Fethi Naci’den Bir Ramazan Anısı -“Sevaptır, Garipsiniz!”

Muharrem DAYANÇ

Cumhuriyet dönemi edebiyatında Nurullah Ataç gibi eleştirmen kimliğiyle öne çıkan yazarlardan biridir Fethi Naci (1927-2008). Daha çok “toplumcu gerçekçi-Marksist” ve “izlenimci” eleştirmen portresi çizen Fethi Naci, ailesi, yetiştiği sosyal çevre, aldığı eğitim, tercih ettiği yaşam tarzı ve siyasi tavır ile ayrı bir dikkati hak eder.

Giresun’da okuma yazma bilmeyen bir anne babadan dünyaya gelen F. Naci, ekonomik açıdan dibe vurmuş bir ailede hayata gözlerini açar. Bunun göstergelerinden biri, oğlunu üniversite eğitimi için İstanbul’a gönderecek olan baba “Karpuzcu (İbrahim) Fethi Ağa”nın, evinin en temel ihtiyaçlarından biri olan çamaşır teknesini satmak zorunda kalmasıdır. İlk ve orta öğrenimini Giresun ve Erzurum’da tamamlayan F. Naci, sonraki yıllar için kendisine yaşama alanı olarak İstanbul’u seçer.

Bu ilginç hayatı, devrin şartlarını da göz önünde bulundurarak alışılmışın dışında bir yaklaşımla yorumlamak mümkündür. Bu yaklaşımlar, dönemin Türkiye’sinin daha çok kör noktalarına vurgu yapacağı için, öncesiyle ve sonrasıyla Cumhuriyet döneminin nesnele yakın bir fotoğrafını bize verebilir.

Mehmet Âkif, Ziya Gökalp, Necip Fazıl, Nazım Hikmet gibi birçok yazarda görüldüğü üzere F. Naci de “devlet parasız yatılı öğrencisi” olarak eğitim hayatını sürdürür. Üniversitede ise bir kamu bankasından “burs” alır. Evveli olmakla birlikte, Cumhuriyet neslinin hemen hemen ortak paydası olarak görülebilecek bu yatılı mektepte okuma gerçeğinin en çarpıcı şekilde öne çıktığı edebî hareket “İkinci Yeni”dir.

Fethi Naci’nin hayatında dikkati çeken diğer bir unsur, tipik bir Anadolu şehri olan Erzurum’da geçirdiği zamandır. Erzurum ve parasız yatılı yılları farklı bir iklim ve coğrafyayı tanımasına zemin hazırladığı gibi, yazara, Asım Bezirci ve Oğuz Öğün gibi dostlar da kazandırır (Oğuz Öğün, Süleyman Seyfi Öğün’ün babasıdır). İlk ve ortaöğrenim hayatının ortaokul birinci sınıfa kadarki kısmını Giresun’da, sonraki yıllarını yatılı olarak Erzurum’da tamamlayan F. Naci, bu şehirde Sami Nabi Özerdim, İzzet Deliçay ve Sıtkı Dursunoğlu gibi nitelikli öğretmenlerle karşılaşır. Ayrıca, A. Hamdi Tanpınar, N. Fazıl Kısakürek, Mehmet Kaplan, M. Kaya Bilgegil ve Orhan Okay gibi yazar ve araştırmacıların yolunun bir şekilde bu kente düşmesi Erzurum şehir/kültür tarihi açısından bir zenginlik olarak düşünülebilir. Şinasi, Cemal Süreya, Sezai Karakoç örneklerinde görüldüğü gibi F. Naci’de de ekonomi tahsiliyle edebiyat merakı at başı yürür. Ayrıca, maliye ve doğa bilimleri okumanın Şinasi’nin pozitivizme, İktisat Fakültesi’nde eğitim görmenin F. Naci’nin Marksizm’e giden yolunu kısaltıp hızlandırdığı da söylenebilir. Burada, Şinasi ve F. Naci’de olduğu gibi, kendi mesleklerinin yanı sıra edebiyata da hayatlarında yer açan Cenap Şahabettin, Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Oktay Rifat Horozcu, Ziya Osman Saba, Cevdet Kudret Solok, Mehmet Çınarlı, Hüsrev Hatemi vb. yazarları anmadan olmaz. 

Fethi Naci’nin hayatındaki en büyük kırılmalardan biri de evlat acısıdır. Yazarı ciddi bir travmanın eşiğine kadar sürükleyen bu ateş, Recaizade Mahmud Ekrem, Abdülhak Hamid Tarhan, Halit Ziya Uşaklıgil,  Ali Ekrem Bolayır, Reşat Nuri Güntekin, Halit Fahri Ozansoy, Ümit Yaşar Oğuzcan gibi yazarların da yüreklerine düşmüştür. İşsiz kalmakla birlikte yolunun bir şekilde hapishaneden de geçmesi devrin siyasi yönünü bize hissettirmesi bakımından önemlidir.[1]

***

Fethi Naci’nin Ramazan’a olan ilgisi, bazı yazılarında/anılarında ruhaniyeti yaşanan bir hâl olmaktan uzak bir biçimde, sadece değini boyutunda kalsa da, bazılarında bu ayın atmosferini -kısmen de olsa- hissettirecek kadar derine iner. Babasının “Ramazan gecelerinde zevkle ve tekrar tekrar anlattığı”, annesinin “Bu kaçıncı anlatış?” diye serzenişte bulunduğu, çocuk/genç F. Naci’nin “Anlat baba, anlat baba!” diye babasını teşvik ettiği ve anlatılanları can kulağıyla dinlediği iki hikâyeyi ondaki Ramazan bahsinin değini boyutunda kalan örnekleri olarak görebiliriz. 

“Bunlardan ilki İstanbul’dan Kuvâyı Milliyeci Osman Ağa kuvvetlerine, üstüne sap saman ve mısır örtülerek mavnalarla kaçırılan silâhların hikâyesidir. Osman Ağa, bu hizmetlerine karşılık, İbrahim Fethi’ye iki ev verici olmuş. İbrahim Fethi de demiş ki: ‘Evi neyleyeyim Ağa? Biz genciz, verecek isen para ver ki, yiyip keyfimize bakalım!’ İkinci hikâye, Şebinkarahisar dolaylarında Rumların bırakıp gittiği bir hazine ile ilgilidir. Çok topraklar kazılıp çok aranılmış o hazine. Eğer ‘baba’ o hazineyi bulsaymış…”[2]

Bu durum, Ramazan gecelerindeki hikâye anlatma geleneğinin Fethi Naci’lerin evinde de yaşandığını göstermesi bakımından önemlidir. Anlatılan bu hikâyelerin çok da dinî bir karakter taşımaması, burada üzerinde durulması gereken bir husus olarak görülebilir. Bu anlatılarda maddî yönden sıkıntılar içinde bulunan ailenin bu durumdan kurtulma isteği sezilir.

***

Sıra, Fethi Naci’nin, Ramazan ayının ruhaniyetinin -az da olsa- hissedildiği “anı”sında.[3]Başta “anı”nın öznesi ve Giresun’daki ailesi olmak üzere, yolculuk yaptığı araç ve araçtakiler, akşam ezanıyla birlikte durulan köy, iftar yapmak için mola verilen köyde kendilerine defalarca yemek gönderen gösterişten uzak hane sahipleri, bu hanenin yemeği getiren temiz yüzlü ve mahcup genç kızı, 1950’li yılların Ramazan algısını değişik yönleriyle besleyen unsurlar olarak öne çıkarlar. 1951 yılının Ramazan ayı (6 Haziran – 5 Temmuz) tarihleri arasına denk geldiği için, günler uzun ve hava sıcaktır.

“Anı”, Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdıradlı kitabındaki “Doğu V” başlıklı yazıdan yapılan bir alıntı ile başlar: “Ayrılırken bir sepet üzüm getirdi genç kız. Üstü asma yaprakları ile örtülü. Bütün aile gülümseyerek uğurladı beni.” Bu cümle Fethi Naci’yi geçmişe götürür ve aklına Çehov’un “Güzeller”i ile Steinbeck’in “Kahvaltı”sını getirir. Çehov’un hikâyesindeki “genç kız” ile Steinbeck’in hikâyesindeki kahramanın bir rastlantı sonucu hiç tanımadığı insanlarla yaptığı kahvaltı ve bu kahvaltıyı anımsadıkça bundan aldığı “garip, ılık ve tadına doyulmaz tat” F. Naci’nin zihninde birleşirler. Bu ruh hali, otuz altı yıl sonra bu “anı”yı bir kere daha yazarın hatırına getirir, hatta kayda geçirtir. Bu giriş, yazının duygusal arka planını okuyucuya hissettirdiği gibi “anı”yı kavrama noktasında da anahtar vazifesi görür. “Anı”lar dünyasının kapısı şu cümle ile açılır: “Onat Kutlar’ın satırları da bende aynı etkiyi yarattı. Ve yıllar öncesinin unutulmaz bir akşam yemeğini anımsattı.” (s. 119) İkinci cümledeki “aynı etki” ve “unutulmaz bir akşam yemeği” ifadeleri yazının son bölümünde F. Naci’nin iç dünyasındaki Ramazan olgusuyla ilgili yapacağımız yorumların ana dayanağıdır.

“Anı”yı daha iyi anlayabilmek için bu zoraki yolculuğun kısa bir özetini vermekte yarar var. Fethi Naci 1951 yılı Nisan ayının sonlarına doğru İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin kurucu ve yöneticileriyle birlikte tutuklanır. Kendisi o zaman bir Orta Anadolu kasabasındadır (Konya Ereğlisi), gözlem altına alındıktan sonra kasaba hapishanesinde bir gece kalır ve ertesi gün linç olma tehlikesini atlatarak buradan Sultanahmet Cezaevi’ne sevk edilir. Bir buçuk ay cezaevinde yattıktan sonra tahliye edilir. İşsiz ve parasızdır. Ankara’ya gidip tekrar işe alınıp alınmayacağını öğrenmek ister. Fakülteden sınıf arkadaşı olan Kâzım Türegün’den aldığı borçla Ankara’ya gider. Ankara’ya bu ilk gidişinde yolculuk bir günden fazla sürer ve Naci hatırlamadığı bir yerde bir gece kalır. Kamu kuruluşu yazarı oyalar ve F. Naci yetkililerden net bir cevap alamaz. Trajedi tam da bu noktada başlar: “Giresun’dan, baba ocağından başka gidecek yer kalmamıştı. Oysa anam-babam, çalıştığım kuruluştan aldığım aylıklardan artırarak yolladığım parayla geçiniyordu ve şimdi ben onların yanına gidiyordum.” (s. 120) Bu sözlerden sonra F. Naci bir romancı gibi zamanda ileriye giderek, ailesinin durumunu da gözler önüne serer: “Gittiğimde gördüm: Babam, köylüler için yapılmış bir pazar yerinde, belediyenin hoşgörüsüyle, günde bir ya da iki çuval kuru soğan satarak evi geçindirmeye çalışıyordu.” (s. 120)

Ankara’dan Samsun’a dolmuşla gider, araba sık sık arıza yaptığı için ancak ikindiye doğru bu şehre varır. Samsun’dan Giresun’a otobüs yoktur. Ankara’da, planlanandan iki gün fazla kaldığı için paralar suyunu çekmiştir. Bu şartlarda geceyi Samsun’da geçirmek mümkün değildir. Karaşın Anadolu çocuklarının çok da yabancısı olmadıkları bir çözüm gelir aklına Naci’nin: “Birkaç kişiyle birlikte bir yük kamyonuna, yüklerin üstüne binmek ve geceleyin Giresun’a varmak.” (s. 120)

Otostop yaparlar ve bir yük kamyonunun kasasına binerler, aylardan Ramazan’dır, iftar vakti yaklaşınca kamyon şoförü Ünye ya da Fatsa yakınlarında bir köyde, yol kenarındaki bir kahvenin önünde durur. Kamyondakilerin çoğu oruçludur ve bu insanlar bir yerlerden tedarik edecekleri ekmek-zeytinle oruçlarını açacaklardır.

Fakir ama samimi bu sahnenin devamında “anı”nın öznesinin iç dünyasındaki dalgalanmalarla birlikte, gelecekle ilgili belirsizlik ve kaygılarının bütün çıplaklığıyla ortaya konulduğu bölümü buraya almakta yarar var: 

“Kahvenin önünde tahta masalarda oturuyorduk. Tam karşıda bahçeli bir ev vardı; bakımlı, büyük. Yüksekçe bir duvar çeviriyordu bahçeyi. Batan güneşin kızıllığı evin üstünden bize doğru geliyordu. Ağaçlar, çiçekler. Her yan yemyeşildi. Ve sessiz. Sanki bir yeşil sessizlik ‘yağıyordu üstümüze akşamdan.’ Bir yerlerden bir akarsu sesi geliyordu. Kuşlar, günün bitişinin telaşında, bir yere yetişeceklermiş gibi, hızla uçuyorlardı. Ve ben, o akşamüstü, bilmediğim bir köyde tanımadığım insanların arasında, bir tahta masada, işsiz ve parasız, Giresun’da nasıl yaşayacağımı düşünüyordum. 141. maddeden hapse girmiş biriyle kimsenin konuşmaya cesaret edemeyeceğini kestirebiliyordum.” (s. 120-121)

Tahta masadaki uhrevî hava, pek belli etmese de F. Naci’yi etkiler, fakat gelecek kaygısı ve içinde bulunduğu ruh hali yazarın duygularını bastırır. Yazının bu noktasında okuyucu hemen karşıdaki bahçeli büyük eve gösterilen ihtimama anlam veremez. Kuşlar, iftara yetişmek isteyen insanlar gibi telaşlı telaşlı uçarlar. Akarsu sesine yeşil bir sessizlik eşlik eder. Yazar kendi küçük dünyasında debelenirken bazı oruçlular zeytin-ekmek alma/bulma derdindedirler, ama F. Naci’nin böyle bir derdi yoktur. Bütün bunlar olurken/yaşanırken, orada bulunanlar için çok da umulmayan ama bu toprakların Ramazan ayına yüklediği manevî havaya uygun bir hadise gerçekleşir: “Birden karşıdaki evin kapısı açılır, on beş, on altı yaşlarında, temiz yüzlü bir kız çocuğu, elinde bir tepsi, üstünde yemekler, kahveye doğru yürümeye başlar. Hafif mahcup, gülümseyerek, ‘Evden yolladılar.’ der. Tepsideki yemekler herkese yetmediği için iki kere daha eve gidip yemek getirir. Oruçlular, zeytin-ekmeklerini bırakarak gelen yemekleri yemeye başlarlar. Kız çocuğu F. Naci’ye yemeğini herkesten sonra verir. F. Naci teşekkür eder. Başını yana eğen genç kız ‘Sevaptır, garipsiniz!’ der.” (s. 121) Çekingen/uzak duran tavrı ve yemeğin kendisine en son gelmesi/verilmesi gibi unsurlar Fethi Naci’nin oruçlu olmadığını gösterir, ama bunun bu duygusal atmosferde bir önemi kalmaz. Çünkü, metnin yazarı için de, bu hadiseye tanık olanlar için de, okuyucu için de bütün bu ayrıntıları gölgede bırakacak bir sahne ortaya çıkmıştır. Oruç tutanıyla tutmayanıyla tam da orucun ve Ramazan’ın insanların ruh âleminde uyandırması hedeflenen duygu iklimi filizlenmeye başlamıştır. Anadolu’da bir hane halkı, kendi orucunu-iftarını bir kenara bırakarak, nereden gelip nereye gittiklerini bile bilmedikleri insanlara (Tanrı misafirlerine) gönlünü açmış, onlarla sofralarını paylaşmıştır. Hem de verirken bile mahcup, gösterişsiz ve sadece Allah rızası için. 

Metnin yazarı eve dikkatle bakar ama pencerelerde kimseyi göremez.

“Hadi bakalım!” der şoför, hep beraber kalkarlar ve tekrar kamyon kasasına doluşurlar. 

Fethi Naci yirmi bir yıl sonra, 1972’de aynı yoldan bir kere daha geçer. Sahil yolu yapılmış, yol kenarındaki birçok ev yıkılmıştır. O evi bir daha göremez, ama “Sevaptır, garipsiniz!” sesinin yankısını, yuvalarına hava kararmadan varmak isteyen kuşların kanat çırpışlarından, sisli dağlardan denize doğru hızla yol alan akarsuların telaşından, yeşilin her tonunun renklerin çırpınışını andıran ve nihayetinde tefekküre varan dalgalanışından bir kere daha duymuştur. Evler yıkılmış, yollar genişlemiş, insanlar değişmiş ama genç kızın, saflığın ve samimiyetin sembolü olan bu iki kelimesi yazarın iç âleminde yaşamaya devam etmiştir.

Kendisi açık açık söylemese bile, metnin satır aralarından sızan ifhâma istinaden, Fethi Naci, bu ilginç Ramazan “anı”sında “oruçsuz”dur. Yer, içer ve genç kıza teşekkür eder. Dönemin toplumcu gerçekçi-Marksist bir aydını olarak, sadece kelimeler dünyasında da olsa, maddî duyguların ötesine geçmez ve “anı”sında tek bir kelimeyle olsun bu etkileyici Ramazan sahnesinin manevî yönüne vurgu yapmaz. Oysa ortada yaşanan hâl, Ramazan’ı Ramazan yapan hâllerden ibadet aşkıyla gerçekleşen bir rızık paylaşımı hâlidir, bir “Ramazan neş’esi”dir. Bu hâlet-i ruhiye, Marksist Naci’nin anlamayı ve paylaşmayı değil, içine girmeyi bile denemediği bir “neş’esizlik” ve ruhsuzluk durumunu ortaya çıkarır onun açısından. Anlatılan, yalnızca “aç”ların karnını doyurmak için gönderilen bir yiyeceğin “paylaşım”ından doğan tatmin ve yüzeysel santimantalizmdir. Bu ise Fethi Naci açısından derin bir “nasipsizlik” tablosunu ortaya kor.

Oysa biz Yahya Kemal’i de benzer bir tablo içinde hatırlarız “Atikvalde’den İnen Sokakta” şiirinde… Orada da Yahya Kemal “oruçsuz ve neşesiz”dir. Ancak Yahya Kemal’in bu hâli, bir yüzeysel duygusallığın çok çok ötesine uzanır ve onu bir nedametin eşiğinde aidiyet şuuruna ulaştırır: 

“Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

“Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”

 

Not:Bu yazı geçen yıl yayımlanmıştır. Bilgi için bkz. (“Fethi Naci’den Bir Ramazan Anısı ‘Sevaptır Garipsiniz’, Üsküdar Kültür, Sanat ve Medeniyet Dergisi, Sayı: 6, 2018/1, s. 135-140.)

Dipnotlar

[1]Bu özet ve değerlendirmeler için bkz: (Fethi Naci, Dünya Bir Gölgeliktir -Anı-, YKY, İstanbul 2002, 176 s).

[2]Mehmet Seyda, “Fethi Naci”, Edebiyat Dostları, Kitaş Yay., İstanbul 1970, s. 302.

[3]Fethi Naci, “Bir Anı”, Gücünü Yitiren Edebiyat Eleştiri Günlüğü II (1896-1990), YKY, İstanbul 2002, s. 119-121.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen