvet etmektedir. Bu ahvâl ve etvârıyla siyâsî milliyetçiler muhtemelen demokratik ni­zam içerisindeki en dürüst siyâsetçidirler, çünkü ne ve kim iseler, ne düşünüyor ve ne istiyor iseler, aynıyla ve oldukları gibi kendilerini takdîm etmektedirler; fakat bu, aynı zamanda bir problem de yaratmaktadır: Siyâsî Milliyetçilik’in katı i­nançlı ve disiplinli dâvâ adamlarından müteşekkil bir “cema­at” oluşturmasına mukabil, kitle-adamlardan, yâni vatandaş­lardan oluşan Büyük Kitle, “cemiyet”tir ve cemiyetin de an­cak belirli bir kesri cemaate temâyül eder, hiçbir cemaat, cemiyetin tamâmını veya büyük bir kısmını ihâta edemez. Şu hâle göre, bu problemin hallinde birinci basamak, siyâsî mil­liyetçiliğin Cemaat’ten Cemiyet’e tahvilidir; bu, O’nun büyük kitlelerle buluşmasının kesin bir te’mînâtı olmasa da ilk şar­tıdır. Fakat ne var ki belki de en büyük güçlük de buradadır: Cemaat’ten Cemiyet’e dönüşmek, yukarıda sözünü ettiğim transformasyondur: Siyasî milliyetçiliğin kendisinin dönüşü­mü. Zorluk şuradadır ki, böyle dönüşümün “teşkîlât”ın yapı­sında da bizzarûre hâsıl edeceği ve etmesi gereken değişimle­rin, O’nun o rijid yapısını ve doktrinini de değiştirmeyi zo­runlu kılması, ‘cemaat’in dağılması veya kimlik erozyonu gibi endîşeleri de hâsıl edecektir.

Ancak, bu dönüşüm bir zarûrettir; zarûrettir, çünkü, ya projelerin hayâta geçirilmesi için iktidar olmak üzere böyle bir yola gidilecektir ya da Cemiyet içerisinde bir nevi’ feodal adacık gibi duran kendi cemaatinin kalın duvarları arasında bir yandan hülyâlı mutluluğu ve beri yandan da ebedî ve müzmin bir muhâlif olmanın ızdırâbı ve kederi ile için-için kahrolarak yaşamaya devam edecektir ve belki buna bir de bir gün kendi cemaatini dahi kaybetme ihtimâlinin, üzerinden hiç eksilmeyen tehdit edici gölgesi eklenecektir.

Yukarıda saydığım zarûret, aslında sâdece usûle müteallıktır; eğer dönüşümün esâsa müteallık kısmı söylenmeyecek olursa, bu çok düşük bir ahlâka tekabül eden basit bir takiyyeci oportünizm tavsiyesinden öteye gidemez ki bu oportü­nizm ise bir kere yakalamış olduğu İktidâr’ın gücünü kullana­rak tekrar eskiye avdet etmek ve cemiyetini zorla cemaatleştirmeye kadar gidebilen açık kapılar yaratmak demektir. O sebeple, dönüşümün, üzerinde çok iyice tefekkür edilmiş meşrû bir esâsı olması iktizâ etmektedir ve o da şudur: Bu dönüşüm bir zarûrettir; çünkü, her ne sûretle olursa olsun cemiyet ile buluşmayan bir siyâsî proje, iktidarsızlığın büsbü­tün kronikleşmesi durumunda bir müddet sonra ya sahneden çekilerek siyâset tarihinin arşiv rafına kalkmak ya da vatan­daş’ın rağmına, normal dışı yol ve metodlarla iktidar olmak şeklindeki meşrûiyetsizliklere tevessül etmek gibi çok fenâ âkıbetlere dûçâr olacaktır; fakat bundan daha mühim bir sebep vardır: Kitle-adamlardan müteşekkil ‘cemiyet’te, konu­ya yeter miktarda dikkatle eğilmeyen seçkinlerin gözden ka­çırdıkları çok üstün bâzı meziyetler bulunmaktadır ki bunlar­dan en mühimmi şudur:

Cemiyet, büyük kısmı itibariyle kitle-adamlardan oluşur, yâni “cemiyet”, kabaca, bir “kitle-adamlar topluluğu”dur diyebiliriz, ama bir “kitle-adamlar toplamı” değildir; her iki­sinin arasındaki bu fark, parça ile bütün arasındaki fark olup, tıpkı her birisi birer bağımsız ferd olan mozaik parçacıkları (tessaralar) ile onların anlamlı ve âhenkli bir kompozisyonu olan ‘mozaik’ arasındaki farktır ve bu da, ancak “bütün”ü parçalarına indirgeyen “indirgemeci” (redüksiyonist) bir felse­feyle değil, “bütün” (holus) ve “yapı” (strüktür) olarak ele alan ve Çinli filozof Lao Tzu’nun “Bir arabayı kısımlarına ayır­dığımız zaman o gerçekte bir araba değildir” (Tzu, 1946:39) aforizmasıyla düsturlaşan “holistik ve “strüktüralist’ bir felsefi bakışla kavranabilir: Cemiyet’in analizi, tıpkı bir arabanın analizinin araba olarak yapılması gibi, bir bütün, yâni cemiyet olarak yapılmalı, onu oluşturan parçalara indirgenmemelidir; işte, bu takdirde, bu bütünsellikte, tek-tek sıradan insanlar­dan oluşan Cemiyet’te, makro problemlerin adamı olan seç­kinlerdeki “ferdî mikro bilinçler”den çoğu kere daha sahih, daha sıhhatli kararlar vermeye muktedir bir bilinç, bir “makro bilinç” zuhûr etmektedir. Dünya sâdece seçkinlerin düşünce­leri ve kararlarıyla yönetilemez ve yönetilmemelidir de; çün­kü, herşeyden önce, seçkinler homojen bir kitle değildir, seçkin vardır seçkinden içeri: Nasıl ki Milliyetçilik bir seçkin­ler ideolojisi ise Sosyalizm de öyledir ve bu ikisi nâdiren u­yum gösterirler. Seçkinlerin, Gazzâlî’nin tâbiriyle “havass”ın, en seçkini de “havassu’l-havass” olup ikisinin uyuştuğu hemen hemen hiç görülmez; bu sebeple yönetimin filozoflarda, yâni en seçkinlerin en seçkinlerinde bulunması gerektiğini ileri süren Platon’un bu aşırı elitist fikrinin tahakkuku, dün­yayı bir cehenneme çevirmekten başka bir işe yaramaz; çün­kü, bir başka meslektaşını takdir etmek filozofluğun şânına muhâlif olduğundan, iki filozof asla uyuşmaz ─uyuşana da filozof değil ‘şâkird’ veya ’tilmîz’ (pupil) denir. Şu hâlde, bir yandan bu uyuşmazlıklarda bir hakem lâzımdır ve bu da, “Halkın Sesi Hakkın sesidir” (Vox populi, vox dei) diyen Latin atasözünü “ekseru’n-nâs yanlış üzre ittifak etmez” hükmü ile bir hukuk prensibine dönüştüren Mecelle ahkâmına göre, makro bilinç sâhibi olan Cemiyet, yâni Halk’tır ve hem de, insanların insanlar üzerine işlemde bulunması demek olan siyâsette üzerine işlem yapılacak olan Büyük Kitle’nin fikrinin sorul­ması ve re’yinin alınması iktizâ etmektedir ve yine bu da aynı hükmî şahsiyettir: Cemiyet, yâni Halk.

 

(Devamı var)

 

[1] Bu noktada Sartori’nin seçimler ile ilgili şu hükümleri çok dikkat çekici görünmektedir [Giovanni Sartori., Demokrasi Teorisine Geri Dönüş (The Theory of Democracy Revisited)., s.119.pr.3]:

…/Kısa bir anlatımla, seçimler, politikaları koymaktan çok; politikaları koyacak kimseleri saptarlar. Seçimler sorunları belirlemezler; daha çok, sorunları belirleyecek olanları belirlerler. Dahl’ın özlü bir biçimde açıkladığı gibi, dar anlamda “bir seçim gösterse gösterse en çok kimi yurttaşların adaylar arasında yaptıkları birinci tercihlerini gösterir.” Çünkü “bir genel seçimde adaylar arasında yapılan birinci tercihlerin çoğunluğunu, belli bir politika üzerinde yapılan birinci tercihlerin çoğunluğu ile pek aynı şey olarak yorumlayamayız.”51 Hatta seçimler Dahl’ın açıkladığından da az şey ortaya koyarlar, çünkü seçimler çoğu kez “birinci tercihleri” veya (az sonra göreceğimiz gibi) ilk seçenekleri bile açıklamazlar. Ayrıca, ve bir başka açıdan, Arrow’un “oy verme karşıtlığı” dediği şeye göre, çoğunluk kararları, çoğunluğun tercihini yansıtmamak bakımından pekâlâ düzmece, aldatıcı olabilirler ve/veya seçimler seçmenlerin “sos yal tercihini” (yani, genel tercih sıralamalarını) göstermezler.

[2] “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur — kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de herbirinin zihninde toplamları­nın hayali yaşamaya devam eder.”

[Benedict Anderson., Hayali Cemaatler-Milliyetçiliğin Köken­leri ve Yayılması (Imagined Communities, Reflections on the Origins and Spread of Nationalism)., s.20]

[3] [“melâiketu’n ğılâzu’n şidâd…” (Tahrîm: LXVI/6]

 

[i] Doç. Dr. (rahmetli)

Yazar
Durmuş HOCAOĞLU

1948 yılında Bayburt'ta dünyaya gelen Durmuş Hocaoğlu 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1982 yılında mühendislik mesleğini terketti ve Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen