Gökdelen ve Mekânın Poetikası

Bilimkurgu edebiyatında teknoloji tapınmacılığı karşıtı Yeni Dalga (New Wave) akımının en önemli temsilcilerinden biri olan İngiliz yazar James Graham Ballard (1930–2009) yeni yüzyılı güvensizlik, kaygı, terör ve savaşlarla karşılayan modern insanı anlattığı Milenyum İnsanları; her yerden görülebilen devasa kubbesiyle bir alışveriş merkezini ve tüketimin ve şiddetin hüküm sürdüğü bir İngiltere kasabasını kurguladığı Öteki Dünya adlı romanlarıyla Türkiye’de az-çok bilinmektedir. Ballard’ın en dikkate değer kurmaca yapıtlarından biri de Gökdelen[1] adlı romanıdır. Londra manzaralı, fakat Londra’nın bir banliyösünde inşa edilmiş olan 40 katlı ve 2000 nüfuslu bir gökdelende vuku bulan hem karmaşık hem de vahşet yüklü olayların anlatıldığı bu roman (arka kapak yazısında belirtildiği üzere) bir modernizm masalıdır. Söz konusu arka kapak yazısı şöyle bir soruyla başlıyor: “Her şeyin kontrol altında olmasının değişmez kural olduğu modern dünyada, kontrol mekanizması birdenbire bozulursa, modern insandan geriye ne kalır?”

Romanımıza mekân olan gökdelen pratikte küçük, dikey bir şehirdir. İki bin sakini göğe yükselen bir kutunun içindedir. Gökdelenin ortak sahipleri olan sakinler, kendi kendilerini bir yönetici ve bu yöneticinin ekibi aracılığıyla idare etmektedirler (sayfa 7). Gökdelen, göğe yükselen bir kutu şeklinde tanımlanmasına rağmen oldukça etkileyici çeşitlilikte hizmetler sunmaktadır. Onuncu katın tamamı, uçak gemisi büyüklüğündeki bir meydana ayrılmıştır ve burada süpermarket, banka ve kuaför, yüzme havuzu ve spor salonu, içki dükkânı, ilkokul ve çocuk parkı bulunmaktadır. Otuz beşinci katta ise restoran ve sauna vardır (sayfa 7). Gökdelen öyle bir şekilde tasarlanmıştır ki, burada yaşayanlar, işleri güçleri başka yerlerde olsa bile, gökdelenden dışarıya hiç çıkmaksızın gündelik hayatlarını idame ettirme imkânlarına sahiptirler. Romanın kurgusu üç farklı karakter üzerinden yürümektedir ama bu karakterlerin kimler olduğunun gerçekte hiçbir önemi yoktur. Öyle ki, bu kişiler belki birer karakter bile değildirler. Onlara stereotip[2] demek daha doğru olacaktır.

Gökdelendeki yüzme havuzunda bir köpek ölüsünün bulunmasıyla başlayan olaylar zincirinin anlatıldığı bu romanın kurgusu ürkütücüdür fakat (bütün acayipliğine mukabil) okurda gerçeklik hissi uyandırmaktadır. Kurmaca anlatılarda, salt gerçek değil, gerçekleşmesi mümkün olan anlatılır. Gerçek hayatın zeminiyse gerçekleşendir. Tabii bunu zamanın üç boyutuyla ele almak gerekiyor: Gerçekleşmiş olan, gerçekleşmekte olan ve gerçekleşecek olan. İster bilimkurgu olsun, ister bütünüyle realist bir roman olsun, kurmaca anlatılarda imkânlara ve ihtimallere bakılır. Ballard’ın Gökdelen adlı romanındaki tahkiye işte bu ihtimaller üzerine inşa edilmiştir. Dışarıdan bakıldığında normal görünen 2000 nüfuslu bu gökdelende hali vakti yerinde profesyoneller, avukatlar, doktorlar, vergi müşavirleri, üst düzey akademisyenler, reklam ajansı müdürleri, havalimanı pilotları, film endüstrisi teknisyenleri, hostesler ve benzerleri homojen bir topluluk halinde ikamet etmektedir (sayfa 8). Gökdelen, işbu sakinler topluluğuna değil, izolasyon içinde yaşayan bireylere hizmet için tasarlanmış dev bir makinedir (sayfa 8).

Gökdelendeki yaşam kalitesi yüksek olsa bile, hayat tarzı modernizmin bile sınırlarını zorlayan niteliktedir. Gökdelenin herhangi bir katında herhangi bir vesileyle neredeyse her akşam parti verilmekte, geceden sabaha içkili eğlenceler hiç son bulmamakta; gökdelen sakinleri arasındaki sahte komşuluklar, abartılı anlaşmazlıklar, küçük çocuklara dahi örtük veya apaçık diş bileyen yetişkinlerin anlamsız tepkileri, envaiçeşit kıskançlıklar ve yerli yersiz öfkelenmeler arasında evcil hayvanlara bile düşmanlıklar sergilenmektedir. Üst katlardan alt katların balkonlarına içki şişelerini, çöpleri veya cam kırıklarını fırlatıp atarak yaralanmalara sebebiyet vermekse gökdelendeki sadistçe davranışların en alışıldığıdır. Bu dev apartmandaki olağan davranışlardan biri de erkek komşuların birbirlerinin karılarını ayartma geleneğidir. Gökdelendeki birtakım sapkınlıkların –gökdelen sakinlerince– davranış bozukluğundan ziyade görenek şeklinde algılandığı gözlemlenmektedir. “Gökdelenin sunduğu en büyük potansiyel seks potansiyelidir (sayfa 11).” Bilhassa bekâr erkekler ve bekâr kadınlar için bu erotik potansiyel fevkalade elverişlidir. Küçük yaştaki çocuklara yönelik bastırılmış, fiiliyata dökülmeyen arzular ve evcil hayvanlara ilişkin eziyet tutkusu gökdelenin bilinçaltıdır. “Gökdelen hayatı yeni bir sosyal tip, gökdelen hayatının psikolojik baskılarına karşı bağışıklığı olan, mahremiyet ihtiyacı asgari düzeyde kalan, nötr atmosferde gelişkin bir makine ırkı gibi serpilen, soğukkanlı, duygusuz bir kişilik yaratmaktadır (sayfa 33).” Anlatıcının (Ballard’ın) ifadesiyle, gökdelen hayatı insanların sapkın ve dizginsiz içgüdüleri keşfetmelerine imkân vermektedir (sayfa 34).

40 katlı ve 2000 nüfuslu bu kaotik gökdelenin yine de kendine özgü bir düzeni vardır ki mevzubahis düzen hiyerarşik bir yapıdır. Gökdelen, pratikte üç klasik sosyal gruba ayrılmıştır: alt, orta ve üst sınıflar (sayfa 50). Film teknisyenleri ve uçak hostesleri gibi insanlardan oluşma proletarya sınıfı gökdelenin ilk dokuz katında yaşamaktadır. Onuncu kattan sonraki ve otuz beşinci kata kadar yükselen bölümse orta sınıfa aittir. Onuncu kat ise alışveriş merkeziyle beraber net bir sınırdır veya yukarısıyla aşağısı arasında tampon bölgedir. Otuz beşinci kattan yukarısıysa artık en üst sınıfın, gökdeleni yöneten baronların bölgesidir.

Biz bu yazıda Gökdelen adlı romanın tanıtımını yapmak hedefi gütmediğimiz için kurgudaki olayları özetlemeyeceğiz; başlıca karakterlere de hiç değinmeyeceğiz; bu yazının amacı Gökdelen anlatısının neyi sergilemek istediğine yöneliktir. Arka kapak yazısındaki, “Her şeyin kontrol altında olmasının değişmez kural olduğu modern dünyada, kontrol mekanizması birdenbire bozulursa, modern insandan geriye ne kalır?” sorusu bu yazının tek meselesidir.

Gökdelende, başlangıçta normal bir düzen varmış gibi görünmektedir. Fakat bu görünüşteki normal düzenin pek çok fitneye gebe olduğu romanın ilk sayfasından itibaren okur tarafından anlaşılmakta ve yazar tarafından da sezdirilmektedir. Gökdelen aslında kapalı bir kutudur veya buradaki yaşam tarzı kapalı toplumlara ilişkin yaşam tarzıdır. Gökdelendeki yüzme havuzunda bir köpek ölüsünün bulunmasıyla başlayan olaylar zincirinin dallanıp budaklanması akabinde her şey zıvanadan çıkacaktır ve medenî insanlığın hem olumlu hem olumsuz içgüdüleri –şuur altlarındaki enerjinin boşalmasıyla birlikte– patlak verecektir. Bundan sonrası artık vahşettir, ilkelliktir ve güçlülerin güçsüzleri ezdiği kıran kırana bir savaşımdır. Gökdelendeki kapalı toplumun dizginleri boşaldığında kan dökmeden tutunuz da enseste varıncaya dek tüm aykırı arzular açığa çıkma imkânı bulmaktadır. Gökdelendeki kontrol mekanizması ansızın bozuluverince gökdelen sakinleri kendilerini korumak derdine düşerek birbirlerine rakip klanlar oluşturmaya koyulacaklardır. Her türden şiddetse ayyuka çıkacaktır. “Gökdelen sakinleri kendi aralarındaki husumetin giderek artmasından haz almaya meyletmişlerdir bile (sayfa 57).” Modern hayata yönelik düzenin bozulması neticesinde oluşan klanlar aslında birer savunma mekanizmalarıdır ve gökdelendeki göreceli huzurun ortadan kaybolmasına radikal bir tepkidir. Öğrenmeye dayalıdır. “Bütün öteki davranışlar gibi saldırganlık da tamamen kişinin çıkarına en uygun düşen biçimde hareket etmesi temelinde öğrenilir.[3] Gökdelende şimdi artık yirmi kadar grup (klan) vardır. “Her biri komşu gruplarla yerel ittifak kurmuştur. Huzuru korumak hedefiyle türlü türlü yasadışı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bariyerler kurmakta, yangın kapıları kilitlenmekte, merdivenlerden aşağıya, hasımların sahanlıklarına çöp atılmaktadır (sayfa 62).” Cinayetten yamyamlığa dek genişleyen, gökdelenin dış dünyadan neredeyse bütünüyle soyutlanması sonucunda insan ve evcil hayvan cesetlerinin besin amaçlı kapışıldığı ve ırza geçmenin hak haline geldiği, klan dayanışmasına karşın bireyselleşmeninse uç noktaya uzandığı bir karanlık dünya söz konusudur artık. “Sanki tecavüz, klan üyelerini birbirine yakınlaştırmanın etkililiği kanıtlanmış bir yoludur (sayfa 92)”. O kadar ki, savunmasız kadınlar artık güçlü erkeklerce paylaşılmaktadır ve kadınlar da kendilerini koruyabilmenin başka yolunu bulamadıkları için güçlü erkeklerin haremine katılmayı istemektedirler.

Medenî toplumun bu büyük yozlaşması klan dayanışmasıyla beraber yalnızca güçlülere hayat hakkı tanıyan yabanıl bireyleşmeyi de palazlandırmaktadır. Gökdelen toplumu ve bu toplumun bireyleri alışageldikleri modern hayata çok kısa sürede yabancılaştıklarında kendilerine de yabancılaşacaklardır. Buradaki yabancılaşma (gökdelendeki düzenin yerini kaosun almasıyla) iki yönlü vuku bulmaktadır: “Birincisi: Başkalarının faaliyetleri yüzünden yabancılaşma. İkincisi: Bir benliğin kendi kendisinden yine kendi faaliyeti vasıtasıyla yabancılaşması.[4] Gökdelen sakinlerinin sınır tanımazlık derecesinde aşırı bireyselleşmeleri baskın çıksa bile, normal düzenin bozulmasının yarattığı dayanılmaz karmaşa ister istemez kendine özgü yabani düzenini kuracaktır. “Küme (klan) ruhu ve dayanışma, ister yüksek düzeyli olsun ister düşük, hiçbir kültürde bunlarsız bir toplum düzeni sağlanamaz.[5]

Gökdelen romanında ilk bakışta okura abes veya anlamsız görünen bir yön vardır ki, o da şudur: Normal düzenin gitgide bozulacağını sezinleyen gökdelen sakinleri başlangıçta buradan kaçmayı düşünmedikleri gibi, normal düzenin yerini artık bütünüyle kaosun doldurması durumunda bile gökdeleni terk etmezler. Bu tavır ilk bakışta inandırıcı veya gerçekçi değil gibidir. Fransız edebiyat doktoru Gaston Bachelard mekânın felsefesine soyunduğu meşhur eseri Mekânın Poetikası adlı çalışmasında bu tavrı şöyle izah ediyor: “Çünkü ev, bizim dünyadaki köşemizdir. Çok kez söylendiği gibi, ilk evrenimizdir. Ev, gerçek bir kozmozdur.[6] İşte gökdelen de burada yaşayanların evidir ve evrenidir. Dolayısıyla terk edilemez veya terk edilmesi kolay değildir. Nitekim romanın kurgusu boyunca çok az kişi gökdelenden ayrılmaktadır. Ayrılmayı reddedenler veya hiç düşünmeyenlerse kaotik düzenin kendine özgü şartları içerisinde yaşam kavgasına kapılıp gitmektedirler. Klanlar, liderler, köleler oluşmaktadır. Vahşet yüklü rekabetse had safhadadır. Bilhassa savunmasız kadınlara, çocuklara ve evcil hayvanlara yönelik sömürü ve şiddet, işkenceden zevk alma boyutuna kadar genişlemekte; sadece işkence eden değil, işkenceye ve sömürüye maruz kalan da hazza sürüklenebilmektedir.

Gökdelendeki normalliğin peyderpey bertaraf olmasının akabinde unutkanlık baş gösterir ki, artık evli çiftler dahi birbirlerini tanıyamaz hale gelerek hem kendilerine hem eşlerine hem de gökdelendeki komşularına büsbütün yabancılaşırlar. Bu yabancılaşmayla birlikte bellekler dumura uğrar ve gündelik normal hayattaki standart roller ve kişilikler felç olur. Artık hiç kimse neyi niçin yaptığını tam olarak kestirememektedir. “Geçmişin tiyatrosu olan hafızamızın dekoru, kişileri baskın rollerinde tutar,[7] diyor Gaston Bachelard. Fakat gökdelen (mekân-ev-kozmoz) artık dağılmıştır ve parçalanmıştır. İşbu parçalanmayla beraber standart roller ve kişilikler de dağılmıştır. “Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân buna yarar.[8] Gökdelendeki normalliğin bertaraf olmasıyla birlikte unutkanlık illetinin baş göstermesinin nedenini Henri Bergson’un iki farklı hafıza tasarımıyla açıklayabiliriz: Bunlardan biri anı-hafıza’dır ki, gündelik hayatımızın tüm detaylarını meydana geldikleri halleriyle, en ufak ayrıntısına kadar her olayı ve hareketi kendi tarihi içerisine yerleştirir. Anı-hafıza, hiçbir fayda kaygısı gütmeden sadece doğal bir zorunluluk durumu gereği geçmişi biriktirir. Diğeri ise alışkanlık-hafıza’dır ki, sadece şimdiki zamanda konumlanır ve yaşantı yoluyla edindiğimiz öğrenmeleri tekrar etmeyi, onları her defasında uygulamayı mümkün kılar.[9] Bu yönüyle alışkanlık-hafıza faydacıdır; günü kurtarmanın peşindedir diyebiliriz. Nitekim gökdelendeki yoz yaşam da günübirliktir.

Gökdelen romanındaki başkarakterin hedefi bu devasa binanın tepesine, zirvesine ulaşabilmektir. Peki ama niçin zemin kat değil de tepe? Ve niçin bilhassa teras? Bunun sebebini Carl Gustav Jung’un çözümlemelerinden yola çıkarak Mekânın Poetikası adlı eserinde Gaston Bachelard şöyle izah ediyor: “Tedbirli kişi, mahzenle (bilinçdışı ile) yüzleşeceği yerde, gürültünün tavan arasından geldiğini kanıtlamaya çalışır. Mahzende (veya zeminde) daha ağır, sıçanlar gibi minik adımlarla yürümeyen, daha gizemli varlıklar kıpırdaşır. Tavan arasında korkular kolaylıkla akılsallaştırılır. Mahzendeyse salt tedbirli kişi için değil, yürekli kişi için bile akılsallaştırma daha yavaş ve daha belirsiz biçimde gerçekleşir. Tavan arasında yaşanan bir gündüz deneyimi, gecenin korkularını silebilir. Mahzende ise gece-gündüz hep karanlık hâkimdir.[10] Gökdelende yaşayanların kurtuluşu zemin katta değil de en tepede görmelerinin nedeni işte budur. Aşağısı bilinçaltıdır ve ürkütücüdür. Aşağıya inildiğinde mahzene veya bodruma değil çıkış kapısına ulaşılacaktır. Kapı ise (aşağısının bilinçaltı olmasına rağmen) dış dünyadaki gerçekliğe açılmaktadır. Dışarıda başka bir hayat, gerçek hayat vardır. Gökdelen insanı aşağıya inecek olursa gerçek hayatla yüzleşeceğinin farkında olduğu içindir ki, bu yüzleşmeden ürkmekte ve gökdelenin terasına veya tavan arasına ulaşmayı tercih etmektedir. Çünkü gökdelen evdir, iç mekândır veya orada yaşayanların evrenidir. Mekânın Poetikası adlı denemesinde Gaston Bachelard şöyle bir saptamada bulunarak taşı gediğine koyuyor: “Ev (bizim için gökdelen) insana istikrarlı olması için nedenler ya da yanılsamalar sunan bir hayaller toplamıdır.[11] Gökdelendeki karmaşık düzen (aslında haz verici düzensizlik) kendi içindeki istikrarı barındırmaktadır ve gökdelen yaşamı bir yanılsamadan ibarettir.

Ve son olarak Gökdelen romanındaki şu garabeti günümüzün Türkiye’si açısından tekrar yorumlayabiliriz: “Sanki tecavüz, klan üyelerini birbirine yakınlaştırmanın etkililiği kanıtlanmış bir yoludur (sayfa 92)”. Bugün için Türkiye’de bir kaos yaşanmaktadır. Ülkemizin bölünme tehlikesi altında bulunuyor olması, toplumdaki aşırı yozlaşma ve selefileşmeyi göz önüne aldığımızda, din eğitimi veren kurumlardaki çocukların hunharca iğfallerine toplumdan radikal bir tepki gelmiyor olmasını belki Gökdelen romanının iç mantığıyla anlaşılır kılabileceğiz. Bütün bu olumsuzlukların sebebi olarak suçladığımız muhafazakâr görünümlü iktidarın her seçimden yüzde elliye yakın oy olarak galip çıkmasının gerekçesi ise vatandaşa istikrarlı olması için nedenler ya da yanılsamalar sunan bir hayaller toplamını bünyesinde barındırıyor olması mıdır? Nitekim “istikrar bozulmasın” söylemi mevcut iktidarın en etkili dayanağı değil midir?

KAYNAKLAR

[1] Bu denemedeki (sayfa numaraları parantez içinde belirtilen) esere ait alıntılar Gökdelen, J. G. Ballard, Sel Yayıncılık, İstanbul 2012 baskısından yapılmıştır.

[2] “Bir roman kişisinde istendik başlıca özellik, onun üçboyutlu, nefes alıp veren, insani gerçekliğe uygun, tutarlı, sahih bir kişi olarak var olmasıdır. Roman kişisinin var oluşu ve ilişkiler ağındaki yeri, içeriği, romanın başarısına olumlu veya olumsuz etkileri gibi hususiyetler bu ölçüt esas alınarak değerlendirilir. Karakter ile tip bu koşulu yerine getirebilmenin, sahih kişi olabilmenin; stereotip ise bu koşulu yerine getirememenin, insani gerçekliğe uygunluk noktasındaki zafiyetlerin, eksikliklerin temsili kavramları olarak kullanılmaktadır.  Derinliksiz ve yüzeysellikle malul bulunan stereotip en basit ifadeyle, kalıp yargı şeklinde ifade edebildiğimiz bir grubun üyeleri (bir kategoriye dâhil edilen kişiler) hakkında diğer kişilerce inanılan özelliklerin, tipikliğin özeti niteliğindeki katı zihinsel imajdır.” Roman ve Stereotip, Ahmet Demir, sayfa 4 ve sayfa 7, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara 2014      

[3] İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri – Birinci Kitap, Erich Fromm, sayfa 68, Payel Yayınları, İstanbul 1993

[4] Tarih Felsefesi Yazıları, Şahin Uçar, sayfa 90–91, Şule Yayınları, İstanbul 2012

[5] Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, Bronislaw Malinowski, 59, İthaki Yayınları, İstanbul 2016

[6] Mekânın Poetikası, Gaston Bachelard, sayfa 34, İthaki Yayınları, İstanbul 2013

[7] Mekânın Poetikası, sayfa 38

[8] Mekânın Poetikası, sayfa 39

[9] Zaman ve Hafızanın Kıyısında, Şerif Eskin, sayfa 121, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014

[10] Mekânın Poetikası, sayfa 50

[11] Mekânın Poetikası, sayfa 48

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen