Milletler ve Halklar Meselesi – Metin SAVAŞ ile Söyleşi

Çok değerli edebiyatçımız, daha da ötesinde fikir ve düşünce insanı dostumuz sayın Metin SAVAŞ ile bu önemli ama pek te dile getirilmeyen, açıkça tartışılmayan konuyu, “Milletler ve Halklar Meselesi”ni tartıştık.

 Türk milliyetçileri “millet” ve “halk” kavramlarını nasıl değerlendirmeliydi, Türkiye’de bir milletler ve halklar sorunu var mıydı, milliyetçiliğimiz sosyolojik olarak hangi unsurlara dayanmalıydı?

 Söyleşiyi baştan sona okuyun; müthiş! Literatürden de alıntılarla öylesi analizler ve yorumlar var ki, yazı bittiğinde ufkunuz çok genişleyecek ve eminiz ki konuyla ilgili ciddi bir tartışma başlayacak; yorumlar yapılacak, eleştiriler yazılacak, yeni söyleşiler gerçekleştirilecek. Zaten maksat da bu tartışma zeminin oluşması değil mi?

 Tabii, bütün bu tartışmalar Türk milliyetçileri için önemli bir sorunun kavramsallaştırılmasına ve tanımlar olarak berraklaşmasına fayda sağlayacak. Belki de ortak ve net tanımlamalarda buluşabileceğiz.

 Böylece Türkiye ve ilgili coğrafyadaki insanlar Türk milliyetçilerinin “millet” ve “halk” kavramlarına ait tanımlamaları budur diyebilecekler, saçma, kasıtlı ve ayırt edici çirkin suistimallerin şansı azalacak.

Değerli Üstat, Millet, ırk, kavim, soy, ümmet kavramları sosyolojide ve edebiyatta sizce ne anlama geliyor?
 
Usta bir yazar olarak kabul ediliyor bulunsam bile bir sosyolog olmadığım için millet, ırk, ümmet türünden kavramları algılayışım ilmî olmaktan ziyade keyfî olacaktır. Yine de, bir romancı kimliğiyle kendi düşüncelerimi dile getirmem ise herhalde meşrudur. Günümüz sosyologlarından Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’a göre, sosyolojik açıdan millet, dil ve kültür değerleri yanında ortak duygularda uyum sağlamaktır. Toplumsal uzlaşma dediğimiz hâdisenin temel payandası işte bu duygudaşlıktır. Ve fakat söz konusu duygudaşlık “toplumsal uzlaşmanın” manevî tarafıdır; maddî tarafıysa, toplumu oluşturan fertlerin ve bütün grupların kendi menfaatleridir. Herkes birbirinin menfaatine yıkıcı zararlar vermediği müddetçe toplumsal uzlaşma insicamlı bir şekilde hükmünü icra edecektir. Muayyen bir milletin kapsamı içerisinde farklı kavimlerden ve hatta farklı ırklardan birtakım unsurlar bulunabilir. Bir millet sadece tek bir kavmin pek çok boyunun kaynaşmasıyla teşekkül etmek zaruretinde değildir. Toplumsal oluşumlar söz konusu edildiğinde bilimsel teoriler veya laboratuar sonuçları mutlak hakikatmişçesine dayatılamaz. Her toplum kendi tarihsel şartları içerisinde kendine özgü bir tecrübeyle oluşmuştur. Japon milletinin tarihsel oluşumu ile Rus toplumunun tarihsel oluşumu tıpatıp aynı değildir. Milletlerin teşekkülünde birtakım benzerlikler de vardır, birtakım farklılıklar da vardır. Fakat benzerliklere ve farklılıklara ilişkin teşekkül olgusunun gündelik hayatta karşılığı veya yaptırımı bulunmaz. Muayyen bir milletin fertleri pratik hayatlarında “Biz acaba nasıl bir tarihsel süreçten geçerek bugünkü toplum haline geldik?” kaygısı gütmeksizin tabii yaşantılarını sürdürürler. İçerisinde bulundukları toplumsal ortam onlar için gayet doğaldır.
 
Orhan Türkdoğan’a göre millet, tarihî ve sosyal gelişimin ürünüdür. İşbu ürünün kapsamında hangi unsurların bulunduğunu araştırıp sorgulamaya yeltendiğimizde birtakım toplumsal hassasiyetlere dokunmuş oluruz. Sosyolojik çözümlemelerin verilerini gündelik hayatın içindeki toplum fertlerine yansıttığımızda ise ya bütünleşmeye katkıda bulunmuş oluruz ya da ayrıştırmaya sürükleniriz. Hassasiyetten kastım işte bu çift yönlü müdahaledir. “Millet,” diyor Orhan Türkdoğan, “öyle bir tarihî süreçtir ki, en son kademede; ticaret ve sanayinin gelişmesi, toplum yapılarını biçimlendirmesi, ferdî hürriyetlerin kazanılması, sosyal devlet anlayışının güçlenmesi ve demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması gibi bir seri sivil hakları birlikte getirir. (Millî Kimliğin Yükselişi, Alfa Yayıncılık, İstanbul 1999)” Görüldüğü üzere, muayyen bir milletin fertleri, gündelik hayatlarını kolaylaştıracak ve kendilerini medenî haklarının sahibi kılacak olan bir toplumsal uzlaşma sayesinde daha fazla hür olabilmektedirler. Tarihsel sürecin oluşturduğu bir milletin fertlerine etnik kimlikleri dayatmak yahut da onların farklı farklı halklar olduklarını başlarına kakmak demek yine onların ferdî hürriyetlerini kısıtlamak anlamına gelebilmektedir. Türkdoğan’ın ifadesiyle, milletleşme, hem bir tarihî tekâmüldür, hem siyasî yapılanmadır, hem de sivil toplum özelliklerine dayalı bir oluşumun yansımasıdır.
Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, herhangi bir milletin fertlerini ırk, kavim, aşiret veya soylara sürükleyerek kategorize ettiğimizde hem tarihsel tekâmülü sekteye uğratmış oluyoruz hem de bu fertlerin sivil hayatlarına “ötekileştirme” şuurunu katarak toplumsal duygudaşlığı menfi mânâda törpülüyoruz. Edebiyat tarihçisi Carl van Doren Amerikan milletini Amerikan edebiyatının yarattığını söylemiştir. Çünkü edebiyat bir toplumun bütün üyelerine hitap eder ve böylelikle de o toplumun bütün üyeleri arasında duygudaşlığı pekiştirir. Bir roman okurken veya bir film seyrederken o romanın veya o filmin esas kahramanı bizim o anki taraftarlığımızdır. Hepimiz o esas kahramanın tarafını tutarız ki duygudaşlık dediğimiz de budur zaten.

MetSA1

 
Bir edebiyatçı olmam itibarıyla hitap ettiğim yahut da hedef edindiğim kendi toplumumun bütün üyeleri benim ya okurumdur ya da potansiyel okurumdur. İşte bütün bu okurların birleştiği organizasyon benim indimde “millet” dediğimiz oluşumdur. Bütün dünya okurlarına seslenmeyi hedeflemiş olsam bile eserlerimi Türkçe ile kaleme aldığım içindir ki kendi açımdan menfezim Türk milletidir ve Türk kültürüdür. Rus toplumundan ve Rus kültüründen hareket ederek eser vermiş olan Dostoyevski indinde Rus kimliği esastır ve Rusluk şuuru üst-kimliktir. Bu üst-kimliğin şemsiyesi altında birtakım etnik grupların ve hatta Rusya Çarlığı idaresinde birtakım milletlerin bulunuyor olması Dostoyevski açısından sadece siyasî bir vâkıadır. Aynı şekilde Türk milleti adını taşımakta olan Türkiye halkının içerisinde birtakım etnik unsurların bulunması bir yazar olarak Metin Savaş’ın edebî meselesi değildir. Edebî eser üretenler için toplumun bütünlüğü ve toplumun üyelerinin sorunları önemlidir. Ayrıştırma amaçlı edebî üretime biz artık edebî metin diyemeyiz de siyasî metin dememiz gerekir.
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye halkına Türk milleti denir,” ilkesinden hareketle bir Türk edebiyatçısı indinde Türkiye’de yaşayan herkes Türk okurudur. Ümmet ise ayrı bir şeydir. Millet’te kültür birliği esasken, Ümmet’te kültür değil din/inanç birliği esastır. Millet mevziidir ama Ümmet evrenseldir. Türk kültürü evrensel medeniyete katkıda bulunmakla yükümlüyken dahi Türk milletine özgüdür. Din ise böyle değildir. Din hiçbir millete özgü değildir veya olamaz ve hatta olmamalıdır. Hindistan’da da Japonya’da da Budist varken Ümmet şuurunu Millet bilincinin alternatifi veya rakibi şeklinde algılamamız doğru olmayacaktır.      
 
Daha çok 19. ve 20.yy’da ortaya çıkan, Sultan Galiyev’in de üzerinde önemli görüşleri olduğu “milletler ve halklar meselesi”nin bugünkü hayatta pratik önemi var mı?
 
Öncelikli olarak “halk” kavramının taşıdığı anlama bakmamız gerekiyor. Din sosyolojisine dair çalışmaları bulunan ilâhiyatçı Mehmet Ali Kirman “halk” kavramını şöyle açıklamaktadır: “Bir ülkede yaşayan, aynı kandan gelen, aynı dili konuşan, benzer hayat alışkanlıklarını sürdüren ve ortak bir geçmişi olan insanların oluşturdukları birliktelik. (Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul 2004)” Halk aynı kandan gelenlerin birlikteliğidir ama millet birlikteliğinde aynı kandan gelme şartı yoktur. Halk aynı dili konuşurken millet birlikteliğinin üyeleri çift dilli olabilirler; kendi yörelerinde anadilleriyle konuşurlarken kamusal ortamda ortak dili kullanırlar. Dolayısıyla, nasıl ki Ümmet ile Millet kavramları birbirlerinin muadili değillerse, Halk ile Millet kavramları da yine birbirlerinin alternatifi olamıyor. Bir ülkede yaşamak ve benzer hayat alışkanlıklarını sürdürmek türünden olgular ise hem Halk hem de Millet için geçerlidir. Tabii ki bir halkın ve bir milletin mensupları başka coğrafyalara ve bilhassa komşu ülkelere yayılmış da olabilir. Mehmet Ali Kirman’ın izahına göre “halk” kavramında süreklilik vardır ama sosyolojik anlamda devlet kuramamış toplulukları ifade eder; yani teşkilâtsız gruplardır. Oysaki “millet” dediğimiz birlikteliğin siyasî teşkilâtı vardır.
 
Müşterek bir devletin içerisinde halklara dayalı alt-devletler (federasyon, konfederasyon, muhtariyet v.b.) teşekkül edebiliyor elbette. Fakat bu durumda da, ne kadar iyi niyet taşınırsa taşınsın “ötekileşme” kaçınılmaz oluyor. Milliyete “ötekileştirme” endişesiyle karşı çıkan hümanistler ise “halklara özgürlük ve etnik grupların yaşatılması” tarzındaki söylemlerinin dahi ötekileşmeye zemin hazırladığı gerçeğini es geçmektedirler. Bütün bunların yanı sıra “halk” kavramı, birbirlerinden dil ve köken bakımından ayrı olan, fakat ortak bir devlet yönetimiyle birleşmiş bulunan topluluklar için de kullanılmaktadır. Bu mânâda “halk” ile “millet” birbirinin eşdeğeri gibi görünmektedir. Şu halde diyebiliriz ki, “milletler ve halklar meselesi” hâdiseye hangi açıdan yaklaşıldığına göre bir meseledir veya değildir. Kısacası izafiyet söz konusudur. Tarihsel süreç içerisinde milletleşmiş bir toplumu “halklar” söylemiyle bulandırmanın pratikte o toplumu bölmekten başka bir sonuç vermeyeceği fikrindeyim. İzafiyet söz konusudur demiştim. Bu ne demektir? Apaçık bir şekilde şu demektir: Müslüman Boşnaklar belki Balkan coğrafyasında müstakil bir kavimdir ama Türkiye coğrafyasında bir kavim değil, Türk milletine mensup bir unsurdur. Bir diğer örnek olarak, Müslüman Çerkezler yine belki Kafkas coğrafyasında müstakillik şuurunu yaşatmaya yeltenebilirler fakat Türkiye coğrafyasında Türk milletinin bir unsuru olarak kalmak durumundadırlar.

mETsa2

 
Türkiye için, kimileri kurucu unsur Türklerdir, millet önemlidir derken, kimileri mozaikten bahsediyor. Ne dersiniz?
 
Her şeyden önce şunu hatırlatmak gerekir ki, “mozaik” bir bütündür. Yamalı bohça değildir. TDK Türkçe Sözlük “mozaik” sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır: “Türlü renklerde, küçük küp biçiminde mermer, taş veya pişmiş toprak parçalarının yan yana getirilmesiyle yapılan resim ve bezeme işi.” TDK Sözlük “mozaik” kelimesini şöyle de tanımlamaktadır: “Bu iş için kullanılan mermer parçaları.” Mozaik sözcüğü parçayı ifade ettiği gibi, bu parçalardan oluşan insicamlı (tutarlı) bütünlüğü de ifade etmektedir. Tek başına ele alındığında mozaik parçası (bir parça olmanın dışında) hiçbir anlam ifade etmiyor. Parçaların tutarlı birleşimi makul veya kayda değer bir anlam taşıyabilmektedir. Çağdaş Amerikan Romanının Umumî Görünüşü adlı eserinde Maurice-Edgard Coindreau özetle şöyle der: “Bazı münekkitler, Amerikan ırkı teşekkül edip açıkça târif edilmedikçe bir Amerikan edebiyatı olamayacağını iddia ediyorlar. Bugün Amerika türlü milletlerin karışmasından ortaya çıkmış geniş bir halitadır, diyorlar. Bu görüşte bir mübalâğa payı varsa da Amerikan edebiyatının Avrupa edebiyatları gibi mütecanis (uyumlu-tutarlı) olmadığı da muhakkaktır. Amerikan edebiyatının yer yer İngiliz, Yahudi, Ermeni, İskandinav veya İrlanda edebiyatı olduğu ve büyük Amerikan romanının henüz yazılmamış olduğu ileri sürülebilirse de bu, bir mozaiğin de bir bütün teşkil edebileceğini inkâr etmeye benzer. Bu derece çeşitli ve dağınık bir memleketin pek alacalı bir edebiyatı olması tabiidir, ama alacalı bir kilim de pekâlâ kilimdir. (Kısa Amerikan Edebiyatı Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul 1961)”
 
Maurice-Edgard Coindreau’nun izahından anlaşıldığı üzere, kilim parçalıdır ama parça halindeyken herhangi bir değeri bulunmamakta, ancak bütün olarak bakıldığında kilim formuna bürünebilmektedir. Fransız milleti kırk kadar etnik grubun bütünleşmesiyle teşekkül edebilmiştir ve biz Victor Hugo’nun eserlerini okurken Fransız edebiyatını okumakta olduğumuzu düşünürüz. Sefiller romanının başkahramanı Jan Valjan’ın ya da Victor Hugo’nun etnik kökenini sorgulamak aklımıza bile gelmez. Aynı keyfiyet Türk edebiyatı için de geçerlidir. Şöyle ki: Bugün artık dünya edebiyatı kapsamına girmiş bulunan, İngilizce ve Fransızca gibi dillere çevrilmiş olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar bütün dünya okurları indinde Türk’tür ve Türk edebiyatının yazarıdır. Bir Fransız veya bir Alman okur Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını okurken Tanpınar’ın etnik kimliğini merak bile etmiyor. Henri Bergson esasen Polonya Yahudilerine mensup bir ailenin Katolikliği benimsemiş bir çocuğudur ve eserlerini Fransız diliyle yazmıştır. Bizim için önemli olansa Bergson’un Yahudiliği reddetmesi ya da Katolikliği benimsemiş olması değildir; bizler için önemli olan Bergson’un fikirleri ve teorileridir.
 
İşte bütün bu sebeplerden ötürü “mozaik” bir problem değildir. Tam tersine, parçalardan bütünlüğe ulaşmanın âhenkli zenginliğidir. Ahmet Mithat Efendi’nin annesi Kafkasya kökenlidir fakat Ahmet Mithat Efendi Çerkezcilik değil, açıktan açığa Türkçülük yapmıştır. Bu bağlamda, Türk Ocaklı olan Mehmet Akif Ersoy’un Arnavut mu yoksa Makedon mu olduğunu dert edinmenin bir mânâsı kalmıyor.
 
Kurucu unsur meselesine gelirsek: Her toplumun/her devletin kurucu bir unsuru muhakkak vardır. Amerikan milletinin kurucu unsuru WASP kısaltmasıyla nitelendirilen White-Anglo-Sakson-Protestan unsurdur. Kırk kadar etnik grubun kaynaşmasıyla oluşmuş olan Fransız milletinin kurucu unsuru ise Frank kavmidir. Bilhassa Fransa bu açıdan Türkiye’ye daha fazla benzemektedir. Şöyle ki: Fransız milletinin kurucu unsuru Frank kavmidir ama Fransa halkının müşterek adı Frank değil de Fransız’dır. Aynı veya benzer şekilde Türk milletinin kurucu unsuru Türkmen kavmidir fakat Türkiye halkının ortak adı Türkmen değil Türk’tür. Gerek Fransa’daki gerekse Türkiye’deki etnik kimlikleri ön plana çıkaracak olduğumuzda toplumsal uzlaşma diye bir şey kalmayacaktır ki böylesi bir durumda mozaikten bile söz edilemeyecektir. Mozaik parçalarını levhanın bütününden söküp attığımızda ortada ne ülke, ne devlet, ne de uzlaşmayla teşekkül etmiş bir toplum kalacaktır. Şahsî kanaatime göre, Türkiye’nin kurucu unsuru Türkmen/Oğuz kavmidir ama Türkiye halkının müşterek adı Türk milletidir. “Türk milleti” nitelemesi üst-kimlik olması bakımından yekpareliğin teminatıdır. Fakat buradaki yekparelik menfi anlamdaki yeknesaklıktan çok farklıdır. Yeknesaklıkta yaratıcılığa ket vuran bir tür robotlaşma veya mekanizm vardır. Oysaki yekparelik tam tersine, Henri Bergson’un yaratıcı hamle dediği tekâmüle açık bir imkânlar alanıdır.                      
 
mETSA4

Türkiye’nin bir “milletler ve halklar meselesi” olduğunu konuşabilir miyiz?
 
Türkiye’de “milletler ve halklar” meselesi yoktur. Çünkü Türkiye’de birtakım etnik gruplar vardır ama birden fazla millet mevcut değildir. Süryani vatandaşlarımızı ayrı bir halk saysak bile örneğin Coşkun Sabah’ı Türk müziğinden soyutlayamayız. Dolayısıyla Türkiye’de etnik grupların üzerinde birtakım halklar bulunduğunu vehmetmemiz durumunda Coşkun Sabah’a ve Coşkun Sabah’ın güfteleriyle bestelerine nasıl bir kılıf biçeceğiz? Yine bu kapsamda Türk-İslam mimarisinin şaheserlerini inşa etmiş olan Mimar Sinan’ın Ermeni kökenli olup olmadığına yönelik bir tartışma havada kalmaktadır.
 
Türk edebiyatına, Türk sanatına ve Türk bilimine, kısacası Türk kültürüne Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet asırlarında her etnik gruptan vatandaşımız katkıda bulunmuştur. Hâdiseye hümanizm penceresinden baktığımızda söz konusu vatandaşlarımızın etnik kökenlerini sorgulamamız en başta hümanist yaklaşıma aykırı düşecektir. Neticede hepsi insandır ve bütün bu vatandaşlarımızın Türk üst-kimliği içerisinde bütünleşmiş bulunmalarının insanlık-dışı bir uzlaşma olduğu söylenemez. Türk milleti kavramına karşı çıkmak maksadıyla İsviçre örneği verilebilir ama Fransa veya Japonya örneği niçin verilemesin ki? İspanya’nın şartlarıyla Türkiye’nin şartlarının aynı olduğunu ya da farklı olduğunu hangi kıstas belirleyecektir? Sonuç itibarıyla, Türkiye’de bir millet vardır ve o milletin adı da Türk milletidir. Ülkemizde birtakım etnik grupların yanı sıra birtakım halkların da yaşamakta olduğunu varsaysak dahi acaba hangi hümanist dayatma hangi gerekçelerle bütün bu etnik grupların ve varsaydığımız halkların Türk milleti üst-kimliğinde bütünleşmelerine karşı çıkacaktır?
 
Türkiye’de “milletler ve halklar” meselesi varsa bile bu mesele doğal bir mesele değil yapay bir sorundur. Buradaki amaç, insancıl çok-kültürlülük kaygısı gütmek maskesi altında parçalanmış bir Anadolu oluşturmak yoluyla Türkiye birliğini önce zafiyete uğratmak ve ardından da Türk milletinin varlığına son vermek projesidir. Benim yaşamakta bulunduğum mahallede (eski zamanlardaki gibi hâlen daha) baklavacımız Zaza’dır, börekçimiz Arnavut’tur, bozacımız Boşnak’tır, mahalle bakkalımız Kürt’tür, manavımız Yörük’tür, ailemizin bir damadı Çerkez’dir, bir gelinimiz Caferi mezhebinden Azerbaycanlıdır, büyükannem Kırım kökenlidir vesaire… Türk ailesi her yerde aşağı yukarı hep böyledir. Bu itibarla Türkiye halklarından dem vurmak demek aynı zamanda Türk ailesini parçalamak demektir ki işbu parçalanmanın hümanist veya özgürlükçü vicdanla bağdaşmayacağı apaçık meydandadır. Bir toplumu oluşturan en küçük birim olarak Türk ailesine bakmamız bile Türkiye’de sadece ve sadece “millet” gerçeğinin yürürlükte bulunduğunu kanıtlamaya yetecektir. Bundan ötesi artık ya komplodur ya da ütopyadır. Polonya kökenli sosyolog Zygmunt Bauman “zayıf devletler” kavramını çözümlerken şöyle der: “Zayıf devletler, çoğu zaman bir yeni dünya düzensizliğine benzeyen Yeni Dünya Düzeni’nin, kendini sürdürmek ve yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu şeyin ta kendisidir. Zayıf, sözde devletler, iş hayatının sürmesi için gerekli olan, ama küresel şirketlerin özgürlüğüne etkili kısıtlamalar getirebileceği korkusu yaratmayan, faydalı yerel polis karakolları rolüne kolaylıkla indirgenebilirler. (Küreselleşme, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012)” Bauman’ın sözlerinden de anlaşıldığı üzere, bir milleti halklara ya da birtakım etnik gruplara ayrıştırmak demek o milleti zayıf devletlere mahkûm edecek indirgemeciliğe zemin hazırlamak demektir.
  
Türk milleti sizce nedir; bir soy birliği mi yoksa kültürel bir birlik mi?  Mehmet Akif Ersoy’u, Şemsettin Sami’yi, Tatyos Efendiyi, Sarkisyan’ı, Ahmet Haşim’i, Zenci Musa’yı nasıl değerlendirmeliyiz?
 
Türk milleti bence soy birliğini de aşmış, tekâmül etmiş bir kültürel bütünlüktür. Ziya Gökalp bu yalın gerçeği zaten bir asır öncesinden görmüştür ve dile getirmiştir. Yukarıdaki soruları cevaplarken Mehmet Akif Ersoy veya Tatyos Efendi gibilerin durumuna da değinmiştim. Yaşamakta bulunduğum mahallede şimdi artık kaportacımız Suriyeli Arap’tır ki Ahmet Haşim bunun eski bir örneği gibidir. Türk milleti birtakım kötücül projelere o binlerce yıllık kültür kodlarıyla engel olabilirse Suriyeliler ülkemizde Suriyeli kimliğiyle barınamazlar ve bunların bir kısmı Türkiye’yi terk etmek zorunda kalırken bir kısmı da Ahmet Haşimleşirler. Nitekim bizim apartmanda ikamet eden bir Suriyeli Arap ailenin kızları bizim mahalledeki Türk delikanlılarıyla gönül yakınlaşmasına çoktan kapılıp gitmiş durumdadırlar. Apartman komşumuz olan Suriyeli Arap ailenin ilkokullu küçük kızı Arapçanın yanı sıra aksansız Türkçe de konuşabilmektedir ve İstiklal Marşımızı ezberden okuyabilmektedir zaten. Soy birliği ise bir toplumun kara kutusu olması itibarıyla bir nevi sigortadır ama (şiddet yanlısı ırkçılığa yanaşmayan) gizli bir sigortadır.

mETSA5

 
Bugünkü Türkiye için, milliyetçilerin bakışına göre “milliyet ve halklar meselesi” nasıl yorumlanmalıdır? Milliyetçilerin “milliyetler ve halklar” konusundaki görüşü-ideolojik değerlendirmesi nasıl olmalıdır?
 
İbn Haldun pek meşhur Mukaddime’sinde şöyle bir saptamada bulunuyor: “Milletlerin ve âlemin ahvâli, cemiyetlerin âdetleri ve dindarlıkları bir tek süreç ve istikrarlı bir yol üzere devam etmez. Bu cihet günler ve zamanlar geçtikçe vukua gelen bir değişiklik ve bir halden diğer hale intikalden ibarettir. Nitekim bu husus (ve değişiklik) şahıslarda, vakitlerde ve şehirlerde de mevcuttur. Ülkelerde, bölgelerde, zamanlarda ve devletlerde de durum böyledir. Kulları arasında Allah’ın cari sünneti ve kanunu budur.” Buradan anlıyoruz ki Türk milliyetçileri skolastik zihniyetin en kararlı ve en şuurlu muhalifleri olmak zorundadırlar. Değişmeyen tek şey değişimdir umdesi uyarınca Türk milliyetçileri kendi milliyetperverliklerini kısırlaştırmamakla yükümlüdürler. Aksi halde hayat hamlesi ilkin sekteye uğrar ve akabinde büsbütün sükût bulur. Bin yıllık Türkiye tarihi bunun en açık sahnesidir zaten. Türkiye’nin temellerini atmış olan Selçuklu’nun inkırazı son raddesine varınca Osmanlı derhal bayrağı devralmıştır. Birinci Dünya Savaşı neticesinde Osmanlı inkıraz bulunca da Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk Ocaklılar derhal bayrağı teslim alarak Cumhuriyet’i kurmuşlardır. Nasıl ki Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki zümre Osmanlı’nın son yaratıcı zümresi idiyse, Osmanlı’yı Osman Gazi komutasında kuran zümre de Selçuklu’nun son yaratıcı zümresiydi. Şahsî fikrime göre Türk milliyetçileri “milliyet” fikrinden ödün vermeksizin (ve fakat günümüzün küresel-postmodern şartlarını da gözeterek) Türkiye’ye soluk aldıracak ve Türkiye’yi yaşatacak atılımları kurgulamak durumundadırlar.
 
Hayat bir kurgudur. Cumhuriyet karşıtlarının “resmî tarih kurgudur, gerçek değildir” şeklindeki söylemleri akılcılıktan uzak bir söylemdir. Friedrich Nietzsche tarihin bir kurgu olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: “İnsanın yaşayabilmesi için geçmişi kırıp dökmeye ve ortadan kaldırmaya bir gücü olması ve bunu zaman zaman uygulaması gerekiyor.” Osmanlı’yı yıktığı iddia edilen Mustafa Kemal Atatürk’ün zaten yıkılmış olanı yıkması nasıl mümkün olacaktır? Osmanlı’nın Selçuklu’yu siyaseten reddetmesi uyarınca (ki bu reddediş ilk dönem Osmanlı tarihçilerinde görülebilmektedir) Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk Ocaklı kadro da Osmanlı’yı siyaseten reddetmiştir. Bunun sebebi ise, insanın (burada Türk milletinin) yaşayabilmesi için geçmişi siyaseten ortadan kaldırması mecburiyetidir. Osmanlı sadece siyaseten tasfiye edilmiştir ve Cumhuriyet devrindeki Türk kültürü ise Selçuklu-Osmanlı asırlarındaki Türk kültürünün çağdaş bir devamından ibarettir. Resmî tarihin veya Cumhuriyet ideolojisinin bir kurgu olduğunu söyleyenlerin tezleri de esasen kendi ideolojilerden kaynaklanan bir kurgudan başka bir şey değildir.
 
Nietzsche şöyle de diyor: “Eskiye bağlı tarih yalnızca yaşamı korumayı bilir; yaratmayı değil.” Dolayısıyla Osmanlı’ya körü körüne bağlı kalmak demek yaratıcı hamleyi donuklaştırmak demektir. Cumhuriyet için de aynı durum geçerlidir ve değişim kaçınılmazdır. Kırmızılar’la yaptığımız bu söyleşiyi Nietzsche’nin şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Her canlı ancak belli bir ufuk içinde sağlıklı, güçlü ve verimli olabilir; bu canlı kendi etrafına bir ufuk çekmesini ve kendi görüş açısını, yine bencilcesine bir başkasınınkinin (yabancınınkinin) içine yerleştirmesini, onun çerçevesi içine koymasını bilemiyorsa, bitkin düşer ya da büyük bir hızla göçüp gitmeye sürüklenir. (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, Say Yayınları, İstanbul 2011)” Bizim bu sözlerden anladığımız şudur ki, Türkiye Cumhuriyeti yeni dünya düzeninin zayıf devleti, yerel karakolu olmamak için, kendi varlığını hür iradesiyle sürdürebilmek uğrunda “milliyet” kavramına sımsıkı sarılmalıdır ve Türk milletinin menfaatini gözeterek kendi görüş açısını bütün dünya toplumlarının çerçevesi içine koymayı bilmelidir. Bütün insanlığın ortak medeniyetine katkıda bulunabilmek derdiyle Türk kimliğinden vazgeçmemiz gerekmiyor. Postmodern zamanların çetrefilli ortamında Japonlar Japon olarak ve Türkler de Türk olarak kalmalıdırlar ki dünya çapında bir yeknesaklığa tutsak kılınmaktan uzak durabilelim.
 
Kısacası, Türk milliyetçileri kısır milliyetçilik anlayışından sıyrılarak evrensel milliyetçiliğe sıçramak zorundadırlar. Bunun yollarından biri de Türkiye halkları şeklinde bölünmek değil, Türkiye halkına Türk milleti denir ilkesi uyarınca toplumsal bütünleşmeyi pekiştirmektir.

Söyleşi sonunda üstadımız Metin Savaş’a uzun ömür dilemekten başka ne diyelim?

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen