Hoca Ahmed Yesevî’nin Mirası (Dîvân-ı Hikmet ve Dervişleri)

Hilmi ÖZDEN[i]

Özet

Hoca Ahmed Yesevî, Türkistan coğrafyasında dünyaya gelmiş, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileri ile Türk dünyasını asırlardır aydınlatan büyük bir Allah dostu ve düşünürdür. Onun fikirleri ve düşünceleri Anadolu, Balkanlar ve Karadeniz kuzeyindeki Türkler tarafından günümüze kadar yaşatılmıştır. En ünlü eserleri Divan-ı Hikmet ve Fakr-namesi’dir. Yetiştirdiği öğrenci sayısının doksan bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayede Türklüğe istikamet göstermiş Türk soylu halkları İslâm inancı etrafında birleştirmiştir.

Anahtar Kelimeler: Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, talebeleri

THE HERITAGE OF HODJA AHMED YESEVI

(Dîvân-ı Hikmet and Dervishes)

Abstract

Hodja Ahmed Yesevi is a great God-friend and philosopher who has come to the world in the Turkestan geography. His works and the students have enlightened the Turkish world for centuries. His ideas and thoughts were kept alive by the Turks in the northern part of Anatolia, the Balkans and the Black Sea. His most famous works are Divan-ı Hikmet and Fakr-namesi. It is estimated that the number of students trained is around ninety thousand. In this way, the Turk noble peoples have been united around Islamic belief.

Key words: Hoca Ahmed Yesevi, Dîvân-ı Hikmet, Dervishes

I

Andolsun ki biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendi iyiliğine eder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye layıktır.

Lokman Suresi/12. Ayet

XVII. yüzyılda kaleme aldığı Seyahatname’si ile yaklaşık dört asırdır insanlık ve Türk tarihine ışık tutan Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Osmanlı topraklarındaki  Yesevî-Bektâşî dervişlerinden bazılarını şöyle özetler: “Rumeli’de Sarı Saltuk, Deliorman’da Demirci Baba, Niyazabad’da Avşar Baba, Merzifon’da Pir Dede, Bulgaristan Varna-Batova’da Akyazılı, Bursa’da Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’nda Horos Dede, Yozgat’ta Emir Çin Osman, Tokat’ta Gaj-Gaj Dede, Zile’de Şeyh Nusret, Nevşehir’de Hacı Bektaş-ı Veli, Amasya’da baba İlyas”. 

Şu sözleri ise Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Türk Coğrafyasının mutasavvıfların gönül terleri ile nasıl yoğrulduğunu anlatır:

 “Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevînin halifelerinden Şeyh Lokman ki Horasan erenlerindendir. Vâlid-i büzürgvârı(geleceği gören) Hacı Bektaşi Şeyh Lokmana tilâmizliğe verüp Hacı Bektaş anlardan ulûm-ı zahire ve bâtımayı tahsil eyledi.”“.. devletleri müebbed ola deyü yetmiş aded kibâr-ı evliyaullah Horasanda Yesu şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri huzurunda hayr dua ve senalar edüp yedi yüz fukarasıyla Hacı Bektaş-ı Veliyi Devlet-i Âl-i Osman’a muin ü zahir ola deyü gönderüp…”“Amma (Hacı Bektaş) irşadı Hoca Yeseviden görüp Rûm erenlerinden olmağla izin taleb edüp yedi yüz fukara ile Seyyid Muhammed-i Buhari-i Saltık ile Hacı Bektaş’ı Rûmda Osmancığa gönderüp Mevlânâ-yı Rûmi ve Hacı Bektaş-ı veli ve Şems-i Tebrizi ve Muhyiddin-i Arabi ve Karaca Ahmed Sultan ve gayrı yetmiş kibâr-ı evliyaullahların bin yirde haşrolup sohbet-i has edüp Orhan Gazi asrında Hacı Bektaş-ı Veli iştihar bulup yeniden çeri yani yeni-çeri peyda edüp Rûm diyarların Orhan ile maan feth edüp yedi yüz fukarâlarının cümlesin feth olunan şehirlerde sâhib-i seccade edüp Muhammed Buhari Sarı Saltık Bayı Kafiristana gönderüp Dobruca ve Eflak ve Boğdan ve Leh ve Moskovda çok gazalar edüp “Saltık” namıyla iştihar verdi. Anınçün hâlâ Rûmda yedi yüz âsitâne-i Bektaşiyân(Bektaşi Tekkesi) vardır. Badehu Hacı Bektaş-ı Veli sene (—) tarihinde yine Orhan hilafetinde mehûm olup Orhan, cenâze-i Sultana hazır olup Kırşehri’nde defn etdiler.”[2]

Dîvân-ı Hikmet’ten alıntılayacağımız bazı sözler ile Ahmed Yesevî’nin hikmet mirasının yolculuğuna başlıyabiliriz: 

“Bismillah” deyip söze bağlayarak, hikmet söyleyip/  Erenlere inciler saçtım ben hey!/ Sürekli riyazet yaparak, çok sıkıntı çekip/  “Defter-i sânî” sözünü açıkladım ben hey! 

Sözü, Hakk’ın cemalini (temaşa etmek) isteyenler için söyledim./ Damarı (damarla) birleştirircesine, canımı canana (Tanrıya) bağladım./ Garip, yoksul ve yetimleri gözetip kolladım./ Kaygısızca gününü gün eden kimselerden uzak durdum ben hey! 

Nerede gönlü kırık (bir kimse) görsen, derman ol derdine./ Yolda bir mazlumla karşılaştığında, (yakınlık gösterip) yoldaş et kendine./ (Böyle davranırsan), mahşer gününde, (temaşa edecek derecede) yakın olursun (Allah’ın) cemaline. / (İşte bu mertebeyi kazanmak için) “Ben” diyerek (benlik satıp)/ Böbürlenen kimselerden uzak durdum ben hey!/ 

4/ Garip, yoksul ve yetimleri Hz. Muhammed (her zaman) sevdi./ Miraç’a çıkıp Allah’ın cemalini temaşa etti./ Ondan sonra, garip ve yoksullara (daha da) ilgi gösterdi./ (İşte bu yüzden) ben de gariplere sürekli ilgi gösterdim hey!/ 

5 /Hz. Muhammed’in ümmetinden isen, (her zaman) gariplerin yanında bulun. / Âyet ve hadis okuyanlara kulak ver, (onları rehber edin)./ (Aç gözlü olma;) Razzâk (olan Allah’ın) verdiğiyle yetin./ Ben yetindim ve (aşk) coşkunluğunun şarabını içtim hey![3] / 

22 Kâfir (de) olsa, (kimseyi) incitme; (bu), Hz. Muhammed’in sünnetidir./ (Bil ki) taş yürekli merhametsiz kimselerden Allah (da) hoşnut değildir./  And olsun, böyle kullar için Siccîn hazır (beklemektedir.)/ (Bu) sözü, ilim sahibi kimselerden işitip söyledim ben hey![4]

169. /“Erkek ve kadına, oğul-kıza ilim farz dedi, /Taleb ül-ilmi farizatun” deyip Resul söyledi,/  “Ma yecüzu bihis-salat” ilim zaruri, / Diri varsınız, ta ölene dek okuyun, dostlar”[5].

Ahmed Yesevî mirası, dilden (gönülden)  dile (gönüle) aktarılan Dîvân-ı Hikmet adlı muhteşem eseri ile Türk yurtlarının her köşesine gönderdiği dervişleri ve halifeleridir. Onun Anadolu’daki sonsuz sedalarından biri olan Hacı Bektaşı Veli, Makâlât adlı eserine göre; Şeriat’te bulunan on makamdan üçüncüsü, ilim (yani bilmek)dir. Çünkü bilmeden yapılan dini işlemler sapıklık olur; buna karşılık fiilen tatbik edilmeyen kuru bilgi de vebal ve mes’uliyetten ibaret olur. İlim öğrenmek her erkek ve kadın Müslüman üzerine “rabbaniler (din bilginleri veya Tanrısal kullar) olunuz.(al-Kur’an III 79) âyeti sebebiyle bir zorunlu ödevdir.[6] Marifetin yedinci makamı ilimdir der: “Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Dünyanın durması dört şey üzerinde ve onlar sayesindedir: Alimlerin ilmi, hükümdarların adaleti, cömertlerin el açıklığı ve yoksulların duaları”[7]. Hakikatteki onuncu makam ise iç gözüyle gözlemde bulunmak. Tanrısal bilimi (ilm-î ledünni;) öğrenmektir. Allah’u Taâla nın şu sözü gereğince “Biz ona (Hızır’a) kendi tarafımızdan ilim öğrettik.” (al-Kur’an XVIII/65)[8]

II  

Ahmed Yesevi’nin önde gelen halifelerinden Sufî Muhammed Danişmend’in kaleme aldığı Miratü’l-kulub risâlesindeki tasnife göre Ahmed Yesevi tasavvuf yolunu klasik şeriat-tarikat-hakikat üçlemesi ile açıklamaktadır[9]: “Hz. Hâce Ahmed Yesevî’den çok önceleri, Adem (a.s.)a şeriat verildi. Sıra İbrahim (a.s)’a gelince tarikat verildi. Muhammed Mustafa (s.a.v.)e gelince hakikat verildi. O zaman Hz. Rasûlullah (s.a.v.) münâcâtta bulundu: “İlâhi! Bu hakikatla yürümek zordur. Ümmetlerim bu yolla amel edemez âsi olurlar, deyince Allah Teali (c.c.) ferman buyurdu: “Senin ümmetlerine şeriatı, tarikatı ve hakikati verdim. İsterlerse ikisinden yürüsünler. Ama ey Muhammed (s.a.v.)! Hakikati herkese söyleme, ancak arif ve âşık olanlara açıl, söyle. Çünkü bu anlatılamayacak sır ilmidir, dil ile anlatma…” dedi. Arif, kelime olarak tanıyan, sezen, anlayan demektir. Arif olmak kabiliyeti, sûfilerde “irfan”‘ sözüyle dile getirilir. Alim olmak, okuyup bellemekle mümkündür; fakat irfan, Tanrı vergisidir. Bu yüzden de tasavvufta irfan, ilimden çok üstündür. Şeriat îmânı, tarikat imânı ve hakikat imânı nasıl olur? diye sorulursa cevap olarak de ki: Şeriat imânı, kelime-i tayyibe, kelime i tevhid ki. “Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka tapılacak yoktur.) okumak; tarikat imânı, Allah Teâlâ (c.c.)dan korkmak ve hakikat imânı, dürüstlük ve samimiyet ile Hakk Teâlâ (c.c.)’ya yönelmektir.”Sultânü’l-ârifin Ahmed Yesevi “Şeriat, zâhiren uzuvlarla amel etmek; tarikat, kalp ile amel etmek; hakikat ise sır (kalbin içindeki cevher, gönül) ile amel etmektir” sözü ile bu izahı genişletir. “Bu Miratü’l-kulûb risâlesinin yazılmasının sebebi şu idi ki, tüm sûfiler, sabah ve akşam belki sürekli zikir halkasında doğru bir hâl içinde iken, günlerden bir gün Hazret Sultân Ahmed Yesevi’ye: “Şeyhlik ve müridlik hakkında ve bu yüce silsilenin sülük (usûlü) ve tarikatı konusunda bilgi verseniz, sizden sonra ehl-i tarikata hâtıra kalır”, diye arzettiler. Sonra bu risâleye Miratü’l-kulûb adı verildi yani ‘Gönüller Aynası’. Her kim aynaya baksa yüzünü görür ve gayb aynası olsa onu da (= gaybı da) görür. Binâenaleyh her kim bu kitabı okusa ve kendi kusurunu görüp bilse, onu telâfiye çalışıp tevbe ve istiğfar ile benliğinden geçse, ümit edilir ki Allah Teâlâ o kusur ve günâhı afveder. Her sâlik ki bu risaleyi okusa veya okuyandan dinleyip amel etse, kalp gözünü açsa, onsekiz bin âlemdeki acâib ve gariblikleri görse, kıyâmette -inandık ve tasdik ettik- Allah Teâlâ Zülcelâl (c.c.) ile buluşup keyfiyetsiz olarak Vechullah’ı görse, (bu) hiç acâib ve garib (bir hâl) olmaz. Sultânü’l-ârifin Hz. Hâce Ahmed Yesevi buyururlar ki: Şeriat, uzuvlarla yani zâhirle amel etmektir. Uzuvlarla (bi’l-erkân) kelimesinden maksad, farz, vâcib, sünnet ve edeblerin tümü olur. Ama şeriatla yürüdüm deyip iddiada bulunanlar, Müslüman olarak adlandırıldılar. İddiâlara maneviyât gerekir. O maneviyât da şudur ki. Hakk Teâlâ (c.c.)’nın emri kullarına iki şekilde olur: Emredilen iyi işler (farz) ve yasaklanan kötü işler (haram). “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz”(Âl-i İmrân, 3/110) buyurdu. Mü’min ve Müslüman diye adlandırılanlar, tüm emredilenleri yerine getirip yasaklananlardan sakınsalar, şeriatta iddiâları doğru, mü’min ve Müslümanlıkları da dürüst olur. Hakk Teâlâ (c.c.)’nın hakikî kulları olurlar[10].

Ahmed Yesevî’nin ifadelerinde, nasihat, irşâd ve tenkid iç içedir. O. böylece, yalnız ideal olanı normatif “iyi” ve “iyilik” değil, üniversel olanı “kötü” ve “kötülük’ü de tanımlamıştır. Bu tanımlamaları, sadece dini bir çerçeve içerisinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü Türk milletinin milli değerlerini ve asli müştereklerini İslamî değerlerden ayrı düşünmek de eksik ve yanlış bir anlayışın neticesi olur. Yesevî’nin ifade etmeye çalıştığı “Türkler; millî ve manevi değerler manzumesinde dünyada gerçek anlamda.” iyi insan ve lider insan olma” niteliğini tarihin her safhasında sürdürmüşlerdir.[11]Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî düşüncesinde tespit ettiği insan tiplerini şöyle ifade etmektedir: 

1. İyi-Kötü İnsan Tipi:”O şeyhler ki müritlerinden açgözlülükle bir şeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid’at ehlini iyi görürler ve sünnet ehlini kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâ mahremlere göz salarlar (bakarlar) ve kötülüğü âdet edip Allahu Taâlâ’nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. (onların) müritleri de dinden çıkmış olur. kendileri de dinden çıkmış olur ” “Şeyh odur ki yardım alsa,  hak etmiş olanlar verir. Eğer alıp kendi yese, murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse, o elbise eskiyene kadar Hak Teâlâ(onun) namaz ve orucunu kabul etmez. Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hak Teâla onu Cehennemde türlü azaba uğratır.”   metinde ki açgözlülük, küfür, dalâlet, bid’at, başkasına kem bakma. Fena işlerle iştigal etme, kötü insanlarınpaylaşma, sadelik, mütevazılık ve doğruluk da iyi insanların temel vasıflarından olagelmiştir.

2. Aydın İnsan Tipi:” Yine sûfî o kimsedir ki her işten gönlü soğuk olmalı, nefis ve şehvetlerden arınmış olmalı, içi âfetlerden arınmış olmalı, davranışları temiz olmalı, içi pişkin, gözü(her) iki dünyaya kapalı, kafası aydınlanmış olmalı” 

3. Alp-Eren İnsan Tipi:”Fakr makamı sekizdir: İlki tevbe’dir, ikincisi ibadet’tir, üçüncüsü sevgi’dir, dördüncüsü sabır’dır, beşincisi şükür’dür, altıncısı rızâ’dır, yedincisi züht’tür, sekizincisi âfiflik(namuslu)’tir29.Zikredilen sekiz fakr makamı, asırlardan bu yana insanlar, ister derviş olsun, ister kadı: ister bey olsun, ister kara budun Türk milletini günümüze kadar şan ve şeref dolu sayfalar bırakarak taşıyan “Alperenler’in” “erenlik” vasıflarıdır. Bu son derece kıymetli manevi özellikler, islâmiyet’le beraber milletimizin aldığı ve kendi bünyesine uyarladığı, ihtişamlı, fakat mütevazı parıltılardır. Hoca Ahmed Yesevî’nin tarif ve işaret ettiği işte bu “erenlik”tir. “Fakr mertebesi yedidir:Civanmert’tiktir, sipahilik’tir, gariplik’lir, hırka’dır, sabır’dır, kanaat’tır, tevekkül’dür”  Hoca Ahmed Ycsevî. bu sözleriyle “madde ve ruh” dünyasını birleştirmektedir; “erenlik” manevi âlemin, “alplik” ise maddi âlemingereğidir. Başlangıcından itibaren “alp” olan Türkler, islâmiyet’in verdiği dinamizmi “erenlik’e katıp daha büyük işleri, daha mukaddes amaçlar için gerçekleştirmişler ve alp-eren olmuşlardır.

4. Nefsini Terbiye Eden İnsan Tipi:Ahmed Yesevi“Ey derviş, şeyhler daha önce gelenlerin fakirliğini kabul edip sözlerine uyup, ahkam ve erkânlarını bilip geçici istekleri terk edip, nefsi mücahede yayı ile parçalayıp, kendisine naat ettirip ve kanaatı âdet hâline getirip, kazasına razı olup, belâsına sabredip, nimetine şükredip, bildirilen risâleye göre amel edip Hüdâ-yi Taâlâ ‘nın emirlerini yerine getirse dervişlik adı ona uygun olur.” “Ve şeyhlik mücahede makamıdır ve dünya ehli yüceliği diler ve öbür dünya ehli alçak gönüllü olur ve hakirliği diler.” “Türk, nefsine hâkim olduğu, büyük ve küçüğünü bildiği, alçak gönüllülüğü elden bırakmadığı ve Kur’an ‘a uyduğu sürece büyük işleri başarabilmek azmini kendinde bulmuş ve başarmıştır.” demektedir[12].

III

Işk bâbını Mevlâm açkaç menge tekdi

Tufrak kılıp hâzır bol dep boynum eğdi

Bârân-sıfat melâmetni okı tegdi

Peykân alıp yürek bağrım teştim mena[13]

Tanrım aşkının kapısını bana açtı; açar açmaz, aşkı (bütün benliğimi) kapladı. (Bu sevgi) benliğimi aldı gitti; (beni) Hakk ın huzuruna götürüp kul etti.

(Bu halimden ötürü de) kınama okları (üzerime) yağmur gibi yağdı.

(Bana değen bu okların) sivri uçlarını, yüreğime ve ciğerime sokarak delik deşik ettim ben hey![14]

Hoca Ahmed Yesevî 

Melâmet “Kınama, kötüleme, karalama” demektir. Melâmiler hakkında kullanılır. Melâmîlik sûfilikten oldukça farklı bir yoldur. Daha doğrusu bir meşrep, bir yaşama ve uygulama tarzıdır. Melâmet yolunu tutanlar için esas olan ihlâs ‘tır. Bu gibiler ibadetlerinin görülüp bilinmesinden, günahlarının ise gizli kalmasından rahatsız olurlar. İnsanlar çoklukla işledikleri günahların ve yaptıkları kötülüklerin ortaya çıkmasından, bilinmesinden rahatsız oldukları hâlde, kusur ve eksiklerinin açıkça görülüp kınanması melâmetîlerin hoşuna gider; bu yüzden de bir melâmeti, farzları terk etmemek ve haram olanı işlememek şartıyla, yerleşik gelenek ve göreneklere, ortak anlayış ve değerlere bilerek ve isteyerek karşı çıkar, aykırı davranır; bu yüzden de kınanır, ayıplanır, kötülenir ve karalanır. İşte gördüğü bu gibi tepkiler kendisine savrulmuş taşlardır ve özellikle derviş edebiyatında ‘melâmet taşı (=seng-i melâmet) ile bu tür tepkiler kastedilmiş olur. Bu meşrebe sahip olanlar için nefis ancak bu yolla terbiye edilebilir[15].

Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet ve takipçilerinde Melameti veya Melamilik kavramı çok bariz bir şekilde görülürdü.Horasan’da Türk damgasını taşıyan en büyük tarikat (yol), 9. yüzyılda büyük karmaşa ortamında, düzensizlik içinde gelişen Melamilikti. Tasavvufa karşı çıkar gibi görünerek, kendi görüşünce bir tasavvuf yaratmaya çalışan bir yoldu bu. Horasan damgalı ve Türk’tü. Bu nedenle Melâmiliğe, Horasaniyye, mensuplarına da Horasan Erleri, Horasaniler de denilir oldu. Birbirlerini yıkan, birbirlerinin can düşmanı Müslüman topluluklarının yaydığı karamsarlık içinde bir umut kapısı, dağınıklığa karşı birleşme çaresiydi bu. Dünya hırsından, büyüklükten, böbürlenmelerden tiksinen, kendi kendilerini hor gören bir yoldu. “Melâmet” sözcüğünün Arapça sözlük anlamı olan kınanmaya, horlanmaya, benliği, hırsı ortadan kaldırmaya dayalı bir yol.

Bu yolun kuruluşunda hiçbir tören yoktu. Katılanlara bir öğretim, özel kıyafet, tekke zaviye tavsiye edilmezdi. Dünyanın her hangi bir köşesinde kişi Melami olmak istese kıdemli tecrübeli birine gider sorardı.

“— Ne İstiyorum?”

“— Hakkı.”

“— Hakk’ı isteyen, Hakk’tan özge her şeyi gönlünden çıkarır. Sen de öyle yap.”

İşte giriş töreni buydu. Artık Melâmî idi o kişi. Melâmi’lerin bir de sevinci vardı. Ölümsüzlüğe inanırlardı. “Her şey Tanrı’dan geliyor, ölüm yok ki” derlerdi. Bu sevinç, bu ölümsüzlük sevinci, Melâmi’lerin “Melamet neşesiy”di.

Tarikatler 12. yüzyıldan sonra Batıni’likle karışmaya başladı. Melâmi’ler bütün tarikatleri üç bölümde kabul ediyorlardı:

1. Zahir bilginleri (Şeriatçılar),

2. Bâtın bilginleri (Tasavvufçular),

3. Melâmî’ler (Yani kendileri).

Melami’lerin gözünde tarikatlar üçe ayrılıyordu: Şeriatçı tarikatlarla, tasavvufçu tarikatları kabul ediyorlar ama kendileri bunların dışında bir topluluktu. İşte Horasan’daki Türk’leri, Anadolu’ya ve Türk’lerin yaşadığı öteki bölgelere yayılan Türk’leri etkileyen ilk ve en büyük yol buydu! Horasan’dan gelen Hacı Bektaşi Veli’nin İslâmi görüş açısını oluşturan ilk tarikatta budur. Hacı Bektaşi Veli, Melâmliğin etkisinde kalmış bir Horasan Türk’üydü. “Hak’tan başka ne zahiri, ne de batini keşif ve keramete itibar edilmez. Bize Tanrı gereklidir. Peygambere benzememiz gerekir” diyen, Melâmilikten öz suyu emmiş Hacı Bektaş’ı, dar bir tarikat içinde gözlemek hem yanlıştı, hem de imkân dışıydı.

Türk olan adını Hacı Bektaş-ı Veli ya da Veli Hacı Bektaş olarak söylenmelidir. Hacı Bektaş’tan ayrı düşünülmeyecek Ahilik ise, Arapçada “kardeşlik” anlamına geliyordu. Bu yapı ilk kez Fütüvva adiyle Abbasi halifelerinden Nasserred din-i billah’ın izniyle kurdurulmuştu. Selçuk Türkleri arasında bir esnaf örgütü olarak kurulan Ahilik, Fütuvvât ehlinin davranışlarından etkilenmiş olabilir ama, onun asıl güçlü kökeni Horasan’dır ve Anadolu’ya, Osmanlı İmparatorluğunun her köşesine kollar halinde yayılan tarikatlara en büyük kaynak ise Ahiliği de içeren Melâmiliktir. 

IV

Melâmi’lerin kendi aralarında kardeşliğe, kardeş kuruluşu olmaya verdikleri önem, Selçuk “ahi”lerinde bir dünya düzeni haline de dönüştü. Gide gide işçiler arasında yayıldı ve esnaf birliklerini oluşturdu. Ne var ki Ahi’ler bu kadarla da kalmadılar. Ortak sofralarda yemek yediler. Başkanlarına teslim ettikleri kazançlarını bir kesede toplamış olarak ortaklaşa kullandılar. Şalvarlı ve yanlarında bıçak taşıyan Ahi’lerin, birbirlerini tanımaları, yardımlaşmaları için başlıklarına ak bir şerit taktıkları görülürdü, içlerinden biri saldırıya uğrarsa hepsi onun yardımına koşsun diye. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında, özellikle Sultan Osman ve Orhan dönemlerinde Ahi’lerin, devlete büyük yardımları oldu. Anadolu’da düzeni sağladılar. I. Murat, Ankara kalesinde, onlara bağımsızlık bile tanıdı. Sonradan bu kaleyi onlar, yine kendi elleriyle Osmanlılara bıraktılar. Osmanlılar, kuvvetlenince, bunların gücünden ürkmüş ve siyasal düzenlerini ortadan kaldırmıştı.

Ezilenleri koruyan, ezenleri cezalandıran, toplumsal düzenin kardeşlik, hoşgörü, yiğitlik ve kahramanlıkla sağlanacağına inanan Ahilerin şu dört ilkesine dikkat edilmelidir. Türklüğün ve İslâmlığın şanına çok uyuyordu:

1. Güçlü iken bağışlamak,

2. En öfkeli anında bile yumuşak davranmak,

3. Düşmanına bile iyilik etmek,

4. Kendi muhtaçken başkalarına verebilmek[16].

Horasan ehlinin ulularındanken 1270 yılında Anadolu’ya geldiği bilinen Hacı Bektaş’ın ruhî oluşumuna katkıda bulunan etkenlerin en önemlisi Melâmilikti. Horasandayken, karakter yapısı Türk ve insancı olan bu tarikatten etkilendiği kesin olan büyük velî’nin kimliği üzerinde bugüne kadar yapılan araştırmalardan, onu bektaşiliği, yani yeni bir tarikati kurmuş gibi gösterenlerin yanılmaktadır. Ne var ki, kendisinden esinlenerek kurulan Bektaşîlik’te de Melâmilik’ten yüce pir’e, yansımış ortak özellikler bulunmaktadır. Orta Asya’da bir Türk soyundan geldiği kesin olan Hacı Bektaşi Veli, Hazret-i Muhammed soyuna ve özellikle Hazret-i Ali ye bağlılığı dikkate alınarak Hazret-i Ali’ye kadar dayandırırlar. Bektaşîlerin soy sopunu kaleme alan Silsilenâmelerde, Bektaşîlerin silsilesi, yüce pîre gelene kadar şöyle sürdürülür:

Hasan-ı Basri, Habib-i Acemi, Davûd-i Tâî, Ma’rûf-i Kerhî, Şeyh Sırrı-i Sakati, Cüneyd-i Bağdadi, Abû Alî Merâgi, Şeyh Abû Ali Hassan, Şeyh Abû Hasan Mağribi, Şeyh Abû Kasım’ol Gurgaanî, Şeyh Abol Hasan Harkaani, Şeyh Abû Farmidi, Fadl İbn Muhamedd Tûsi, Hoca Ahmed Yasevi, Hoca Yusuf Hemedâni, Şeyh Lokman ül Horasanî, Esseyyid Muhammed Bektaş-ı Veli ibn-i İbrahim üs sani”. “Hacı Bektaş bir tarikat piri değil,bir Allah ulusudur, bir Tanrı velisidir. Bir tarikat kurmuş olsaydı bile onu yine başımızda taşıyabilecektik. Ne var ki Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi, Bistamlı Bayezid nasıl bir tarikat kurmayı düşünmemişlerse, nasıl kendilerini en yükseğe yüceltecek olan veli derecesini, dinsel bazı tören ve âyinlerle daraltamayacaklarsa ve nasıl tarikatın çerçevesi içine sığamayacaklarsa Hacı Bektaş için de durum tıpkıdır. Tarikat ki, şeriatin dışında değil, içindedir de, onun dar yorumcularının, zaman zaman karşısındadır. Allah’a akılla, ilimle, hür bir görüş açısı içinde bağlanmak, sonra aşk adını verebileceğimiz iki çift kanatla ulaşmaktır. Hacı Bektaş’da ufukları dar, çıkarcı, korkutucu, yüz yıllardır cehennemi öneren birçok din hocasının yanında değildir. Gerçi Tanrı sevgililerinin pek çoğu, hoşgörüyü, tadamadıkları aşkı, ulaşamadıkları Allah’ı İslâm’da çizdikleri yol olan tarikatlerde bulmuşlardır[17].

Ama bu özgür, sevda dolu hava, bir Hacı Bektaş’a, bir Mevlânâ’ya yetemezdi. Hacı Bektaş’a bağlanan, kendisinden bölümler bulunduğu kesin olan Vilâyetnâme’yle Makaalât’ın satırların da “ yüce Hünkâr’ın, ısrarla şeriat hükümlerine bağlılığına işaretler vardır” “Çün salât ve selâm ol Resûl’ullah hazretine ve âline olduktan sonra ol esrar dolu ve lâtif sözlü ve güler yüzlü, Makaalât ıssı” denilip Peygamberimize ve soysopuna selâmdan sonra “sözleri gizemli ve yüzü hoş ve güleç olan” Makaalât sahibinin, en büyük özelliğine; şeriat soyundan gelmişliğine ve şeriatın yüz suyu olmasına değinilir. Arapçada sözlük olarak şeriat, halkın ırmaklardan su aldıkları yerdir. Yazılışındaki iki anlamı da kapsamak üzere Hacı Bektaş için “Şeriat soyu” ya da “Şeriat suyu” denilmesi anlamlıdır. Aynı kitapta, daha sonra Hacı Bektaş’ın, büyük Hünkârın görüşleri açıklanır. “Önce topraktan, ikinci olarak sudan, üçüncü ateşten ve dördüncü yelden yaratılan dört topluluğun Allah’a kulluk edenler olduğu ve yelden yaratılan dördüncü türün Şeriat Milletleri” olduğu açıklanır. Yüce Hünkârın her görüşünün Kur’ân hükümlerine dayandığı anlatılır. Böylece Kur’ân’la birlikte açıklamalarını sürdürdüğü anlaşılmış olur. “Makaalât” Allah’a kulluk edenlerin görevini ise şöyle açıklar:“Abidlerin tâatleri namaz ve oruç ve zekât ve hac ve gazâ’dır.” Hacı Bektaş’ın Makaalât’ı Kur’ân’la birliktir. Ve Kur’ân âyetlerine dayanan yorumlara yer verir. Şerh-i Besmelede büyük Veli şöyle demektedir: “Ve bâd ben zaif kim bu kitabı kıldım ve ol şeriat hükümlerinin sırlarından bir şemme beyan ve takrir kıldım.” (Daha sonra ben zayıf ve âciz bu kitabı yazdım ve şeriat hükümlerinin sırlarından bir koku verdim, anlattım.”

Vilâyetname ise şöyle başlar: “Sonsuz şükür ve teşekkür ve yine sonsuz hamd ediş ve övgü, o benzeri bulunmayan, biricik ve tek yüce esirgeyici, evrende var olanların hepsini yaratan padişaha olsun ki!..” Ve sonra kitap kendi diliyle şöyle sürer: “Nakildir ki (anlatılır ki), Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî (Kaddes’Allahü sırreh’ulaziz) ol tarihte ve ol günde, ol saatte işrak (sabah) namazın edâ edip seccade üzerinde oturmuştu. Mübarek başını kaldırıp halifelerden yana teveccüh edip (dönüp) Sarı ismail’e eyitti (dedi).” Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli olarak da anılan “Vilâyetname”, türlü kâtipler eliyle 18. yüzyıl sonlarına kadar enaz altı kez yazılmış, taş basması yapılmıştır. En eski yazması, Hacı Bektaş türbesinde ki nüshadır. En eski Vilâyetname’nin 14. yüzyıl sonlarında yazıldığı ve Bektaşî tarîkatinin kurulduğu sıralarda kaleme alındığı anlaşılıyor. Bu en eski Vilâyetname’de türbenin kubbesini kurşunla kaplatan II. Bayezid’e manzum bir övgü de bulunduğuna göre, eserin, Bektaşiliği kurduğu anlaşılan Balım Sultanın posta geçişinden de önce yazıldığı anlaşılmaktadır. II. Bayezid döneminde yazıldığına göre 14. Yüzyılın sonlarında kaleme alındığı anlaşılmaktadır[18].

Birinci bölüm, Hünkâr’ın yaşamını, söylentilere göre dile getirir ve yüce Pîrin, sanı İbrahim’ussâni olan Seyyid Mehmed’in oğlu olduğunu açıklar. Sonra baba soyu açıklanır ve Hazret-i Muhammed’e kadar giden bu soysop uzanışı, Hacı Bektaş’ın seyyidliğine, yani Peygamber soyundan geldiği görüşüne dayanır. Bunu izleyerek eser Harûn-ar Raşid’in emriyle Bağdat’ta şehid edilen on iki imam zümresine dâhil, Musa Kâzım’dan ve soyundan söz eder.Vilâyet name, katkısız Türkçe anlatımlarla sürerken Hacı Bektaş pirin babası olarak nitelenen Sultan İbrâhim’in, Hatem Hâtûn’la evliliği, Hâtem Hatun’un yıllar sonra hâmile kalarak bir erkek çocuk dünyaya getirdiği dillendirilir:

“Müddet tamam oldu, bir oğlan dünyaya geldi. Yüzü de ayın on dördüne benzer. Pes, Şâdlıklar eylediler. Mübarek Esed’in (arslan) andını Bektaş verdiler. Burada rivayet çoktur. (Bu konuda söylenen çoktur.) Çün kim haml (gebelik) müddet tamam oldu, ol gece Hatun, döşekte yaturken rüyasında gördü ki kendüden âsânlık ile (kolaylıkla) bir oğlan vücuda gelmiş..” Şu bir kaç cümleden anlıyoruz ki Hacı Bektaşın öyküsü de sevgi abartmalarından, eklemelerinden, halk öykücülüğünden kurtulmuş değildir. İçinde pek çok gerçeklerin de bulunduğundan kuşkumuz bulunmayan Vilayetname, doğum bölümünü bağlarken küçük Hacı Bektaşın, annesi Hâtem Hâtûn’dan süt emmediğini, altı aylık olunca şahatdet parmağını kaldırarak: “Eşhedü en lâ İlâhe İllâ hû. Vahdehû lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühû ve eşhedü enne Aliyyen veliyullah” dediğini anlatır. Vilâyetname’nin bundan sonraki bölümünde babası Sultan İbrâhim’üsnâni’nin, Hacı Bektaş’ın eğitimine verdiği önemden söz edilir. Türkistan’daki en büyük Pîr Ahmed Yesevi’nin halîfelerinden olan Lokmân-ı Perende’nin üstün zekâlı Hacı Bektaşın hocası olduğu açıklanır. Bir gün iki yüce varlığın, Pîrin sağ ve solunda, kendisine Kur’ân öğrettiğini, sağdakinin Hazreti Muhammed, soldakinin de Hazret-i Ali olduğunu hocası küçük Hacı Bektaş’tan öğrenince şaşkınlıklar geçirir. Hacı Bektaşın, keramet göstermeye başladığı yıllarda, Badahşan kâfirlerinin elinde tutsak olan Ahmed Yesevî’nin oğlunu, bir kuş olup kanatlanarak nasıl kurtarıp babasına kavuşturduğunu, daha sonra Badahşan kentini savaşla kâfirlerin elinden kurtardığını işleyen Vilâyetname, Hünkâr’ın, Rumeli’ye (Anadolu’ya) geçişini, orada toplanan velilerin kendisini çekemeyerek Anadolu’dan uzaklaştırmak istediklerini, en sonunda hepsinin de onun yüceliğini benimseyerek birlik halinde çevresinde toplandıklarını açıklar. Hacı Bektaş’ın, Suluca Karahöyük ilçesini (bugünkü Hacı Bektaş) kendisine yerleşme yeri seçtiğini, buradan çıkarak zaman zaman köylere gittiğini, Anadolu’da Türk birliğinin, Türk dilinin korunmasına çalıştığını, Karaman oğlu Mehmet beye, “sarayda, okulda, her yerde Türkçe yazılıp Türkçe konuşulması” gerektiğini emreden bildiriyi yazdırtacak kadar Türk diline derin ve çok anlamlı bir önem verdiğini anlatan eser, onun bir çok kerâmetini, türlü Baba’larla kurduğu yakınlığı, Sarı Saltuk ve Huy Ata’nın, onun hırkası altına girdiklerini, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi ile, Sarı İsmail’in aracılığı sonucu haberleştiklerini, Ahi Evren’le dostluğunu, Anadolu Selçuk Türklerinin hükümdarı Sultan Alâaddin’in, Hacı Bektaş’a olan inanç, sevgi ve güvenini işler. Ayrıca Hacı Bektaş ilçesinden doğup yayılan, Tanrı nuru ile bezenmiş. Peygamber soyundan gelme Hacı Bektaş nuru ve öteki Tanrı ermişlerinin Türk ve İslâm birliğini korumak için halkı nasıl yalın inanç, yalın kılıç kıldıklarını gözlerimiz önüne serer. Bu arada Anadolu Selçuklu  Sultanı, Sultan Alâaddin’e, Osmanlı devletinin kurucusu (Sultan Osman) için beslediği ilk güven ve sevgi duygusunu Hacı Bektaş’ın telkîn ettiğini belirten Vilâyetname’de, başta, kolu açık Hâcim Sultan ve Resûl Baba Pîr Ebî Sultan ve Sarı İsmail olmak üzere, halifeleriyle olan ilişkileri belirtilir. Ve son bölümde de Hacı Bektaş Hünkârın ölümü ve o anda Sarı İsmail’in hazır bulunuşu, yüce Pir’in vasiyyeti anlatılır[19]

V

Ahmed Yesevî halka İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkanını öğretmek gayesiyle sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde bazı şiirler söylemiştir. “Hikmet” adı verilen bu şiirler, sanıldığı kadarıyla yakınındaki bazı dervişler tarafından kağıda dökülmüş ve yine Yesevî dervişlerinin dilinden en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılmıştır. Elde bulunan “Divan-ı Hikmet” nüshalarına Ahmed Yesevî’den sonra aynı tarzda eser veren bazı Yesevî dervişlerine ait olan ve yine “Hikmet” adı ile bilinen şiirler de karışmıştır. Daha sonra Divan-ı Hikmete katılan bu şiirlerin bir kısmında şairin mahlası yer aldığı için Ahmed Yesevî’ye ait şiirlerden ayırt edilmesi çok kolaydır. Ancak “Kul Ahmed”, “Miskin Ahmed”, “Hace Ahmed Yesevî”, “Miskin Yesevî” gibi mahlaslarını içeren bazı hikmetlerin Yesevî’ye ait olup olmadıklarının tesbiti titiz incelemeleri gerektiren bir uğraş olarak durmaktadır[20]. Bununla birlikte tüm hikmetlerin Türk Milletinin irfanî hafızasını zenginleştirdiği unutulmamalıdır. Hikmetlerde ’Dr. Hayati Bice’nin hazırladığı Divan-ı Hikmet[21] nüshası esas alınacaktır. Yesevî geleneğin ahlakî kavramlarını bugünlere aktarabilmek ve hayatta karşılığını bulmak gerekmektedir. Yani günlük hayatın içine nüfuz ettirmek icap etmektedir. Bunları hale dönüştürmek kişilerin gayretine bağlıdır. Alışkanlık haline gelmeyen her ahlakî bilgi pratiğe aktarılamaz. Tekrar ve tabiî bir tarz haline dönüştüğünde Yesevî ahlâk, bireyi ve toplumu yeniden inşa eder. Teori ve pratik bütünleşir. Bilgi ve fiilin tevhidi gerçekleşir. Satırlarda teorik olarak bu kavramları şu şekilde özetlemek mümkündür:

Divan-ı Hikmet’de Ahlâkî Açıdan Olumlu Kavramlar

-Hikmet

Aşık yanar candan yanar Hakk’ı sever/Allah için dünya kaygısın boşlar/ Bağrını deşip baştan ayağa kana boyar/ Aşık olup tek eyleyüp yürür olmalı(DH.102)/Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok /Deva sormayın aşk derdinin devası yok/ Bu yollarda aşık olsa dönüşü yok/ Canı /bedenden ayrı eyleyip yürür olmalı(DH.102)/Beden büyük ateşle bırakan canı başka/ Hikmet okur talip olur yetse söze/Kimi görse izini alır sürer göze/Akıl ve şuurunu bilge eyleyip yürür olmalı(DH.102)

-Bilgili Olmak

Hangi yerde azizlerin toplantısı olsa /O şu yerde hal ilmini söyleyesim gelir /Onların sohbetinden hoşlansam ben/ Özümü özlerine katasım gelir(DH.49)

-Amel-iman

Amel işlemeyen alim ilmini çiğneyip yürür /ölüp varsa dar kabirde canı yanar/ Allah, Rasul, dinin ne deyip korkuya düşer /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)/Bilgin kandil, halin fitil, yağı göz yaşım /Ne kadar söylesem nasib almaz taş gönlüm/ Yol üstünde toprak olsun aziz başın /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)/Essiz alim amel işlemeyip yolda kalır /Okuyup okumadan dünya malını ele alır/Ben benlikten essiz ömrünü harcar /Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH.79)

-İffet

Ulu küçük yaranlardan edeb gitti /Kız ve zayıf gençlerden hayâ gitti /’Haya imandandır deyip Rasûl dedi/ Hayâsız kavim acaipler oldu dostlar(DH.89)

-Rıfk

Dostlarımı rezil eyleyen nefs ve heva/ Onun için lanetti şeytan eyler kavga /Lutfeylesen ben-benliği eyleyim tamam /Riyazette canım incitip işlesem ben(DH.51)/ Sufilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak /Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak /Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek /Sufi-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın(DH.119)

-Saadet

Ey dostlar, bildireyim Hakk Resulü nden /Ümmet olsan, işitip salat-selâm söyleyin dostlar./O büyük  küçük alemler için rahmet/Ümmet olsan işitip salat-selam söyleyin dostlar.(DH.80)/Gein dostlar hep birlikte durup söyleyelim /Zikir bizi aydınlığa çeker imiş /Zikri ile devam eden aşıkların /Niyazları günden güne artar imiş.(DH.107)

-Sabır

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın /Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin/ Gömünüzde aşk olmasa, bana ağlayın /Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.(DH.54)/Kul olarak kulluk eyler Rabb’ine/ Tenini, canını esirgemez o Mevlâ’sına;/ Sabreder olup umul tutar vaadine /Cefasından gerçek âşıklar dönmez olur.(DH.127)

-Kanaat

Ahir zaman ümmetten süslerler evlerini;/Nefs hevaya sevinip bozar her an huylarını;/ Şan ve şefkatler ile dik tutar boylarını;/Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.(DH. 18)/Ahir zaman ümmetleri, dünya fâni, bilmezler;/ Gidenleri görerek ondan ibret almazlar; /Erenlerin yaptığım görüp göze iliştirmezler /Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.(DH. 18)

-Olgunluk

Aslın-neslin erlik suyu damlası/ Hası görsen sen özünden eksik deme/Adem oğlunda zerre kadar mana olmasa/ Sen onu adam görüp adam deme(DH. 132)/Duymasa mana sırrından adam değildir/ Sen onun suretin görüp mahrem deme/Eğer yürekte olmasa yüz derd yarası/ Sakın, kaç onu hemdem deme. (DH. 132)

-Hürriyet

Allahım beni salasın öz yoluna/ Nefs elinde harap tamam oldum ben işte/ Fısk ve fûcur dolup taşıp haddini aştı /Boğularak isyan içinde kaldım ben işte(DH. 24)/İlahi herkesi Kulluğa has eyle /Beni benden alıp bir kez özgür eyle(DH. 32)

-Cömertlik

Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip/ Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte. /Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup/ ‘İkinci defter’ sözlerini açtım ben işte.(DH.1)/Sözü söyledim, her kim olsa cemale talip /Canı cana bağlayıp, damarı ekleyip,/Garip, yetim, fakirlerin gönlünü okşayıp/ Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte. (DH.1)/Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol/ öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol /Mahşer günü dergahına yakın ol /Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte. (DH.1)/Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu/ O gece Miraç’a çıkıp Hakk cemalini gördü/ Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu/ Gariplerin izini arayıp indim ben işte. (DH.1)/Ümmet olsan, gariplere uyar ol /Ayet ve hadisi her kim dese, duyar ol /Rızık, nasip her ne verse, tok gözlü ol /Tok gözlü olup şevk şarabını içtim ben işte.(DH.1)/

-Cesaret

Nefsim beni çok yürüttü, Hakk’a bakmadan;/ Gece gündüz gamsız yürüdüm, yaşı akmadan; Hay u heves, ben-benlik ateşe yakmadan; /Gamla dolu olup yer altına girdim ben işte.( DH.13)Dalgıç olmadan mücevher için denize dalınmaz/ Candan geçmeden, dalmadıkça asla alınmaz/ Bir damlaya kanaat etmeden o inci olmaz/ Kanaat etmeden şevk şarabını içse olmaz(DH.126)/Gel ey korkak, bu işlerden haber al /Tevbe eyleyip daima Allah’a doğru var/ Kul Hoca /Ahmed, dünyalıktan geçip yan /Meğer kıla Pir i kamil nazar şimdi.( DH.69)

-Sebat ve Azim

Nefsin ben çok yûrûttü. Hakk a bakmadan./ Gece gündüz gamsız yürüdüm yaşı akmadan; /Hay u heves, ben benlik ateşe yakmadan; /Gamla dolu olup yeraltına girdim ben işte(DH.13)/Candan geçip sıkıntı çektim, kulum dedi/Kanlar yutup ‘Alah’ dedim, rahmet eyledi: /Cehemem içinde kalmasın deyip gamımı çekti /Mutlu olup yer altına girdim ben işte(DH.13)

-Alçakgönüllülük

Uykusuzlara Hakk rahmeti olur yakın /Uykusuzların gönlü kırık gözü yaşlı /Ben-benliğin cezasını verecek cehennem/ Kibrinin cehennem içinde hali perişan(DH.91)/Senden önce dostların nereye gitti/ Bu dünyaya meyletmeyip ağlayıp geçti/ ömrün son buldu, sıra sana yetti; /Günahına tevbe eyle, ey kötülükler işleyen(DH.91)/Nefsin senin, bakıp dursan neler demez;/ Ağlasan Allah’a doğru boyun bükmez/ Ele alsan, yaban kuşu gibi ele konmaz;/ Ele alıp gece uykusunu, eyle uykusuz(DH.91)/Kul olsan, ben benliği sakın bırak/ Seherlerde canını incitip dinmeden çalış/ Yoldan sapan günahkarları yola yönelt /Bir nazarda gönüllerini safâ eyledim.( DH.54)

-Ahde vefa

Kul olarak kulluk eyler Rabb’ine /Tenini, canını esirgemez o Mevlâ’sına; /Sabreder olup umut tutar  vaadine /Cefasından gerçek âşıklar dönmez olur.( DH.127)/”Kûllû yevmin beterin” dedi Hakk Mustafa; /Ümmet olsan, kulak verin, vefalılar/ İyilerin ecrini verir, kötüye ceza /Kıyamet günü cezaların çeker dostlar(DH.86)

-Adalet

Hayır ve cömertlik eyleyenler yetim gönlünü alanlar,/Çeharyârlar yoldaşı Kevser dudağında gürdüm/Amil olan âlimler, yola giren âsiler,/Öyle alim yerini Dâru’s-selam’da gördüm.(DH.53)/Kadı olan âlimler, para-rüşvet yiyenler./öyle kadı yem sakar ateşinde gördüm./Müftü olan âlimler, haksız fetva verenler,/Öyle müftü yerini Sırat köprüsünde gördüm. (DH.53)/Zâlim olup zulmeden, yetim gönlünü ağrıtan./ Kara yüzlü mahşerde, kolunu arkada gördüm.( DH.53)

Ahmet Yesevî’ye göre bilgi; insanın ve insanlığın yararına kullanılmalıdır: 

Gurbet değse, pişkin eyler çok hamları /Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları /Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri /Onun için Türkistan’a geldim ben işte.(DH. 16)

Öyle alimin iki gözü yaşlı olur/Seherlerde erken kakıp ağlar/Hakk yolunda tutuşup yanıp/Can ve gönülde Hayy zikrini deyin dostlar(DH. 79)

Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar /Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi; /Allah şahid, öyle kula “Siccin” hazır/ Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte.(DH.1)

Divan-ı Hikmet’te de sır saklama ve dilini tutma konusunda önemli hikmetler mevcuttur:

Hocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız/ Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini 

Yol göstericidir Hoca Ahmed marifetin gülistanı /Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesini…( DH.71)

Ey dostlar, hiç bilmedim ben yolumu; /Saadete bağlamadım ben belimi;/Gıybet sözden hiç sakınmadım ben dilimi;/ Cahilliğim beni rezil eyler dostlar.(DH. 82)

Sufilik şartıdır geceleri kalkıp kan ağlamak/Her cefaya sabrederek belini sağlam bağlamak

 Allah isteklisi olup her iyi sözü söylemek /Sufi-nakş oldun veli, asla müslûman olmadın(DH. 119)

Divan-ı Hikmet’de Ahmet Yesevî’nin tavsiyeleri iyilik ve adaletli davranmayı göstermektir:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol/Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol/ Mahşer günü dergahına yakın ol /Ben benlik güden kişilerden kaçtım ben işte. (DH. 1)

Garip,fakir, yetimleri Resul sordu /O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü/ Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu/ Gariplerin izini arayıp indim ben işte(DH. 1)

Dünya ehli halkımızda cömertlik yok /Padişahlarda vezirlerde adalet yok /Dervişlerin duasında kabul edilme yok /Türü bela halk üstüne yağdı dostlar(DH. 89)

Divan-ı Hikmet’de vefa ile ilgili ifadeler görülür:

Dünya benim mülküm diyen sultanlara,/ Alem malını sayısız yığıp alanlara,/ Yeme ve içme ile meşgul olanlara, /Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.(DH. 10)

Divan-ı Hikmet’de Ahlâkî Açıdan Olumsuz Kavramlar

-Cahillik

Gönlüm katı, dilim acı, özüm zalim /Kur’an okuyup amel kılmıyor sahte alim /Garip canımı harcayım yoktur malım;/ Haktan korkup ateşe düşmeden piştim ben işte(DH.1)

Önce-sonra iyiler gitti kaldım yalnız /Cahillerden işitmedim bir güzel söz /Bilge gitti cahiller kaldı çektim üzüntü/ Yolu bulamayıp şaşkın olup kaldım ben işte(DH.14)

Ayrılık yarası ezdi bağrımı hani der ortağı /Bilge toprak, cahillerin göğüsü yüksek/ Ayet, hadis beyan etsem beğenmez /Göğsümü deşiniz derd ve gama doldum işte(DH.14)

-Yalan söylemek

Din ile ümmetim diye yalan söyler/ Kişi malını almak için saçma-sapan sözler /Halini burda bırakıp haram gözler /Cahillere bu sözleri diyesim gelir(DH.49)

-Kibir ve Riya

Ey sufi ibadet eylersin hepsi kibir ve riya/ Can ve gönül dünyaya mağrur dillerinde ah-vah

 Can verirken olacağın iman nurundan ayrı /Sufi-nakş oldun veli, asla müslüman olmadın(DH.119)

-Acelecilik

Hocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız /Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini 

Yol göstericidir Hoca Ahmed marifetin gülistanı /Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesini ..( DH.71)

-Dedi kodu

Taştan katı taşı süzen habersizler,/Ahiret işini geri bırakıp dünyayı arar/Ayet, hadis beyan eylesem, sert konuşur/ Dışı insan, içleri şeytan olur.( DH.137)

Zikrini söyle, kanlar aksın gözlerinden /Hikmet söyle, inciler damlasın sözlerinden /Güller bitsin, her bir bastığın izlerinden /Güle baksan, gül açılıp bostan olur.( DH.137)

VI 

 

Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarının doğu ve batı bölgelerinde Türkistan’ın kuzey bozkırlarındaki Yesevî izlerinden söz edilmelidir. Kazak topraklarında yayıldıktan sonra doğuda Kırgız bozkırlarına, Uygur ovalarına uzanan Yesevî etkisi, kuzeyde ise İdil-Ural bölgesine, Bulgar Türklerinin yurtlarına kadar yayıldı ve ulaştığı her yerde bugüne kadar yaşadığı gözlemlenen izler bıraktı. Kuzey Türklerinden bugüne intikal eden tarihi belgeler -ne yazık ki- pek az olduğu için, Ahmed Yesevî menkıbesinin bu Kıpçak bozkırlarında nasıl yayıldığı tam olarak bilinmemektedir. Risâle-i Tevârih-i Bulkariyye’ ile, ünlü ‘Hakim Ata Kitabı’, ‘Bakırgan Kitabı’, Âhir-zaman Kitabı’ gibi, oldukça eski zamanlardan beri Kuzey Türkleri arasında yaygın olarak okunan bazı eserler, Yesevî ve mürîdlerinin menkıbelerini asırlarca yaşatmıştır.[22]

Ahmed Yesevî’nin Kıpçak Türkleri arasında çok eski zamanlardan bu yana büyük bir şöhreti olup, bölgede yetişen ünlü mürşidlerin doğrudan doğruya veya bir vesile ile Yeseviyye (bölgedeki yaygın adı ile Cehriyye) mensubu oldukları bilinen Ahmed Yesevi takipçilerinden bazı ünlü mürşidler Biraş ibn Abraş Sûfi, Eşmehmed Tokmehmedoğlu gibi isimlerdir. Eski Kazak şeyhlerinden Biraş ibn Abraş Sufi, Cehriye tarikinden ve Ahmed Yesevi müridlerinden olup, Hazret Sultan Yesevinin işaretiyle İdil boylarına irşad için gönderilmiştir. Buri nehri boyunda Aday-Çermiş avulundan Eşmehmed Tokmehmedoğlu, Biraş b. Abraş Sûtî’nin müridi ve halefi olarak otuzaltı yıl irşad yaparak etrafında birçok derviş toplamış ve Şeyh Baba lakabıyle şöhret kazanmıştır. Cehriye tarikatının kuzeydeki Kıpçak bozkırlarındaki bu ünlü temsilcisi öldükten sonra, yirmi sene bütün o bölgeler mürşidsiz kaldı; rivayete göre artık tarikatın sülük adabını bilen hiçbir kimse kalmamıştı. O yıllarda Doğu Türkistandaki Yarkendde Ahmed Yesevi’nin müridinin müridi olarak bilinen Şeyh Hıdâyetullah, Cehriyye tarikatının başında bulunuyordu. Kıpçak bölgesinin Terbirdi Çallis avulundan Idris Zü’l-Mehmedoğlu Yarkend’e gidip onbeş sene Şeyh Hidâyetullah’ın yanında seyr u suluk yaptı. Kıpçak bölgesinin ünlü mürşidi Sûfi Eşmehmed’in vefatından yirmi yıl sonra Şeyh Hidayetullah. halifesi Zü’l-Mehmedoğlu İdris Hâce’yi İdil bölgesinin mürşidi olarak görevlendirdi. Idris Hâce’nin halifesi ise Kazanlı Kasım Şeyh İbrâhimoğlu’dur. Ak-İdil başında Bay Çura-Çermişî’nin avulunda ise Ahmed Yesevi mürîdlerinden Hoca Emir Külal’in kabri bulunur[23]. Daha doğrusu burası makam olarak yapılmıştır. 

Hoca Seyyid Emir Külâl (1284-1370) Hazretlerinin gerçek mezarı Buhara’dadır. Hâce Muhammed Baba Semâsî’nin ekmel halifesidir. Seyyâdetleri de vardır. Buhara’ya iki fersah uzakta Suhâri köyünde doğmuş ve orada medfûn bulunmuştur. Çömlekçilikle geçindiklerinden, Buhara tabiriyle Külâl unvânı kalmıştır. Pederi Seyyid Hamza’dır, kendisi de ikinci oğluna bu adı vermiştir. “Vâlide-i seyyideleri derler imiş ki, mâdâme ki Emîr karnımda idi, her ne zaman ki şüpheli taâm yiseydim karnım ağrırdı. Çün bu hâlet birkaç defa vâki oldu. Bildim ki karnımdaki cenindendir. Bu kerameti gördükte lokmada ihtiyat edüp andan ümidvar oldum.” — Reşahat. Tercümesi— Seyyid Emir gençliğinde güreşe meraklı imiş. Bir gün güreşirken Muhammed Baba Semâsı oradan geçmekle durup güreşini seyretmiş. Buyurmuşlar ki: Bu meydanda bir er vardır ki çok merdler anın sohbetinde kemale erseler gerektir. Seyyid Emir’in nazarı Hâce’ye iliştikte Hâce Baba’nın cazibesine tutulmuş. Hâce Muhammed Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra Emîr de gayri ihtiyari güreşi terk ederek kendilerini evlerine kadar takib etmiş. Hâce Hazretleri kendisine tarikat talim edip sülük göstermiş. Seyyid Külâl Baba Semâsî’ye yirmi sene hizmet etmiştir. “Her hafta iki kerre, düşenbe ve pencüşenbe günleri, Hâce’nin sohbeti için Suhari’den Semas’a varup gelirler imiş. Bahusus ki bu iki beldenin arası beş fersahtır. Emir Hazretleri, Baba Semâsî’nin terbiyyetiyle mertebe-i tekmil ve irşada erişinceye dek Hâcegân tarikine bir veçhile meşgul olmuşlar ki bir ferd anın ahvaline muttali’ değil imiş.” — Reşahat. Tercümesi — Dört oğlu ve dört halifesi vardır. Cümlesi erbab-ı kemal ve ashab-ı vecd-ü hal” imişler. Oğulları Emir Burhan, Emir Hamza, Emir Şah ve Emir Ömer’dir. Halifeleri Hâce Bahaeddin Nakşibend, Mevlânâ Ârif Dik Kerânî, Şeyh Yadigâr Günseruni ve Hâce Cemaleddin Dehistani’dir. Her bir oğlu ve halifesi de ayrıca ashab ve hulefa yetiştirmiştir. Emir Külâl’ın da Alaeddin Günserûnî, Emir Kilan-i Vâşi, Şeyh Bedreddin Meydânı, Şeyh Süleyman Germini ve saire gibi ma’ruf ashabı vardır. Seyyid Emir Külâl, yetiştirdiği zevattan Bahaeddin Nakşibend ile Mevlânâ Ârif Dikkerânî hazeratını diğer halifelerine faik addetmiştir. Emir Külâl’ın vefatından sonra Hâce Bahaeddin birkaç sene Mevlânâ Ârife “sıdk-u muhabbet ile” hizmet etmiştir.[24] Burada Osmanlı coğrafyasında iyi tanınan Emir Sultan (1368-1429) Hazretlerini hatırlamak gerekmektedir. Adı Mehmed, lakabı Şemseddin’dir. Bazı kaynaklar babasının Seyyid Emir Külâl Hazretleri olduğunu ifade eder. Yahut akarabasıdır. Emir Sultan, Buhara’da doğdu. Bu münasebetle Emir Buhari, Yıldırım Bayezid’e damad olduktan sonra da Emir Sultan diye anılmıştır. Buhara’da okuyup tasavvuf kültürü de aldıktan sonra manevi bir işaretle hacca gitmiş, Anadolu’ya gelerek Bursa’da yerleşmiştir. Bir veli olarak büyük şöhret ve hürmet kazanmış, tekke kurarak şeyhlik yapmış, birçok derviş yetiştirmiştir. Burada Molla Fenari, Ebu Hamid, Hacı Bayram gibi tanınmış mutasavvıflarla birlikte olmuştur. Cenaze namazını Hacı Bayram kıldırmıştır[25].

Bütün bu bilgiler, Ahmed Yesevî’nin kuzey-doğu-batı Türkleri arasındaki etkisini gösteren bulgulardır. Nogaylar arasında İdgü menkıbesi teşekkül ettiği zaman, Yesevi, kahramanın atası olarak hikâyeye dâhil edilir ve bu ünlü Nogay menkıbesi, Türklerin tarihî halk kahramanlarından Yedigey’i Yesevî neslinden gösterir. Ünlü Satuk Buğra Menkıbesinde Sultan Ahmed Yesevi türbesinde yapılan bir ayinden bahsedilir. Türk dünyasının kuzey kuşağını teşkil eden Başkırdistan ve Tataristan’da da Ahmed Yesevi’nin kalıcı tesirlerinin izine buğun bile rastlanılmaktadır. Kazanda halka İslâm’ı öğretmeğe yönelik olarak Arab ve Kiril harfleri ile Kazan Tatarcası ve Rusça olarak 1894 yılında basılmış olan ‘Şeraitü’l-İman’ isimli risalede yer alan bir ifade bile tek başına Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarının kuzey alanındaki etkisini kanıtlamağa yeterlidir[26]. Kazanda halka İslâm’ı öğretmeğe yönelik olarak Arab ve Kiril harfleri ile Kazan Tatarcası ve Rusça olarak 1894 yılında basılmış olan Şeraitu’l-İman (İmanın Şartları) risalesinde (Doç. Dr. İbrahim Maraş) iman esaslarını ezberletmek üzere tek tek sıralanan “Kimin kulusun?” “Kitabın hangisidir” , “Kimin ümmetindeniz?” gibi temel soruların hemen ardından sıralanırken şu soru ve cevabı verilmektedir: Soru: “Kimin silsilesindeniz?” Cevab: “Hoca Ahmed Yesevi r.a. silsilesindeniz.”Kazanda defalarca basılan ünlü Hakim Ata Kitabındaki Yesevi müridlerine ait bazı menkıbelerin de İdil-Ural bölgesinde yaygın olduğu bilinmektedir[27]

[1]Turan İlim ve Medeniyet Dergisi, Sayı 31, 2017’de yayınlanmıştır.

[2] Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, h yayınları, İstanbul, 2016, s. 177.

[3] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (Mısır Nüshası) Yayına Hazırlayan: Mehmet Mahur TULUM, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2016, s. 33.

[4] Hoca Ahmed Yesevî, a.g.e.,s.39.

[5] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Hazırlayan: Dr. Hayati Bice, Ankara, 2010, TDV,Türk Klasikleri Serisi 1, 169. hikmet.

[6] Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli, TKVHBVVY, Ankara, 1988, s.77. Bütün Örnekler “Prof. Dr. Esad Coşan’ın Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât, İstanbul, 1987, s.112-121” isimli eserinden alınmıştır.

[7] Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli, s. 83.

[8] Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli, s. 85.

[9] Hayati Bice,Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî ve Hikmetleri,h yayınları,2016,İstanbul.

[10] Hayati Bice, a.g.e.,  s.191-193.

[11] Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî’nın Fakr-Namesi üzerine bir inceleme, Ankara, 2008, s. 97.

[12] Abdurrahman Güzel, a. g. e., , s. 98-101.

[13] Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, (hazırlayan: Dr. Hayati Bice), Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2005, s. 3.

[14] Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet (Mısır Nüshası), (hazırlayan: Mehmet Mahur Tulum),Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2016, s. 35.

[15] Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet (Mısır Nüshası), (hazırlayan: Mehmet Mahur Tulum), a.g. e., s. 275.

[16] Rüşdü Şardağ, Her Yönü ile Hacı Bektâş-ı Veli ve Şerh-i Besmele, İzmir, 1985, s. 53.

[17] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.65.

[18] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.67.

[19] Rüşdü Şardağ, a.g.e.,s.68-69.

[20] Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, (Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2005, s. XVII.

[21] Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, (Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), 4. baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, (2005). Bu nüshada 1836 yılında yapılan Kazan baskısı esas alınarak Resul Muhammed Aşurbayoğlu tarafından hazırlanan ve 1992’de Taşkent’te Kiril harfleri ile neşredilen Divan ı Hikmet isimli eserdeki hikmetlerin 1904 Kazan baskısı ile kontrolü ve 1318 (hicri) Taşkent basması karşılaştırılmalı nüshalardan Dr.Hayati Bice tarafından hazırlanmıştır. 

[22] Hayati Bice, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî ve Hikmetleri, h yayınları, İstanbul, 2016, s.163-166.

[23] Hayati Bice, a. g. e., s.165.

[24] Hasan Lütfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Hâcegân Hânedânı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1992, s.34-35.

[25] Cemal Kurnaz, Türkiye Orta Asya Edebî ilişkileri, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999, s.146.

[26] Hayati Bice, a. g. e., s.165-166.

[27] Hayati Bice, a. g. e., s.166.

[i] Prof.Dr., ESOGÜ Tıp Fakültesi Anatomi ABD Öğretim Üyesi

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen