Bizde Tanzimat’la Başlayan Modernizm ve Türk Edebiyatına Yansımaları

 Nurullah ÇETİN[i] 

 

 

GİRİŞ

Gelenekten uzaklaşan, yeni olan, değişik olan her şeye modern dendi. Modernizm, bir red ve teklif üzerine kurulmuştur. Reddettiği şey, gelenek ve dindir. Teklif ettiği şey ise salt beşer aklının ürettiği ve üreteceği yeni değerler, düşünceler ve kurumlardır. 

Modernleşme, kabaca geleneğin reddi ve yeni bir hayat kurgusu teklifinin kavramsal karşılığıdır. Batı, Ortaçağ’ın kapandığı 1453’ten itibaren kademe kademe kendi geleneğini reddederek kendi yenisini inşa etmeye başladı. Aşağı yukarı 18. Yüzyılda bu yenileşmeyi daha sistemli olarak kendi içinde zihniyet, değerler ve kurumsal yapı içinde gerçekleştirdi. Biz de 19. yüzyıl başlarından itibaren Batıyı örnek alarak; daha doğrusu Batının ürettiği yeniliği kopya etmeye çalışarak bir modernleşme sürecine girdik.

Bizim modernleşme ya da yenileşme sürecimiz, “Batılılaşma” ya da “modernizm” olmadı. Bizim yenileşme sürecimize verilebilecek en uygun adlar, “alafrangalılaşma”, “Batıcılaşmaya” ya da “tasfiye”dir.

Batı modernleşmesi ile bizimki farklı. Batı kendi geleneğine tepki olarak ya da onu dönüştürerek ama kendi kalarak kendi modernizmini, kendi yenisini üretti. Biz ise kendi geleneğimizi reddederek, Batının modernizmini yani yenisini alarak, taklit ederek, iktibas ederek, kopyalayarak modernleştiğimizi zannettik. 

Modernleşmiş sayılabilmemiz için bize ait ne varsa reddedip Avrupa kültürünü, değerlerini ve kurumlarını aynen almamız gerektiği dayatıldı ya da bu algı iyice yerleştirildi. Modernizm, Batıcılaşma ile özdeşleştirildi. Bu aynı zamanda oryantalist bir dayatma idi. Batı bize oryantalist bir gözle baktı. Yani kendisini değerli ve önemli, bizi ise önemsiz ve değersiz gördü. Biz batıcılaşarak aynı şeyi yaptık. Bu bağlamda biz de kendimizi Batı gibi önemsiz ve değersiz gördük. Yani Batıdan oryantalist bakışı aldık.

Biz, daha çok 18. yüzyıl ve sonrasının Fransız rasyonalizminin ve İngiliz Emprisizminin (Gözlem ve deney) bir sentezi olan Aydınlanma felsefesine dayanan bir Batıya baktık. Ama İngiliz Emprisizmini almadık. Yani bilim ve teknoloji üreten, kamusal alanda kolay, rahat ve güvenli yaşamayı sağlayacak bilimsel yapılanmayı gerçekleştiremedik.

Kadim zamanlarda değer üreten asıl kaynaklar din ve gelenekti. Modernizmle birlikte değer üreten tek kaynak, salt akıl olarak belirlendi ve kabul edildi. Buna göre hakikatin tek kaynağı din ya da başka unsur değil; akıl olmaya başladı. İslam imanı ve Allah reddedilip akıl tanrılaştırıldı. İslam imanı yerine biyolojik materyalizm, pozitivizm, rasyonalizm, deizm, ateizm gibi kavramlar ve zihniyetler hâkim kılınmaya çalışıldı. 

Modernizm, salt beşer aklının ürettiği değerleri tek hakikat olarak kabul etti ve diğerlerini alaya aldı. Bizde Tanzimat sonrası süreçte dinle, din adamıyla, dinî olan her şeyle alay etme, bir bütün olarak dini itibarsızlaştırma çabaları yaygındır.

Tanzimat’tan itibaren bizde bir kısım insanların modernleşme çabası, felsefi ve fikrî planda dört temel alanda ortaya çıktı:

1.Rasyonalizm

2.Enternasyonalizm.

3.Alafrangalılaşma.

4.Meşrutiyet.

Bu dört temel alandan yalnız Meşrutiyet talebi olumlu idi, diğerleri zararlı ve yıkıcı olmuştur.

Bizim modernleşmemizdeki redler, en genel çerçevede İslam imanı ve Türk milliyeti ve saltanat rejimidir. Kabullerimiz ise imansızlık, kozmopolitizm ve meşrutiyettir. Yani dinî ve millî değerlerimizden oluşan kimliğimizi reddederek modernleşmeye çalıştık. Bunların yerine yeni değerler üretemedik, reddedilen değerlerin yeri boş kaldı. Yani boşlukta kaldık. Ya da değersizleştik. Bunları açalım:

A. İSLAM İMANININ REDDİ

1.Rasyonalizmin Ateizm ve Deizm Yorumu

Tanzimat’tan önceki süreçte biz Türk milleti olarak saf, temiz, sağlam ve güçlü bir İslam imanına sahiptik. Ancak Tanzimat’la birlikte içine girdiğimiz Batılılaşma ya da modernizm sürecinde Batıdan etkilenmeyle İslam imanında önce şüpheler uyandı, sonra reddedildi. Bu durumun hem felsefî hem de edebî hayatımıza yansımaları görüldü. 

Mesela Beşir Fuad’ın Kalp adlı eserinde açıkladığı gibi Biyolojik Materyalizmi doğrudan doğruya İslam imanını redde dayanır. Beşir Fuad’a göre kalp aşkın, insani duyguların, soyut olanın, Allah aşkının, imanın bir kaynağı değil; salt kanı pompalayan bir et parçasıydı. Bu anlayış, manevi, imanî ve ilahî değerleri reddedip tamamen maddeci bir yaklaşımdı. 

Ayrıca bazı şair ve yazarlarda İslam imanı tamamen reddedilmese de büyük oranda aşınmalara, yıpranmalara, eksiltmelere ve saptırmalara maruz kaldı. Mesela Şinasi’de tam olmasa da büyük ölçüde İslam imanını hırpalayan, budayan ve eksilten bir Deizm anlayışı görülür. Batı kaynaklı Deizmin bizde ilk bilinçli öncüsü Şinasi’dir. Mesela Mustafa Reşit Paşa için yazdığı bir kasidesinde şöyle der:

“Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i hüsn ü kubh olunur”

……..

“Kitapsız görülür sun-ı sâni-i ezelî”

Yani iyi ile kötüyü ayırmada akıl ışığını yeterli gören bir rasyonalizm ve pozitivizm anlayışı öne çıkarılıyor. Tanrının yaratıcılığını, sanatını, eserini, varlığını anlamak için kitaba ihtiyaç duyulmuyor. Kitabı, Kur’an’ı gereksiz görmek, reddetmek demektir ve bu da İslam imanının yok olması demektir. Zira Kur’an’ı inkâr eden Müslümanlıktan çıkıyor.

Buna benzer bir Deizm anlayışını Abdülhak Hamid Sahra adlı eserinde daha da açacak, derinleştirecek ve somut hale getirecektir. Bu eserinde şehirlilerin İslam gibi kurallara ve kurumlara bağlı semavi dinlere inandıklarını, buna göre yaşadıklarını ama mutsuz olduklarını; bedevilerin ise kuralsız, mabedsiz, kurumsal ibadetsiz, soyut bir tanrı anlayışına yani deizme bağlı ve bundan mutlu olduklarını söyler.

Bu karşılaştırmada şair, pastoral bir duyarlılıkla bedevilerin Deizme uygun olan inanç ve yaşama biçimlerini benimser ve üstün bulur. Onun bu kitapta tasvir ettiği ve benimsediği bedevi anlayışı, tamamen deizme uygun bir inanç ve din anlayışıdır.

2. Aydınlanmacı Rasyonalizme Göre Aklın Kutsallaştırılması

Bizde bazı kişiler, Tanzimat’tan sonraki süreçte rasyonalizmi “Rasyonalizasyon” şeklinde anladı ve öyle aldı. Buna göre madde dünyasına şekilci anlamda düzen verme ve kurumsallaşarak düzene sokulmuş dünyada insan hayatını güvenli kılacak tedbirler alma anlamındaki bir rasyonalizasyona önem verdiler. Bunun manevi boyutu yok sayıldı yani dünyaya ve hayata anlam ve ruh katma işlevi yok kabul edildi. Buna göre dünya, salt akıl ve zihinle kavranan, tanımlanan ve düzenlenen bir nesneler dünyasıdır. Bu tutum, dini, maneviyatı, dünyanın büyüsünü, hayatın ruh ve anlamını yok sayarak sekülerleşmeye dönüştü.

Rasyonalizasyonun aklı dogmatik akıldır yani eleştirilemez bir kutsal akıldır, Tanrılaştırılmış akıldır. 

Bizde bazıları, Tanzimat’tan sonraki süreçte Aydınlanma felsefesi adı altında aslında Rasyonalizmin rasyonalitesini yani eleştirel aklı değil de rasyonalizasyonunun aklını yani dogmatik aklı esas aldılar. Böylece salt beşer aklını kutsallaştırdılar ve aklın dışındaki din gibi diğer değer kaynaklarını reddettiler. Tek yol gösterici olarak salt beşer aklını esas aldılar. (Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, Boyut Kitapları, İstanbul 1998)

18. Yüzyıl Fransız Aydınlanmacılarının Rasyonalizmi aklı kutsallaştırdı, aklı değer üreten tek kaynak bildi. Doğrunun tek ölçütü olarak aklı ortaya koydu. Din, vahiy, büyü, mitoloji gibi olguları akıl dışı ilan etti ve yargıladı. Yani bunlar akıl dışıdır; dolayısıyla hakikat olmaz, doğru, iyi, faydalı güzel olamaz dedi. Bu zihniyet aslında Eski Yunandan beri bilinegelen dünyanın ve hayatın mitosların sembolik kılavuzluğunda açıklanmasına ve bunlara inanılmasına tepki olarak logosun yani akıl kaynaklı bilim düşüncesinin öncelenmesi anlayışıdır. Buna göre mitolojik olan şeyler akıl dışı, irrasyonel kabul ediliyor ve reddediliyordu. Mitos reddediliyor, logos tercih ediliyordu. (Hilmi Yavuz, Özel Hayat’tan Küreselleşme’ye, Boyut Kitapları, İstanbul 2001, s.61)

Bu Aydınlanmacı rasyonalizm düşüncesi, bize Tanzimat döneminden itibaren girmeye başladı ve edebiyatımıza da yansıdı.

Mesela Namık Kemal’in roman tanımı aslında bu zihniyeti örnekleyen bir tanımdır:

“Roman kısmını da yeni bir tür kabul edişimize şaşılmasın. Eski eserlerde İbret-nüma, Muhayyelat, Aslı ile Kerem gibi birtakım hikâyeler vardı. Fakat geleneksel kütüphanemizde mevcut olan birkaç tercümeden anlaşılacağı üzere romandan maksat, geçmemişse bile geçmesi imkan dahilinde olan bir olayı ahlak, âdetler, hisler ve ihtimallere dayanan her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir.(……)

Halbuki bizim hikâyeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp müellifin hokkasından çıkmak, ah ile yanmak, külünk ile dağ yarmak gibi bütün bütün tabiat ve hakikatin dışında birer konuya dayandırılmış şekil ve tasvirden ibaret olup ahlakî tasvirler, âdetlerin tafsili ve duyguların izahı gibi edebî şartların bütününden mahrum olduğu için roman değil, kocakarı masalı türündendir. Hüsn ü Aşk ve Leyla–Mecnun çeşidinden olan manzumeler de gerek konularına ve gerekse yazılış şekillerine göre adeta birer tasavvuf risalesidir.” (Namık Kemal, Celaleddin Harzemşah, “Mukaddime-i Celal”, hzl. Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s.12.)

Burada görüldüğü gibi Namık Kemal, aslında kendisi dinsiz bir rasyonalist olmasa da Aydınlanmacı rasyonalistlerden etkilenmiş ve geleneksel tahkiye metinlerimizi adeta bizim mitolojik eserlerimiz gibi algılamış, akıl dışı, gerçek dışı kendi tabiriyle “bütün bütün tabiat ve hakikatin dışında” görmüş ve bunları reddederek tabiata ve hakikate uygun, akılcı ve gerçekçi bulduğu roman türünü önemsemiştir. 

Yani dinin ruhlar âlemi, dünya ve dünya sonrası ahiret denilen üç halkadan oluşan “âlem dünya görüşü”ne göre kurgulanan bir hayat tasavvurunun ifade alanı olan geleneksel edebiyatımızı mitos olarak görüp reddediyor, onun yerine sadece bu fizik dünyayı esas alan bir “dünya görüşü”nün edebiyatını öngörüyordu.

3. Hümanizm

Aklın kutsallaştırılmasının bir başka boyutu da Hümanizm felsefesidir. Yani aklın kaynağı olan insanın tanrılaştırılması. Hümanizme göre insan tanrıdır Yani insan, değer üreten ve ölçü olan tek kaynaktır. Bilimi, sanatı, değerleri, kurumları, iyiyi, güzeli, doğruyu, olumluyu sadece insan üretebilir, dinler ya da tanrı değil, anlayışıdır. Bir bakıma insana Tanrıya ait yetkilerin ve sıfatların verilmesidir. 

Bu anlayış, Ortaçağ dönemindeki muharref (aslından saptırılmış, bozuk) Hristiyanlığın mevhum Tanrısının insan üzerindeki ezici baskısına tepki olarak doğdu. Muharref Hristiyanlık ve Ortaçağ Kilisesi Tanrı adına insanı yok saydı, insanın ürettiği bilim ve sanatı reddetti, hatta yasakladı. Hümanizm de Tanrıyı yok sayıp insanı Tanrılaştırdı. Yani insanın ürettiği bilim ve teknolojiyi, insanın ürettiği değerleri ve sanatı kutsallaştırdı. Ancak Batı, bundan genel manada bütün insanlığı değil, kendi insanını anladı. Yani Batı insanı Tanrıdır, diğer insanlar değil.

4. Âlem Yerine Dünya

Tanzimat’tan önce biz 1.Dünya öncesi, “ruhlar âlemi”, 2.”Dünya” ve 3.Dünya sonrası “ahret” dediğimiz 3 boyutlu bir âlem görüşüne ve inanışına sahiptik. Geleneksel anlatı metinlerimiz bu anlayışın üzerine kuruluydu. Geleneksel dönemimizde yani Tanzimat’tan önceki süreçte bizim geleneksel tahkiyemiz, masalımız, destanımız, halk hikâyemiz, mesnevimiz ve diğer şiir türlerimiz bir bütün olarak edebiyatımız, dünya öncesi ruhlar âlemi, dünya ve dünya sonrası ahireti kapsayan bir âlem tasavvuru üzerine kurulu idi. 

Ancak Tanzimat’tan sonra Batı modernizminden etkilenen bazı aydınlar, bu 3 boyutlu âlem tasavvurundan tek boyutlu dünya tasarımına geçtiler. Yani ruhlar âlemi ve ahireti yok sayarak, salt içinde yaşadığımız bu somut, fizik dünyayı esas aldılar. Yani materyalist oldular ve sadece bu dünyanın edebiyatını yaptılar.  

5. Mana Yerine Madde, ya da Tecerrüd Yerine Teşahhus

Tanzimat öncesi dönemde edebiyatımız genellikle mananın, soyut olanın, İlahî aşkın, Allah’a imanın belirleyici olduğu bir edebiyattı. Tanzimat sonrasında bir damar olarak ortaya çıkan modernist edebiyat kanalında madde öne çıktı. Mesela Divan şiirinde hüsn-i mücerredin (soyut güzellik) sembolü olan bir soyut güzel sevgili vardı. Modernist şiirde ise adı sanı, kim olduğu bilinen somut dünya kadını, sevgili tipi olarak üretildi.

B. TÜRK MİLLİYETİNİN REDDİ

Tanzimat’la birlikte Batılılaşmanın ya da modernleşmenin bir başka boyutu da Türk milliyetinin reddidir. Tanzimat öncesi Osmanlı döneminde elbette Türk milliyetçiliği, sözü edilen sistemli bir fikir ve ideoloji olarak yoktu. Ama Türk milliyeti fiilen yaşanan bir gerçeklik idi. Osmanlı Türklerinde millî ruh, bir mizaç, karakter, duygu, düşünce, kültür, gelenek görenek, âdet, örf ve dil olarak yaşanıyordu. 

Türk kültürü, Türk örfü, Türk ahlakı, Türk yeme içme, giyinme, davranma biçimleri denilen şeyler yani Türk milliyeti diye bir şey vardı.

Batıcılaşma ile birlikte Türk milliyetini reddetmek de modernleşmenin bir gereği zannedildi ve bazı kişiler bu eğilimi ortaya koydular. Türk milleti ve milliyeti kavramını reddedip, ne idüğü belirsiz bir soyut insaniyetçilik, belirsiz bir insanlık kardeşliği, Dünya insanları birlikteliği, beynelmilelcilik, enternasyonalizm gibi bir kozmopolit anlayış öne sürüldü. Mesela Şinasi bir mısraında şöyle der:

“Milletim nev-i beşerdir vatanım rû-yı zemin”

(Benim milletim Türk milleti değil, bütün insanlardır. Vatanım da Türk vatanı ve bize özgü bir vatan değil, yeryüzünün her tarafıdır.)

Osmanlı Devleti, resmî planda aynı dinden olanları bir millet sayıyordu. Bu bağlamda mesela bir İslam milletinden bahsediyordu. Ama bunun yanında örfi olarak da yaşanan bir Türk milliyeti vardı. Şinasi her iki anlamıyla milliyeti reddediyor. Bunun yerine kozmopolit anlamda beynelmilelci yani enternasyonalist bir kimliği öne çıkarıyordu. O da soyut anlamda ne idüğü belirsiz, somut karşılığı olmayan “nev-i beşer milleti” yani bütün insanları tek millet kabul etme anlayışı idi. 

Aslında bu zihniyetin temelindeki asıl amaç, Türk milliyetini yok etmekti. Nitekim bu zihniyetin bir sonucu olan Osmanlıcılık fikri, sadece Türklere dayatıldı. Diğer kavimler kendi millî, kavmî kimliklerini reddetmediler, hiçbiri Osmanlıcılığı bir millî kimlik olarak benimsemediler. Sadece Osmanlılık idealine safiyetle inanan bazı Türkler, “biz Türk değiliz, Osmanlıyız.” deme gibi bir gaflette bulundular.

C. TANZİMAT MODERNLEŞMESİNE GETİRİLEN ELEŞTİRİLER

Yukarıda kısaca özetlediğimiz Tanzimat’la birlikte bizde görülen din ve milliyetin, ya da İslam ve Türklüğün reddine dayalı bir modernleşme eğilimine yine bazı Türk aydınları tarafından eleştiri de getirildi. Mesela Ziya Paşa, Terkib-i Bend’inde şöyle der:

“İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakki

Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı.”

(Devletin ilerlemesi, gelişmesi yolunda engel ve ayak bağı İslam’mış. Daha önceleri böyle bir şey yoktu, bu rivayet de yeni çıktı.)

“Milliyyeti nisyân ederek her işimizde

Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı.”

(Siyasette, ekonomide, kültürde, eğitimde yani her işimizde millî benliğimizi, Türklüğümüzü unutarak Batılı fikir ve projelere bağlı olmak yeni çıktı.)

Tanzimat’la birlikte bizde görülen modernleşme sürecini en iyi anlayan ve anlatan Türk aydınlarından biri Ömer Seyfeddin’dir. O “Tasfiye ve Islah”  adında yazdığı bir makalede bizim modernleşme sürecimizde otaya çıkan durumu açık, anlaşılır ve doğru terimlerle kavramlaştırmaya çalışmış. 

Buna göre “ıslah bir milleti muasırlaştırmak (çağdaşlaştırmak) demektir. (….) 

Muasırlaşmakta esas; müterakki (gelişmiş) milletlerin “usûl ve âliyât”ını (bilim, teknoloji, yöntem, sistem) almaktır. Kıymetlerini, mefkûrelerini (ülkülerini), an’anelerini (geleneklerini), örflerini almak değildir. Bunlar her milletin kendisinden, her milletin içinden sâdır olur (çıkar).

(…..) Japon genci millî lisanına, milliyetinin, muhitinin (çevresinin) bütün örflerine, âdetlerine, kıymetlerine sadık kalmış, Garptan (Batıdan) yalnız fen ve ilim öğrenmiş, usul ve âliyât kabul etmiştir.

Türk genci konuştuğu ana lisanını, Türkçeyi kaba bulmuş, milliyetinin, muhitinin bütün örflerini, âdetlerini, kıymetlerini inkâr etmiş, Garptan usul ve âliyât değil, kıymet ve mefkûre almıştır.

İşte Japon genciyle Türk gencinin arasındaki fark…

Bizde Avrupa görmüş demek, son moda esvap (elbise) giymek, Türkleri, Türklüğü beğenmemek, kalbinde nihayetsiz bir Hristiyan ve yabancı muhabbeti taşımak, Avrupa’nın modasını yalnız esvapta, yaşayışta, aile hususiyetinde değil hatta saçta, sakalda, bıyıkta bile benimsemektir. Türklerden Avrupa’ya gidenler birçok Frenk (Avrupalı) kıymetleri, örfleri getirdiler. Bunu inkâr edemeyiz. Fakat hangisi Garptan usul ve âliyâtını Türkiye’ye getirdi?

(…..) Yabancılardan yalnız maddi medeniyet alınır, manevi medeniyet alınmaz.

(….) Islah muasırlaştırmaktır. (….) Islahsız tasfiye mesut ve faydalı bir netice vermediği gibi tasfiyesiz ıslaha çalışmak da hiçbir vakit tereddi (gerileme) ve sukutumuzu (düşüş) menedemez (engelleyemez).”

(19 Mayıs 1914 tarihli Tanin gazetesi, Nu: 1941)

Sonuç: Bizde Tanzimat’la birlikte başlayan ve devam eden modernizm anlayışı çarpıktı. Gelenekten farklı olarak bir yenileşme sürecini biz doğru anlamadık. Biz modernleşmeyi ya da yenileşmeyi, millî ve manevî değerlerimizden oluşan Müslüman Türk kimliğini red ve inkâr etmek olarak anladık. Halbuki doğru modernleşme ya da yenileşme, geleneğin tasfiyesi değil ıslahıydı. Batının salt beşer aklını tanrılaştıran Rasyonalizmine karşı biz akla önem ve değer veren sahih İslam anlayışını yeniden işlevsel hale getirmeliydik. Aklı ve onun ürünü olan müspet bilimleri, fen bilimlerini dışlayan Eş’arilik anlayışı yerine akıl ve nakil birlikteliğini esas alan Maturidilik anlayışını yeniden güncelleyerek hayata dahil etmeliydik. 

Bugün Tanzimat’ın çarpık modernizmini tashih ederek tersine çevirebiliriz, hatta çevirmeliyiz. Bu bağlamda Kur’an’da geçen “akletmiyor musunuz?” ve “Düşünmüyor musunuz?” ayetleri ışığında doğru bir rasyonalizm üretmeliyiz. Bu konuda Maturidilik anlayışı verimli bir kaynak olarak işlenmelidir. Böylelikle sahih İslam imanı bizim ufkumuzu açacaktır. 

Ne din adına akıl reddedilebilir, ne de akıl adına din. Akıl yaratılışı, Yaratıcıyı, dünyayı, nesneleri, hayatı, zamanı, ölüm ve sonrasını anlamakta, algılamakta ve açıklamakta daima yetersiz kalır, zira aklın anlama kapasitesi sınırlıdır. Doğru, sahih din olan İslam ise bütün bunları doyurucu ve ikna edici şekilde açıklayan tek kaynaktır. O halde insanlığa en doğru yolu gösterecekolan, nakil olan Kur’an’la akıl birlikteliğidir.

İkinci olarak Tanzimat’tan sonraki süreçte milliyetimizi reddettik. Bu da çarpık bir modernizmdi. Batı modernleşirken kendi milliyetini reddetmemişti, tam tersine daha da güçlendirmişti. Ulus devlet yapılanmasını zamanla iyice tahkim etti. Batı, bu süreçten güçlü Fransız, İngiliz, Alman, İspanyol, İtalyan milliyetçilikleriyle çıktı. Biz ise Türk milliyetini reddedip kozmopolit bir toplumsallık anlayışına geçtik. Buradan “ittihâd-ı anâsır-ı Osmaniyye” (Osmanlı kavimlerinin birliği) diye formüle edilen, Osmanlı Devleti’nde Türklerden başka hiçbir kavmin kabul etmediği Osmanlıcılık gibi ucube bir enternasyonalizm üretmeye çalıştık. 

Bu tutmadı, zamanla hümanizm, beynelmilelcilik, Komünizm, liberalizm, Türkiyelilik, Anadoluluk gibi yine Türk milliyetini silen, temelsiz ve işlevsiz toplumsallaşma projeleri devreye sokuldu. Bugün o çarpık modernizmi tashih edecek yeni bir modernizm ya da yenileşme gerçekleştirmeliyiz. O da Türk milliyetçiliğini daha da sağlamlaştırıp güçlendirmektir.

Sonuç olarak bugün Müslümanlık ve Türklük değerlerimizi ve kimliğimizi yeniden ayağa kaldırıp güçlendirerek Tanzimat’ın baş aşağı olan tersine çevrilmiş modernleşme projesini, düzeltip doğrultarak başı yukarı hale getirmeliyiz.

 

Tanzimat

***

[i] Prof.Dr., Ankara Ünv. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected],  [email protected]

Yazar
Nurullah ÇETİN

02.03.1964’te Kütahya'nın Simav ilçesine bağlı Kuşu kasabasında doğdu. İlk öğrenimini 1974’te Kuşu kasabasında, orta öğrenimini 1980’de Manisa'nın Demirci ilçesinde tamamladı. 1980’de Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen