İçine Üç Elma Koy – Amma!…

Ben türkülere sevdalıyım. Sevdam: Anamın beni tarlada doğurmasından, sekiz yaşına kadar ayakkabıyı tanımayışımdan, yufka ekmeği fırın ekmeğine sarıp katık diye yiyişimden, anamın dokuduğu, nar kabuğuyla da boyadığı çıbıklı ceketle büyümemden, Toros Dağları’nı yorgan, Çukurova’yı döşek, yavşan kokusunu pudra, kekik kokusunu esans kabul etmemden kaynaklanır. 

Sevdamız türkülerdir. Türkülerde anamın ağıtı, babamın sırları gömülüdür. Ana kucağının sıcaklığı vardır onlarda. Sevdaların dumanı yükselir. Köyümün dağları şekillenir. Çayları çağlar. Kavuşamayanların arzusu siyim siyim gözyaşı olur türkülerde. “Yandı Çukurova yandı / Eli bazlı beyler indi” denildiğinde Toroslar’dan hışımla inen kar suları gelir aklıma. Sular ovaya inince sakinleşir. Sevişir gibi akmaya başlar. Toprakla su birbirine kavuşunca tıpkı uzun müddet hasret çeken sevgililer gibi sarılırlar birbirine. Eğer sarılamaz ise:

Susuzluktan şakır şakır yarılır.  El açar yalvarır Allah’a.  Yandım Leyla su… Su… Su toprağın bülbülüdür. Toprakla su kucaklaştığında bülbül dile gelir. Toprak su oldukça varlığını korur birini beş yapar. Size yalan söylemez riyakâr değildir. Bir ekersin beş verir. Tüm yaratılanları yedirir içirir. Kâinatı bünyesinde barındıracak yeteneğe sahiptir. Onun için toprak üstüne methiyeler düzülmüştür. Bunların en ünlüleri de Âşık Veysel’in: ”Benim sadık yârim kara topraktır”dizeleriyle başlayan dörtlükleridir. Şakır şakır yarılan toprak yağmur bekler. Bir gün beş gün, nihayet toprak ananın dileği kabul olur. Yağmurla kucaklaşır. Yağmurla kucaklaşan toprak sevincinden kokuların en güzelini salgılar. Bu bir birleşme kokusudur. Burcu burcu kokar her taraf. Müthiş bir kokudur bu… Çok uzaklardan hissedilir. Bu koku anlatılmaz. Tarifi de mümkün değildir. Siz bu kokuyu bilir misiniz? Bu koku toprağın yağmurla kucaklaşmasından sonra ortaya çıkar. İmil imil yayılır etrafa.   

Türkülerimiz de tıpkı böyledir. O da yağmur yemiş toprak gibi kokar. Toprak yağmurla, türkülerimiz halkla kucaklaşır. Onun kucaklaşması halkın yüreğidir. Türkülere sevdamız yağmur yemiş toprak gibi burcu burcu kokmasından gelir. Onu içinde bu toprağın türküleri gönlümüze ferman, yüreğimize derman olmuş. Onlar bize, biz onlara sevdalanmışız. Geçit vermez dağları onlarla aşmış, ulaşamadığımız yerlere onlarla haber salmışız. Türkülerimiz arı misali her çiçekten bal almış, çiçekten çiçeğe konmuş, sevda bahçemizin gülleri olarak geçmişten günümüze varlığını korumuş. Onun için türküler yakılmış toprak üstüne, aşk üstüne, sevda üstüne. Her konu onlarla dile gelmiş. Keremin Aslı’sı, Karacaoğlan’ın yavuklusu onların sayesinde dal budak salmış. O kadar geniş bir alana yayılmış ki: Âşığın sevdası, Yörük kızının gaydası, Erciyes’in yaylası, bülbülün kanadının sarısı bile onlarla dile gelmiş. Acıyı, sevinci, kederi, aşkı, gurbeti bağrına basmış. Türk insanının duygu ve düşüncesinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. 

Sözlerdeki o nefis anlatım, sevdiğine değer verme türkülerimizde olağan üstü bir anlatımla dile getirilmiş. Çorumlu Şekip Şahadoğru: 

                                    

                        “Hak’kı küstürdünse gel ki barışak

                        Hakikatın kervanına karışak 

                        Derman senin olsun derdi bölüşek

                        Şekip’in bağrını delip durursun”

Dörtlüğündeki deyiş nasıl bir anlatımdır. O nu diyen yürek nasıl bir yürektir. Dermanı sevdiğine ver – Onun derdini bölüş. Bu deyiş can çekişen bir yüreğin sevgiliyle can bulması gibi, olağan üstü bir fedakârlık örneği göstermektedir. Bu menfaat dünyasında dermanı sevdiğine verecek, derdini bölüşecek kaç kişi bulabilirsiniz acaba. Bu cefaya ancak bir deli yürek katlanır. O da türkülerimizde ki deli yürektir. Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun diyen Mevlâna sanki türkülerimizdeki o deli yüreğin özelliklerini ve güzelliklerini, “Kemiğim tarak et zülfün teline / Hatıra geldikçe tara sevdiğim diyen inceliği anlatmaya çalışmış. O deli yürek bir Kastamonu türküsünde “Yassıl dağlar Osman Efe’m geliyor” diyecek kadar güçlü ve de korkusuzdur. Osman Efe’nin heybetinden dağların yassılması, enginleşmesi nasıl bir değerdir.     

            Bilir misiniz? Bir türkümüz vardır. 

                                    “Mendili işle yolla / İşle gümüşle yolla

                                    İçine üç elma koy / Amma… Birini dişle yolla” 

 

dizeleriyle başlar: Düşündünüz mü? Sözlerdeki incelik dikkatinizi çekti mi hiç. Bu nasıl nezaket dediniz mi? Sevdiği mendili işleyecek, yavuklusuna gönderirken de içine üç elma koyacak. Fakattt… Elmanın birini dişleyecek. Yarım elma gönül alma… Elma sevdiğine diş izleriyle ulaşacak. Aman Allah’m! Bu nasıl bir estetik. Elma da benim diş izimi dudak izimi göreceksin. Yüzümü göremesen de diş izlerim, dudak izlerim seninle.  

Bu estetik ister istemez Fuzuli’yi akla getiriyor. Ne diyordu Fuzuli Su Kasidesi’nde: Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar  / Kûze eylen toprağım sunun anunla yâre su.” Fuzuli bu dizeleriyle: Ey dostlar eğer onun elini öpmek arzusuyla ölürsem / Toprağımdan testi yapıp onunla yâre su verin diyordu. Deli yürek türküler ise Fuzulinin demek istediğini arı ve duru bir Türkçe ile dile getiriyor.

 İşte o zamanda Bedri Rahmi geliyor aklıma: “Nerde bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım”diyerek Ah bu türkülerdiye başlayan şiirinde türkülerdeki müzikal estetik kadar, söz estetiğinin de oldukça güçlü olduğunu ifade etmeye çalışıyor.  Onun için şiir yazan şairinin, türkülerdeki söz estetiğini görünce şairliğinden utanmaması için türkülerimizi çok iyi anlaması, analiz etmesi gerekir diye düşünürken bu sefer de aklıma Âşık İmami’nin dizeleri geliyor. Bedri Rahminin bahsettiği estetik İmami’nin dizelerinde oldukça yüksek. Âşık sazını almış eline, vurmuş teline: Türküsündeki dizeler nakış nakış.  Oya gibi…  

“İmami’yem gül sineni açarsan 

Adana’da Taşköprü’den geçersen

Eğilip Seyhan’dan bir su içersen 

Korkarım ki sen ırmağı yakarsın”

Adana’da Taşköprü’nün altından geçen Seyhan Irmağı  öyle küçük bir çay değil, dere değil. Adana’yı ikiye bölen kocaman bir ırmak… Bilirsiniz su söndürür. Yanmaz. Ama İmami türküsünde ırmağı yandırıyor. Koca ırmak nasıl yanar ki. Nasıl yandırılır. Kim yakar. Kim yakar biliyor musunuz?  Türkülerdeki deli yürek. Evet deli yürek türküler yakar.  

Onun için deli yürek türküler ekmek gibi su gibidir. Deniz olur dalgalanır, nehir olur şahlanır. Bazen karlı dağ olur geçit vermez. Kır çiçekleri gibi, yaban gülü gibi arı duru ve yalınkattır. Zalim felek, gurbet, ayrılık, gönül onunla dile gelir. Düşündürür, güldürür, ağlatır, oynatır. Sevindirir. O, gönlün aziz dostu, duygu ve düşüncenin aynasıdır. Bizi söyler, bizi çalar, bizi anlatır. Hepsi ayrı renkte ve biçimdedirler. Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan bir aynadır. Onun içindir ki Anadolu insanı düğününü, kara gününü, kınasını, yakınmasını, mizahını, taşlamasını, kahramanlığını, aşkını, gurbetini, hatta sevgilisine sitemini dahi turnanın kanadında dile getirmeye çalışmış. Onlar bize, biz onlara sevdalanmışız. Geçit vermez dağları onlarla aşmış, ulaşamadığımız yerlere onlarla haber salmışız. Türkülerimiz arı misali her çiçekten bal almış, çiçekten çiçeğe konmuş, sevda bahçemizin gülleri olarak geçmişten günümüze varlığını korumuş. Onun için türküler yakılmış toprak üstüne, aşk üstüne, sevda üstüne. Her konu onlarla dile gelmiş. Keremin Aslı’sı, Karacaoğlan’ın yavuklusu onların sayesinde dal budak salmış. O kadar geniş bir alana yayılmış ki: Âşığın sevdası, Yörük kızının gaydası, Erciyes’in yaylası, bülbülün kanadının sarısı bile onlarla dile gelmiş. 

O türküler ki halktan aldığı güçle: “Buyurun arkadaşlar davetim var benim / Herkes kesesinden yesin içsin saltanatım var benim /  Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim”,   “Sabahınan erken çifte giderken / Öküzüm torbadan düştü gördün mü” diyerek hiciv sanatını dahi bünyesinde barındırmış. 

Neleri barındırmamış ki bünyesinde: Karadeniz’in hamsisi, Sisdağı’nın dumanı, Kızılırmak, Aras ve Fırat türkülerle ününe ün katmış. Dertlilerin yoldaşı, âşıkların sırdaşı olmuş. Çobanın kavalı, obanın yaylaya göçü, tülü mayanın inleyişi, Gelin Ayşe’nin suya gidişi onlarla dile gelmiş, Toroslar’daki pınar, kayada kekliğin sekişi, bir sekiye çıkıp delicesine öten turaç türkülerimizin nağmeleriyle bize ulaşmış. Âşık, turnalarla sevdiğine haber salmış. Kırım, Kerkük, Estergon, Eğri Kalesi, Yemen, Bağdat türkülerle ününe ün katmış. Türküler derinliklerinde bizi anlatan kendimizi bulduğumuz ömür bohçasıdır. Dert bohçasıdır. Sevgi bohçasıdır. Duygular yumak yumaktır bu bohçada. Tortoptur.  Herkes gönlündeki sevgiyi en içten duygularla dile getirir. Sevginin, aşkın anlatımı bir başkadır türkülerde.  Kendisi bulut, sevgilisini yağmur yapar. Yağmurla bulutu da Maçka’da buluşturur. Trabzon Maçka’dan yüreğimize dolan: Divane âşık gibi / Dolaşırım yollarda dizesiyle başlayan türkünün bağlantısı:

Al şalım mavi şalım

Dünyayı dolaşalım

Sen yağmur ol ben bulut

Maçka’da buluşalım 

diyerek sevgisini, kavil yerini böyle dile getirir. Dünyayı dolaşsa da onun için en iyi buluşma yeri Maçka’dır. Senin için İstanbullarda kaldım: Arada sıra dağlar var. Pekiyi nasıl buluşacağız. Bu engelleri nasıl aşacağız. Kuş olsak bile zor. Ancak yağmuru ve bulutu Maçka’da buluşturalım. İstanbul’da iken ben bulut olup tüm engelleri aşacağım. Sen yağmur olup yere yağacaksın. Nerede buluşacağız. Maçka’da. Dünyayı dolaşsak ta illa ki Maçka… 

Sevenlerin biri bulut, diğeri yağmur. Sevgi anlatımının da bir damlası. Bu nasıl bir anlatım, nasıl bir yakıştırma. Arı ve duru bir dille dizelere müthiş bir anlam yüklenmiş. 

                        

“A benim bahtı yârim 

                                   Gönlümün tahtı yârim 

                                   Yüzünde göz izi var 

                                   Sana kim baktı yârim “

diyerek büyük bir ustalıkla, nezih bir kıskançlık sergiler. İşte bu ifade ve anlatım zenginliği, türkülerimizdeki sanatın, estetiğin nedenli yüce olduğu hükmünü çıkarır karşımıza. Halkımız türkülerinde hem ağlar, hem de güler. Dertlilere deva, çaresizlere çare olur. Oynar, oynatır, zılgıt çeker. Oynatır oynatmasına amma: Karakaş altında göz oynamasın diyerek de tembih eder. Erzurum’dan repertuvara giren: Güzeller bezenmiş toya giderler / Sizlere emanet yar oynamasın / Ben bilirim rica minnet ederler Yengüllük edip tez oynamasındizeleriyle başlayan türkümüzde sözler enfestir. Nezaketin tüm özellikleri sözlerle bütünleşmiştir. Ben bilirim düğüne gelenler sevdiğinin oynaması için rica minnet ederler. Elbette: Ölüye giden ağlar. Düğüne giden oynar. Onun için ben de “Sevdiğim oynamasın” demiyorum. Oynasın… Oynasın onamasına amma: Yengüllük edip tez oynamasın. Ağır oturaklı olsun. Naza çeksin kendisini. Tez oyuna çıkarsa hafif olduğu düşünülür. Onun için düğünde bile ağır olmalı. Oturaklı olmalı. 

Ben seni sevmişim sevgili yârim / Sizlere gurbandır bu şirin canım / Demirem (demi

yorum) oynamasın oynasın hanım / Karakaş altında göz oynamasındizeleriyle yine nefis bir anlatımı sergiler. Ben oynamasın demiyorum. Oynasın oynamasına amma… Karakaş altında göz oynamasın diyerek işini sağlama alır.  

            Türkülerimizdeki hoş görü, aşk ve sevgi nakış nakış işlenmiş. Ahrazın dile gelmesi, bülbülün güle gelmesi, arının bala gelmesi onların sayesinde gerçekleşmiş. Emrah, Yunus, Pir Sultan, Seyrani, Sümmani, Karacaoğlan, Köroğlu türkülerle diyeceklerini demişler. Karacaoğlan: Türkülerle güzellerin, Dadaloğlu da padişahın fermanını yazmış. Her konu türkü bahçesinde yeşermiş, olgunlaşmış bize ulaşmış.  Karadenizli hiç çekinmeden: Efkârlı günlerinde ramazanın gelmesini, kapının eşiğini, çocuğunun beşiğini, kayıkçının küreğini türkülerle anlatmış.  

Zileli Sadık Doğanay’dan repertuvar kayıtlarına geçen: Bağlantısı: Mah yüzüne bir nikap çek ben yandım el yanmasındizeleriyle biten türkü deki sözler sevgi ateşiyle yanmanın, kavrulmanın nefis bir ifadesi olarak kayıtlara geçtiği gibi imansız birinin imana gelmesi de enfes bir şekilde anlatılmıştır. 

“Gözlerin inkâra benzer ebrular keman olur*[1]

Yüzünü görse bir kâfir şüphesiz iman bulur

Her kaçan yüzüne baksam katlime ferman olur 

Mah yüzüne bir nikap çek ben yandım el yanmasın” 

Dörtlüğündeki deki Yüzünü görse bir kâfir şüphesiz iman bulur dizesiyle imansızların bile imana geleceği müthiş bir ifadedir. Yüzüne bakanın tebdili şaşar. Çarpılır. Din değişir. Müslüman olur. Onun için mah yüzüne bir örtü geçir beni yaktın başkaları yanmasın. 

Merhum Haydar Aslan’ın okuduğu bir Çukurova bozlağı vardır.  Burcu burcu toprak kokar. Toros Dağları kokar. Yavşan kokar. Kekik kokar. Çukurova kokar. Ovanın ipil ipil eden sarı sıcaklarını serer gözler önüne. Karşı yaylaya tırmanan katar katar göçler gelir aklınıza. Sevdiğinin üstüne kol kanat germenin en açık ifadesi vardır o sözlerde. Dulda olmak, gölge olmak karışmıştır birbirine. Salını salına gelen sevdiğim / Gel böyle salınma göz değer sana / Alların üstüne yeşil giyinme / Zalim düşmanlardan söz değer sanadizeleri ok olur saplanır yüreğinize. Anlatım sade ve yalındır. Kır çiçekleri gibidir.  Uyaklar arasındaki uyum, sevgiyi, sevişmeyi hatırlatır sizlere. Hani esen yelden, uçan kuştan kıskanırım diyen dizeler sanki bu sözlere nazire yapar. 

Bozlağın her dörtlüğü ayrı bir güzellik arz eder. Sözle müzik arasındaki uyum tek vücuttur. Halkın duygusu bu dörtlüklerle, haykırışla arşı alaya ulaşır: Salınıp gelende kimin yârisin / Böyle sallandıkça dünya malımsınYüceden yüceye Toros Dağısın / Sabahın güneşi tez değersanadizeleri konuyla ilgili söz söyleyecek olanlara pes dedirttirecek niteliktedir. Sevdiği yücelerden yüce. Toros dağları gibi. Erişilmez, ulaşılmaz. Onun için de sabahın güneşi sevdiğine tez ulaşır. Güneşin sevdiğinize tez ulaşmasını siz nasıl anlatırsınız. Hangi kitaba hangi dizelere sığdırabilirsiniz. Sabahın güneşinin tez değmesi, sevdiğinin Toros Dağları kadar yüce olması ancak gönül dediğimiz izafi kavramla dile getirilir. İşte o da deli gönül dediğimiz kavramla müthiş bir şekilde dile getirilmiştir. 

Son dörtlükte İrfani tapşırır:İrfani’yim kimse yârin övmesin /  Çözemedim ak göğsünün düğmesin Topla fistanını yere değmesin Yollar sulanmamış toz değer sana diyerek az sözle büyük bir sevgi selini dile getirir. Ayrıca dörtlüklerdeki: “Göz değer sana / Söz değer sana / Toz değer sana”uyakları bir ananın çocuğuna ninni söylemesi gibi dinlendirici ve liriktir. Böyle olduğu için de âşıklar türkü üstüne türkü yakmış. Bu türküler bir gün öldürür beni diyerek duygularını dile getirmiş. Türkülerin tüm özelliklerini, güzelliklerini ortaya koymaya çalışmışlar. “Kadrin bilmeyenler alır eline / Onun için eğri biter menevşe” dizeleriyle değer vermeyi, “Canım esirgemem billahi senden / Götür sat pazara kölem var deyi”söyleyişiyle de sevgiye olan sadakati dile getirmişler. 

 Anadolu‘da “Gözüm seyiriyor”tabiri yaygındır. Sağ göz seyirimesi hayra, sol gözün seyirimesi şerre yorulur.  Hayra yorulan göz seyirimesi: İyi bir haberin, gurbetten birinin geleceğine, ya da yolculuğa çıkılacağına işarettir. Tabi bu halkın değerlendirmesidir. Tıpta göz seyirimesi: Dışardan bakıldığında fark edilemeyen, ancak göz kıpırtısı ile insanı rahatsız eden, gözün çevresindeki kasların titremesiyle oluşan bir rahatsızlıktır. Genelde göz kapağında, gözün alt kısmında olur. Anadolu insanı bunları bilmediği için kendine göre değerlendirir. Yârinin geleceğine yorar. O duygusunu da türkülerle dile getirir. Balıkesir yöresinden repertuvara giren: Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek /  Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek / Sağ gözüm seyiriyor yar mı gelecekdizeleriyle bizlere ulaşan türkü halkın kabul ettiği değer yargılarının en güzel ifadesi olarak bize ulaşır. 

Türkülerde ayrılıkta çokça işlenen konulardandır. Seven konuşmaz. Derdini demez. Göğüs geçirir. İç geçirir. Kimseye diyemediği ayrılık derdini türkülerle söyler. Kederini dizelere döker. Merhum Nida Tüfekçi marifetiyle repertuvara giren bir Yozgat sürmelisinde.   

“Sabahınan esen seher yeli mi

Benim gönlüm divane mi deli mi

Durup durup yâr göğsünü geçirir

Yoksa bu gün ayrılığın günü mü”

 

diyerek nefis bir ifade kullanır. Ayrılık gününün geldiğini durup durup göğüs geçirerek ifade eder. Bu nasıl bir anlatımdır. Nasıl bir ifadedir. Göğüs geçirme ile ayrılık günü nasıl bütünleştirilmiştir. İç çekerek. Derin derin nefes alıp alıp vererek.Göğüs geçirerek. Hiçbir şey söylemeden: Durup durup yâr göğsünü geçirir/ Yoksa bu gün ayrılığın günü mü diyerek duygular dile ve tele dökülür. 

Onun için de bu toprağın türküleri gönlümüze ferman, yüreğimize derman olmuş. Onlar bize, biz onlara sevdalanmışız. Geçit vermez dağları onlarla aşmış, ulaşamadığımız yerlere onlarla haber salmışız. Arı misali her çiçekten bal alan, çiçekten çiçeğe konan türkülerimizbulut olmuş göğe ağmış, yağmur olmuş yere yağmış. Sevgilileri Maçka’da buluşturmuş. Sonra da: Ahrazı dile, bülbülü güle, arıyı da bala getirmiş. Dile, güle, bala gelen türküleri bilenlere ne mutlu.

[1]*Ebru: Kaş. Mah yüz: Ay gibi yüz. Nikap: Yüz örtüsü, perde.

Yazar
Halil ATILGAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen