Türk Müziğinde Şifâ Üzerine

Fatma Âdile BAŞER

Türkler’in müziği şüphesiz ki, Türk milleti kadar eskidir. Onların yüzyıllardır geçirdikleri hayat tecrübe ve birikimleri; anlayış, bilgi, görgüleri bir sanat zevkine dönüşerek mûsikilerine de yansımıştır. Geçtikleri her merhalede, bulundukları coğrafyalara kolaylıkla nüfuz edebilen ve bunu eserlerine yansıtarak kalıcı kılan bu yetenekli toplumun müzikleri de kendileri gibi değişikliklere açık, hareketli ve zindedir. Bir yandan çok renkli ve çeşnili; diğer yandan alabildiğine sade ve yalın; bir yandan zamanını, konumunu yansıtan, günü yaşayan ve aksettiren; diğer yandan zamanları aşan kendine has prensiplerle yoğrulmuş özgün yapısıyla karşımızda durur.  

Türk müziğini, Türkler’in müziği anlamında bütün şubeleriyle bir bütün olarak incelerken, geçirdiği çok çeşitli süreçlere rağmen sürdürdüğü özgün, karakteristik özelliklerini tespit etmek, mümkün olduğunca bu özelliklerin ilkelerini belirlemek, Türk müzikolojisinin temelini teşkil eder. Bu noktadan hareketle, Türk müziğinin, İslamiyet öncesi dönemlerden İslâmî döneme ve günümüze kadar gelen üç önemli müzik anlayış ve kullanım sahasında kendini kuvvetle gösterdiğini, önemle belirtelim:

1-Hakanlık Müziği: Devletin Kös’le sembolize edilmesiyle dikkat çeker. Kös ve onun etrafında şekillenen müziğin, ilahî düzenin yani Töre’nin sesi olduğu düşüncesi hakimdir. Nitekim bu sebeple, Töre’ye göre kurulan ve ilahi düzeni korumakla kutlu olan “Devlet”in alâmeti, ilânı ve sesi, İslâmiyet öncesi ve sonrasındaki bütün Türk devletlerindeki devamlılığın en bariz göstergesi.    

2-Ozan-Âşık Müziği: Hikmetli sözlerle halkı yüksek ideallere, ahlâka ve zevk seviyesine çeken Ozan (saz şairi, “Âşık”) ve mûsikîsi. Hikmetli sözleri ve bu sözlerin taşıyıcısı müziğiyle model olan, Dede Korkut gibi bütün ozanlar, İslâmî dönemde Âşıklar, kopuz başta olmak üzere sazları eşliğinde eserlerini terennüm etmiştir. Onlar, erdemleri şiir ve musiki ile ebedileştiren, “Tanrı bilgisi”ne(Töre) sahip, “bilge” sanatkârlardı. Destan söylemek, ibret neşideleri fısıldamak, kahramanları ve kahramanlıkları övmek benzeri işleri yanında, Töre’ye göre aksayan yerleri dile getirmek de yine onların vazifesiydi. İslâmî dönemlerde ozan karakteri, âşıka dönerek devam etmiştir.

3-Şifâ Müziği: Müziği tedavi maksatlı kullanan şifacılar (Kam, baksa, baksı, bahşa, hekimler) vasıtasıyla müziğin kullanımı.

Yukarıda sıraladığımız, Türkler’in başlangıçtan itibaren oluşturdukları bu üç karakteristik müzik alanından üçüncüsü olan “Şifa Müziği”nin, kendine özgü yaklaşım ve yöntemleriyle “Eski Tıb” denilen sahanın içinde özel bir yere sahip olduğunu, çok çeşitli kaynaklar aracılığı ile biliyoruz. Ancak konunun mahiyeti, uygulama kriterleri ve bunlardan doğan aşamalı bilgi birikimine dair ayrıntılar, yitiklerimiz arasında yer almakta, “yeniden anlaşılma” yoluyla inşâ edilmeyi beklemektedir. Yazımız, şifa müziğinin Türk müziği içindeki gözlenebilen tarihsel devamlılığına dikkati çekmek ve bu yolda bir dikkat uyandırmak çabasının ürünüdür. 

            *
Türkler’de şifa müziği, ilk yazılı ve sözlü kaynaklarımızdan Osmanlı tıp uygulamalarını yansıtan eserlere kadar, tarihsel devamlılığı sebebiyle izini sürebileceğimiz bir bütünlük arz eder. Eldeki verilere göre Türk toplumunda şifa ile ilgilenen ilk örnekler “Kam, bahşı, baksı” gibi adlandırmalarla karşımıza çıkar.

İnsanın tarihî bir figür olarak varoluşundan itibaren, hasta, hastalık ve bunlara bağlı şifa arayışı, şifacı kimlikli şahsiyetler üzerinde merkezileşerek devam edegelmiştir. Can davası, ölüm korkusu, çeşitli kaza veya hastalık sebepleriyle insanın nefsinde duyduğu acı ve sancılar, sevdiklerinin, yakın veya uzak çevrenin benzer sebeplerle çektiklerine şahit oluştaki üzüntülerle doğan yüksek acizlik duygusunun, çare arayışlarına dönerek şifa bilgisini yükselttiğini görmek zor değil. İnsanı, vücudu sebebiyle en hissedilebilir bir nesnellikle ilgilendiren şifa konusu, kendisinin acizlikten kurtulmasına yardımcı olan şifacıyı, ister istemez hayatının değerler bütünü içinde kutlu bir mevkiye yerleştirmesiyle sonuçlanmıştır. Bu sebeple Türk tarihinde Kam, bahşı-baksı, toplum hayatında özel bir yere sahip, tarihi bir tip olarak dikkati çeker.

Çeşitli medeniyetler çerçevesinde şifânın tarihi ele alındığında, hastaya ve hastalığa bakış açısı bakımından belli bir ortak payda içinde hareket edildiği anlaşılmaktadır. Bu anlayışın en dikkat çekici özelliği, hastalığın vücudun dışında bulunan bir kötülük olduğu ve insanın ruhuna bulaşan bu kötülüğün, vücutta hastalık olarak belirdiği düşüncesidir. Bu sebeple tedavinin temel yöntemi, ruha bulaşan kötülüğü tespit edip, ortadan kaldırmak esasını, vücuda müdahale kadar önemli saydığı bilinmektedir. Hastalığın gerekçesini ruhtan bilen ilk devir şifa anlayışı, “hastaya müdahale” denilen şeyi onun vücuduna olduğu kadar, ruhuna da yapmaya çalışıyor, bunun yollarını arıyor olmalıydı. Sanat alanlarıyla birlikte inanç ve dini ögelerin, “ruha müdahale yöntemi” olarak erkenden fark edildiği ve azamî derecede kullanıldığının izleri ve delilleri, Çin, Hint, eski Yunan ve Mısır gibi medeniyet araştırmalarında bolca bulunabilmektedir. Nitekim tarihin ilk doktorlarını, yani şifa adamlarını soruşturduğumuzda, bu özellikleri sebebiyle karşımıza, ya inançlarla ilgisi sebebiyle din adamları, ya da sanat ögelerini özellikle söz ve müzik unsurunu ustalıkla kullanan “büyücü”(!) parantezine alınmış sanatçılar çıkar. İnanç, sanat-müzik ve şifa konusu, hem alanları hem de bu alanları temsil eden tarihi figürler bakımından iç içe geçmiş görünmektedir. Eski medeniyetlerden ortaçağ Avrupa’sına doğru ilerlendiğinde, hastalığın ilahî bir ceza olarak algılanması ve inanç yollarından medet umulmasıyla karşılaşılır ki, bu konu, etkisi ve yerine göre yaptırımı bakımından “din adamı” tipini daha fazla öne sürmektedir. Nitekim bu yaklaşım, Batılı oryantalist araştırmacılar tarafından, “sınıfsızlık”tan doğan farkı dolayısıyla toplumsal mahiyetini bir türlü anlayamadıkları Türk topluluklarına bir şablon olarak giydirilmiş, Kam ve baksı tipi hatalı olarak din adamı zannedilmiştir. Hatta daha da ileri gidilerek kam figürü üzerinden “kamlık” denilen bir din olduğu ısrarla iddia edilmiştir.

Bu zan ve iddianın, dolaylı kaynaklar aracılığı ile kendine delil aramak zorunda kalması, yine hatalı yorumun en büyük delili sayılmalıdır. Aksi halde Orhun Yazıtları başta Divanu Lugat’it-Türk, Kutadgu Bilig gibi kelime kadrosu geniş ve anlatım gücü yüksek eserlerde, Türklüğe yakıştırılan “Kam Dini(!)”nin adını, özelliklerini açıkça görür ve bulurduk.

Bilindiği gibi tıp alanı, esas itibariyle başlangıcını, hastaya bizzat müdahale eden hekimin bilgi, yöntem ve maharetine dayandırmaktadır. Türk toplumu bu gözle değerlendirildiğinde, hayat şartları ve biçimi bakımından şifa konusunda bazı öncelikli bilgilere erkenden sahip olduğu fikrine varmak zor değil.

Bu noktada ecdâdın bütün hayat imkânlarını ve ekonomisini at ve koyun çobanlığı üzerinden kurgulaması, sürekli hayvanlarla meşgul bir toplum olması önemlidir. Çünkü hayvan yetiştiriciliği, vücut, can ve tene dair sürekli öğrenmeyi mecbur kılan bir yaşama biçimidir. Bakım ve beslenme özellikleri, doğuma yardım, hastalık, hastalıkla mücadele etme benzeri konularda geliştirilen bilgiler yanında, hayvanları eti, derisi, kanı, yağı, iliği, kemiği…vb bütün özellikleriyle tanımanın getirdiği analitik, nesnel ve deneysel bilgi imkânlarının, insan sağlığı ve tıp için kullanılmadığını düşünmek haksızlık olur.

Diğer taraftan hayvanların dikkatle gözlenmesinin doğurduğu önemli sonuçlardan biri de hasta olduklarında yedikleri otların yararlılıklarının tespit edilmesidir ki, otacılık olarak adlandırılan ilaç yapımının Türkler’de gelişmiş bir faaliyet alanı olduğu, Türkçe ad verilmiş yüzlerce bitki, ot ve çiçek adından anlaşılabilir. Bunun yanı sıra Türkler’in kendisine “asker millet” dedirtecek derecede, dış tehditlere karşı sürekli ve aktif bir savunma refleksi taşıdığı, savaşı hayat biçimi olarak bildiği göz önüne alındığında, her türlü yaralanma ve kazalarda ortaya çıkan durumlara karşı da bazı tedavi yöntemleri geliştirdiği, hatta bu konuda devrine göre uzmanlaştığı bile düşünülebilir.

Buna ek olarak, dünyada ilk defa atın kuyruk kıllarını yayına takmayı akıl eden, taze kesilmiş koyunun yürek zarını gerdiği ıklığından, kemânesinden,  yine koyunun barsaklarından elde ettiği tellere sürterek çıkardığı yürek dağlayıcı sesler ve nağmeler gibi, çeşitli ses karakterlerini harekete geçiren çalgıların mucidi bir toplum olduğunu, yani fizyoloji ve anatomi bilgisini hurda teferruata varıncaya kadar göz önünde tuttuğunu da unutmamak gerekir.

Onun çalgı yapımında hayvansal malzemeyi büyük ustalıkla kullanıyor oluşunun yanında, çobanlık sanatında sevk, idare ve takipte, hayvanların ehlileştirilmesi ve eğitilmesinde müzikten yararlanmayı düşünmesi, mûsikiyi etkili bir yöntem olarak zaten kullanma alışkanlığında olduğunu da ayrıca göstermektedir. Kezâ diğer konularda olduğu gibi buradaki birikimini de insan psikolojisi üzerinde denediği ve başarılı sonuçlar elde ettiği kolayca tahmin edilebilir.

Sonuç olarak Türk toplumunda iddia edildiği gibi Kam aracılığı ile kehânetle şifa arandığı iddiası kaynak ifâdelerine, akla, insafa da aykırıdır. Aksine somut müdahale imkânlarına ilaveten, hasta psikolojisini tanımanın olumlu tesirlerini de kullandığı, tedaviyi musiki  ile birlikte ele alan hekimlik bilgisini geliştirdiğini söylemek daha doğru olur. Mesela baksı/bahşı kelimesine hiç rastlanmayan Kutadgu Bilig’de “Kam” kelimesi toplam dört defa geçmekte ve tam olarak hekim anlamını karşılamaktadır.  

1065.beyt: “Kerek tut otacı, kerek erse kam/ ölüglike hergiz asığ kılmaz em.”(Gerek otacı/ilaçcı gerek kam/hekim tut, insan ölümlüdür ilaç her zaman deva vermez)

2002.beyt: “Bu suklug ig bir otı yok emi/ anı emleyümez bu dünya kamı” (Aç gözlülük ilacı ve devâsı bulunmayan bir hastalıktır. Dünyanın bütün kamları/hekimleri bir araya gelse, yine tedavi edemezler.)

3873.beyt: “Kamuğ igke ot ol emi belgülüg/ ol ig emlegüçi kamı belgülüg” (Her hastalığın ilacı ve çaresi vardır. Bu hastalığı tedavi eden kam/hekim de bulunur)

5244. beyt: “Seningde turur kör bularnıng emi/ otagıl daru birle bolgıl kamı” (Hükümdara hitaben: Bütün bunların devası sendedir. Sen onların kamı/hekimi ol. İlaç ver ve tedavi et.)    

Ehl-i insaf bilim adamlarının bu konuya ve kaynaklarımıza “oryantalist” zihniyetin yarattığı bağnazlıktan çıkarak yeniden aciliyetle eğilmelerini diliyoruz.   

Eski Türk toplumunda, günümüzdeki gibi sınırları kesinleştirilmiş meslek uzmanlıklarından bahsetmek mümkün değil. Bununla birlikte, bu kabil kimselerin görev ve sorumluluklarını tespit etmek, hem toplumu hem meslek alanlarını hem de sanatların gelişim çizgilerini gözlemek bakımından değer taşır.

Türkler’de şifa müziğinin ilk devirleri dikkate alındığında, insanı ruhu ve vücuduyla “bütün” olarak değerlendiren bir hekimlik anlayışıyla karşılaşırız. Hekimin hasta psikolojisi üzerinde yüksek bir etki ve güven inşa etmesinin, yine hasta lehine olumlu sonuçlar doğurduğu erkenden fark edilmişti. İnsan psikolojisi üzerinde büyük tesir bırakan sanatlar ve bilhassa müziğin, hekim tarafından bir şifa aracı olarak şuurlu bir şekilde kullanılması, bu konuda tecrübe birikimi elde edilmesi, gerçekten sıra dışıdır. Kontrollü ve bilinçli kullanılan ses tonuyla,  hekimin kendine özgü tavır ve jestleri eşliğinde, hastaya etki edecek, onun ruh dünyasına nüfuz edecek söz unsurunun müzikle birlikte “ilaç gibi” sunulduğunu biliyoruz. Bu noktadan bakıldığında Kam veya baksıların “tabiat bilgesi” hekimler olduğunu söylemek yanlış değil. Onlar sadece hastalıkla değil, havanın, suyun, toprağın, hayvanların dilini anlamak ve çözmek için uğraşan, gözlem yapan, tespit ettikleri hayat ilkelerini yeri geldiğinde sazı ve sözüyle terennüm eden nadir “bilge” kimselerdi. Sözüne kulak verilir, itibar edilirdi.

Ancak hekimin her zaman şifa müziğini de aynı derecede icra edecek donanımda olmadığını, dolayısıyla ayrı bir yetenek gerektiren şifa müziği ile uğraşanların zamanla ayrıştıklarını söyleyebiliriz. Şifa müziği ile meşgul olan bazı baksıların, geçen zaman içinde hekimlik bilgisinden uzaklaştıkları, özellikle Sibirya bölgesi gibi soğuk ve karın yerden hiç kalkmadığı, yokluk ve yoksunluk bölgelerinde sistematiğinden koptuğu için batıl bir tip haline geldikleri de ayrıca tedkike değer bir vakıadır. Nitekim Sibirya’da Yakutlar’la kısmen Altay Türkleri arasında gözlenen ve bugün şamanizme mehaz olarak kullanılan kültler, bir dinmiş gibi ele alınmaya ve bütün bir Türklüğe mal edilmeye çalışılmaktadır. Konu hakkında en geniş araştırmayı yapan Mircea Eliade ise, şamanizmin bir din olmadığını, bir kült olarak “hâkim dinden beslenen ve hâkim dinin ögelerini yoz bir şekilde kullanarak itibar elde etmeye çalışan” batıl yapının genel adı olduğunu söylemektedir. Nitekim Hristiyanlığın, Museviliğin ve İslamiyet’in içinde de “cinci, büyücü, üfürükçü, efsuncu vb.” adlarla el’an devam eden “şamanlar!” vardır.

Yani, Türk Töresi’nin manevi otoritesi ve o hikemî geleneğe göre kutlu sayılan tabiat güçleri Töre’ye rağmen şamanlarca istismara uğratılmış görünüyor. Kezâ yukarıda değinildiği üzere, bu medyum tipler, İslâmî dönemlerde de İslâm’ın ögelerine atıf yapmaktadırlar. Osmanlı’daki “Cinci Hoca” tiplemesi  hepimizce malum.

Kazak-Kırgız baksıları veya efsuncularının bugün kendilerinden yardım dileyip medet umdukları manevi otoriteler arasında başta Hz. Muhammed, İslâm büyükleri ve velileri de bulunmaktadır.

Yani İslamiyet öncesi dönemlerde hakim olan Kök Tengri merkezli birlikçi Töre inancının verilerini nasıl meşrulaşmak için kullandılarsa,  bugün de hakim olan inanç sisteminin yani İslamiyet’in ögelerini aynı rahatlıkla kullanmaktadırlar ki, işte bu yaklaşımın adı “şamanizm”dir.

 Diğer taraftan, Asya Türklüğü’nün yakın zamanlara kadar Sovyet-Rus istismarına maruz kaldığı ve dinin, ibadetler dahil bütün kurum ve unsurlarıyla yasak edildiği malumdur. Kuşaklar boyu devam eden bu durum, büyük oranda Asya Türkleri’nin İslâm dininden ve kültüründen uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Böyle bir ortam, batıl inançlar için verimli bir vasatı doğurmuştur.  Fakat işin ilginç tarafı eskiden sadece batıl bir tavır olarak yer yer gözlenen şamanlık, oryantalist bilim adamlarının ve onların takipçilerinin mercekleri altında o derece büyütülmektedir ki, dün için değil ama bugün için sunî olarak bir din haline getirilmiş durumdadır. Komünist devrin etkileriyle Türk-İslam anlayışından büsbütün kopma noktasına gelen bazı gruplar şaman olduklarını iddia etmektedirler. Böylece bilim adamları(!) tarihte yeterince bulamadıkları şamanlığı,  bugün  “öğretilmiş” niteliğiyle bol bol bulabilmektedir!.. 

Halbuki, bu noktada ne bilimin ne de yüksek sanatın bâtılla kurulamayacağının altını kuvvetlice çizmek gerekiyor. Türk bilimi, sanatı ve tabii Türk müziği, tarihte, bâtıldan uzaklaştığı ölçüde ilerlemiş ve gelişmiştir.

Sanat eserlerimiz açık ve berrak zihinlerden, yüksek ahlâkın ilham ettiği zevk ve güzellik anlayışından doğmuştur. Türkler, Kök Tanrı inanışına dayalı Töre’ye göre devlet, sosyal hayat, aile, hukuk vb. hayatı saran bütün alanlarda rahatlıkla gözlenebilen bir sistem içinde yaşamışlardır. İslam dinine geçtiklerinde ise eski Töre’lerinden kaynaklanan sistematik anlayışlarının yıpranan, günü aksettirmeyen, aksayan, yanlışlanan yönlerini İslâm’la düzeltme, yenileme, onarma yoluna gitmişlerdir. Böylece ortaya İslamiyet öncesinden İslamî dönemlere taşınan Töre eseri “anlama modeli” sayesinde uzun soluklu, derinlikli kültür varlıkları karşımıza çıkmaktadır.

Nitekim “Hakanlık Müziği”nin Osmanlı’daki uygulaması olan gerek mehter, gerek ozanlık-âşıklık geleneği, gerekse şifada müziğin kullanılması meselesi, işte bu kendini onarmayı, yenilemeyi bilen ve aslında bunun için uzun soluklu olabilen bir anlayıştan doğmuştur. Biz buna “Türk Medeniyeti” diyoruz. Bugün pek çok kurum ve unsurlarıyla günümüzde yaşamaya devam eden bu medeniyetin, doğası gereği kazandığı hiçbir tecrübeyi yok saymak mümkün değildir. Dolayısıyla, ne Türk’ün İslamiyet öncesi anlayışlarını,  ne de bin yıllık İslamî yorumunu görmemezlikten gelebiliriz.

Şifacılar İslamiyet öncesi dönemlerden itibaren, insan bedeninde hastalığın bozduğu dengeyi düzeltmek üzere, kendi yetenekleriyle hastaya müdahalede bulunma imkânını geliştirdiler, etkili söz ve müziği bu yolda, şifanın bir elemanı olarak kullanmayı bildiler. Böylece Türk tıbbı bakımından önemli bir yönteme ve tecrübe birikimine kapı açmış oldular. Türk tıbbında pek çok yöntemin kullanıldığını biliyoruz. Bunların başında bitkilerin tanınması ve bunlardan ilaç yapılması gelir ki, bu işle müstakil olarak ilgilenenlere otacı denmiştir. Su ve hamamın kullanılması, vücutta çeşitli açılardan merkez kabul edilen bölgeleri esas alan dağlama, Uygur icadı olan akupunktur ve müziğin kullanılması bu yöntemlerin önemlilerindendir. 7. yüzyılda Uygurlar, kafatasını açacak, göz ameliyatı yapacak kadar anatomide hayret verici detay bilgiye sahipken, 16. yüzyıl Avrupa’sında kalbin yeri tartışılıyordu.

            *

Eski Uygurlar, sonraları Çin, Hint, Mısır ve eski Yunan’da izlerini gözleyebildiğimiz “Dört Tadu” (dört madde) esasına göre bilgilerini genişletmişlerdi. Bu yaklaşım, kendinden önceki bilgileri derleyen İslamî dönemde de kabul görmüş ve Hıltlar nazariyesi (salgılar teorisi) olarak anılmıştır.

Bu teoriye göre teşhis ve tedavi ile meşgul olan şifacılar, İslamî dönemde hekimler, müziği bir devâ malzemesi olarak kullanmaktaydı. Eserleri ve geliştirdiği tedavi yöntemleriyle kaynaklara yansıyan bildiğimiz ilk örnek, 7.yy müzikle tedavi hekimi, aynı zamanda besteci ve akustik bilgini olan Uygur Sao Şiyavkuy’dur.

Bilindiği gibi ilim ve fikrin teşekkül ve gelişmesinde kültür çevrelerinin belirleyiciliği bir vakıadır. Gerek yeni hamle yapanların ardındaki toplumsal ve kültürel birikim, gerekse yeni eserlerdeki fikir ve bilgilerin anlaşılmasının mümkün olabilmesi o çevreye bağlıdır. Sadece verdiği eserler ile değil, kendisini yetiştiren ve eserine muhatap olan muhitleri itibarıyla mesela Farabi, Maturidi, Yesevî, İbn-i Sina, Azizeddin Nesefi… gibi isimleri zembille inmiş saymak büyük bir yanılgıdır. Onlar bir muhitin çocuklarıydılar ve bir muhit tarafından anlaşıldılar!

Büyük hekim ve hakîm (doktor-filozof) Farâbî, eski Türk şifa tecrübesini gerek uygulamaları gerek eserleriyle sistematize etmiştir. “Ud’un mucidi” sıfatıyla anılacak derecede bu çalgıyı geliştirmesiyle tanınan Farâbi, müziği tedavide kullanan Türk geleneğinin tecrübe ve birikimlerinin varisi idi! Devraldığı mirası da kullanarak İslâm musiki nazariyâtını kurdu. 50 yaşından sonra gittiği Bağdat’ta, musikinin tedavideki yerine ve insan psikolojisi üzerindeki somut tesirine inanamayan bir Arap melikine, sarayda, davetlilerin de hazır bulunduğu bir ortamda bizzat kendi uygulamasıyla ispat etmiştir. Uduyla icra ettiği musiki ile önce davetlileri güldürmüş, bir başka havayla ağlatmış, sonra çaldığı nağmelerle hepsini birden uyutup sessizce meclisten ayrılmıştır. Çok çeşitli varyantlarıyla asırlardır anlatılagelen bu hadise, bir yöntem olarak mûsikinin tıbba eşlik ettiğinin yaşanmış bir hikayesidir. Eserlerinde mûsıkî ve mûsıkî ile tedavi konusuna geniş yer veren ve bu konuda yol göstermeye devam eden büyük hekim İbn-i Sinâ’yı da özellikle zikretmek gerekir. Bunun sonucu olarak mûsikinin, aynı zamanda bir tıp malzemesi ve hekimlik bilgisi çerçevesince değerlendirildiği anlaşılmaktadır.

Hekimler nabız hareketlerinin çeşitli ritimler göstermesinden bazı anlamlar çıkarmış, ayrıca müzik nağmeleriyle ilişkiler kurmuşlardı. Bozuk ritimli, yavaş veya hızlı ritimli nabızlar hastalık belirtisine, düzenli nabız hareketi ise sağlığa işaret etmekteydi. Hekimin tedavide müziği kullanmasının fikrî temelinde; kâinatta (makro kozmosda) gözlenen ahenk ve dengenin, insanda (mikro kozmosda) sağlanması esasına dayanıyordu. Yeryüzündeki müzikal ve ritmik denge ile kozmosun ahengi arasında doğal bir bağlantı kurmak söz konusuydu. Hastanın uyumdan uzaklaşmış bir kişi olduğu düşünülürse, müzik marifetiyle ona, zımnî bazı telkinlerde bulunmak suretiyle, uyuma ve dengeye döndürülmesi sağlanabiliyordu.

Hıltlar nazariyesine göre kâinat dört unsurdan (hava-su-ateş-toprak) oluşmaktaydı. İnsan vücudunda yani mikrokosmosda bu dört unsurun karşılığı, özetle şu şekilde sıralanmıştır.

Kan; Vücutta dolaşır ve sıvı şeklinde olup sıcaktır.

Balgam; Beyinde, sıvı halinde olup, soğuktur.

Kara safra; Kuru ve soğuk olup, dalak ve midede yerleşir.

Sarı safra; Kuru ve sıcaktır, karaciğerde bulunur.

İnsanların kendilerine has bünyeleri yani mizaçları bu dört unsurdan birine meyilli olarak düşünülmüştür. Bedende bu unsurlardan birinin fazla olmasıyla insanın mizacı arasında paralellikler kurulmuştur.

Demevî  — Sıcakkanlı

Balgamî Sakin

Sevdavî  — Melankolik

Safravî   — Öfkeli      

Selçuklu Türkleri’nin 13. yüzyılda ünlü Sivas ve Kayseri Darüşşifaları’nda mûsıkîyi kullandıklarını biliyoruz. Avrupa’da akıl hastaları, “içine şeytan kaçmıştır” diye diri diri yakıldığı asırlarda, Türk coğrafyalarında hastalar keklik, üveyik etiyle beslenip; gül, yasemin kokuları içinde, su şırıltıları ve mûsıkî dinletilerek tedavi ediliyordu.

Türk mûsıkîsi nazariyatına dair birçok eser hekimlerimize ait olduğu gibi, tıp tarihimize geçen hekimlerimizin birçoğunun da mûsıkîşinas olduğunu biliyoruz. 

Osmanlı döneminde ise derin musiki bilgisine sahip olduğunu bildiğimiz Akşemseddin (ö.1459) gibi hekimlerin yanında, yazdıkları musiki nazariyatı eserleriyle dikkat çeken Hızır b. Abdullah (15.yy), Hekim Şuûrî Hasan Efendi (ö.1693) ve Hekimbaşı Gevrekzâde Efendi (ö.1801)) gibi hekimler,  musiki-tıp ilişkisinin tarihimizdeki önemli misalleri olmuşlardır. 

Mûsikiyi ve nazariyatını bir şifa aracı olarak ele alan Hızır bin Abdullah’ın (XV.yy), Kitabü’l-Edvar’ı, hem şifanın “hıltlar teorisi” olarak adlandırılan sistematiğini hem de yaklaşım biçimini anlamak bakımından değerlendirilmeyi beklemektedir. Yazar mûsiki bilgisinin, hekimi donanımlı kılan önemli bir malzeme olduğunu belirterek, bilgilerini sunmaktadır. Bilgil ki, bu ilm-i mûsiki, ilm-i tıbbın mukaddimesidür. Yani İlm-i tıbbı kemâl-i vech üzerine bilmek, ilm-i mûsikiyi bilmeyince bilinmez….Tabib-i hâzık, hastanın tabiatını teşhis idüb seçer ve bilür ki, ana kangı âheng yarar. Pes ancılayın âhengde, katında nesne okudur veya saz çaldurur, tâ ki, ol sebeb ile hasta günden güne ve saatden saate sıhhat bulub, yine kesb-i kemâle meşgul olur (82-a)”

16. Yüzyıl ortalarından itibaren ilmiyenin bozulmasıyla birlikte Tıp medreseleri de görevini yapamaz hale gelmiş, devrin bazı usta hekimleri özel gayretlerle usta-çırak usulüne göre hekim yetiştirme işine girişmişlerse de başarılı olamamışlardır.

Bugün “eski tıp” olarak tanımlanan birikimin gerek teorisi, gerek pratiği, tıp medrese eğitiminden, yani üniversiteden, yani universal bilgi ve araştırmalardan uzak kaldığı için, 16. asra kadar edinilen birikim, bu asırdan sonra bir gelenek tıbbına, hatta folklorik tıp mecraına sürüklenmiştir. Gerileme dönemlerinde de şüphesiz değerli çalışma ve araştırmalar söz konusudur. Ancak bu çalışmalar artık geneli kucaklamak imkânının gerisine düştüğünden yeterince ihtiyacı karşılayamamıştır. 

19. yüzyıl ise Osmanlı’nın Batı’da gelişen yeni tıp anlayışını okullaştırarak bünyesine taşıdığı dönem olmuştur.

Müzikle tedavi konusu, yavaş yavaş günümüz tıp anlayışında da müziko-terapi başlığı altında yerini almaya başlamış görünmektedir. 

Ancak müziği asırlarca etkin bir deva unsuru olarak kullanma becerisi gösteren ve bu konuda önemli bilgi birikimine sahip bulunan eski Türk tıbbının daha söyleyecek çok sözü olduğuna inanıyoruz. Ne var ki, maalesef bu konu mûsıkîmizin ve tıbbın halâ meçhul, dolayısıyle bâkir sahalarından biri olmaya devam ediyor.

 

 

 

 

      

 

 

 

Yazar
Fatma Adile BAŞER

Fatma Adile BAŞER 1965’de İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Mimar Sinan Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü’nde tamamladı. İstanbul Teknik Ünivesitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı (TMDK)Temel Bilimler Bölümü�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen