Türk Romanında Zorunlu Göç Olgusunda “Vatan Sevgisi”

Vatan mefhumu birçok araştırmacıya göre Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkmıştır. Hâlbuki “Hubbül vatan minel iman” yani “Vatan sevgisi imandandır” hadisi 1400 yıldır bilinmektedir. Daha da gerilere gidersek ilk cennet, anne rahmi insanlar için birer vatandır. Türk kültüründe kadın uterusuna rahim denmesi yani Tanrı’nın “Rahim” isminin verilmesi bu saygının ifadesidir. Hatta Latince’de “uterus” kelimesi Tanrı’nın “İlk” anlamına gelen “Evvel” isminin karşılığıdır. Demek oluyor ki, insanlığın mirasında kadın ve rahim vatan kutsallığının karşılığıdır. Antropolojik olarak insanlığın önce ana-erkil, daha sonra ata-erkil toplum olması da bu tespiti teyit eder. Ana Tanrıça’nın “Bereket Tanrıçası” olarak görülmesi Frig’lerin Kybele’si, Yunanlıların Artemis’i bu zengin düşüncenin ürünleridir. Kadın psikolog Karen Danielsen Horney, “Kadın Psikolojisi” eserinde mitolojide ana tanrıçaların toprak gibi verimli olduğu vurgusuyla, insanlığın psikolojik hafızasında bu gerçeğin bulunduğunu dile getirir (Horney,1991: 119). Horney, eserinde Sigmund Freud’un kadınları küçümseyen penis kıskançlığı kavramına karşı uterus kıskançlığı kavramını kaleme alır. Kadınların yaşamı yaratma ve sürdürmedeki birincil rolü olan hamilelik, emzirme ve anneliğe yönelik erkek kıskançlığının erkeklerin diğer alanlarda üstünlüklerini iddia etmelerine yol açtığını öne süren rahim kıskançlığı realitesini ortaya çıkarır (Horney, 1991: 158). Erkekler kendilerinde olmayan bu üretken organa karşı ancak hayran olabilirler. İnsanların farkına vardığı veya çok az vardığı fetüs pozisyonu dediğimiz bacaklarını karnına çekerek kıvrılarak yatması uterus günlerinin hatırasıdır. Mitolojideki tanrıçalar ile kadim dinlerin bahsettiği eşine yasak elmayı sunma cesaretini gösteren Havva’nın sorumluluk alma cesareti bir benzetme olarak vatan kavramının kadındaki kadimliğine işaret eder. Zira Havva güçlü, risk alma da ilk oluşu ile vatanın benlikte somutlaşması açısından önemlidir. Toprakta vatanın ortaya çıkışını, en veciz haliyle Albert Sorel güzel Camille Julian’ın “Fransız toprağı bin yılda Fransız insanını yarattı” cümlesiyle özetler. Fransız tarihçi Albert Sorel’den etkilenen Yahya Kemal’in vatan fikri de bu çerçevede olgunlaşır.

Hasret duygusu; ayrılık ve kaybedilenlerin arzusundan sonra ortaya çıkabilecek bir duygu halidir. İnsan benliği gerçek karşısında duyduğu eksiklikle bütüne hasretlik duyar. Felsefedeki panteist yaklaşımlarda parçanın bütün karşısında özlemi ve onu arzulaması söz konusudur. Platon’un “mağara” metaforunda bağlarından kopan benliğin mağara dışı ile tanıştıktan sonra diğer beninde esir olanları gerçekle buluşturma hasreti yatar. Leibniz’in monadlarında da parçaların içinde taşıdıkları bütünsel gerçekliği fark etme özlemi vardır. Psikanalistlerde bunu farklı şekillerde açıklamaya çalışırlar. Mesela, “Jacques Lacan’a göre gerçekten çıkan özne, aynı zamanda bütünlüğünü ve parçasız yapısını yitirmiş ve bölünmüş öznedir. Özne gerçekten çıkarak yitirdiği bütünlüğü ve parçasız yapısını, bir bütün olarak gördüğü toplumsal yapının simgeselliğini içselleştirerek kazanmaya çalışacaktır” (Paliçko, 2019: 25)  

Platondan itibaren mağara motifi yeniden doğuşun gerçekleştiği mekândır ve ana rahminin karşılığı olmaktadır. Jung, Kur’an’dan örnek vererek “yedi uyurlar” (Ashab-ı kehf) hikâyesinde mağarayı ölümsüzlüğe ulaşma örneği olarak anlatır (Jung, 2012: 69). Jung’a göre “mağara”, yeniden doğuşun gerçekleştiği bilinçdışının karanlık ve soyutlanmış durumunu temsil eder. “Mağara” arketipi, “doğum ve döllenme yeri” olarak ana rahmiyle de özdeşleşmiştir. Karanlık mağara savaş halindeki zıtlıkları içinde barındıran bir kaptır. Kendilik, tezatlarda ve onların arasındaki çatışmada açığa çıkar, yani kendiliğe giden yol çatışmayla başlar (Jung, 2015: 300). Emine Işınsu’nun Tutsak romanında Ceren zıtlarla çatışmakta ve içindeki kahramanını ortaya çıkarmaya çalışır. Bu kahraman Kerkük’te şehit edilen Tarık’la özdeşleşecektir. Bu özdeşleşme Tarık’ın Irak’ta tutsak olmasına benzer bir tutsaklık değildir. Ceren, Tarık’ın şahsında tanıdığı Kerkük Türklerindeki Türkiye sevgisi ile bütünleşecektir. Tarık’daki Türkiye sevgisi ve hasreti çok büyüktür. Türkiye özlemini sadece Irak’taki Türklerin olarak değil dünyadaki tutsak Türkler için düşünmektedir Türkiye hasreti bütün dünya Türk’lerinde de vardır. Eğer sanatkârlar resim, müzik, hikâye ile bu sevgiyi terennüm ederlerse büyüyecektir. Emine Işınsu’nun Tutsak romanında Ceren’in kendi evliliğini sorgulaması ile yaşama isteğini kaybettiği bunalımlı bir dönemi vardır. O zihninde evinin, çocuklarının, Kerkük Türkleri’nin kaygısını taşımakta ve “bütün Türkleri koru Yarabbim” diyerek dua eder. Ceren çaresizdir ve ana rahmine sığınma arzusu taşır: “Ah, anama dönmek istiyorum galiba, anamın rahmine. Duygusuz, sorumsuz, fakat sıcak bir odada, beslenen ve uyuyan bir cenincik! Et parçası! Bu da mı gurur Tarık? Hayır,  bu pislik. Anlaştık Tamam!” (Tutsak, 1979: 104) Kahraman kendisini içkiye vermiştir. Doktora; “Geceleri uyuyamıyor gündüzleri uyanamıyorum diyen Ceren ‘yaşantımda iki trajedi var biri uyumak öbürü uyanmak bir çare bulamaz mıyız?’ diyerek, dert yanar” (Işınsu, 1979: 186). Eşi Orhan’a karşı yıllarca sessiz kalmış fakat içinde biriktirdiği öfkesini artık taşıyamamaktadır.

Mesihpaşa İmamı’nında Samiha Ayverdi, Halis efendinin sessiz, silik tabiatlı eşi Gülsüm Hanım ve annesi Pembe Hanım Bulgaristan sınırları içinde Eski Zağra’dan hasretle bahseder. Bu Halis Efendi’ye tuhaf gelmektedir. O uslu, uysal karısı Eski Zağra’yı, Kızanlık’ı, gül bahçelerini, bağları, bostanları sanki daha dün oradan ayrılmışlar gibi hararetle anlatmaktadır: “Halkın dilinde Altunlu Zağra diye anılan o mamur, zengin, bereketli memleket hikâyeleri, kocasını şaşırtan bir kolaylık ve sadelikle, dudaklarından kayıp gitmektedir” (Ayverdi, 2015: 160). Zağra, eski dönemlerden itibaren Zagora ismiyle anılmaktadır. Bu ifade ile Zağra, Osmanlı coğrafyasında bir mekânı tarif etse de, onun etimolojik hikâyesi aynı zamanda bireyin kendi iç serüvenine de vurgular. Zağra/Zagora sürekli el değiştiren bir verimli topraktır. Ayrıca Zagora, Sırbistan ve Hırvatistan gibi birçok Balkan ülkesinde de bulunmaktadır. Bu parçalanan bir ovayı/ kimliği tanımlar. Eski Anadolu Türkçesine zahra/zahire olarak geçen kelime, “buğday, arpa, tahıl” gibi üretkenliğin ifadesi olmuştur (Aksoy ve Cankoçak, 2009: 4831; Tietze, 2019: 474). Zağra, Gülsüm hanımın parçalanmış benlik vatanıdır. Çünkü orda doğmuş fakat orada tutunamamıştır. Oraya duyduğu hasret doğuşa duyduğu bir tesellidir.

Samiha Ayverdi, Rumeli Türklerinin uğradığı iki büyük göç dalgasına eserlerinde özel bir yer ayırır. Mesih Paşa İmamı romanında, yardımcı karakter konumundaki büyükanne, 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrası, ilk büyük göçü yaşamış bir kişi olarak romanda yer alır. Romanın bu bölümünde, Rumeli’de savaş öncesi Türklerin maruz kaldığı sindirme politikası ve savaş sonrası zulüm ve işkenceler, yaşlı bir kişinin gözlerinden sunulur. Bu roman karakteri, “düşmanın, boğazlanmış vatandaşların kulaklarından yapılmış gerdanlıklarla sokak sokak dolaştıklarını, mızrak ucundaki çocuk cesetlerine, sarhoş düşman askerlerinin emmesi için kesilmiş kadın göğsü ikram ettiklerini, ileri yaştaki kadınları çırılçıplak soyup porsuk derilerine kabukları çatlatılmış cevizler sıkıştırarak dipçik tehdidiyle çiftetelli oynattıklarını” anlatır (Ayverdi, 2000: 69 -70) Bu yardımcı roman karakterinin, göç yollarında öldürülen yurttaşlara ve gördükleri zulme dair anılarının  Ayverdi’nin romanlarında yer bulmasındaki temel amaç, toplumu tarihine yeniden, millî bir bilinç ve birliktelik ruhuyla bakmaya yönlendirmektir. Mesihpaşa İmamı’nda Halis Efendi muhacirleri komşu evlere dağıtmış, kalanlarını caminin içine almıştır. Çünkü kış yaklaşmış, kar taneleri etrafa düşmeye başlamıştır. Eskiden kızının kemençe çalmasına müsaade etmeyen Halis Efendi, eşinin kızına iştirak etmesine ses çıkarmaz. Vaktinin büyük bir kısmını artık evinde geçirmeye başlamıştır. Kayınvalidesi Pembe hanımın anlattığı buram buram Rumeli hasreti tüten hikâyelerini de dinlemektedir (Ayverdi 1974: 204).

Mesihpaşa İmamı Halis Efendi’nin muhacirleri tanıdıktan sonra Kayınvalidesi Pembe hanımı anladığı görülür. Pembe hanım’ın ‘93 muhaciri olması Halis Efendi de yıllarca herhangi bir mana ifade etmemiştir. Balkan faciasından sonra başlayan İstanbul’a yoğun muhacir göçü, Halis Efendi’nin göçmenlerdeki Türkiye hasretini görmesine yardımcı olmuştur. Çünkü ‘93 Harbinden sonra Türklerin uğradığı ikinci büyük göç dalgası, 1912 Balkan bozgunudur ki, bu göçe dair izlenimler, romanın güncel olayları arasında yer alır: “Selanik, Manastır, Üsküp, Serez kısaca bütün Rumeli kan, ateş, ızdırap, feryat ve sefalet içinde yüzlerce koldan ırmaklar gibi Edirne’ye doğru akmaktadır. Göçmenlerin oluşturduğu göç selinin dörtte üçü, hür vatan topraklarına ulaşamadan yollarda canlarını vermektedir. Edirne’ye ulaşanlar ise orada kalmayıp, İstanbul’a doğru yollarına devam ederler (Ayverdi, 2000: 153). İnsanlarda en önemli duygu yaşama duygusudur. Yaşama duygusunun devam edebilmesi, güven duygusuyla ilgili bir durumdur. Mesihpaşa İmamı’nda görüldüğü gibi insanlar Edirne’yi de güvenli hissetmemekte, payitaht olan İstanbul’a doğru göçlerine devam etmektedir. Gelişen olaylar tarihî araştırmalar ve romanlarda görüldüğü gibi Edirne’de kısa bir süre sonra Osmanlı’nın elinden çıkmış, Rus ve Bulgar orduları ancak İstanbul yakınlarında Yeşilköy civarında durmuştur.

Sovyetlerde geçen olayları anlatan romanlarda, Türk halkları vatan coğrafyalarının hasretini çeker. Bunlar Kırım, Kafkasya ve Türkistan’dır. 1943 romanında Gokka, rastladığı gözü kapalı ihtiyarın şu sözlerini işitir:

“- Allahım! Kendi alın teriyle hayat süren bu halka, bu acıyı niçin verdin? Bir günah işleyen varsa da, şimdi cezasını on katıyla çekti. Ya Rabbi! Bizi doğduğumuz topraklara geri gönder de, orada ölmeyi nasibet! Bizlere ecdadımızın yattığı yerlerde ölüm ver!…” (Bayramuk 1995: 163)

Cengiz Dağcı’nın İhtiyar Savaşçı isimli uzun hikâyesinde sürgün yerine varan aileler, meskûn bölgelerden en az 200 km uzaklıktadır. Sovyet yöneticileri Kırım Türklerini yıllarca yerli Özbek Türklerinden kopuk yaşamaya mahkûm ederler. Aradan yıllar geçer. Sürgünde Melek Hanım ve İhtiyar Savaşçı ile gelen evlatlıklardan dördü daha ölür, bayıra bir mezarlık açmışlardır. İhtiyar Savaşçı’da sürgün yerindeki mezarlık ve Kırım Türkleri şöyle anlatılır: “Köyün mezarlığı sürgünden sonraki ölümler nedeniyle büyük bir mezarlık olmuştur. Çocuklar büyüyüp evlenmişlerdir. Ölen çocukların yerine başka çocuklar doğmuştur. Melek hanım ihtiyar savaşçıdan dört oğlan çocuğu dünyaya getirmiştir. Her birine İhtiyar Savaşçı’nın çok sevdiği Alim adını koyarlar. Bu isimler: Alim, Alimcan, Alimgir, Alimseyit”dir (Dağcı, 2005: 132). Alim ismi, Cengiz Dağcı’nın bir çok eserinde olduğu gibi burada da Kırım Türklerine yardım edecek sembolik bir kişiyi ifade eder. “İhtiyar Savaşçı da sürgün yerinde geçen yılların ardından, Stalin’in ölümüyle kısmi bir serbestlik gelmiştir. Bu arada çocuklar okumuş, iş güç sahibi olmuşlardır. Kısıtlı şartlarda Kırım’a dönüş izni verilmektedir. Alimcan babasını Kırım’a götürmek ister. Sevinçle üç uçak bileti alarak babasının yanına gelir” (Dağcı, 2005:133). Fakat babası Kırım’a uçakla gitmeyi kabul etmez. O trenle geldiği gibi dönmek ve hatıralarını unutmamak ister. Alimcan, çaresiz biletleri değiştirip, trenle dönüş başlar. Bir yer gelince imdat frenini çeken İhtiyar Savaşçı’yı Alimcan dâhil herkes yadırgar. Hâlbuki babası sürgünde trenden attıkları göç şehitlerine çiçek bırakmak istemektedir. İhtiyar Savaşçı geçmişiyle yüzleşmek istemektedir. Çünkü tren yolculuğunda binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalanların onlara borcu vardır. Bu davranışıyla çocuklarına ve genç kuşaklara vatan sevgisinin ve vatan için ödenen bedelin değerinin büyüklüğünü anlatmak istemektedir. İhtiyar Savaşçı için hayat acı tecrübeyle öğrenilmiştir. Gençler tecrübenin farkına varmadan büyüdüklerinde birçok evrensel değerin kıymetini anlayamamaktadır. Bu bakımdan Cengiz Dağcı yaşanan tecrübeleri anlatmanın çok zor olduğunu bilse de, ısrarla eserlerine bu sahneleri yerleştirir. Onu bir tek eşi Melek hanım anlar. Kırım’a ulaşırlar. Evlatlıkları ve torunları onları gezdirir. Fakat, Savaşçı hastadır, göğsü sıkışmaktadır. Köyü Kızıltaş’ta yetim ve öksüzleri gördüğü sürgün gecesindeki meşe ağacının altına uzandığı bir gün sessizce ruhunu Hak’ka teslim eder (Dağcı, 2005: 133). Ağaç motifi hayat sembolü olarak sık sık Cengiz Dağcı’nın eserlerinde karşımıza çıkar. Ağaç hayatın başlangıcı ve sonsuz hayata geçişin sembolüdür. Ağaç, insanlığın şeceresi yani hayat ağacı atalarından aldığı bir miras olduğu kadar, aynı zamanda gelecek kuşaklara bırakacağı bir emanet, insanın ölümünden sonra sonsuz hayata bu dünyadan götüreceği hayat hediyesidir. Yakınları onu Kızıltaş’a defnetmek isterler, fakat Ukraynalı yetkililerin zorluk çıkarmalarına rağmen sonunda doğduğu topraklara ölürken de olsa kavuşur.  İhtiyar Savaşçı’nın ölümünden sonra Melek hanım, Alimcan’la Özbekistan’a geri döner. Melek hanım sürgün yerindeki mezarlığı biriktirdiği paralarla onartır. Annesinin sağlık durumunu beğenmeyen Alimcan, onu da Kırım’a tekrar götürür. Kısa süre sonra yetimlerin, öksüzlerin kimsesizlerin annesi, o güçlü kadın Melek ana da vefat eder. Kızıltaş’ta eşi İhtiyar Savaşçı’nın yanında toprağa verilir. Torunları Çora ilkokul çocuklarını alarak İhtiyar Savaşçı’nın ve Melek hanımın sürgünün başladığı gün yetimleri buldukları meşe ağacının gölgesine götürür. Onlara vatan sevgisinin önemini bestelediği şarkıları okuyarak anlatmaya çalışır: “Geldi yaz, açıldı güller / Kondu kuşlar dut dalına. /Kızıltaş’ın toprağı güler, /Melek hanımın çocuklarına /Ağlama kız. Ağlama oğlan /Ağrısız olmaz vatan Biz vatanın ağrısıyız. /Uçtu gitti meleğimiz. /Biz burada yalnız kaldık. /Hey melekler, unutmayın! / Yeni bir ödeviniz var artık. /Ağlama kız, Ağlama oğlan. Ağrısız olamaz vatan biz vatanın ağrısıyız” (Dağcı, 2005: 200). Meşe ağacının romanlarda kullanılmasının sembolik yönü, özellikle Türklerde kahramanlara hayat vermesidir. Pervin Ergun, Türk Kültüründe Ağaç Kültü eserinde “Çuvaş Türkleri kendilerini kökleriyle toprağa bağlı olan meşe ağacına benzetirler” (Ergun, 2004: 236) demektedir. Türkiye Türkçesinde imen Tatar ve Başkurt Türkçesinde emen olarak adlandırılan meşe ağaçları orman karşılığı olarak kullanılmaktadır. Dolayısı ile bir ağaç topyekün bir milleti temsil etmektedir.

Kırkbeş yıl soluksuz ve karanlıkta kalmış Kızıltaş, Çora’nın şarkılarıyla değişmiştir. Şarkıları çocuklarla birlikte kuşlar ve derede akan sular dinlemektedir. Çora “orada bir köy var ismi Kızıltaş’tı anladınız mı der. Çocuklar anladık diye bağrışırlar. Çora, ismini bir daha tekrar edin deyince yeniden çocuklar Kızıltaş diye barışırlar”. Çora “hiç unutmayın dağ ayıya benzer, denizin içindeki yüce kayalara adalar denir. Adaların kıyısı ise soğuk sudur. Çocuklara İhtiyar Savaşçının hikâyesini anlatır. Köylerin talan edilmesinden hayvanların bile başıboş kalmasına kadar, suçsuz insanların asılmalarını anlatır. Sonra “dinliyor musunuz beni” dedikçe çocuklar dinliyoruz diye bağrışırlar (Dağcı, 2005: 202). Çora’nın ağzından Cengiz Dağcı’nın burada yapmak isteğini gelecek nesillere meşe ağacı motifi ile sonsuza kadar Kırım’ın Türk yurdu olduğu öğretilmektedir. Aynı zamanda yaşanmışlığın insanların kişiliğinin şekillenmesinin önemi bilindiği için İhtiyar Savaşçı’nın ve sürgüne gönderilen Kırım Türklerinin yaşadıkları anlatılmaktadır. Coğrafyanın dağ, ada, kıyı, dere vd. birçok unsuru da canlandırılır. Cengiz Dağcı, coğrafyanın canlı olduğunun farkındadır. O, yurtlarıyla bağlarını koparmayan ve coğrafyayı vatan yapan anlayışa sahip milletlerin topraklarından asla koparılamayacağına inanmaktadır.

Osman Çelik’in Zorunlu Göç romanında tüm Kafkasyalılarda vatan sevgisi ve hasreti görülür. Göç esnasında geminin güvertesindeki Bastıko Osman’ın eşi Yeftale kızı Skurun yola çıkıncaya kadar göç olayına olağan bakmıştır. Çoğu insanlar gibi karşı görüş bildirmemiştir. Bir an önce gitmek için de hazırlanmış, kocasını zorlamamıştır. Şimdi acı gerçeği yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Yurdundan ve evinden zorla sürülmüş olmayı bir türlü hazmedemiyordur. Olayın büyüklüğünü ve dehşetini yüreğinde daha çok hissetmeye başlar. Biri karşısında şu gibi sorular soruyor, kendince cevaplar bulmaya çalışıyordur: “Nedir bu olanlar?” “Bizi yerimizden yurdumuzdan sürenler Tanrılar mı? Yoksa Çar ve onun adamları mı diyordu?” (Çelik, 2001: 171- 172).

Ancak ayrılığa dayanamayan ve yüreği yanan sadece Yeftale kızı Skurun değildir. Diğer kadın ve çocuklar da vatanlarından ayrılmanın aynı üzüntüsünü hissederler. Kadınlar uzun süre hıçkıra hıçkıra ağlarlar. Çocuklar şaşkındır. Kız çocukları da annelerine katılır. Göçmenlerin daha sonraki günlerde hüzünleri azalmış gibidir. Yolculuk sırasında kendilerine tuvalet tahsis edilir. Çekinerek olsa da kadınlar oraya gitmeye başlar. Üçüncü günün gecesi şafak sökerken Varna’ya ulaşılır. Kıyı boyunca göçmenler toplanmıştır. Kafkasyalıları getiren gemiler burada demirlemiştir. Araba getirilir ve yeni gelenlerin eşyaları boş bir arsaya taşınır. Skurun bir eşya dengi üzerinde ağlar. Bastık Osman 3-4 gün öncesine kadar büyük bir sitenin efendisidir. Geniş arazisi atları, sürüler vardı. Şimdi ise yoksul evsiz yurtsuz bir adam olmuştur (Çelik, 2001: 175).

Mehmed Niyazi’nin Ölüm Daha Güzeldi romanı Azerbaycan’da Neriman Nerimanof döneminde geçer. Türkiye büyük bir Kurtuluş Savaşı içerisindedir. Nerimanof, Kızılordu’nun Azerbaycan üzerinden Türkiye’ye yardım edeceğine dair halkı ikna eder. Ruslar Azerbaycan’ı işgal eder. Vatanın her yerinde Rus zulmü vardır. Nerimanof Rusya’nın elinde bir oyuncak haline gelmiştir. Vatanı sevenler muhbirler tarafından gammazlanır. Kimi sürgüne gönderilir. Çoğundan haber alınamaz. Kimi insanlar yurt dışına kaçmak zorunda kalır.  Vatanı tek etmek zorunda kalan Azerbaycan Türkleri’nde vatanlarına duyulan hasret roman boyunca işlenir.

İlhan Selçuk’un Yüzbaşi Selahattin’in Romanı Balkanlardan Anadolu’ya, Anadolu’dan Arap çöllerine kadar uzanan vatan hasretinin ilmik ilmik işlendiği bir eserdir. Avrupa’da tahsil görmüş şimdi silah altına alınmış Erbil taraflarında Revandiz’deki Osmanlı Birliğinin Rumelili zabit namzetlerinden Hayri vatan hasretini akşamları şu türkü ile ifade eder: “Rumelinin dağları var/ Ne güzeldir… Şimdi ağlar/ Ağlama sen garip vatan, / Biz geliriz sana inan…” (Selçuk, 1975:135).

Ahmet Yorulmaz’ın Savaşın Çocukları romanında Aynakis Hasan, göç etmek zorunda olduklarını şaşkınlık içerisinde Binbaşı Kemalettin Bey’den öğrenmiştir. Girit’ten asla ayrılmak istememektedir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları İzmir’de Yunan’ı denize dökmüşlerdir. Fakat karşılıklı mübadele olacaktır:

“Kemalettin, beni şaşırtan, çok acı gelen şeyleri ise son anda söyledi: Bu yurt parçasının elimizden çıkmasına neden olan son isyanların başlatıcısı, yönlendiricisi Venizelos, Yunan tarafının temsilcisi olarak, Lozan adlı bir İsviçre şehrinde bizim Türk tarafıyla bir anlaşmaya imza koydu; bizden de İsmet Paşa. Zaferden sonra, siz ada Türkleri bir kez daha yerinizden sökülüp alınacaksınız. Yani nüfus değişimi olacak” (Yorulmaz, 2006: 123) tır.

Mübadele olmazsa Girit’te devam eden Türk katliamı devam edecektir. Girit Akdeniz’de bir adadır. Ana karadan uzakta, korunmasızdır. Mitolojinin Sirenleri adalarda yaşarlar ve sesleriyle insanları oraya çağırıp, yok ederler. Ada Rumları artık Türkler için birer Sirendir. Aynakis’in sevgilisi Kiriya Marigo ile Aynakis Hasan’ın arasındaki konuşmada Marigo Sirenler gibi Hasan’ı adada kalmaya çağırmaktadır: “Hasan,’ dedi, ‘doğup büyüdüğün bu Ada’yı seviyorsun, hem de delicesine. Aile büyüklerinin mezarları da burada ve birbirimizi seviyoruz. Hristiyan ol, burada kal, evlenelim, mutlu bir yaşam sürelim” (Yorulmaz, 2006: 138) demektedir.

Jung, insanda eril ve dişil “animus” ve “anima” içsel figürler olduğunu ve bunun bilinçdışının bir parçası olduğunu söyler. Anima erkeğin ruhundaki, dişil psikolojik eğilimlerin kişileşmesidir. Kadındaki bilinç dışının karşı cinsten biçimlenişi ise animustur. “Kadındaki animusun durmadan yinelediği, en sevdiği tema ‘tek istediğim sevgi ama o beni sevmiyor’ düşüncesidir (Jung, 2009: 189). Savaşın Çocukları romanında Kiriya Marigo’nun animusu onun şu cümlesinde görülür: “Şimdi kininle gebeliği önlüyorum, evlenirsek önlem almam, kaç çocuk istersen doğururum sana, güveniyorum kendime” (Yorulmaz, 2006: 138) der. Hasan’ın animası ise, sevgilisi Kiriya Marigo’nun animusu ile çatışmakta ve bilinç düzeyine şu cümlelerle yansımaktadır:

“ Bu imkansız Marigo” dedim. “Girit’i de seni de çok seviyorum ama yapamam, bağışla beni. Irk ve din duygularım engel buna. Sen gel, birlikte gidelim, Anadolu’da evlenelim. Hem dilersen dininle de yaşarsın, inancına karışmam ben” (Yorulmaz, 2006: 138).

Jung, “Kadının animusu cesaret, girişim ruhu, gerçekçilik, en üst biçiminde ruh derinliği ve içselleştirme sağlayabilir, ancak kendi kutsal inancını sorgulayabilecek ve düşlerinin yol gösteren işaretlerini, kendi inançlarına karşı da olsa alabilecek nesnelliğe ulaşabilmişse” der (Jung, 2009: 195). Bu tespit Kiriya Marigo’nun en son söylediği şu sözlerde açığa çıkmaktadır: “Seni sadece Ada’dan değil, koynumdan da söküp götürecekleri güne kadar yani göç gününe kadar dayanacağım, sonrasını Tanrı bilir” (Yorulmaz, 2006: 138). Aynakis Hasan’ın ve sevgilisi Kiriya Marigo’nun konuşmalarından anlaşıldığı üzere ikisinde de vatan sevgisi güçlüdür. Onlardaki anima ve animus figürleri olumsuz anlamda değil, vatan için yaşayan birer kahraman simgesi olarak ele alınması gerekir. Vatan sevgisi, karşı cins üzerinden kendi anima ve animusları ile anlatılsa da, ikisinde de ön plandadır.

Asuman Güzelce’nin Sessiz Göç romanında kahraman Kuyaş, çocukluk yaşında evlendirildiğinden eşinin evine giderken annesinin ona hediye ettiği ve Türkiye’den getirdiği oyuncak bebeği de götürür. Kuyaş annesinin ölüm haberini aldığında eşi ve kayınvalidesi ile trene binip annesinin cenazesine gider. Başsağlığı dileyen bir kadın; “sana duyduğu hasret öldürdü anneni” sözü, Kuyaş’ın içinde ömür boyu saklı kalacaktır. Kayınvalidesi Hamide hanıma yakınlık duyar ve onu bir anne olarak kabul eder. Kuyaş annesinin vefatıyla, Doğu Türkistan’ın Çin sömürgesi olmasını kendi zihninde benzetmektedir. Çünkü Doğu Türkistan Kuyaş’ın ana vatanıdır. Kuyaş için anavatan ile ana aynıdır.  Kuyaş ise annesine göre gelecek nesilleri temsil etmektedir.  Annesi Kuyaş’a hediye ettiği oyuncak bebek ile ona çoğalmayı ve doğurmayı öğütlemiştir.

Sonuç olarak Kırgız Türklerinin tanınmış romancısı Cengiz Aytmatov’un “Ey güzel vatan! Sen varsan bizde varız sen yoksan bizde yokuz bizde yokuz” veciz ifadesi her zaman hatırlanmalıdır. Göç romanlarının gelecek kuşaklara vermek istediği mesaj bu cümlede özetlenmiştir. Vatan yoksa bir milletin mensuplarının içecek suyu, soluyacak havası olmaz ve gelecek nesilleri tehlikeye düşer. Vatan özgür değilse insanlar inançlarının gereklerini de yerine getiremezler. Özgür vatan tüm değerlerin yaşanabilmesi için vazgeçilmez kutsal bir değerdir. Vatan bir fidanın yeşermesi “hayat ağacı” olması gibi insanlara oksijen üretir, nefes alıp vermeyi sağlar. Vatan hayat bulmaktır.

Kaynakça

Işınsu, E. (1979 ). Tutsak, Töre-Devlet Yayınevi, Ankara.

Ayverdi, S. (1974). Mesihpaşa İmamı, Damla Yayınları, İstanbul.

Ayverdi, S. (2015). Mesihpaşa İmamı, Kubbealtı Yayınları, İstanbul.

Bayramuk, H. (1995). İki Kasım Bindokuzyüz Kırküç, (Aktaran: Yılmaz Nevruz), Ötüken Yayınevi, İstanbul.

Çelik, O (2001) Zorunlu Göç, İtalik Yayınları, Ankara.

Dağcı, C. ( 2005) İhtiyar Savaşçı, Ötüken Yayınevi, İstanbul.

Güzelce, A (2013). Sessiz Göç, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Niyazi, M. (1982). Ölüm Daha Güzeldi, Ötüken Yayınevi, İstanbul.

Selçuk, İ. (1975). Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, 1. Kitap, Remzi Kitapevi, İstanbul.

Yorulmaz, A. (2006). Savaş’ın Çocukları, , Remzi Yayınları, İstanbul.

Aksoy, Ö. A. ve Cankoçak, G.A. (2009). Derleme Sözlüğü, Cilt VI, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.

Ergun, E. (2004). Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara.

Horney, H. (1986). Kadın Psikolojisi, çev: Selçuk Budak, Payel Yayıncılık, Ankara.

Jung, G. C. (2012). Dört Arketip, çev: M. Bilgin Saydam, Metis Yayınları, İstanbul.

Jung, C. G. (2015). Rüyalar, çev: Aylin Kayapalı, Pinhan Yayıncılık, İstanbul.

Paliçko, A.G. (2019). “Jacques Lacan’da İktidarın Biçimsel İnşası: Sembolik Olan”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi Ankara.

Tietze, A. (2019). Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati, IX. Cilt, TÜBA Yayınları, Ankara.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen