“Serra Menekay”In Yeni Romanı ve Bir Roman Kahramanı Olarak “Şefika Gaspıralı”

Salim CONOĞLU

Türk dünyasının sönmeyen yürek yangını Kırım, her kıvılcımı ruhumuzu dağlayan. Türk dünyasının yürek yarası Kırım, her sürgünde yeniden içimizi kanatan. Türk dünyasının hiç dinmeyen gözyaşı Kırım, Hansaray’da gözyaşı çeşmesinden çağlayan. Yüreğimizin orta yerinde kocaman bir sızı Kırım, göğsümüze en ağırından bir kaya gibi oturan.

II. Katerina’nın 1783’te Kırım’ı tek taraflı olarak Çarlığa ilhak ettiğini ilan ettiği tarihten beri yurt yarası onmamıştır Kırımlıların yüreğinde. Tarih sahnesine çıktığından beri kimseye zulmetmemiş, düşmanlarına kin nefret beslememiş, kendisinden olmayanı öteki bilmemiş, düşkün hallerine acımış, iyi niyet beslemiş ve her şeyden önce “insan” olarak görmüş. Ama buna rağmen, hep sömürülmüş, tutsak edilmiş, ata yurtlarından sürülmüş. Yapılan iyilikler, çekilen sıkıntılar Kırım Türklerinin yurdunu kaybetmesine engel olamamış. Kırım’ın ve Kırım Türklerinin trajedisi, “modern dünya”nın bugüne kadar tanığı olduğu ve uzaktan seyretmekle yetindiği en büyük trajedilerden biri. Özellikle, 1917 Bolşevik devrimi sonrası yani Kırım’ın büyük zulümlerle ve hak etmediği bir şekilde karşıladığı bu yeni ve karanlık dönem; evlerinden/yurtlarından koparılarak, bilmedikleri/görmedikleri yerleri yurt tutmak zorunda kalan insanların “Ölüm ve Korku Günleri”yle dolu yok ediliş tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler, Kırım’ın çektiği acıların kâğıda dökülen kısa listesidir sadece.

Serra Menekay’da kendisini Kırım’dan sorumlu hisseden Kırımlı bir yazar olarak Kırım’ın hikâyesine ortak olmaya davet ediyor okuyucularını. İlk romanı “Aluşta’dan Esen Yeller”de, bir kısmı Kırım’dan Türkiye’ye göç eden, geride kalanlarıysa Sovyetler Birliği’nde sürgüne, yoksulluğa, açlığa, ölüme mahkûm edilen ailesinin, yakınlarının yaşadıklarını dile getiriyordu. “Şefika, İsmail Gaspıralı’nın Kızı” adlı yeni romanında da okuyucularını 1860’lı yılların Kırım’ına götüren yazar,  kişileri, mekânları, olayları, unutturulmaya çalışıldıkları yerden alıp okuyucusuna sunarken, aynı zamanda Kırım Türkleri’nin trajedisine, “demokratik direnişine” de ışık tutuyor.

418 sayfalık roman, Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edildikten sonra geçirdiği zorlu yılları, İsmail Gaspıralı tarafından Kırım’da Bahçesaray’da temelleri atılan ve kısa sürede tüm Türk dünyasına yayılan eğitim reformunu, Şefika Gaspıralı’nın ağzından anlatıyor. Roman,  17 bölüme ayrılmış ve her bölümün girişi, o bölüme ışık tutacak alıntılarla zenginleştirilmiş.  

İç içe geçmiş iki hikâye var romanda. Esas hikâye zeki ve başarılı bir tıp profesörü olan Bilge’nin hikâyesi. Annesinin ifadesiyle akıl fazlalığından uykusunda bile düşünmeden duramayan, nereye dönse depresyonda bir kadın. Kocası ve aynı zamanda meslektaşı Haldun’la, kendisini aldattığını düşündüğü için evlerini ayırmış, ardından rektörlük seçimlerinde en çok oyu aldığı halde atanamamış bir öğretim üyesi. Ağabeyinden gelen telefonla Hacettepe’de yoğun bakıma kaldırılmış annesinin başucunda görürüz Bilge’yi. Ailedeki herkes hastalıktan kırıldığı halde bütün kontrollerde hep bir genç kız gibi çıkan annesinin probleminin ne olduğu belli değildir. Başını küçükken yaptığı gibi kucağına koyup, onun şefkatli ellerinde saçlarını gezdirirken annesinin birbirinden güzel pozlarını hatırlar. Gençliğinde nasıl alımlı bir kadın olduğunu, Hacettepe’de başarılı bir cerrah olan babasının Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünde çiçeği burnunda bir talebe olan annesiyle evliliklerini. Annesi ağabeyi ve Bilge arasında okulunu bitirmek için çabalamış ama başarılı olamamıştır. Üstelik harika bir tez konusu seçmiş ama taslağını hazırladığı bu tezi tamamlayamamıştır. Şimdiye kadar hiç merak edip de sormadığı bu tez konusunu, annesi gözlerini açtığında hemen sormaya karar vermiştir. Hatta bu tezi onunla tamamlamak ve böylece annesiyle birlikte yürüyeceği yeni bir yol açmak ister kendisine. Bunu daha önce sorup öğrenmediğine hayıflanır.

Sağlıkla ilgili bu koşuşturma içinde sağlıkla ilgili problemleri de gözden kaçırmaz yazar. Gecelerin çok uzun sürdüğü ama buna tezat alabildiğince erken başlayan hastane sabahlarından bahsederken sözü çalışanlara getirmeyi de ihmal etmez. Işıkların hiç kapanmadığı, aletlerin hiç susmadığı ortamlarda, dakika bazında oluşturulmuş iş listeleriyle yerleri belirlenmiş doktorların, hemşirelerin akıllarını ve bedenlerini tam kapasite çalıştırarak bu tempoyu uzun yıllar boyunca sürdürmek zorunda olduklarından bahseder. Bunca emeğin karşılığını asla vermeyen maaşlar, hastalara bakmanın psikolojik yükü, yasal sorumlulukları, hasta yakınları tarafından dövülme riski, toplumda hekimlere olan saygının giderek azalması, kendisi de bir doktor olan yazarın tecrübelerinin bir sağlamasıdır aslında.

Biraz dinlenmek için annesinin evine gittiğinde kapıyı açar açmaz kesif bir yasemin kokusu karşılar Bilge’yi. Her zaman çocukluğunu hatırlatan, derli toplu, tertemiz bir ev. Kapıda karşılaştıkları komşu Ferhan Teyze’yle annesinin hastalığından konuşurlarken Ferhan Teyze ona Münevver Hanım’ın Bilge’nin tamamlayacağı bir projeden söz ettiğini anlatır. Evde, anesinin yatağının üzerinde kocaman bir kutu durmaktadır ve üzerinde “Kızım Bilge’ye” yazılı bir zarf vardır. Bilge, zarfı açar. Annesinin el yazısıyla bir mektup. Mektupta eksik kalan vazifenin Bilge tarafından tamamlanması istenmektedir. Bu vazife annesinin başladığı ama tamamlayamadığı “İsmail Bery Gaspıralı’nın Eğitim Reformunu Takiben Rusya’da Gelişen Kadın Hareketleri”ni anlatacak tez konusudur. Böylece bu kutunun içinde Şefika’yla karşılaşır Bilge. Kimdir Şefika? Annesi neden onu bu kadar sevmiş ve hayran olmuştur. Evrakları alır ve annesini aldıkları özel odada ve onun başucunda evrakları okumaya başlar. Kutu açılır. Kutuda deri kaplı dört defter vardır. Defterin 13 Mart 1969 tarihi düşülmüş ilk sayfasından okumaya başlar.

Kocasının tüm engellemelerine rağmen tezini bitirmeye kararlı olan anne, oğlu Mete’yi babaannesine bırakarak, eşine haber vermeden İstanbul’a gelir, teyzesinin evine yerleşir. Şefika Gaspralı’yla tanışacak olmanın heyecanı içindedir. Kabataş’ta kızı Zöhre ve damadı Mirza Gökgöl’le yaşayan Şefika Hanım’la daha önce mektuplaşmış ve her gün 10-16 arası çalışmak için anlaşmıştır. Böylece deftere yazılmış notlarla anlatılacak ikinci hikâye yani Münevver Hanım’ın ve Şefika Gaspıralı’nın hikâyesi başlar. Keskin zekâsının pırıltılarını saçan kurşuni siyah gözleri, kemerli uzun burnu, pamuk gibi beyaz dalgalı saçları ve güçlü parmaklarıyla Şefika Gaspıralı ve annenin ilk karşılaşmasıyla; onun hayat hikâyesi, onun liderliğinde hayat bulan Rusya’daki Türk kadın hareketi anlatılmaya başlar. İlk defterde annesinin bu görüşmelerde tutuğu kayıtlar vardır: Kırımın Ruslar tarafından ilhakıyla mevcut topak sisteminin değişmesi, medreselerin, uğradığı gelir kaybıyla eğitim sisteminin çöküşü, aydın Müslümanların artık yetişmemesi ve ardından toprak sisteminin çöküşüyle ekonominin de çökmesi. Şefika Hanım birkaç görüşmede ana hatlarıyla mevcut eğitim sisteminin çökertilmesiyle bir toplumun nasıl ele geçirilip karanlığa sürükleneceğini özetlemiştir. Bilge, bir taraftan bu satırları okurken bir taraftan da geçen yüz küsur yıllık sürede bizde de hiçbir şeyin değişmediğini, tarihin bu topraklarda sadece bir tekrardan ibaret olduğunu farkeder. Defterin ilerleyen sayfalarında Şefika Hanım Çarlık Rusyası döneminde Türk kadınlarının içinde bulunduğu durumun da pek parlak olmadığını örneklerle anlatır ve tarihin tam da bu döneminde, bizi bir anda Rusya İmparatorluğundaki Türklerin kültürel ve entelektüel hayatlarında etki yaratan büyük bir aydınlanmacı İsmail Gaspıralı’yla karşı karşıya bırakır. İlim öğrenmek her Müslüman’a farz ilkesiyle Kırım’dan Paris’e, oradan İstanbul’a, ilmin peşine düşmüş bir aydın. Bu bilgisiyle, Türk dünyasının kaderi ile ilgilenebilmiş. Sadece Kırım’ın değil bütün Rusya Müslümanlarının milli bir uyanış gerçekleştiremediği takdirde eriyip gideceklerini haykırıyor.  Şefika Hanım’a göre onun asıl stratejik hamlesi iletişimde olur ve Tercüman Gazetesi’ni çıkarır. Tercüman 22 Nisan 1882 yılında Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakının yüzüncü yılında çıkıyor. Türk dünyasının tercümanı olacak bu gazete aynı zamanda “dilde, fikirde, işte birlik” düşüncesinin de temelinin atıldığı yer.

Tercüman’ın anlatıldığı sayfalarda İsmail Gaspıralı’nın belediye reisliği, bu milleti cahillikten nasıl kurtarmalı diye düşünüp ürettiği çözümler, Bahçesaray’ın sokaklarına fener koydurmak, hastane açmak gibi çabalarının nasıl engellediği anlatılıyor. Ama bütün bunlar onu yıldırmıyor. Kafasındakileri hemen gerçekleştirmek gibi sabırsızlığı yok. Uyanık, temkinli, ağır adımlar atan bir düşünce adamı. Bu sayfalarda millet tarifini dil birliği üzerinden kurduğu özellikle vurgulanmış. Tercüman, Kırım’dan Rusya’nın dört bir tarafına, Türkiye’ye, Hindistan’a kadar okunan bir gazete. Onu ebedileştiren de bu. Ardından İsmail Gaspırala’nın İsfendiyar Akçuranın kızı Zöhre Hanımla evlilikleri. Mücadeleye birlikte devam etmeleri.  Şefika Hanım, özellikle Zöhre Hanım’ın Tercüman kurulurken kendisine çeyiz olarak hediye edilen mücevherlerin büyük bir kısmını gözünü kırpmadan bu işe harcadığını vurguluyor.

Türk dünyasında farklı lehçelerde olsa da aynı dili yani Türkçe konuşan topluluklar var. Romanda özellikle İsmail Gaspıralı’nın en büyük hayali olan, bu toplulukların tek bir millet haline gelebilmesi için Türkçe eğitim sisteminin geliştirilmesi üzerinde de duruluyor. Ve biz Şefika Gaspıralı’nın anlatımıyla usul-i cedid mekteplerinin nasıl kurulduğunu okuyoruz. Mütevazılık dersinin, kapısında asılı zincirden dolayı eğilerek içeri girilirken verildiği Zincirli Medrese. Kadimciler tarafından kâfir ocağı olarak görülen ama tüm engellemelere rağmen kısa sürede halkta büyük karşılık bulan bu okullar, Kırım Türkleri başta olmak üzere tüm Türk dünyasının aydınlatılması, ortak dilinin, tarihinin, kültürünün öğrenilmesi, böylece bir milletin birlik ve beraberliğinin sağlanması noktasında büyük hizmet görüyor. Kaldı ki 1905 yılına gelindiğinde sadece bağışlarla ayakta duran bu okulların sayısı beş bini geçiyor. Açılan bu yol sayesinde Kırım’ın kadınları Osmanlı’nın bile önüne geçiyor. Bu çaba, İsmail Gaspıralı’nın bir makalesinden alınan bir bölümle de destekleniyor: “Kış günlerinin sonlarına doğru karlar içinde gelişen beyaz bir çiçek vardır, bu çiçek sadece yaz mevsiminin gelmekte olduğunun değil, yazın başlangıcının da çok yakın olduğunun habercisidir, delilidir. Bizim kadınlara dair çalışmalarımız da tıpkı bu başlangıç gibi güzel günlerin işaretidir.” Bu satırlar Türkan Saylan’ın sosyal sorumluluk projesi olan Kardelenleri hatırlatıyor Bilge’ye.

Yüzlerce yıl önce o kadar yoksulluk, baskı ve kısıtlı imkânlar arasında bugün bile benzerini gerçekleştirmenin çok güç olduğu bir reforma imza atan İsmail Gaspıralı’nın çabasını ve bugünü kıyaslayan Bilge, bu reformu bugün okumuş, zengin insanların olduğu bir çağda yapamayışımıza hayıflanıyor. Ve bir de aydınlarımızın, entelektüellerimizin eleştirisi. Pearl Harboru’u biliyoruz ama burnunun dibindeki coğrafyada yaşayan, kanımızla bağlı olduğumuz Türk topluluklarının tarihini bilmiyoruz. Şöyle diyor Bilge: “Tarih derslerimizin müfredatlarını İsmail Bey Gaspıralı’nın gözden geçirmesi mümkün olsa keşke.”

Annesinin başucunda görülen bir rüya. Annesinin salonunda bir kanepede, ortalık mis gibi yasemin kokuyor.  Ve annesi sıcacık elleriyle onun ellerini tutmuş, düğüne gideceğini söylüyor. Ama düğüne gitmeden önce Bilge’nin defterleri okumayı bitirmesi lazım.

Romanda Şefika Hanım’ın, babasının çok da istekli olmamasına rağmen, Azerbaycan’lı devlet adamı Nesip Yusufbeyli’yle evliliği de önemli bir yer tutuyor. 1918 yılında kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin başbakanı olan Nesip Bey, ilk yazı tecrübelerini İsmail Gaspıralı’nın Tercüman gazetesinde yapmış, başlangıçta sol düşüncelere yakınken ondan etkilenerek milliyetçiliğe eğilim göstermiş bir isim. Ama bir mutsuzluk hikâyesi bu evlilik. Nesip Bey’in Şefika Hanım’ı aldatması ve bozulan ilişkileri, kocasının kendisini aldattığını düşünen Bilge’yle aynı. Kaderleri aynı kavşakta kesişiyor.

Türk dünyasında yayımlanan ilk kadın dergisi olan Âlem-i Nisvân yani Kadınlar Âlemi dergisinin de ayrı bir yeri var romanda. İsmail Gaspıralı’nın liseyi yeni bitirmiş kızı Şefika Gaspıralı’nın idaresinde yayınlanan bu dergi, “Hanımlara mahsus haftalık edebi, fenni ve resimli mecmua”. Bu derginin önemi yine Şefika Hanım tarafından ifade ediliyor:  “Dünyada hiçbir savaş yoktur ki kadınların varlığı ve desteği olmadan kazanılsın.” Âlem-i Nisvan, cehaletle savaşta kadınların da yer alması gerektiğinin sağlaması aslında. Bilge, bu satırları okuduğunda Elif’in kağnısını hatırlar. Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını, ulu önder Atatürk’ü…

İsmail Bey’in, kızı Şefika Hanım’ın onlarca yıl önceki doğru tespitleri, çözüm odaklı yaklaşımları ve bu tespit ve yaklaşımların günümüzle mukayesesi de romanda sık yer tutuyor. İsmail Bey’in “Dünya devamlı surette değişiyor ve ilerliyor. Biz ise onun kilometrelerce gerisinde kaldık.” Düşüncesine karşılık Bilge, yüz on sene öncesiyle aynı yerde olduklarına yanmaktan başka bir şey yapamıyor.

Annesinin Bilge’ye hamile olduğunu fark etmesinin ardından ilk defter İsmail Gaspıralı’nın 1914 yılında ölümünün anlatıldığı satırlarla bitiyor. İkinci defter, II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamı içinde İstanbul’da eğitim gören ve daha sonra Kırım’a dönen Numan Çelebi Cihan, Cafer Seyidamet Kırımer, Abdülhakim Hilmi gibi aydınların mücadelelerinden ve Vatan Cemiyeti’nin faaliyetlerinden bahseder. Kırım’ın muhtariyet kararının alınması, yirmi yaşından büyük kadın ve erkeklere seçme seçilme haklarının verilmesi, Şefika Hanım’ın milletvekili seçilmesi ve 9 Aralık 1917’de Kırım Tatar Milli Parlamentosu’nun toplanması, en sonunda da 26 Aralık’ta Kırım Tatar Anayasası ve Kırım Demokratik Cumhuriyeti’nin ilanı. Ama tüm bu güzel şeyler uzun ömürlü olmaz ve Bolşevik devrimi Kırım’da esen bahar havasını kışın serin ve dondurucu soğuğuna çevirir. 27 Ocak itibarıyla Kırım işgal edilir. Romanın en duygulu sayfaları işgalin anlatıldığı satırlar. Numan Çelebi Cihan’ın idamı hem bağımsızlığın hem de Tercüman’ın ölümü demek.

1919 Eylül ayında çocuklarıyla Azerbaycan’a gitmek zorunda kalan Şefika Hanım kısa süre sonra Azerbaycan’ın işgaline de tanık olur. Eşi Nesip Bey de işgal sonrası kaçmak zorunda kalmış ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Sadece Milli Azerbaycan Cumhuriyeti yıkılmakla kalmamış, Ruslar bu cumhuriyetin bütün kadrolarını vahşice, kanlı bir biçimde tasfiye etmiştir. Bundan sonra Şefika Hanım ve çocukları için oldukça zorlu günler başlar. Bu kötü günlerde Mustafa Kemal Paşa Rusya Türkleri ile ilişkileri tesis edebilmek amacıyla Bakü’de bir mümesillik açmış ve buraya Memduh Şevket Esendal’ı uygun görmüştür.  Şefika Hanım, Mustafa Kemal Paşa’dan bahsederken, onun yaptıklarının, babasının başarmak istedikleriyle benzer olduğu değerlendirmesini yapar. 1912’de Bakü’de Memduh Şevket Esendal’la tanışan Şefika Hanım, onun aracılığıyla tıpkı filmlerdeki gibi bir tren vagonunun gizli bölmesinde çocuklarıyla Türkiye’ye kaçar. İstanbul yılları da zorludur. Geçinebilmek için elde kalan kol saatine kadar her şeyi satmak zorunda kalır Şefika Hanım ve yine de ayakta kalır,  Kırım faaliyetlerine burada da devam eder. Herkes Kırım’ın eski güzel ve mutlu günlerinin özlemiyle yanmaktadır ama kader onlara bugünleri yazmıştır ve çare yok yaşanacaktır.

Şefika Hanım’ın mücadelesi, elimizdeki imkânların pek azına sahip İsmail Gaspıralı’nın hayata geçirdikleri, Bilge için yeni bir hayatın başlangıcı olmuştur. Boş oturmaya, küsmeye, kınamaya, kızmaya enerji ayırmadan akıllı planlar üretmenin, geleceğe umut olacak sistemler kurmanın zamanının geldiğini düşünür.

Meşhur ilk defterin 1 Eylül 1979 tarihli son sayfasında Şefika Hanım’ın vefat haberinin  yer aldığı bir gazete ilanından bahsediliyor. Ve Münevver Hanım’ın kızına son mektubu. Şefika Hanım’ın tanıtılması görevini Bilge’ye veren bir vasiyet gibi. Kırım Türklerinin 2014 Şubat ayından beri zor durumda olduklarının altının çizili olduğu bu satırlarda, Şefika Hanım’la ilgili çalışmanın uluslararası bir projeye dönüştürülmesi isteği de var.

Üçüncü defterde fotoğraflar, dördüncü defterde bir takım evraklar var. Bunlar da okunduktan sonra sıra Bilge’nin eşi Haldun’u aramasına gelmiştir. Tesadüf eseri onunla Hacettepe’nin bahçesinde karşılaşırlar. Onun da annesi hastaneye kaldırılmıştır. Yurtdışındaki kızları da Ankara’dadır. Haldun’la konuştuktan sonra eşine haksızlık ettiğinin farkına varır Bilge. Hep birlikte Münevver Hanım’ın odasındadırlar şimdi. O sırada derin uykusundan birdenbire uyanan Münevver Hanım, herkesle konuştuktan sonra Bilge’nin kulağına eğilerek kutuyu bulup bulmadığını sorar. Kızının defterleri okuduğunu öğrenince yüzünde hafif bir tebessümle huzurlu bir uykuya dalar. Sonuçta ölürken çocuklarına yeniden bir yaşam vermeyi başarmıştır annesi. Bilge’de bundan sonra yeni bir gaye için çabalayacaktır.

Asıl çerçevesi Şefika Gaspıralı ve Münevver Hanım’ın yaptığı sohbetlerden oluşan roman böyle nihayetleniyor. Karşımızda kendisini ata topraklarına karşı sorumlu hisseden bir yazar duruyor. Serra Menekay, Kırım’a dair bölümleri bir tarihçi titizliğiyle yazmış. Bugün belki de pek çoğumuzun bilmediği bir tarihi anlatıyor: O’nun ideallerinin öz evlatları olduğumuz hâlde hiç tanımadığımız İsmail Gaspıralı’yı, o günkü imkânlarla bütün Türk dünyasına ulaşan Tercüman Gazetesi’ni, Kırım Türklerinin mücadelesinde büyük izler bırakan ve bu uğurda kurşuna dizilen, Kırım milli marşı Ant Etkenmen’in yazarı Numan Çelebi Cihan’ı, Türk ve Müslüman âleminde ilk kadın dergisi Âlem-i Nisvan’ı, Türk kadın hareketinin öncüsü Şefika Gaspıralı’yı, yani Türk aydınlanmasını.

Yazar, bir taraftan iki yüz yıllık süreçte Kırım Türkleri’nin yaşadığı trajediyi, vatanlarına tutunmak için verdikleri çetin mücadeleleri anlatırken, bir taraftan da bugünle mukayese ederek, aynı hatalara tekrar düşülmemesi gerektiğini okuyucularıyla paylaşıyor. Romanda anlatılanların Anadolu coğrafyasıyla tarihsel, kültürel kardeşliği söz konusu olduğunda, Kırım’ın kederine, acısına ortak olmamak imkânsız. Bugün hâlâ işgal altındaki Kırım’da varolma mücadelesi veren ya da Kırım’dan/ana vatanlarından koparılıp bilinmeze sürüklenen suçsuz, günahsız insanların acıları nihayetlenmedi daha. Serra Menakay’ın, “bu romandan sonra”, bütün acıların son bulduğu bağımsız Kırım’ınyeni  romanlarını yazacağını temenni ediyorum.

Yazar
Salim CONOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen