Yeni Öğretmenlik Lisans Programları Üzerine Prof.Dr. Ahmet Şimşek ile Söyleşi

YÖK tarafından açıklanan “Öğretmenlik Lisans Programları” hakkındaki düzenlemeleri İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞEK Hocamız ile konuştuk…

─      Kıymetli Hocam; bildiğiniz gibi, 16 Mayıs günü, YÖK tarafından, “Öğretmenlik Lisans Programları” konusunda yapılan yeni düzenlemeler açıklandı. Öncelikle şu hususu sormak istiyorum. YÖK niçin anılan programları güncelleme ihtiyâcı duydu?

─      Evet.. Program güncellemelerinin pek çok nedeni olabilir. Yapılan araştırmaların sonuçlarına bağlı olarak zamanla pek çok doğru/gerçek değişir. Bu bağlamda eğitim araştırmaları bazı ders değişikliklerinin gerçekleşmesine yol açabilmektedir. Yeni doğruların ve ulaşılan gerçeklerin ışığında yeni ihtiyaçlar belirebilir. Bunlara yönelik yeni programlar hazırlanabilir. Burada konu ettiğimiz öğretmen yetiştirme lisans programları da zannediyorum ki bu ve benzeri değişimlerden dolayı gerçekleşmiştir.

 

 

─      Türk öğrenciler, son zamanlarda, uluslararası sınavlarda, yaşıtlarına göre oldukça “başarısız” bir görüntü sergiliyorlar. Ve, daha üzücü olan, eğilimin olumsuz yönde olması; yıldan yıla başarı derecesinin düşmekte olduğunu görüyoruz. Bu durum, sözkonusu proğramların güncellenmesi bakımından bir etken olabilir mi?

─      Eğitim Fakültesi lisans programlarının güncellenmesinde bunun da etkili olduğunu düşünmek mümkündür. Ancak burada güncellemeyle birlikte ortaya çıkan durumun öğretmen yetiştirmeye ilişkin standartları çok daha belirgin hale getirirken, eğitim fakültelerinin akademik özerkliği adeta gözardı ettiğini söylemek mümkündür. Program geliştirme imkânı ve süreçlerini fakülte anabilim dalının elinden alan bu yenilik, seçmeli derslerin belirlenmesini bile YÖK’e bağlaması yönüyle, bir dönemler çokça eleştirdiğimiz “aşırı merkeziyetçiliğin” bir anlamda sürdürüldüğünü göstermektedir.    

 

─      Peki, Hocam, rica etsem, YÖK tarafından “Öğretmenlik Lisans Programları” konusunda yapılan düzenlemeleri ve eski uygulamalardan farklarını bize kısaca anlatabilir misiniz?

─      Sizin de belirttiğiniz gibi YÖK, “öğretmenlik lisans programları”nı yeniden düzenledi. Bunun çalışmaları yaklaşık bir yıldır sürüyordu. Diğer yandan öğretmenlik lisans programlarının değiştirilmesi aslında yeni bir hadise değildi. Örneğin 1998 yılında eğitim fakültelerinin ilköğretime yönelik lisans programları tabiri caizse “çakılı” biçimde tüm üniversitelerin eğitim fakültelerinde, neredeyse noktasında virgülünde değişiklik yapılmaksızın çok sert biçimde uygulanması “emredilirken”, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesinin buna uymadığını biliyoruz. Zaman içinde YÖK’ün 1998’den beri sıkı biçimde uygulattığı programların yerine yeni lisans programlarına geçme hareketi ilk kez Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde gerçekleşti. Yükseköğretim kalite ödülleri yanısıra, Bologna Süreci olarak tanımlanan Avrupa Üniversiteleri akreditasyon çalışmaları süreci kapsamında 2012’de Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin her bir anabilim dalı, kendi lisans programını kendisi tasarladı ve bu programları 4 yıl uygulayarak mezunlarını verdi. O tarihlerde Sakarya Üniversitesinde görev yapan bir akademisyen olarak sürecin YÖK’te 2010 sonrası meydana gelen yönetimsel anlayış değişikliğiyle yakından ilgili olduğunu söylemek mümkün. O yıllarda YÖK, eğitim fakülteleri dâhil olmak üzere, Türkiye’deki üniversite birimlerinin her birinin akademik bir bakışla kendi işletim kararlarını kendinin almasını teşvik ediyordu. Bu aslında öğretmen yetiştirmede bazı standartları iyileştirmek adına uzun zamandır ıskalanan akademik kültürün yeşermesi bağlamında olumlu bir tavırdı. Öğretmen yetiştirme üzerine 2016’da Ekim ayında İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesinde düzenlenen Ulusal Öğretmen Yetiştirme Çalıştayı, Türkiye’nin konuya ilişkin birikimini bir araya getirmesi yönüyle önemli bir işlev gördü. Orada üç gün boyuna her bir öğretmenlik branşında öğretmen yetiştirmenin sorunları ayrı ayrı tartışıldı. Buralardan çıkan raporların her biri kapanışta sunuldu. Ve buradan ortak bir raporun çıkarılması sözkonusu oldu. Bu çalıştay sonrasında YÖK öğretmen yetiştirme biriminin girişimleri ile her bir öğretmenlik branşının lisans programları üzerine çalışmalar başlatıldı. Bu girişimde önceki YÖK düzenlemesinden farklı olarak bu kez ortaöğretime yönelik öğretmenlik branşları (fizik, kimya, tarih, coğrafya, biyoloji, matematik, felsefe grubu, edebiyat vs.) programları da merkezi bir yaklaşımla belirlenmiş oldu. Her ne kadar yeni program geliştirme süreci, öncekinden farklı olarak çok daha esnek ve seçmeli ders imkânını artıran “çekirdek program geliştirme” yaklaşımından hareket edildiği iddia etse de bahsedilen seçmeli derslerin bile YÖK tarafından oluşturulan havuzdan gelmesi, yenileri için YÖK onayına ihtiyaç duyulması merkezileştirmeye devam edildiğinin önemli bir göstergesi sayılabilir.  

 

─      YÖK, bahsettiğiniz düzenlemeleri yapmadan önce, yeterli/gerekli tartışma imkânını/ortamını hazırlayabildi mi?

─      YÖK bu konuda gerekli tartışma ve çalışma imkânını büyük ölçüde sağladı. Her bir branşta gerçekleştirilen en az üç çalıştay sonunda ortaya çıkan bu programların üzerinde sonradan da düzeltme/düzenleme çalışmalarının sürdürüldüğü anlaşılıyor. Örneğin benim tarih öğretmenliği lisans programı geliştirme çalıştaylarının ikisine mazeretim nedeniyle katılamasam da birine katılma imkânım oldu. Her bir çalıştaydaki kurullarda yer alanların değişiminin açıkçası önceki çalıştaylarda tartışılan ve konuşulan ve raporlara yansıtılanların bir devamlılık içinde sonrakilere yansıtılamaması nedeniyle program geliştirme sürecinin kesintiler içerdiğini de burada belirtmiş olalım. Ancak asıl sorun bu değil. 28 Şubat sürecinde çok sert uygulandığı için haklı olarak eleştirilen eski standart programlara göre programları düzenleme, maalesef benzer bir dikte edici yaklaşımla yeniden merkezileştirme/özerkliklerden uzaklaşma biçiminde kendini göstermektedir. Asıl sorun bir türlü bilim alanı olarak görülmeyen eğitim ve bu alanında çalışanlara yönelik akademik kültürden uzak tutumlardır. Oysa eğitim alanı diğer alanlar gibi bir bilim alanıdır, eğitim araştırmacıları da diğer sosyal bilim çalışanları gibi akademik özerklik ve özgürlük konusunda aynı tavır ve muameleyi hak etmektedir.     

 

 

─      YÖK tarafından yapılan açıklamada; “Alan eğitimine yönelik dersler azaltılırken (% 45-50), öğretmenlik meslek bilgisi (% 30-35) ve genel kültür (% 15-20) derslerinin ağırlığının artırıldığı” belirtiliyor. Sizce bu dağılım ideal midir?

─      İlkokul (temel eğitim) düzeyinde öğretmen yetiştirmeyi bu üç boyut (alan eğitimi, meslek bilgisi ve genel kültür) üzerinden tanımlayabiliriz.  Belki ilkokul öğretmenliği için bu oran değişikliğine gidilmesinin normal olduğu da söylenebilir. Ancak ortaokul ve liseye gelince yukarıda bahsedilen üç boyuta bir de alan bilgisini eklemek zorundayız. Burada kastedilen genel kültür, yaşadığımız toplumda geçmiş-şimdi-gelecek bağlamında sahip olunması gereken sosyal bilgileri oluştururken, sosyal alanlarda bile “alan bilgisini” bu kategoride değerlendiremeyiz. Meslek bilgisi daha çok “püre eğitim” alanını kapsar görünürken, alan eğitimi hem alan bilgisini hem de bu temel malumatın eğitim öğretim için işlenme sürecini içermektedir. Bu durum kaçınılmaz olarak alan bilgisi sorununu ortaya çıkaracaktır.   

─      Bu konuda, şu tür tenkitler yapılıyor; ““Alan eğitimi” başlığı altında verilen derslerin önemli bir bölümü, alan bilgisinden çok “öğretmenlik meslek bilgisi” ile ilişkili dersler. Yâni, ana teması ‘o konunun öğrenciye daha iyi nasıl öğretilebileceği’. Dolayısıyla, alan dersleri, açıklandığı gibi değil, derslerin yarısından daha azını oluşturuyor”. Bu değerlendirmeden hareketle de, deniliyor ki “geleceğin öğretmenleri, yeterli alan bilgisine sâhip olmadan, nasıl daha iyi öğrenciler yetiştirebilecekler?”

─      Alan bilgisi öğretmen için son derece önemlidir. Bilimin içerik düzeninde kullanımı İlkokulda daha genel geçer bilgileri gerektirirken, bu durum ortaokul ve lise de kademeli olarak karmaşıklaşır. Bu sebepten özellikle lise öğretmenliği açısından alan bilgisinin derinliği önem kazanır. Bendeniz tarih eğitimi alanından çalışan biri olarak yeni lisans tarih programının öncelikle YÖK tarafından belirlenmesinden son derece memnuniyetsizim. Bu yeni uygulamaya kadar liseye öğretmen yetiştiren programlar, lisans programlarını kendi bölüm imkânlarına göre oluştururlardı. Yani YÖK’ün müdahalesi dışında bunu yaparlardı. Bu durum başka sorunlar yaratabilse de akademik özerlik ve özgürlük bağlamında çalışanlara bir rahatlık hissettirirdi. Bunun dışında yeni yayınlanan tarih öğretmenliği lisans programını incelediğimde alan bilgisi derslerinin neredeyse tamamının 2’şer saat ile genelde Türk tarihi merkezli ve geleneksel isimlendirmelerle yer bulduğunu görüyoruz. Oysa hep söylediğimiz sınırlı kredi toplamına sahip alan bilgisini olabildiğinde çağdaş bir tarihyazımı ve anlatımı çerçevesinde planlanmasıydı. Örneğin “İlk Müslüman Türk Devletleri Tarihi ve Medeniyeti” ders ismi tabiri caizse son derece “uydurulmuş”, olabildiğince siyasi tarih merkezli bir ders kurgusu. Bu ders 2 saat. Yine tarih metodolojisi yerine 2 saatlik “Tarih Felsefesi ve Araştırma Yöntemleri” gibi tuhaf isimli bir ders var. 2 saatlik bu derste tarih felsefesi mi, tarihyazımı mı, tarih metodolojisinin kuramı mı anlatılacağı, yoksa örnek bir tarih araştırması uygulaması mı yaptırılacağı muammadır. Tarih bölümünde tarihsel bilginin ve üretim mekanizmalarının nasıl olduğunu öğrenemeyen ve bunun uygulamasını yapamayan öğrencinin tarihi nasıl öğrenebileceği ve dahası nasıl öğretebileceği yine büyük bir bilinmezlik içeriyor…

 

 

─      Yukarıdaki soruyu biraz daha açmak için, izninizle bir misâl vermek istiyorum: Sosyal bilimlerde durum nasıldır, bilmiyorum. Ancak, meselâ “temel eğitim”, “matematik ve fen bilimleri eğitimi” proğramları ile ilgili şöyle bir durum var. Düzenlemelerin gerekçesi izah edilirken “Proğramlar, Fen-Edebiyat Fakültesi proğramı niteliğinden çıkartılarak, biyoloji, fizik, kimya, matematik öğretimine ve bu ders konularının günlük hayatımızda etkin olarak kullanılmasına yönelik dersler eklenmiştir.” deniliyor. Bu ibâre, “gerekçe” bölümünde, fen konularının hemen hepsi ile ilgili “başlangıç kısmı”nda aynen tekrarlanıyor. Ancak, Eğitim Fakültelerinde görev yapan ve doktorasını/doçentliğini “alan bilgisi” konusunda yapmış olan pek çok akademisyen, geçmişte Fen-Edebiyat Fakültelerinin proğramlarıyla Eğitim Fakültelerinin proğramlarının çok farklı olduğunu; meselâ Eğitim Fakültelerinde bir ya da iki yarıyılda görülen pek çok alan bilgisi dersinin Fen-Edebiyat Fakültelerinde üç-dört ya da daha fazla yarıyılda işlendiğini, pekçok dersin/konunun ise zâten Eğitim Fakültelerinde okutulmadığını; özetle, yapılan düzenlemeler sonucunda, “alan bilgisi” eğitiminin daha da zayıflayacağını; bu durumun, uzun dönemde, Türk çocuklarının yurt dışındaki akranlarıyla yarışta geri kalmalarına yol açacağını, ileri sürmektedir. Siz, bu endişelere katılıyor musunuz?

─      Mevcut programlarda alan bilgisinin bahsettiğimiz gibi son derece azaltılmış olması bir eksiklik olarak kaşımızda duruyor. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi bu öğrenciler programın sonunda alanın uzmanı değil, alan öğretmeni olacaklardır. Burada fen ya da edebiyat fakültesi bölümlerindeki gibi detaylı bir alan bilgisi öğretimini beklemek doğru olmaz. Üstelik bu öğretmen yetiştirme sürecinde son derece gereksiz görünmektedir. Ancak bu biraz önce dile getirdiğimiz tespitimizi ortadan kaldırmıyor. Bu bağlamda alan bilgisi yeterliliğinin tüm öğretmenlik programlarında mutlaka yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

─      Değerli Hocam, öğretmenlerimizin iyi bir meslek bilgisine ve geniş bir genel kültüre sâhip olması çok önemli. Bunu tartışmayı yersiz bulurum. Fakat, iyi bir öğretmen, öncelikle uzmanlık alanı konusunda yeterli (daha doğrusu, çok iyi) bilgiye sâhip olmalıdır, diye düşünüyorum. Yoksa, uzmanlık alanında zayıf bir öğretmenin, meslek bilgisi ve genel kültürü ne kadar iyi olursa olsun, öğrencisine yeterince yararlı olabileceğine ihtimâl vermiyorum. Lütfen bağışlayın, soru sormaktan ziyâde, bâzen yorum yaptığımın farkındayım. Ancak, ülkemizin en önemli meselesinin eğitim olduğuna inanıyorum ve bu düşünce de beni, kuru, duygudan yoksun bir mülâkat gerçekleştirmekten alıkoyuyor. Şimdi, açıklıkla şunu öğrenmek istiyorum; “Sizce, yeni düzenlemeler, öğretmen adaylarının 21. Yüzyıl becerilerine sâhip bir şekilde yetişmelerini mümkûn kılacak mı? Ve, bu programa göre yetişen öğrenciler, 21. Yüzyıl becerilerine sâhip öğrenciler yetiştirebilecekler mi?”

─      Estağfirullah. Kaygılarınızda son derece haklısınız. Ancak burada genel kültür ile öğretmenlik becerilerini ayırmamız gerekiyor. Genel kültür sadece derslerle değil, bireyin yaşadığı şehir ve dahil olduğu topluluklarla da genişletebileceği bir alan. Öğretmenlik becerileri ise doğrudan uygulamalı dersler vasıtasıyla geliştirecekleri yeterlilikler. Buna yönelik programlara bakıldığında, yıllardır genel olarak “uygulama eksik” eleştirileri yapılmasına karşın son dönemlerde bundan en çok uzaklaşılan durumda olduğunu söylememiz mümkündür. Yıllardır öğretmenlik lisans eğitiminde (tıpta intörnlük uygulamasında olduğu gibi) özellikle son 2 ya da en kötüsü 1,5 yılını doğrudan okullardaki uygulamalarla tamamlatmanın önemli bir kazanç oluşturacağı dile getirilir. Ancak yeni programlarda uygulama derslerinden “Okul Deneyimi”nin kaldırıldığı, “Öğretmenlik Uygulaması” dersinin ise 7. ve 8. dönemlere konduğu görülmektedir. Bunun yanında “Özel Öğretim Yöntemleri” adlı dersin kaldırılarak, isminin her bir branşta ilgili alanın öğretimi şeklinde tanımlanmış olmasına karşın, önceki halde dönemde ikisi teorik ikisi uygulama toplamda 4 saatken, bugün bazı branşlarda 3 bazılarında ise 2 saate indirilmiştir. Üstelik bu derslerin uygulamaları da kaldırılmıştır. Bu durum akıl alır gibi değildir. Yine öğretim becerilerinin geliştirilmesine katkı sağlayacak, uygulamalı yapılan, çağdaş öğrenme kuramları ve uygulamaları açısından materyal geliştirme son derece önemliyken “Öğretim Teknolojileri ve Materyal Geliştirme” dersi kaldırılarak sadece 2 saat teorik “Öğretim Teknolojileri” dersi konmuştur. Gerçekten son derece üzücü. Bu programı yapanların yine alan eğitimcileri olduğunu düşünmek daha da üzücüdür.

 

 

─      Hocam, şöyle düşünenler de var; Geçmişte, 1970’ li yıllara kadar, Türkiye’nin ideal bir öğretmen yetiştirme sistemi vardı. İlkokuldan sonra, esaslı bir imtihanla seçilen kabiliyetli öğrenciler, öğretmen okullarına alınmakta; lise ayarındaki bu okullardan mezun olanlar ilkokullarda öğretmen olarak görev yaparken, daha başarılı olanlar Yüksek Öğretmen Okullarına devam etmekteydiler. Yüksek Öğretmen Okullarında (YÖO) eğitim görmeye hak kazanan öğrenciler, alan bilgisi derslerini Fen/Edebiyat veyâ Fen-Edebiyat Fakültelerinde görürken, meslek derslerini de YÖO’ nda almakta idiler. Mezun olan öğrenciler, başarı durumlarına göre, orta öğretimde, Öğretmen Okullarında ve Yüksek Öğretmen Okullarında görevlendirilmekteydiler. Bu sistemde, çocuk yaştan itibaren “öğretmen olma ideali” ile yetişen, bunu içselleştiren ve öğretmenliği âdetâ bir hayat tarzı hâline getiren; öğrencisine yalnız sınıfta ders anlatmakla yetinmeyen, öğrencisine hayat boyu timsâl şahsiyet olmaya çalışan bir öğretmen tipi yetişmekte idi ve en azından benim kuşağım ve daha büyüklerimiz, bu şekilde yetişen öğretmenlerden eğitim aldık. Türkiye’nin bu muhteşem öğretmen yetiştirme sistemini niçin ve hangi sâiklerin tesiriyle terk ettiği hususu tabi ayrıca ve muhakkak tartışılması gereken bir konu. Bunları şunun için anlatma ihtiyâcı duydum; Öğretmen, eğitim konusunun en önemli unsurlarından birisi. Hâlihazırda öğretmen yetiştirme sistemimizde sorun olduğu konusunda da eğitim camiâsında bir ittifak bulunduğundan söz edilebilir. O hâlde, yapılan düzenlemeleri bu çerçeveden değerlendirdiğimizde, yapılmak istenen değişiklikleri yeterli buluyor musunuz?

─      Evet. Bugün Türkiye’nin sorunlarını çözecek bir öğretmen yetiştirme sistemine sahip olduğunu söylemek çok zor. Öğretmen yetiştirmek için eğitim fakülteleri var. Bu fakültelerin kendi öğrencileri dışında çok daha kalabalık bir kitleye Pedagojik Formasyon kursu yoluyla öğretmenlik hakkı tanıdığı biliniyor. Bu yolla o kadar büyük bir kitleye öğretmen olma hakkı tanındı ki atanamayan öğretmen sayısının 1 milyonu bulduğu söyleniyor. Bir ara yeniden doksanların sonlarında başlanan ve aslında ikibinli yılların başında başarıyla uygulanan Tezsiz Yüksek Lisans yoluyla öğretmen yetiştirmeye geçilmesi gündeme geldi. Ancak buna bir türlü geçilemedi. Türkiye 2010 yılına kadar, atadığı öğretmen sayısı yetiştirdiği öğretmen sayısını bulan bir ülkeydi. 2010’dan sonra özellikle pedagojik formasyon yoluyla verilen mezun sayısı o derece arttı ki bugün “atanamayan” ve belki de hiç “atanamayacak” bir kitleyle karşılaştık. Öğretmen yetiştirmede geçmişte Yüksek Öğretmen Okulları çok önemli bir modeldi. Gerçekten çok kaliteli öğretmenlerin yetişmesi sağlandı. Ancak orada dile getirilmeyen bir durum şuydu. Bu seçkin öğrenciler iyi eğitim alınca genelde Üniversitelerde akademisyen olarak kalma yolunu tercih ettiler. Yani o modelden yetişmiş çok az kişi MEB’te okullarda öğretmenlik yaptı. Tabii ki öğretmen yetiştirmede pek çok farklı yol ve model denenebilir. Hatta aynı anda birden fazla model de denebilir. Önemli olan öğretmen yetiştirmenin kalitesinden taviz vermeden bunu başarabilmek. Sanırım en çok ihmal ettiğimiz kısım burası.

─      Meselâ, şöyle bir uygulamaya gidilemez mi? Fen-Edebiyat Fakültelerinin sayısı, ‘belirli kıstaslar getirilmek kaydıyla’ sınırlanır ve bu okullar, ağırlıklı olarak ileride öğretmen ve akademisyen olacak öğrenciler tam burslu eğitim görecek şekilde, yeniden yapılandırılır. Alan bilgisi eğitimi dört yıl boyunca, Fen-Edebiyat Fakültelerinde verilir. Mezun olan öğrencilerden akademisyen olmak isteyenler, lisansüstü eğitimlerine kendi fakültelerinde ya da diğer fakültelerde devam ederken, öğretmen olmak isteyen öğrenciler Eğitim Fakültelerinde “tezsiz yüksek lisans” eğitimi alırlar ve bu çerçevede “öğretmenlik meslek bilgisi” eğitimini üst seviyede görürler. Genel kültür eğitiminin ise, daha ilkokuldan başlayarak, bütün eğitim hayâtı boyunca -­uygun yöntemlerle­­- öğrencilere verilmesi gerekir, diye düşünüyorum. Bu sistemde, Eğitim Fakültelerinin ve öğrencilerinin sayısı da, mevcut ve gelecekteki ihtiyaçla mütenasip bir şekilde belirleneceğinden, yeterli derece ile mezun olan gençlerimizin açıkta kalmak gibi bir sorunları da –en azından günümüzdeki kadar- olmayacaktır. Böyle bir uygulamayı öneren eğitimciler olduğunu biliyoruz. Siz bu konuda ne dersiniz?

 ─      Bu da yapılabilir. 1998 eğitim fakültelerinin yeniden yapılandırılması sürecinde 3,5+1,5 olarak adlandırılan sistem buydu zaten. Ama sürdürülemedi. 1998’den bu zamana kadar öylesine çok fen ve edebiyat fakültesi açıldı ki bir süre sonra buralara yeterli başvuru ve öğrenci alımı olmamaya başladı. Bu noktada Pedagojik Formasyon kursları, boş kalan temel bilim alanlarına öğrencileri yönlendirmek için bir ödül gibi kurgulandı. Ve genel olarak hala böyle bir işleve sahip. Pek çok fen ve bazı edebiyat bölümleri, üniversitelerinin verdiği pedagojik formasyon kursu sayesinde lisansa öğrenci bulabiliyor. Bu temel bilim alanlarında öğrenci yetiştirilememesi gibi bir soruna yol açtı. Yakın zamanda TUBİTAK’ ın temel bilim alanları tercih edenlere yüksek burs vermesi bundan kaynaklandı..   

 

 

─      Affınıza sığınıyorum. Konuyu Fen-Edebiyat Fakültelerine getirmem sebepsiz değil. Son zamanlarda bu fakültelere rağbetin azaldığını, biliyoruz. Daha da üzücü olan, rağbet olmamasından ötürü, bâzı bölümlere, o alanda hiç soru yapmadan giren öğrenciler olduğu (meselâ, hiç matematik sorusu yapmadan, matematik bölümüne, hiç fizik sorusu yapmadan fizik bölümüne giren öğrenciler bulunduğu) sık sık basına yansıyor. Bu, korkunç bir durum. Fen-Edebiyat Fakülteleri, temel bilimler konusunda eğitim veriyor. Bu fakültelerin kalitesinin düşmesi, başta tıp ve mühendislik alanları olmak üzere, Türk Eğitimi bakımından fevkalâde üzücü sonuçlara sebebiyet verebilir. Yukarıdaki öneri, bir yandan “daha nitelikli öğretmen yetiştirme” konusuna çözüm sunarken, diğer yandan ülkemizde temel bilimler konusunda daha nitelikli çalışmalar yapılmasına ve –en az öğretmen yetiştirme konusu kadar önemli olan- “temel bilimler alanında yüksek nitelikli akademisyen yetiştirme” konusunda da kayda değer yararlar sağlayabilecektir. Ne dersiniz, Sizce bu önerinin uygulanma şansı var mı?

─      Tabi söylediklerinizi çok iyi anlıyorum. Dediğim gibi bu dâhil pek çok farklı model ve sistemi denemek/uygulamak mümkündür. Asıl olan uygulamaya başlanan modeli ciddiyetle ve sonuç alabilecek biçimde kurallarını eğip-bükmeden uygulayabilmek. Sakalı Celal’in dediği gibi ihtiyacımız olan asıl özellik “ciddiyet”. Ülkemin kurumlarının ve çalışanlarının büyük bir ciddiyet sorunu yaşadığını üzülerek görüyorum.

 

─      Kıymetli Hocam, Kırmızılar Âilesi olarak, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyoruz

─      Rica ederim efendim. Bendeniz teşekkür ederim. Umarım bu söylediklerimiz öğretmen yetiştirme sürecinde görülen eksik ve hataların giderilmesi için vesile olabilir. Ülkemiz insanının çok daha iyi imkan ve sonuçları hakkettiğine olan inancımızdan hareketle “akıl üzere” verilen kararlarla her zaman kazançlı çıkılacağı düşüncemizle sözlerimizi tamamlamış olalım.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen