Anlatı Sanatlarında Arketipler

Kurgu sanatının en önemli unsurlarından biri olan arketip kavramının ne olduğunun hem nitelikli ve sıradan okurlarca hem de tecrübesiz yazarlarca pek bilinmediği malumdur. Böylesine mühim fakat çetrefilli bir konuyu herkesin az-çok idrak edebilmesi için (entelektüel gevezeliğe yeltenmeksizin) olabildiğince basite indirgeyerek izah etmek gerekiyor. Arketip sözcüğünün Charles Rycroft tarafından hazırlanmış Psikanaliz Sözlüğündeki açıklaması şöyledir: “Kolektif bilinçdışının içeriğini anlamak için kullanılan Jungcu terim. Yani yapısal fikirler ya da yapısal olarak belirlenmiş davranış paternlerine göre deneyimi yönlendirme eğilimi.”[1] Görüldüğü üzere entelektüel izah yoluyla pratik bir idrak sağlamak mümkün değildir. Arketip teriminin Türkçedeki karşılığı ilk-örnek şeklindedir ki evrenimizdeki veyahut kendi dünyevi hayatımızdaki herhangi bir şeyin ilk örneğine arketip diyoruz. Canlı ve cansız bütün varlıkların ve bütün tahayyüllerin arka planında muhakkak bir ilk-örnek vardır. “Arketip nedir?” sorusunun en yalın izahı şöyle olabilir: Şayet ki Âdem babamız yeryüzündeki ilk erkekse ve Havva anamız da yeryüzündeki ilk kadınsa, bu durumda erkek cinsinin ilk-örneği Âdem’dir; aynı şekilde kadın cinsinin ilk-örneği de Havva’dır diyebiliriz. [Âdem ile Havva gerçekten yaşamış mıdır veya bu ikisi gerçekten de ilk insanlar mıdır şeklindeki radikal bir sorgulamanın ötesinde, Âdem ile Havva bütün kültürlerin müşterek arketipleridirler.]

Kurguya dayalı anlatı sanatlarındaki bütün karakterler kurgu dünyasının içindeki güçlerini işte bu arka planda yatan arketiplerden alırlar. Bir kurgu içindeki karakterler kendi ilk-örneklerini ne derece yetkinlikle temsil ediyorlarsa o kurgunun karakter yönünden o derece başarılı bir anlatı olduğunu fark ederiz. Anlatının muhatabı olan okurlar veya dinleyiciler arketipler hakkında büsbütün bilgisiz olsalar bile bilinçaltları tastamam farkındadır. İşbu farkındalık nedeniyle de yetkin anlatıyı muhatabın bilincinden önce şuuraltı algılar ve benimser. Mario Puzo’nun aynı adlı romanından uyarlanan meşhur Baba filminin bu kadar çok tutulmasının sebeplerinden biri söz konusu kurgunun arka planında baba arketipinin bulunuyor olmasıdır diyebiliriz.

Arketip kavramının mucidi olarak bilinen Carl Gustav Jung, “arketip, daha antik çağda bile kullanılan ve Platon’un ideasıyla eşanlamlı olan bir kavramdır,[2] diyor ki eski düşünürlerin ilk-örnek olgusunu fark etmemiş olmaları zaten mümkün değildi. Nitekim Jung, bilinç-öncesi psikenin, meselâ yeni doğmuş bir bebeğinkinin boş bir levha olmadığını, aksine son derece karmaşık olduğunu belirtmektedir. Yani bomboş bir içerikle doğmuyoruz. Bilinç-öncesi levhamızda birtakım kodlar (veya fıtrat) bulunduğu içindir ki Hıristiyanlıkta vaftiz uygulaması vardır. Tasavvuftaki nefsin terbiyesi söylemi de herhalde aynı sebebe dayanmaktadır.

Arketipler bireysel değil müşterektir. İnsanlığın ortak kodlarıdırlar. Claude Levi-Strauss bu hususta şöyle bir saptamada bulunuyor: “İnsanlığın ayrı ayrı bölümleri arasında kültürel farklılıklar olsa da, insan zihninin her yerde bir ve aynı olduğu ve aynı yetilere sahip bulunduğu belki de antropolojik araştırmaların birçok sonucundan biridir.”[3] Dolayısıyla her yetkin anlatıda arketipik unsurlar kaçınılmaz olarak vardırlar. Tabii bunlar stereotip olmaktan ziyade derinlikli unsurlardır. Yazımızın başlangıcında entelektüel gevezeliğe yeltenmeksizin olabildiğince basite indirgeyerek arketip kavramını izah etmek gerekiyor demiştik. Bu nedenle somut misaller vererek ilk-örnek unsurlarını gözler önüne sermeyi tecrübe edelim. Şöyle ki: Köroğlu veya Robin Hood birbirinin tıpatıp aynısı olmasa bile benzer ilk-örneklerdir. Köroğlu arketipinin günümüzdeki görsel karşılığı ise Kurtlar Vadisi dizisindeki Polat Alemdar karakteridir. Epik (destansı) bir kahraman olan Köroğlu bizim çağımızın herhangi bir büyükşehrinde yaşasaydı ve malum yozlaşmaya ayak direseydi nasıl bir kimse olurdu? Tabii ki Deli Yürek dizi filmindeki esas oğlan gibi olurdu. Nitekim öyle de olmuştur. Söz konusu her iki dizi filmin bu kadar çok sevilmesinin sebebi işte budur. Çünkü seyircinin şuuraltına hitap edilebilmektedir bu türden senaryolar. Nasıl ki Köroğlu’nun Ayvaz adında bir yardımcısı varsa, Polat Alemdar’ın da Memati adında bir Ayvaz’ı vardır. Meşhur dedektif Sherlock Holmes karakterinin yardımcısı ve daha da önemli olarak onun tamamlayıcısı Doktor Watson’dan başkası değildir. Esas karakterlerin noksanlıklarını tamamlayıp bertaraf edenler hep işte bu yardımcı karakterlerdir. Nitekim Türk destanlarında da asıl destansı kahramanların peşinden ayrılmayan yardakçı kahramanları daima görebiliyoruz. Don Kişot’un sadık uşağı Sancho Panza da Cervantes’in büyük anlatısında aynı işlevi yüklenmiştir.

Hâdiseye bu açıdan baktığımızda Hababam Sınıfı’nın şöhretli tiplemesi İnek Şaban dahi bir arketiptir ve arketip olduğu için herkesin sevgisini kazanabilmiştir. Masallarımızın vazgeçilmez kahramanı Keloğlan’ın Yeşilçam sinemasına yansımış biçimidir İnek Şaban tiplemesi. Böyle olduğu için de Kemal Sunal’ın oynadığı pek çok filmde aynı tipleme tekrar edilmiştir. Bu itibarla İnek Şaban’dan öte Kemal Sunal aslında Keloğlan’dır. An itibarıyla iki binli yılların Türk sinemasındaki komik karakterlerin halk nezdinde unutulmaz izler bırakamıyor olmalarının nedeniyse Türk seyircisinin müşterek bilinçaltına veyahut kadim kültür kodlarına erişmekteki yetersizlikleridir. İcra etmekte olduğu sanatını beğenelim veya beğenmeyelim Cem Yılmaz bu kadar çok tutulduysa meddahlık geleneğimize yaslanabildiği içindir. Onun bol küfürlü sahne oyunları esasen Türk erkeğinin gerçeğidir. Sahnedeki edepsiz Cem Yılmaz’ı seyredenler onun küfürlü anlatısına kahkahayla güldüklerinde farkında olarak veya olmayarak bizzat kendi edepsizliklerine gülmektedirler.

İlk-örnekler ölümsüzdür. Dünya durdukça ve insanoğlu yaşadıkça arketipler de varlıklarını sürdüreceklerdir. Platon’un ideasını öz olarak varsayarsak ilk-örneklerin biteviyeliğini inkâr edemeyiz. İsmail Hakkı İzmirli Metafizik adlı eserinde öz’ün özelliklerinin üç olduğunu belirtmektedir: “Bölünmezlik, değişmezlik ve sonsuzluk.”[4] Hâdiseye pratik taraftan baktığımızda (arka planında Keloğlan ilk-örneğinin yattığını hesaba katarak) Kemal Sunal’ın veya İnek Şaban tiplemesinin hiç bölünmediğini, değişmediğini ve Türk seyircisi tarafından unutulmadığını apaçık görebiliyoruz. Carl Gustav Jung, arketiplerin yalnızca gelenek, dil ve göçlerle yaygınlaşmadığını, her zaman ve her yerde, herhangi bir dış etkenden bağımsız olarak kendiliğinden yeniden ortaya çıkabileceklerini söylemektedir. İlk-örneklerin biteviyeliğine Sigmund Freud da temas ederken şöyle der: “Ortaya konan her şey bir göstergedir. Bütün göstergeler yorumlamaya tâbidir ve bunlar nihayetinde hepimiz için aynı karakterleri ve aynı anlatısal fonksiyonları içeren hikâyeler anlatan mesajlar verirler.”[5]

Arketiplerin çağdaş anlatı sanatlarına veya senaryolara uyarlanırken biçim değiştirmeleri sık görülen bir keyfiyettir. Tabii ki sadece biçimsel değişim söz konusudur, özleri değişmez, daima aynı zeminde kalırlar. Bir misal verecek olursak: Türk masallarının neresinde bir hazine varsa aynı yerde o hazinenin koruyucusu olan bir şahmeran da muhakkak vardır. Elbette ki şahmeran figürü anlatıcı veya yazar tarafından keyfi olarak (veyahut kurgu gereği) biçimsel değişikliğe uğratılabilir. Kemal Sunal’ın başrolde oynadığı Süt Kardeşler filminde –hatırlanacağı üzere– koskoca bir elmas kaybolmuştur ve konakta yaşayanlar bu kayıp elmasın izini sürmektedirler. Filmin senaristi burada keyfi veya kurgusal bir oynamayı tercih ederek kayıp elmasın (hazinenin) yamacına Gulyabani figürünü koymuştur ki aslında bu figür şahmeran arketipinin farklı tarzdaki bir yansımasından ibarettir. Masallardaki şahmeran ile Süt Kardeşler filmindeki gulyabani figürlerinin işlevleri tıpatıp uyuşmuyor olsa bile öz itibariyle aynı arketipin türevleridirler.

Bir zamanlar Türk televizyonlarının en fazla seyredilen dizi filmlerinden biri olan Ekmek Teknesi dizisindeki Fırıncı Baba figürü ise tasavvuf ehlinden Somuncu Baba’nın film setine yansıyan uzantısından başka bir şey değildir. Bu itibarla Somuncu Baba da bir arketiptir ki, söz konusu figürün arka planını Hoca Ahmed Yesevi’den Dede Korkut’a kadar derinleştirmemiz mümkündür.

Sadede gelecek olursak; ister geleneksel anlatılar olsun, isterse roman ve senaryo gibi modern anlatılar olsun, herhangi bir anlatının tatminkâr başarıyı yakalayabilmesinin püf noktası sağlam kurgudan veya usturuplu üslûptan önce karakterlerin olabildiğince arketiplere yaslanabilmesinde aranmalıdır. Anlatıcı (romancı veya senarist ve benzerleri) bu itibarla arketipler bahsini çok iyi çalışmak durumundadır. Yine bu itibarla anlatıcılığa soyunmuş kişinin mitolojiden tutun da psikanalize varıncaya dek çok yönlü okumalar yapması gerekmektedir. Arketipler doğası gereği birer semboldürler. Mario Puzo’nun Baba’sı, mafya babası olmanın ötesinde, zorluklarla dolu hayatın gerektirdiği despotça otoritenin sembolüdür. Nitekim yoksul bir Sicilyalı göçmen ailenin çocuğu olan Mario Puzo yeni dünyadaki (New York’taki) zor hayat şartları içerisinde ailesini ayakta tutmaya çalışan sert tabiatlı annesinden esinlenerek Baba karakterini oluşturduğunu itiraf etmiştir ki burada şahmeran-gulyabani değişiminde karşılaştığımız tarzda anne-baba değişimine biçimsel olarak yer verilmiştir. Fakat arketipik öz değişmemiştir. Jung’un ifadesiyle, her anlatı esas olarak bilinç-dışındaki arketipin bir ürünüdür ve dolayısıyla psikolojik yorumlama gerektiren bir simgedir.[6] Genelde bütün anlatı sanatları, özelde ise roman –Georg Lukacs’ın söylemiyle– içselliğin serüvenidir: “Romanın içeriği, kendini bulmak için yola çıkan, serüvenlerle kendini sınayıp kanıtlamak ve kendini kanıtlayarak özünü bulmak için serüvenlere atılan ruhun öyküsüdür.”[7] İşte, bulmayı hedeflediğimiz öz, arketiplerdir.       

KAYNAKLAR

[1] Charles Rycroft, Psikanaliz Sözlüğü, arketip maddesi, Ara Yayıncılık, İstanbul 1989

[2] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, sayfa 17, Metis Yayınları, İstanbul 2003

[3] Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, sayfa 31, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986

[4] İsmail Hakkı İzmirli, Metafizik, sayfa 81, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012

[5] Peter Brooks, Psikanaliz ve Hikâye Anlatıcılığı, sayfa 34, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2014

[6] Carl Gustav Jung, Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit, sayfa 31, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2014

[7] Georg Lukacs, Roman Kuramı, sayfa 95, Metis Eleştiri, İstanbul 2003

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen