Kopuzun Adadolu’daki  Torunları

                                                                                                          Halil  ATILGAN

Toplumların hayatında türkü kültürünün önemli bir yeri vardır. Milletimiz ise, türkülerle bütünleşmiş, sevincini, kederini, kara gününü bile türkülerle dile getirmiştir. “Türkü anlamak için türkü dinlemek gerek” özdeyişinin çıkması, türkü  konularının çeşitli olması, ozanlarımızın türkü üstüne şiirler döktürmesi, türküyle türkülerimizin anlatılmasının temelindeki sebepte de budur.

            “Koşar telden tele dökülür saza

            Ben beni söylerim türkülerimde

            Özlem çağıl çağıl aşk yığın yığın

            Ben beni söylerim türkülerimde

                                  

            Gâh Emrah olurum dert ile dolan

            Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan

            Seyrani Sümmani Karacaoğlan

            Ben beni söylerim türkülerimde( H. Soyuer)

                                    

diyen Halil Soyuer’in dörtlüklerinde olduğu gibi, kendimizi söylemişiz türkülerle. Türküyle yatmış, türküyle kalkmış, onunla yunmuş arınmışız. Hasılı insanımızın çeşitli duygu ve düşüncelerinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. Büyük Usta Âşık Veysel “Sazım ben gidersem sen kal dünyada – Gizli sırlarımı aşikâr etme” diyerek bağlamanın  dertlerimize yoldaş, türkülerimizin de iyi bir  sırdaş olduğunu açıkça ifade etmiş.

                       

Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan türkülerimiz; Aydın’da  zeybek, Toroslar’da Bozlak, Erzurum’da Tatyan, Karadeniz’de Yol Havası, Urfa’da Hoyrat, Malatya’da ise Arguvan olmuş dökülmüş yüreğimize. Yüreğimize dökülen türküler yâr üstüne, gurbet üstüne, ayrılık üstüne, turna üstüne.

Âşık Veysel;

 

” Hep beraber gelin kızlar

Bile coşar o yıldızlar

Koşulunca çifte sazlar

Türk’üz türkü çağırırız “

 

Niğdeli Fikret Dikmen;

“Anaların göz yaşını döktürür

Hasret çekenlere boyun büktürür

Âşığa yürekten bir of çektirir

            Şu bizim türküler bizim türküler ”

diyerek türkü üstüne türküler yakmışlar.

Yakılan türkülerimizin bize ulaşmasında bağlama önemli  bir görev üstlenmiş, görevini de aksatmadan, zorsu madan bugüne kadar yapmış, yapmaya devam etmektedir. İşte türkülerin bize ulaşmasında kopuzun torunu olan bağlamanın görevini iyi tespit eden Ozan Ali Akbaş;                 

“Bağlama dediğin üç tel bir tahta

Ne şaha baş eğmiş ne taca tahta

Tüm dertleri özetlemiş bir ahta ” 

diyerek bağlamanın pervasız olduğunu, şaha bile baş eğmeden demek istediğini dile getireceğini  ifade etmektedir. Gerçektende toplumumuzun hayatında bağlama önemli bir unsurdur. Tabir yerindeyse halk çalgılarımızın da “İmparatoru” ve baş sazıdır. Türkülerimizin icrasında bütün yükü o çeker. Diğerleri  ise renk saz olarak katılırlar. Kaval, kemane, tar , sipsi vb. gibi halk sazlarımıza renk saz denmesinin sebebi de budur.

Değerli müzik adamı, araştırmacı  Mahmut R. Gazimihal “Bağlama geçen asırların bir icadı değil, Türk kültürünün ozanlık geleneği olarak kopuzun devamıdır. Onu aziz kılan  noktada işte budur”  diyerek dediklerimizi doğrulamaktadır.

Prof. Dr. Bahaeddin Ögel ise bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmektedir: “Kopuz; her gün sesleriyle iç içe olduğumuz Anadolu sazlarının ünlü ve şanlı bir atasıdır. Anadolu’daki sazların İç Asya’da Türkçe konuşan kuzeydeki tundralarda eşlerini bulabiliriz. Hem de aynı adla, aynı biçimle. Bu da Anadolu Türklerinin Anadolu Türk kültürünün köksüz olmadığını göstermektedir.”

 

“Kopuz; eski Anadolu’da yazılmış kitaplarda da çok geçen bir deyimdir. Eski Anadolu’da , Osmanlı Devletinde ve belki de Selçuklular çağında sazlarımızın tek ve köklü adı kopuz idi. Bu konuda eski Anadolu kitaplarında sık sık örnek verilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki; gerek Anadolu’da, gerekse İç Asya ve Kuzey Asya Türklerinde musiki alanında ana deyim her şeye hükmeden, tek çalgı kopuz idi. Bu açık ve kesindir. ” demektedir.

Görülüyor ki kopuz; Türk halk çalgılarının atasıdır. Yaylı sazların tezeneli sazlardan sonra ortaya çıktığı düşünülürse, Anadolu’da kopuzun ilk torunları bağlama, ırızva, bulgarı, çagur ilk sırada yer alır. Kopuz zaman içinde çeşitli evrelerden geçmiş, yeni halk sazlarımızın türemesine vesile olmuş, köklü bir geçmişe ve gelişime sahiptir.

Mahmut R.Gazimihal “Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız” adlı eserinde “Orta Asya’da Kopuz “ başlığıyla yayınladığı bölümde aynen şöyle demektedir.

“Vambery; iptidai Türk cemiyetinin ilk musiki aleti olarak sipuzgayı kabulle, kopuzu daha gelişmiş bir cemiyete mahsus saymıştır. Iklığ kopuz, yaysız kopuzdan sonraki merhale olduğu için,  yaylı kopuz hakkında dediği su götürmez surette doğrudur. Sazların genel tarihinde bir prensip faraziyesi var. Nefesli sazlar tellilerden her ülkede daha eskidir. Çünkü nefes sazı ıslığın iliksiz kemik veya boynuz gibi içi kav bir nesneye üflenerek taklidinden doğmuştur, deniliyor. Bu prensibe göre Vambery haklıdır. Bütün eldeki metinlerde Türk çalgıları aşağı yukarı aynı belirli yazı merhalesinde hep anılmışlardır (Neden sonra Kaşkarlı Mahmut hem kopuz, sipuzga, hem de başkalarını anmıştır.) diye üstteki genel prensibi değiştirerek  kopuz daha eskidir, çünkü türkünün tek elden desteğidir diyemeyeceğiz. Açık olan taraf, yaysız kopuzun menşei ilk çağda bulunduğudur. Nasıl ki kopuz kelimesinin Türkçeliği aynı kuvvette sarihtir.”

Aynı eserinde Gazimihal “Türkoloğ Prof. Dr. A. N. Samayloviç Çin’de kovzı kelimesinin ağızla çalınan anlamıyla bilindiğini ilave etmişti. Bazı Çin dilcilerinin kendisine dediğine göre kovzının etimolojisi Çince değil Türkçe’dir. Profesör, kelimenin aslı  kop- boğz olabileceği ihtimalini belirtti”  ( Boğz , bizdeki boğazdır. )  diyerek kopuz sözcüğünün buradan türediği konusunda Prof. Dr. Samayloviç’in yorumunun dikkate değer olduğunu, aynı kanaati benimsediğini belirterek;

“Kopuzun  kov ile kovı kökü bana kalırsa içi oyuk şey, anlamlı kovu kelimesinden ziyade kopsamak gibi ilgili eski fiillerin köküne bağlı olmalıdır. Zira bu fiillerin hem kopsamak, fırlamak seğirtmek, def etmek  gibi haraki anlamları vardır. Hem de saz çalanın el ve parmak cerbezesini ifade edebilirler. Kopuz adından önceleri kopsamak gibi fiiller bulunmuş olabilirdi. Böyle bir takaddüm her şeyden önce doğal bir gelişimin  verimi sayılabilirdi. Bizce tezenenin hızına göre kopuz adı doğmuş olabilir. Düşünceyi destekleyen şu noktaya da işaret etmiştik. Aynı fiillerin mecazlı anlamları mübalağa etmek, alaylı bir dille övmek gibi kopuzcu terennümlerinden kinayeli ifadelere de yol açmışlardır. Kovmak fiili Çağatayca’da alaya alarak övmek anlamlarıyla kullanılırken aynı kopzamak fiilini Kaşkarlı Mahmut kopuz çalmak anlamıyla vermiştir. ” diyerek belirttiği görüşünü;

“Şimdiki halde güvenim bu son kendi düşüncemden çok fazlasıyla Prof. Dr. Samayloviç’in baştaki inancına tercihen bağlıdır “  demektedir.

Prof. Dr. Bahaeddin Ögel; “Bu çalgının adı çeşitli Türk ağızlarında kobuz, kobus kobız, kobıs komuz, komus, komız, komıs deyişleriyle söylenmiştir. Katonov’a göre Başkırt Türkleri bu saza kubıç, Yakut Türkleri ise, homıs diyorlardı. Bunlar ağız değişiklikleridir…

Kemençe ise;  Kırgız, Altay ve Kuzey Türkleri gibi dış tesirlere açık olan bölgelerde kopuz sözünü karşılayan gerçek bir alet idi… Bu çalgılarını çalan Türkler kemençelerine de kopuz diyorlardı.

Radlof ‘a göre  kopuz Kırgız ve Güney Rusya’daki Karayim Türklerinde  kemençe anlayışı ile söyleniyordu. Doğu Türkistan’da ise telli sazların hepsine kopuz deniyordu. Bizce bu sınırı aşmak gerekmektedir. Kopuzların çeşitleri üzerinde az sonra duracağız. Ancak Abdulkadir İnan  Hocamızın da söyledikleri gibi Kırgız Türklerinde Manas destanını söyleyen Manasçılar ile türkü veya destandan bazı epizodları söyleyen ırcılar iki telli kemençeye hem komus hem de kıyak yani kemençe diyorlardı. “

Görülüyor ki bazı Türk boyları telli sazların hepsine kopuz diyor. Cura, divan, tambura, bağlama,  bulgarı, ırızva, çağur Anadolu’da bağlama ailesini meydana getiriyor ise , Orta Asya’daki bazı Türk boylarında da telli sazların hepsi kopuz ailesini meydana getiriyor. Kopuzlar yaylı olduğu gibi yaysız da olabiliyor. Yapılış, çalınış, özelliklerine göre değişik isimler alan kopuz oldukça da çeşitlilik gösteriyor. İşte; Asya Türkleri kopuzu yapısal özelliklerine göre yorumlayarak,  çeşitli adlar vermişler, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel çeşitlerini Türk Kültür Tarihine Giriş adlı eserinde şu şekilde sırlamış. ( Cilt 9, sayfa 254 )

Hayvan Tırnağından Kopuz

Ağaç Komuz  

Bıçı Kopuz

Temir Kopuz                           Telli bir saz değildir 

Kat Komus ( Teleüt )   Telli bir saz değildir 

Kıl -Kopuz

Kaylaçang Kopuz

Kolça Kopuz

Kökle Kopuz

Okça Komıs

Ozan Kopuzu

Çertme Kopuz

Çartı Kopuz

Serçeng Komıs

Çerçer Komus

fiertpe Komıs

Yadıngı Komıs 

Orta Asya’da yüzyıllardır kullanılan kopuz Anadolu’daki telli sazların atasıdır. Kopuzun Dede Korkut tarafından icat edildiğine inanılır. Ozanların çalgısı olarak tüm Türk boylarında kullanılmıştır. Uzun saplı kopuza kolca kopuz denmiş ki; bağlamanın uzunluğu ile kolca kopuzun boy ölçüleri birbirine yakındır. Uzun saplı kopuz anlamına gelen kolca kopuz gemici ozanlar vasıtasıyla Avrupa ülkelerine tanıtılmış, ilgi çeken bu çalgı müzelerde saklanmış, bilim adamları hakkında yazılar yazarak kopuzun Türklere ait olduğunu ifade etmişlerdir. Daha önce at kılı, kiriş, ipek ve ağaçtan teller yapılarak çalınan kopuz, Anadolu’ya geldiğinde tel burgularının ve perdelerinin olması  özellikle dikkati çekmiştir. Tarihçi Hammer yazdığı Osmanlı tarihinin ek kısmında madeni tellerin Avrupa’ya Türkler tarafından tanıtıldığını, kopuzla geldiğini kaynak göstermeden yazmıştır. Sap boyunun uzaması, madeni tellerin takılması,  kopuzun tekamül etmesini sağladığı gibi, daha çok ses elde edilmesine de vesile olmuştur. Kopuzun Türk illerinden dünyaya yayıldığı kesindir.

Dr. Ahmet Caferoğlu’da kopuzun;  Uygurlar vasıtasıyla doğuya, sonra Kıpçak ülkelerine, Türkistan’a, Anadolu’ya, Rumeli, Litvanya, Rus ve Ukrayna topraklarına, Almanya ve Afrika’ya kadar yayıldığını, Türkler tarafından tanıtıldığını ifade ederek yukarıdaki görüşümüzü doğrulamaktadır.                                                      

 

Gazimihal da; “Kopuz bağlamasının 17. yüzyılda güney Avrupa’ya bile kolca sıfatıyla geçtiğini kayıtlarıyla göreceğiz ” diyerek, “Miladi 8. yüzyılda kopuzun Akdeniz’e yönelmişliğine dair izler vardır. Bu asır Endülüs Arap devletinin Asya kültürüyle meşbu bir seviyede başlangıcı, 11. yüzyılda Garp Selçuki devletinin Anadolu’yu baştan başa açmaya koyulduğu bir çağdır.” demekte. Evliya Çelebi ise seyahatnamesinde ince tambura teli çeken esnaftan bahsetmektedir.

Banim çocukluğumda Çukurova’da bağlamaya dambra denilirdi. İcracıya da dambracı. Dombra Asya Türklerinde de kullanılmaktadır. Dombra da kopuzun torunlarındandır. Doğu ve Batı Türkistan’da yaşayan Türklerde, Kazak ve Kırgızlarda dombra kullanılmaktadır. Dombranın aslı, atası da kopuzdur. Anadolu’da bağlama ailesinin birinin adı da tamburadır. Tambura ile dombra arasındaki benzerlik oldukça dikkat çekicidir. Asya dombrası Anadolu’da tambura olmuştur.

Kopuz; Orta Asya Türklerince çok kutsal sayılırdı. Ona düşman dokunamaz, yere konulmazdı. Çalmaya başlamadan önce öpülerek başa konur, kendinden usta bir kopuzcu varsa destur istenir, sonra çalmaya başlanırdı.

Orta Asya’daki kopuza duyulan saygı bugün hâlâ Anadolu’da devam etmektedir. 1991 yılında Şanlıurfa’nın Kısas beldesinde katıldığım cem töreninde zakirler, kopuzun torunu olan bağlamayı önce başına koydu. Sonra öptü. Dededen destur isteyerek çalmaya başladı. Bu gelenek Orta Asya’da Dede Korkut’a duyulan saygının, Kısas’taki bir görüntüsü olarak karşımıza çıkmakta, kopuzunda kutsallığını göstermektedir. Onun için ozanlarımız hicivlerini, övgülerini, ağıtlarını, kahramanlıklarını kopuzlarıyla dile getirmişler. Alevi cemlerinde deyişler Allah için çalınıp söylemiştir. Kopuz; ozanlarımızın gözü kulağı, eli ayağı olmuştur.

Aşağıya aktardığımız efsanede bile  kopuzun kutsallığını görmek mümkündür. Efsaneye göre; Cengiz’in torunu, Coşu Han’ın oğlu avlanırken yabani atlar tarafından öldürülür. Coşu Han, oğlunun acı haberini getirenin kulağına kurşun döktüreceğine dair yemin eder. Bunu duyan halk  Coşu Han’a varıp ta  oğlunun yabani atlar tarafından öldürüldüğünü söylemeye cesaret edemez.

Ancak; kopuzun  kutsallığına inanan, cesaretini ondan alan  ozan çıkar Coşu Han’ın karşısına:

” Alaşa Han Coşu Han

Aksak kulan ürkmüş

Kulan tepmiş öldürmüş

Başın yere getirmiş ”                                                                                                            

diyerek  acı haberi kopuzuyla dile getirir. Haberi duyan Coşu Han ozanın kulağına kurşun döktürmek istemez. Ama yeminini bozmakta işine gelmez. Düşünür taşınır. Yeminini bozmamak için ozanın kopuzunun göğsüne erimiş  kurşunu döktürür. Dökülen kurşun kopuzun göğsünde üç delik açar. Bu efsaneden sonra kopuzların göğsü üç deliklidir.

Yakın zamana kadar Anadolu’daki bağlamaların göğsü de üç delikliydi. (Deliklerin matkap olmasına rağmen kızgın tığlarla yakılarak delinmesi kopuza kurşun dökme efsanesinden kaynaklanıyor olmalı.) Sonra bağlamaların göğsündeki bu delikler kapatıldı, tekne arkasından yuvarlak bir delik açıldı. Bağlamalarda arkadan açılan deliklerin daha iyi ses vermesini sağlamak amacıyla kullanıldığı, sonradan da mikrofon konulduğu bir gerçektir. Bu deliğin efsaneyle ilgisi olduğunu sanmıyorum. Ama bağlamadan daha iyi ses alınması için yapıldığı kesindir.

Baştan beri anlatmaya çalıştığımız ve de Orta Asya’dan çeşitli vasıtalarla Anadolu’ya gelen kopuz, Yunus Emre’ye de konu olmuş. Yunus Emre:

” Ey kopuz ile çeşte

Aslın nedir bu işte

Eydür aslımdır ağaç

Koyun kirişi birkaç

Ağaç deri derildi

Kiriş ile bir oldu

Işk denüzine daldı

Beane yok bu işti

Mevlâna sohbetinde

Saz ile işret oldu

Arif mâniye daldı

Çün biledür ferişte

Yunus imdi Süphanı

Vasfeylegil gönülde

Ayru değül ariften

Bu kopuz ile şeşte “

diyerek şiirinde kopuzu işlemiştir. Yunus Emre’nin 1238 -1320 yılları arasında yaşadığı düşünülürse, o tarihlerde  Anadolu’da kopuz vardı. Yunus’un şiirine konu olan kopuzun telleri  kiriş, sayısı da altı  idi.

Anadolu’ya çeşitli vesilelerle giren telli kopuz,  zaman içerisinde gelişerek neslinin devam etmesini sağlamış, çağur, ırızva, bulgarı ve bağlama gibi halk sazlarımızın türemesine vesile olmuş, türeyen bu sazlar kopuzun torunları olarak da günümüze kadar gelmiştir. Geleneğini devam ettirerek zamanımıza kadar  ulaşan bu sazlar bağlama ailesini meydana getirmiş, halk müziğimizin de ana sazı olmuştur.

Güney Anadolu’da, özellikle Çukurova’da, çeşitli folklor derlemeleri ve halk çalgılarıyla ilgili araştırma yapan Ali Rıza Yalgın “Cenupta Türkmen Çalgıları” adlı kitabında tespitlerini:

1- Depki Çalgıları    : ( Vurmalı Çalgılar)

2- Soluk Çalgıları     : ( Nefesli Çalgılar )

3- Telli Sazlar            : ( Mızraplı Çalgılar )  

olmak üzere üç grupta toplamış, “Muhitimizde Türkmenlerin en çok kullandıkları müzik aletleri çağur, bağlama, ırızva, bulgarı ve santurdur” dedikten sonra çalgılarla ilgili tespit ettiği özellikleri de kısaca açıklamıştır. Biz; Yalgın’ın tespitlerindeki depki, soluk ve mızraplı çalgılardan  santur hariç diğerlerini aynen alıyoruz.

Çağur: Bugün yalnız Tahtacılar ve Kızılbaşlar tarafından kullanılan bu saz dokuz tellidir. Bazen altı tel olduğu vakidir. Perde adedi on beş olup burmalara geçtiği ilk perdeye baş perde, 2. 3. 4. 5. perdelere orta perde 6. perdeye sağır 7.8.9. ve 15. perdeye kadar olanlara ise zil perde, yalnız 9. ve 10. perde arasına yine sağır denir.

Kızılbaşlar bu sazın yukardan başlayan ilk beş perdesiyle çalınan havalara Kulak Havaları, diğer perdelerle çalınan havalara ise Yumuşak Havalar  adını verirler. Bu sazlarda düzen (Akort ) üç sesle yapılır. Bu seslerin adına zil, sarı orta, ağır hava  derler. Çağur, bağlama, bulgarı, ırızva sazlarında  aşağıdaki parçaların adı müşterektir. Teli sıkıştırmaya mahsus olan çivilere burma, telin altından geçtiği ilk madeni perdeye  baş eşik, son perdeye kadar devam eden sapa kundak, sazın göğsüne döş, eşiğine tarak, teknesine çanak adları verilir. Çağur ile ayin havaları, semai , nefes gibi havalar çalınır” demektedir.

Gazimihal “Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız” adlı kitabında, Yalgın’ın çağur ve diğer sazlarla ilgili tespitlerini aynen aktarmış. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel ise; Türk Kültür Tarihine Giriş adlı eserinde (Cilt 9, sayfa 720) Çağur- Çöğür konusuna yer vermiş. İran Türklerinde, Yeniçeri dervişlerinde, Yeniçeri ozanlarında Germiyanoğullarında, Azerilerde, Dağıstan bölgesinde çağurunçöğürün kullanıldığını yazmıştır. Ögel; “Çöğür  sözünün aslı çağur veya çogur mu idi. Türkiye dışındaki Türklerde nefesli sazlar dışında çöğür adlı bir sazın bulunmadığına bakılırsa bunun üzerinde önemle durmak gerekir… Çöğür batı ve doğu Türk kültür çevrelerinde ayrı anlayışlarla söylenmiştir. Doğu Türk kültür çevreleri içinde çöğür daha çok nefesli sazlar için söylenen bir deyim olmuştur. Bunun yanında kuş sesi, böcek cırlaması, ıslık gibi seslerin mânalarını da içinde toplamıştır” diyerek, Mahmut R. Gazimihal’in bu gerçeği bildiğini de söylemeyi ihmal etmemiştir. ( Cilt 8, sayfa 471)

Evliya Çelebi seyahatnamesinde Çöğür sazının mucidi Germiyan padişahlarından âlûde-i aşk-ı ilahi Yakup Germiyani’dir. Kütahya’da Zırhkeş bağlarında yatır. Bu saz levandane beş kıllı, tahta göğüslü, 36 perdeli,  gövdesi büyük bir sazdır. Ekseri Yeniçeri ocağına mahsustur .” ( C.1, s. 638 )

Henay George Farmer, “On Yedinci Yüzyılda Türk Çalgıları” (Çeviri Dr. M. İlhami Gökçen) adlı eserinde de: “Çağuru Kütahya’da Yakup Germiyani icat etti. Tahta göğüslü, beş telli ve yirmi altı perdelidir.  Ekseriya Yeniçerililer kullanır” demektedir. 

Görüldüğü gibi Anadolu’da kopuzun torunu olarak ortaya çıkan Çağur – Çöğür, maalesef yeni türetilen kısa saplı bağlamaların adı olmuştur. Bu ad çağurun tarihi gelişimiyle mütenasip değildir. Ayrıca çöğürün kısa saplı bir saz olduğuna dair de hiç bir bilgi yoktur. Kopuzun sap boyu uzatılarak daha fazla ses elde edilirken, şimdi bunun tersi yapılmakta adına da çöğür denmektedir.  Müzik piyasasında maalesef çöğür de  şelpe gibi yanlış kullanılmaktadır.

1996 da Fethiye’de üç telliyle ilgili yaptığım araştırmalarda başta Ramazan Güngör olmak üzere yöredeki bütün üç telli çalanları dinledim. Şelpe diyene rastlamadım. Hatta Fethiye Esenler köyünden Mehmet Bodur kaynak kişilerin en yaşlısıydı. (Belki şimdi sağ değildir)  O: Şelpeyi ilk defa benden duyduğunu, yörede bu sözcüğün hiç kullanılmadığını defalarca ifade etmişti. Konuyu Bağlamam Var Üç Telli adlı yazımla dile getirmiş, şelpenin; bağlamayı tezene kullanmadan çalmanın adı olmadığını, bu çalmanın tekniğinin içinde ayrı bir tavır ve üslup olduğunu ifade etmiştim. Şimdi de çöğürün yanlış kullanıldığını, hatta Orta Asya’da bir kaval çeşidinin adı olduğunu söylüyorum.

Çağurun, bulgarı ve ırızvaya göre sap boyunun çok daha uzun olmasına rağmen, normal sazların sapları kesilerek güdükleştirildi. Ortaya çıkan  “Kısa saplı bağlama” da çöğür tahtına oturdu. Metodu yazılarak piyasaya sürüldü. Bir sazın tarihi gelişimi incelenmeden, özellikleri bilinmeden metot yazılamaz. Metot yazmak ciddi bir iştir. Bilimsel temellere dayanması gerekir. Eğer bu özelliklere haiz değilse ticaridir. Ticari amaçlarla ülkemizde Çöğür Metodu yazılıyorsa : Eline “Kısa saplı bağlamayı” alan yağız delikanlım da işte bu çöğürdür diyerek tezenesini  vuracaktır tellere.  Aman Allah’ım ne büyük gaflet… 

Durum böyle iken, bağlama ailesine nasıl katıldığı bilinmeyen “Kısa saplılara” artık herkes  çöğür demeye başladı.  Bu ad nasıl ortaya  çıktı, bu adı kim koydu bilinmez. Bilinen odur ki; Türk Dil Kurumu’nun 1988 yılında (Yeni baskı) yayınlamış olduğu Türkçe Sözlükte ‘de: Çöğür: Maalesef,  “İri gövdeli kısa saplı bir Türk halk sazı”  olarak ifade edilmektedir. (Sayfa 320.  Çöğüre kısa saplı bir Türk halk sazıdır diyen benim bildiğim ilk ve tek kaynaktır.  )

Bu konuda çalışmalar yapan İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Çalgı Yapım Bölüm Başkanı Sn. Cafer Açın, Türk Halk Müziği ve Oyunları Dergisi’nde ( Sayı 5, sayfa 216, 1983 ) yayınladığı “Türk Halk Çalgıları(II)” başlıklı yazısında konuyla ilgili tespitlerini aynen şöyle dile getirmiş. Aktarıyorum.

Çöğür: Divan sazına yakın büyüklükte, 9 ile 6 tel takılmakta 15 kadar perdesi bulunmaktadır. Akordu: Alt iki tel Lâ, orta tellerin birisi Lâ diğeri Re, üst teller  Sol sesine akort edilir. 

Çöğür ile; nefes ayin ve semai gibi havalar çalınır. Bugün daha ziyade curası çalınmaktadır. Yeni yetişen gençlerimiz cura bağlamadan az farklı bu saza çöğür diyerek, aslını curası ile karıştırmaktadırlar. Cura: Adı geçen sazın bir oktav tizi ve küçüğüdür” diyen Açın; yazısında bağlama ailesini  büyükten  küçüğe doğru 13 çeşit olarak  sıralamış. Çöğür:  Üçüncü büyük saz olarak sırada yerini almış, kısa saplı halk sazının adıdır ibaresini hiç kullanmamıştır. Sözcüğün yanlış kullanıldığını da ifade etmiştir. Çöğürün kısa saplı bir halk sazı olduğu sadece Türk Dil  Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde görülmektedir.

Kurumun 1974 baskısından tıpkı basımını yaparak 1982 de yayınladığı Türkçe Sözlükte ise ” Çöğür (Madde 1-Sayfa 192): İri olan gövdesine göre sapı kısa bir çeşit tambura. “ açıklaması bulunmaktadır ki  yanlıştır. Çünkü; tambura  bağlama ailesinde ayrı çeşittir. Kendine has ölçüleri vardır.

 İrfan Kurt, “Bağlamada Düzen ve Pozisyon” adlı kitabında tamburanın  ölçülerini:

Tekne boyu   : 40 cm.

Sap Boyu       : 53 cm.

Tel Boyu        : 85 cm. olarak vermiş. 

Cafer Açın aynı sazın ölçülerini Türk Halk Çalgıları ( II ) adlı yazısında: 

Tekne Boyu   : 38 cm.

Sap Boyu       : 50 cm.

Tel Boyu        : 80 cm.

olarak vermiştir. Mehmet Özbek, Muammer Sun, Ertuğrul Bayraktar, Erdal Tuğcular, Burhan Önder’in müştereken hazırlamış oldukları Türk Halk Müziği Çalgı Bilgisi adlı kitapta da ölçüler Cafer Açın’la aynıdır. Sapı da kısa değildir. Sap kısaldığı zaman tını değişir ki o saz tambura olmaktan çıkar. Tamburanın kendine has bir tınısı vardır. Tambura sözcüğü kısa saplı bağlamalar için kullanılamaz. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğündeki  1982 ve 1988 baskısındaki çöğürle ilgili anlam farklığı da ilginçtir.

Halk oyunları ekiplerine maalesef “Yıllardır folklor ekibi” denildiği gibi kısa saplı bağlamalara da çöğür denilmiş ve sözlüğe de böyle geçmiştir. Piyasada şakır şakır sözüm ona çöğür, metoduyla birlikte satılıyorsa. Spiker anonsunda çöğür diyorsa, sap samana karışmıştır. Yakında “Foklor ekibinden çöğürle bir açış dinleyeceksiniz “ denildiğinde şaşırmamamız gerekir.

Çağur- çöğürden sonra ele alacağımız kopuzun torunu olan ikinci telli halk sazımız ise ırızvadır. Ali Rıza Yalgın adı geçen eserinde ırızva ile ilgili şu bilgileri vermektedir.

“Irızva: dört burmalı üç tellidir. Üst tel baş tel, 2. tel orta tel, alt tele sarı tel denir. Burmaların bir tanesi kullanılmaz. Irızvanın ikinci adı kara düzendir. Irızvalar ikiye bölünür. Bunların farkları birinin diğerinden küçük olmasından ibarettir. Büyük ırızvalar baz, küçüklerine cura denir. Perde sayısı on üçtür” diyor.

Daha çok Güney Anadolu Türkmenlerinin kullandığı Irızva, Osmaniye’nin Düziçi ilçesinin Gökçayır köyünde ve Bahçe ilçesinde hâlâ kullanılmaktadır. Düziçi’nin Gökçayır köyünden Âşık Kır İsmail, ( İsmail Güngör 1936 yılında  Bela Bartok’un derleme yaptığı kaynak kişilerden biridir. 1972 yılında vefat etmiştir.) yeni yakında kaybettiğimiz Âşık Köroğlu (Mehmet Demirci ) Âşık Mahmet Ova, 1981 yılında kaybettiğimiz Bahçeli Âşık Kıro ( Mehmet Şahin ) ırızva kullanan ve de Orta Asya’daki Manasçıların Düziçi ve Bahçe temsilcileri olarak geleneği günümüze taşıyan mahalli sanatçılardır. Irızvaları üç teli olup 60-70 cm boyundadır. Yörede bu çalgıyı kullananlar farklı bir âşıklık geleneğine sahiptirler. İrticalen söylemeleri ve atışmaları yoktur. Hikâyeleri dramatize ederek anlatırlar, yeri geldiğinde de “Aldı bakalım sazı görelim ne dedi” diyerek türküsünü söyler. Anlattıkları hikâyelerin dışındaki türküleri çalıp söyleyemezler. Yukarıda da belirttiğim gibi bunlar destancı âşıklardır. Kısaca Asya’daki Dede Korkut’un devamıdır. Parayla düğün çalarlar. Geçimleri bu gelenek üstüne kurulmamakla birlikte  yaptıkları işten  para alırlar.

Yörede bahsettiğim âşıkların uygulamaya koyduğu; hikâyeli türkü söyleme geleneğine bozlak denilmektedir. Daha çok, Köroğlu , Hurşit, Genç Osman, Âşık Garip, Öksüz Ali, Esma ile Zeycan, Elbeyli, Bey Mayıl bozlakları bilinir. Yöre bozlaklarının halk müziğimizdeki bozlak formuyla hiçbir ilgisi yoktur. (Hikâye arasında okunan türkülerin uzun hava formunda oluşu bozlakla ilgili ilinti kurmamızı sağlayabilir.) Bir bozlağın dramatize edilerek anlatılması, türkülerinin söylenmesi saatlerce sürebilir. 1986 yılında Düziçi’nin Gökçayır köyünde rahmetli Âşık Köroğlu’dan derlediğim Öksüz Ali Bozlağı yaklaşık 4 saat sürmüştü. Âşık Kır İsmail hariç diğer yörenin mahalli  sanatçılarını 1977 – 1986 – 1987 yılarında  yaptığım derleme çalışmalarında tanımış, sazlarını incelemiş ve çeşitli bozlaklar derlemiştim. 1977 – 1986 – 1987 yıllarında Osmaniye, Düziçi ve Bahçe ve yöresinde yaptığım araştırmalarda kopuzun torunları olarak: Bulgarı, ırızva ve bağlama, tespit ettiğimiz tezeneli sazlar arasında yer almıştı.1986 yılındaki derleme çalışmalarımızda kaynak kişimiz Gökçayırlı Âşık Köroğlu ( Mehmet Demirci ) idi. Köroğlu; çağur diye bir saz bildiğini ve elindeki ırızvayı göstererek “İşte bunun biraz büyüğüne çağur denilir. Ama biz hiç çağur çalmayız. Irızva çalarız. Çalarken de tezene kullanmayız. Bulgarıyı Aşık Kır İsmail bilirdi. Irızvanın üç telli, teknesinin yuvarlak, bulgarının ise dört telli, dört burgulu, teknesinin ırızvaya göre biraz daha  köşeli olduğunu söylerdi. Irızvanın büyüğüne baz derdi. Bazın aslında ayrı bir saz olmadığını ırızvaların boy farkını belli etmek için kullanırdı” diyerek halk çalgıları konusunda bizi bilgilendirmişti.

Ali Rıza Yalgın’da bu yörelerde araştırmalar yapmış, yörenin aşıklarını tanımış, bozlaklar (Hikâyeli türkü) derlemiş, ırızva, bulgarı ve çağurla ilgili bilgiler toplamış. Çalgılarla ilgili bilgileri Osmaniye’nin Yarpuz köyünden Âşık Mehmet ve Haruniye’nin Gökçayır köyünden Âşık Kır İsmail’den (İsmail Güngör) derlemiştir. (Gökçayır, Düziçi ilçe olmadan Haruniye nahiyesine, Haruniye’de Bahçe’ye bağlı idi. Zaman içerisinde Haruniye Hacılar kasabasıyla birleşerek Düziçi oldu ve de  Osmaniye’ye bağlandı.)

                                                                      

Yalgın’ın  çağur ve ırızva ile bilgilerini daha önce aktarmıştık. Bulgarı ile ilgili tespitleri ise   şöyle:

” Bulgarı: Tıpkı ırızva gibi dört burguludur. Yalnız bunun muhitimizde üç telli olmayıp dört tellidir. Aşık Veysel’in anlattığına göre bulgarının iki tellisi de vardır. Bulgarı on altı perdeli olup çivilerle burmanın birinci perdesine baş perde, diğer perdelere umumiyetle zil perde adı verilir. Diğer aksamları ırızvayla aynıdır. Cenubi Anadolu’da Çağurdan başkasında mızrap kullanılmaz. Hepsi de kitera gibi şahadet parmağı ile çalınır.” (Dikkat edilecek olursa rahmetli Yalgın’da tezenesiz çalmaya şelpe deyimini kullanmamaktadır.) diyerek kopuzun torunlarından olan bulgarıyı da kısaca özetlemeye çalışmıştır. 

             

Bulgarı  sözcüğü; “Türki,” “Avrupai” gibi nispet eki aldığı için ilk etapta  çalgının Bulgarlara ait olduğunu akla getiriyor. Aynı düşünceye kapılan Gazimihal bu konuyla ilgili düşüncesini Musiki Sözlüğü adlı eserinde;  “Bulgarının Bulgar tamburasıyla hiç alakası yoktur. Eski Volga boylarında yerleşip Müslümanlığı da kabul etmiş olan Bulgar isimli Türk boyundan bazı oymaklar Kars yoluyla Anadolu’ya inerek Toroslar’a komşu bazı yaylalara konup göçer olmuşlardı. Bulgarı sazının onlardan kalmalığı şüphesizdir. Bu saz kuzey Anadolu ve Rumeli’de kullanılmakla beraber  Tamburi-Bulgari adıyla geçen yüzyılda güneyden Mısır’a kadar yaygındı. Çağlar arasında bazı tertip farklarına uğradığı anlaşılıyor.

Evliya Çelebi’nin saz çeşitlerimiz arasında bundan bahsetmemesi “XVII yüzyılda da İstanbul’un meçhulü kaldığına delildir. İzleri hep Güney Anadolu’dadır” dedikten sonra; “Anadolu’nun güney batısında Çukurova taraflarından Kayseri bölgesine doğru hâlâ epey revaçta görülen küçük boy bir bağlama çeşididir” diyerek bulgarıyı tarif etmektedir. 

 SONUÇ

Anadolu’da kopuzun torunları olarak türeyen bağlama ailesi araştırmacılar vasıtasıyla değerlendirilmiş tespitleri yapılarak sınıflandırılmış. 

Cafer Açın bu aileyi: Büyükten küçüğe doğru;  meydan sazı, divan sazı , çöğür, bağlama, bozuk, âşık sazı, tambura, cura bağlama, iki telli, bulgarı, ırızva ve kara düzen  olarak sıralamış.

Türk Halk Müziği Çalgı Bilgisi’nde “Divan sazı, meydan sazı, tambura, cura, on iki telli , çöğür, bozuk, ırızva, kopuz, vb.” çeşitlerinin olduğu ifade edilerek kabul gören üç ana çalgı esas alınmıştır. Bunlar da sırasıyla küçükten büyüğe doğru; cura, tambura, divan olarak sıralanmış.

Savaş Ekici; Bağlama ve Etütler ve Tezene Çalışmaları adlı kitabında bağlama ailesini: Cura, bağlama curası, tambura, bağlama, divan şeklinde sınıflandırarak ölçülerini vermiş . 

İrfan Kurt ; Bağlamada Düzen ve Pozisyon adlı kitabında: “Cura, (Curaya; dede sazı, ruzba, ırızva, bağlama da denir. ) curalardan büyük türler saz ve bağlama ismiyle anılırlar. Eski çöğür anlayışının tersine bu tür bağlamaya günümüzde çöğür de denmektedir. Bu türün bir büyüğü ise; tambura, tambura bağlama veya sadece bağlama olarak bilinir” dedikten sonra diğer türleri; divan sazı, on iki telli, divan ufağı, tambura curası ve bağlama curası olarak sınıflandırmış, toplu icralarda kullanılan sazları da: Divan sazı, tambura, bağlama, kısa sap bağlama  ve cura olarak sıralamış, kısa saplı bağlamaya çöğür dememiştir. Aksine çöğürün de yanlış kullanıldığını belirtmiştir. 

Gazimihal ise bağlama ailesini : Bağlama, bozuk, cura, çöğür, kara düzen, tambura, ırızva, bulgarı, iki telli, on iki telli, cura bağlama olarak belirlemiştir.

Tespitler göstermektedir ki; Kopuz Orta Asya’dan, Avrupa’ya, Anadolu’ya, Osmaniye-Düziçi’den Âşık Kır İsmail’e, Muğla-Fethiye’den Ramazan Güngör’e, Trakya’dan Tamburacı Osman Pehlivana  kadar geniş bir alana yayılmış, zaman içerisinde gelişerek tel sayısına, şekline göre çeşitli isimler almış, varlığını günümüze kadar getirmiştir. Günümüze kadar gelen bu halk sazlarımız  Türk Halk Müziği Çalgı Bilgisi adlı kitapta bir komisyon maharetiyle ciddi bir şekilde incelenmiş, bağlama ailesinin tasnifi;  divan, tambura ve cura olmak üzere üç ana başlıkta toplanmış, tasnife de son nokta konulmuştur. Halk sazlarıyla ilgili çalışmaların ve uygulamaların bu değerlendirmeler içerisinde yapılması birtakım karışıklıkları önleyeceği gibi  disiplinize olmasını sağlayacak, ciddi çalışmaların da önünü açacaktır. Eğer değerlendirmeler bu gruplama etrafında disiplinize edilemezse, piyasadaki bilimsellikten ve eğitim formasyonundan yoksun kişilere fırsat yaratılacak, onların yeni metotlar yazmasına vesile olacaktır. Bu konuda çalışma yapan kurum ve kuruluşlar ortak noktalarda buluşarak yollarına öyle devam etmelidirler. Ayrı baş çekilirse hiç kimse bir yere varamaz.

KAYNAKLAR 

Açın Cafer                               : Türk Halk Çalgıları Türk Halk Müziği ve Oyunları Dergisi S. 5, s. 216.                                    

Atılgan Halil                            : Kısaslı Âşıklar Özdal Basım Yayın Tic. Ltd. ŞTİ. 1991 Şanlıurfa.

           

Atılgan Halil                            : Çukurova Türküleri Adana Valiliği Yayınları, Burcu Ofset 1998 Ankara.

Atılgan Halil                            : Bağlamam Var Üç Telli, Folklor Edebiyat,  sayı 12, sayfa  158, 1997.

Bartok Bela                               : Folk Musıc Research In Turkey, Kıado Akademisi 1976 Budapeşte

Ekici Savaş                               : Ramazan Güngör ve Üç Telli Kopuzu, Kültür Bakanlığı HAGEM Yayınları, 1993 Ankara.

Ekici Savaş                               Bağlama İçin Etütler ve Tezene Çalışmaları, Gazi Antep Üniversitesi Basımevi 2000 Gazi Antep .                                   

Farmer Henay George               : 17. Yüzyılda Türk Çalgıları Kültür Bakanlığı HAGEM (Çeviri Dr. M. İlhami  Gökçen) yayınları, 1999 Ankara.

                                              

Gazimihal  Mahmut  R.             :Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız, Kültür Bakanlığı MİFAD yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1975 Ankara. 

Gazimihal  Mahmut  R.             : Asya ve Anadolu Kaynaklarında Iklığ, Ses ve Tel Yay. 1958 Ankara

Gazimihal  Mahmut  R.             : Musiki Sözlüğü , İstanbul Milli Eğitim Basımevi 1961-İstanbul.

Gazimihal  Mahmut  R. : Şarki Anadolu Türkü ve Oyunları, Evkaf Matbaası 1929 İstanbul.

Kurt İrfan                                 : Bağlamada Düzen ve Pozisyon, Pan Yayıncılık 1989 İstanbul.                                     

Ongan Halit                             : Niğde Halk Türküleri, Niğde Vilayet Matbaası 1937, Niğde. 

Ögel Prof. Dr. Bahaeddin          : Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı Yayınları Cilt 8- 9.

Özbek Mehmet-Muammer Sun: Türk Halk Müziği Çalgı Bilgisi, Ertuğrul Bayraktar,.Erdal Tuğcular Burhan Önder,        Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü Yayınları  1989 Ankara

Yalgın Ali Rıza                         : Cenupta Türkmen Çalgıları Seyhan Basımevi 1940 Adana.

Yalgın Ali Rıza                         : Cenupta Türkmen Oymakları Kültür Bakanlığı Yayınları 1977 Ankara.

(Haz. Sabahat Emir )

Yazar
Halil ATILGAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen