Sanattan Bilime, Ruhtan Hücreye Parçalanma İlkesi

Metin SAVAŞ

Ahmet Arvâsî Kendini Arayan İnsan adlı eserinde akıl-zekâ-vahiy konusunu işlerken şöyle der: “İnsan zihni, oluşu parçalayarak ve tasnif ederek gözlemektedir.”[1] Kozmik dünyamızdaki canlı-cansız, soyut ve somut tüm varlıkları/oluşları bütüncül bir yaklaşımla gözlemleyip kavramamız mümkün olamadığı için onları parçalayarak tanımaya ve anlamaya mecbur kalıyoruz. Şöyle ki, evrenimizi bütüncül bakışla idrak etmemiz mümkün olabilseydi mesela belki atomu parçalamaya bile gerek görmeyecektik. Ama o zaman da bilim ve felsefe olmayacaktı. Keyfe keder bir benzetmeyle söylersek, ilk cennetteki yasak meyveyi dalından koparmışlığımız insan türünün oluşu ilk parçalama hamlesidir. Yasak meyveyi koparıp tattığımız an bilincimiz ve nefsimiz de uyanmıştır. İlk cennetin şartlarını bilmiyoruz fakat dünyevi hayatımızda yekpareliğe yer bulunmadığını fark edebiliyoruz. Öyle anlaşılmaktadır ki, ilk cenneti bir yana koyarsak, yekpareliğin mümkün olabileceği tek yer sonsuzluk cennetidir. Bu sonsuzluk cenneti belki de ilk cennetin fevkalade tekâmül etmiş halidir. Aynı doğrultuda, parçalanma yasası uyarınca, Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratılmış olması ise –bir itikattan veya bir efsaneden öte– sembolik bir tasavvurdur.

Bütün sanat dallarında olduğu şekliyle; tabiatın, hayatın ve insanın taklidiyle (mimesis) varlık kazanabilen roman metnini kurgularken de, yazar, roman karakterlerini muhtelif yöntemlerle ve muhtelif amaçlar doğrultusunda parçalar. İşbu parçalama işleminin en yetkin örneklerinden biri Dostoyevski’nin Öteki adlı romanındaki Yakov Petroviç Golyadkin karakterinin ikiye bölünmüşlüğüdür. Buradaki ilk Golyadkin gündelik yaşamında ve memuriyet mesaisinde hep ezilen, kendisiyle alay edilen ve daima itilip kakılan bir kimsedir. İkinci Golyadkin ise ilkinin tam tersidir; ikinci Golyadkin yırtıktır, ataktır, tuttuğunu koparandır. Bu iki Golyadkin esas itibarıyla birbirlerinden tastamam ayrı kişiler değildir. İkinci Golyadkin gökten zembille düşmüşçesine birdenbire birinci Golyadkin’in bilinçaltından türemiş bir arsızdır. Dostoyevski’nin bu kurgusuna benzetebileceğimiz H. Nihal Atsız’ın Ruh Adam romanında esas karakter olan Yüzbaşı Selim Pusat –hem kurgu gereği hem de yazarın şuuraltının iteklemesiyle– birkaç farklı şahsiyete bölünmüştür: Yüzbaşı Şeref ile Yek. Birkaç farklı şahsiyet diyoruz çünkü Yek de kendi içinde Key ve Osman Fişer karakterlerine yansımıştır. Cengiz Dağcı’nın Benim Gibi Biri isimli romanında da (yazar Dağcı’yı farklı yönleriyle temsil eden) kurmaca Dağcı ve kurmaca Joseph Tucknell karakterleri bulunmaktadır. Ruh Adam romanındaki Osman Fişer ile Benim Gibi Biri romanındaki Joseph Tucknell karakterlerinin ikisinin de Yahudi olmaları bilinç yarılmasıyla ilintili ama apayrı bir mevzudur. Biz bu yazımızda etnik ve ırksal bahislere temas etmek istemediğimiz için bu mevzuu es geçeceğiz. Roman sanatında karakterin parçalanmasına bir başka örnek ise İskoç yazar Robert Louis Stevenson’un Dr. Jekyll ile Bay Hyde başlıklı romanındaki kurmaca karakterlerdir. Bu romandaki Dr. Jekyll ile Bay Hyde İskoç yazar Stevenson’un özel yaşamına dayanmaktadır. Stevenson gerçek hayatta çifte yaşam sürmüş olan bir yazardır. Gündüzleri saygın bir doktor olarak çalışırken geceleri sokaklarda farklı bir karakter olarak geziniyordu. Söz konusu roman İskoç yazarın kendi yaşamından yola çıkılarak kurgulanmıştır.

Genelde kozmik oluşun, özelde ise kurmaca oluşun (sanat eserinin/bu yazımızda romansal kurgunun) insan zihnince parçalanması çok katmanlıdır. Yazar zihninde dünyanın algılanışı ve idrak edilişi zaten parçalamayla mümkün olabilirken, aynı yazarın kendi sanatsal kurgusunu oluşturması da ayrı bir parçalamayı zorunlu kılmaktadır. Yazar, sadece karakterlerini değil, roman metnindeki bütün unsurları ayrı ayrı parçalayarak kurgusunu oluşturmaktadır. Keza her roman karakterinin arka planında ayrı bir arketip vardır ve her arketip her romana muhtelif karakterlere dönüşerek (parçalanmış olarak) nüfuz eder. “Sigmund Freud sanatçının aynı nevrotik bir hasta gibi, güçlü içgüdüsel ihtiyaçların baskısı altında gerçeklikten kaçıp hayal âlemine, fantezilere sığındığını kasteder.”[2] Edebiyat teorisyeni Terry Eagleton’dan alıntıladığımız bu bahiste sanatçının içgüdüsel ihtiyaçların baskısı altında gerçeklikten kaçıp hayal âlemine sığınması tabii ki gerçekliğin kurmacaya dönüştürülmesi anlamına gelmektedir. Yani gerçek dünyanın hayalde parçalanmasıdır. Görüldüğü üzere bölünmüşlük çok katmanlıdır. Parçalayarak algılayabildiğimiz gerçek hayatı roman kurgusuna aktarırken yine parçalayarak aktarabilmekteyizdir. Burada söz konusu olan şey, sanatın temelinde var olan mimesis dediğimiz hayatın ve insanın taklidine uyumlu bir şekilde dünyevi parçalamayı sanatçının hayalde de taklit etmesidir. Bölme işlemi içinde bölme, mimesis içinde mimesis. Taklidin taklidi. Tekrar tekrar, biteviye parçalama.

Taklit ve parçalama kaçınılmazdır. Canlı varlıklar arasında şuur sahibi insan zihni için kaçınılmazdır. Varlığı ve oluşu başka türlü kavrayamadığımızdan ötürü kaçınılmazdır. Her iki Golyadkin’in birbirinden farklı olması gerekiyor ki, tek Golyadkin hem kendisince hem okurca hem yazarca kavranabilsin. Ama aynı zamanda her iki Golyadkin (tek Golyadkin’in parçalanmışlığı olduğu için) birbirine benzerdir. Benzerlik ve fark iç içedir. “Benzerlik ve fark mantıki zıt kutuplardır, fakat, birçok sosyolojik (ve psikolojik) farklarda olduğu gibi nihai tezahürleri birbiri ile münasebet halindedir… bunlardan birinin anlaşılması diğeriyle olan münasebetinin anlaşılmasına bağlıdır.”[3] Görüldüğü üzere, kozmik varlığı ve oluşu zihnen idrak edebilmemiz için parçalamamız (farklılaştırmamız) ve taklit etmemiz (benzerleştirmemiz) gerekmektedir. Hem gerçek hayatta hem de kurmaca dünyada yapıyoruz bunu. Sadece gündelik hayatımızda yapmakla yetiniyor da değiliz. Bilimde ve sanatta da yapıyoruz. Roman yazarken hayatı ve insanı taklit etmekteyiz. Teknoloji üretirken ise, mesela helikopter tasarlarken helikoptere benzeyen bir böcek türünü taklit etmemiz gibi. Şu halde, zihnimizdeki soyut parçalama ve soyut taklidin yanı sıra somut parçalama yöntemiyle somut taklit de söz konusudur.

Benzerlik-farklılık ilkesi toplumsal hayatımız için de geçerlidir: “Benzerlik hissi olmaksızın ‘birlikte mensubiyet’ karşılıklı olarak hiçbir tasdike nail olamaz ve binaenaleyh hiçbir cemiyet de mevcut olamaz… Mamafih, cemiyet, benzerlik kadar farklılığa da dayanır. Eğer insanların hepsi tam manasıyla birbirinin benzeri, sadece benzeri olsalardı, ihtimal sosyal münasebetler karıncalarınki veya arılarınki kadar mahdut olurdu.”[4] Ressam fırçasından çıkmış manzara tablosu doğanın taklididir. Roman sanatıysa toplumun ve bireyin, dolayısıyla insan yaşamının taklididir. Ama tıpatıp aynısı değildir. Benzeridir. Benzeri olduğu için de (tıpatıp aynısı olmadığına göre) farklıdır. Benzerlik ve fark iç içedir demiştik zaten. Şu halde, benzetirken farklılaştırma, farklılaştırırken benzerleştirme karmaşası kendi içinde parçalanmadır. Bütün bunlar beşerî tasniftir; çünkü insan zihni, oluşu parçalayarak ve tasnif ederek gözlemektedir. Tasnif, parçalama, taklit, farklılaştırma ve benzetme işlemleri nedeniyle dünyevi yaşantımızda mutlaklık yoktur. Her algılamamız birer yanılsamadır. “Gerçek sanıldığı kadar açık seçik bir şey değildir,” diyor Jean Baudrillard ve ekliyor: “Net bir gerçek açıklaması yoktur. Dünyanın açıklanması demek ‘nesnel bir gerçekliğin’ açıklanması, bir başka deyişle, yeniden canlandırma modellerinin düzenlenmesi/ayarlanması demektir.”[5]

Baudrillard her ne kadar burada postmodern zamanları izah ediyor olsa bile, büyük patlamadan itibaren başlatabileceğimiz bir yanılsamanın varlığından söz edebiliriz. (Ve zaten büyük patlama ilk kozmik parçalanmadır.) Elbette ki yanılsamalı algı zekâ sahibi canlılar için geçerlidir. Evrenimiz ve dünyevi hayatımız bir yanılsamadır. Evren ve dünyamız nesnel bir gerçeklik değildir. “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” Gazalî’ye göre, bir başka âleme kıyasla dünya hayatı rüyadır ama bu rüyanın kendisi dünya için bir gerçekliktir. “Çünkü,” diyor Gazalî, “bu dünya eğer başka bir dünyaya göre rüya ise, hayal de dünyaya göre rüya (yani görünüş) demektir.”[6]

Tasnif, parçalama, taklit, farklılaştırma ve benzetme işlemleri nedeniyle dünyevi yaşantımızda mutlaklık bulunmadığına göreyse, şüphe ve zan hükümran demektir ki bilim ve felsefenin hareket alanları da işte bunlardır: “İlim nasıl ilk şüpheden doğdu ise, bir topluluğun kaderi önünde fışkıran ilk ıstıraptan da ideal doğmuştur.”[7] Şüphe ve zanla birliktedir zaten ıstırap. Mutlaklıktan yoksunluk külfettir ama dünyevi/kozmik hareketimizi de bu yoksunluklara borçluyuzdur. Aksi halde tekâmül olmayacaktı. Şüphe ve zan yekpareliğe terstir. Şüpheler ile zanlar bölünmelere sebebiyet veriyor. Açıktır ki, yekparelik hüküm sürüyor olsaydı hiçbir şeyden kuşkuya düşmeyecektik ve herhangi bir konuda farklı zanlara kapılmayacaktık. İşte bu farklı zanlar nedeniyle toplumların olayları algılayışı aynı ayarda olamıyor. Olamadığı için de her toplum kendi zanlarından, kendi idraklerinden yola çıkarak kendine özgü varsayımlar üretiyor. İnsan her yerde (kısmen teorik olarak, kısmen pratikte) aynı insandır ama o insanların tarihsel süreçte peyderpey oluşturdukları kültürler ve medeniyetler birbirlerinden farklıdırlar. Bu toplumsal farklardır idealleri üreten.

Her algılamamız birer yanılsamadır, evrenimiz ve dünyevi hayatımız bir yanılsamadan ibarettir demiştik. Arvâsî bunu şöyle açıklıyor: “Varlık ve oluş karşısında insan zihninin gerçeği arayışında ve tarifinde bir tek prensibe bağlı olmadığını gözlüyoruz. Hakikatin, olduğu gibi, şekil değiştirmeden insan zihnine aks etmesinin imkânsızlığıdır. Bilgimizi değiştiren insan zihnine hâkim, insana has zihnî prensipler vardır. İnsan zihnine hâkim bu prensipler, hakikati insana göre şekillendirerek tahlil ve tarif ederler. İnsan zihninde sanki hakikat bir tek olmaktan çıkar, çeşitlenir, âdeta parçalanır.”[8]

Dünyevi hayatımızda parçalamadığımız hiçbir şey yoktur. Parçalamaksızın (bütüncül olarak) kavramamız imkânsız olduğu için bu böyledir. “Allah birdir” inancına karşın yaratıcıyı kavrayabilmemiz için bile parçalamaya mahkûmuzdur. İşte bu yüzden birden fazla din vardır, işte bu sebeple Tanrı algısı her toplumda başka başkadır. Çoktanrılı inanç sistemleri bir yana, Tek Tanrı inancına sahip dinlerdeki Tanrı algısı dahi birbirinin tıpatıp aynısı olamamaktadır. İnsan zihni parçalıyor –yaratıcıyı– tahayyül ederken. Her şeyi parçalıyoruz. “Arketipler evrenseldir,” diyor Carl Gustav Jung’un arketipler kuramını özetlerken Engin Geçtan ve ekliyor: “Bir başka deyişle, her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir. Bir çocuk, dünyanın hangi yöresinde doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. Ancak, kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bireysel farklılıklar ortaya çıkar.”[9] Arketipler evrenseldir, anne öz itibarıyla annedir ama her çocuğun kendi annesini kavrayışı farklı olunca evrensel arketip de farklılaşarak tezahür edebilmektedir. İslam mistisizmine göre, yaratılan ilk ruh Hazret-i Muhammed’in ruhudur ki tasavvufta buna rûh-i muhammedî denmektedir. Diğer bütün beşerî ruhlar bundan türemiştir. Kâinatın tek bir çekirdekten büyük patlamayla oluşmasına benzemektedir bu türeyiş. İlk ruh olan rûh-i muhammedî (büyük patlama gibi) infilak edince bütün ruhlar varlık kazanmışlardır. Bu bağlamda ele alırsak, bütün canlıların tek hücreden türediklerine ilişkin teoride İslam’a aykırı bir taraf bulunmamaktadır. Sonuç olarak; Tanrı, evreni, somut ve soyut boyutlarıyla beraber parçalanma ilkesine göre tasarlayıp yaratmıştır yargısına varmak dururumda kalıyoruz.

Dipnotlar

[1] Seyyid Ahmet Arvâsî, Kendini Arayan İnsan, sayfa 70, Burak Yayınevi, İstanbul 1998

[2] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı – Giriş, sayfa 187, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011

[3] R. M. MacIver – Charles H. Page, Cemiyet 1, sayfa 12, MEB 1000 Temel Eser No:2, İstanbul 1969

[4] Cemiyet 1, sayfa 12

[5] Jean Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh, sayfa 93, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2012

[6] Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, sayfa 154-155, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları 1968

[7] Remzi Oğuz Arık, İdeal ve İdeoloji, sayfa 23, MEB 1000 Temel Eser No:13, İstanbul 1969

[8] Seyyid Ahmet Arvâsî, Kendini Arayan İnsan, sayfa 39-40, Burak Yayınevi, İstanbul 1998

[9] Engin Geçtan, Psikanaliz ve Sonrası, sayfa 177, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996

 

Yukarıdaki yazı İhtimal Dergisi’nin Kasım-Aralık 2016 nühasında da yayınlanmıştır.    

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen