Adil bir dünya

Deneyin önemli bulgularından biri de dindarlık arttıkça Öteki’nin acısına duyarlığın azalma eğiliminde olmasıydı. Dinin günlük yaşamlarındaki önem derecesi itibarıyla “az dindar” kategorisinde yer alanlar, gözlemledikleri kişinin acısına daha duyarlı idiler. Dinsel bir dünya görüşüyle daha yakın bir bağ ifade eden “dindar” gözlemciler ise kurbanın akıbetine neredeyse tepkisiz görünüyordu. Genç kadının elektrik şoklarından acı çekip çekmediği, onlar için değerlendirmelerine yansıyacak denli önemli görünmüyordu.

*****

Muhsin ALTUN

Allah adaleti, … emreder” (Nahl-90).

Çöpleri karıştıran bir yoksul, parklarda geceleyen bir evsiz ya da tekerlekli sandalyeye bağlı bir engelli gördüğümüzde onlar için “bir şey” yapamamanın üzüntüsünü yaşarız. Keza, vahşice öldürülen bir kadın ya da çocuğun hikâyesi hepimizi öfkelendirir. Empati, insanda bir dizi travmaya yol açar.

Bununla birlikte, deneysel çalışmalar, bu tür olayların yol açtığı travmaların mağdur (kurban) için bir şeyler yapmadan da telafi edilebildiğini göstermektedir. Literatürde en bilinen telafi mekanizması, bu dünyanın, herkesin hak ettiğini aldığı ve aldığını hak ettiği “adil” bir yer olduğu inancıdır.

ADİL DÜNYA VARSAYIMI

Dünyayı karakterize eden adaletsizlikleri kabul etmek çoğumuz için zordur. Adaletsiz bir dünya, hayatımızın akışını kendi eylemlerimizle kontrol edemeyeceğimizi ima etmekle; tehditkâr bir dünyadır. Öte yandan, günlük yaşamdaki deneyimlerden aşkın anlamlar çıkarma eğilimi “ilkel” insana özgü değildir. Adil bir dünyaya olan inanç, modern insan için de bu deneyimlerle yüzleşme yollarından biridir.

Adil dünya varsayımı, ilk kez Amerikalı sosyal psikolog Melvin Lerner’in eleştirel çalışmasıyla (1980) literatüre girdi. Lerner’e göre, insanlar iyilerin ödüllendirildiği ve kötülerin cezalandırıldığı adil bir dünyada yaşama yönünde güçlü bir arzuya sahiptir. Adaleti, yaşadığımız çevrenin doğasına gömülü gizemli bir “güç” gibi algılarız. Adalet, “iyilik ve mutluluk” arasında dengeli bir uyum olarak düşünülebilir. Bu ikisi bir arada bulunduğunda, durumun “olması gerektiği gibi” olduğunu, adaletin hüküm sürdüğünü hissederiz.

Mutluluk ve kötülüğün bir arada bulunması ise açık bir uyumsuzluktur. Örneğin masum bir kurbana yardım edemediğimizde olan budur; adil bir dünyada yaşama arzumuz tehdit altındadır. Bu gibi durumlarda, bilişsel dengenin korunması adına kurbanın aslında suçlanabilir olduğuna; kendi eylemi ya da karakteri nedeniyle acı çekmeyi hak ettiğine hükmetmek makul görünebilmektedir.

“Kurbanı suçlama” eğilimi, adil dünya varsayımı ile yakından ilişkilidir. “İyilik ve mutluluk”, “suç ve ceza” arasındaki ilişki o kadar güçlüdür ki bunlardan biri verili kabul edildiğinde diğeri de varsayılır. Böylece, hastalanma, sakatlanma ya da hapse girme gibi talihsizlikler genellikle kötülük ve suçluluk belirtisi olarak algılanır. Psikolog Fritz Heider’in deyimiyle, eğer birey “talihsizse bir günah işlemiştir.”

Bu algısal eğilim bazen en korkunç zulümlere bile adalet duygusu verebilmektedir. Zulmün orantısız güçten ya da hiyerarşiden türediğini savunan Philip Hallie’nin çalışmasına bakılırsa Nazi rejimi altında yaşayan birçok Alman, Yahudilerin kötü akıbeti hak ettiğine inanmış görünmekteydi. Keza, Gertrude Selznick ve Stephen Steinberg’in ABD’de 2.000 katılımcı ile yaptığı mülakatlar (1964) Nazi zulmünün Yahudilere sempati uyandırmaktan çok antisemitik tutumlarda artışa yol açtığını göstermiştir.

‘İLAHİ’ ADALET

Adil dünya varsayımının dinsel önyargılarla ilişkisini ilk teşhis eden Nietzsche oldu: “… ‘Burada büyük bir bela var, biz onu net olarak görmesek de ardında aynı büyüklükte bir suçun bulunması gerekir.’ Her şeyin ceza, hak edilmiş ceza haline dönüşmesi Hıristiyanlıkla başladı.” Dünyayı adil bir yer olarak görme eğilimi, esasen bütün “kitabi” dinlerde geleneksel dindarlığın önemli bir ölçütünü oluşturur.

Hastalığı “günahlara kefaret”, kazayı “şefkat tokadı”, mağduriyeti “kul zulmeder, kader adalet eder”, cezasızlığı “hesap ahirete kaldı” türünden klişeler üzerinden yorumlar; sözde cezaları farazi suçlarla dengelemeye çalışırız. Öteki’nin maruz kaldığı acıları ise çoğu kez “kim bilir ne günah işledi de başına bunlar geldi” yorumuyla meşrulaştırıp görmezden geliriz. Ne de olsa bize haksızlık ya da tesadüf gibi görünen olayların arka planında, Tanrının komuta ettiği ahlaki bir mekanizma işlemektedir.

“Anadolu irfanı” dediğimiz kadim halk bilgeliği de bu kozmik esinli mesaja önemli destek sağlar. Sabır ve teslimiyetle karşılanan felaketlerin eninde sonunda ödüllendirileceğini ima eden menkıbeler kuşaktan kuşağa aktarılır. Çocuklarımıza evde ve okulda öğretilen ahlak masalları aynı tematik erdemin varyasyonlarıdır. Yaz boyunca kışa hazırlık yapan “çalışkan karınca” karşısında kış boyunca açlık çeken “tembel ağustos böceği” masalından ders çıkarmayı severiz: Bazı insanlar yoksulluktan acı çekiyorsa belli ki karınca değil de ağustos böceği gibi yaşıyorlardır.

Bu tür açıklamalar, özünde rahatlatıcı olmasa da aktarılma ve öğretilme yolları itibarıyla tatminkârdır. İnsanların rahatsız edici veya tehditkâr olaylarla başa çıkma adına geliştirdiği “gerçeklik” statüsü verilmiş çözümler, “işlevsel” oldukları ölçüde toplumsal kabul görmektedir.

Sosyal psikologlar Zick Rubin ve Anne Peplau’nun çalışması, adil dünya görüşüne bağlı bireylerin yoksulları, azınlıkları ve diğer dezavantajlı grupları değersizleştirme yönüne güçlü bir eğilim gösterdiklerini saptadı. Çalışma aynı zamanda bireylerin adil dünya inancına verdikleri yüksek puanların “insan işlerinde aktif rol alan” bir Tanrı inancı ile ilişkili olduğunu da gösterdi. Nedensel bağın yönü kesin olmasa da sonuçlar, aktif bir Tanrıya vurgu yapan inançların dünyanın adil bir yer olduğu fikrini desteklediğini göstermektedir. Dindarlık, adil dünya varsayımının görece tutarlı bir korelasyonudur.

Adil dünya varsayımı, adalet kaygılarının sadece kendi dünyamız için geçerli olduğunu ima eder: “İnsanların başlıca kaygıları kendi dünyalarıyla ilgilidir. Öteki’nin dünyasındaki adaletsizliklere tanık olmak bireyi çok fazla tehdit etmezken olaylar kendi dünyasına yaklaştıkça adaletsizliklerle ilgili kaygılar, olayları açıklama veya anlamlandırma ihtiyacı artar.”

M. Lerner ve Dale T. Miller tarafından formüle edilen bu tez, psikolog Isabel Correia ve arkadaşları tarafından 64 katılımcının dâhil olduğu iki ayrı deneyle test edildi. Sonuçlar, adalet kaygılarının kurbanın acısıyla evrensel ve koşulsuz olarak ilişkili olmadığını gösteriyordu: “Çingeneler örneğinde olduğu gibi, adalet kapsamımızın sınırları dışına düşen kurbanların acıları, katılımcının adalet kaygılarını harekete geçirmiyor görünmektedir. Olaylar, grup içi kurbanlarda olduğu gibi, katılımcının kendi dünyasına yaklaştıkça adil dünya inancı risk altında görülmektedir.”

Sonuçlar ayrıca, grup içinden bir kurbanın grup dışından mağdur olmayan birine nazaran -adil dünya inancı için- daha tehditkâr olduğunu da gösterdi. Buna karşın, grup dışından acı çeken bir çocuk, şefkat duygularını harekete geçirme bakımından yine grup dışından mağdur olmayan bir çocukla eş düzeyde algılanmaktadır (kayıtsızlık). Özetle, gruplar arası bağlamlarda bireyin adalet kaygısını ve şefkat duygusunu harekete geçiren başlıca faktör, kurbanın acısı değil kimliğidir.

Lerner ve Carolyn Simmons’un 75 kız öğrenci ve bir kadının (kurban) katılımıyla yürüttüğü sosyal deneyde ise yanlış cevaplar veren kurbanın acılarının (elektrik şoku) devam edeceğine inanan gözlemcilerin onu daha fazla değersizleştirme eğiliminde oldukları görüldü. Aynı şekilde, acı veren deneyimden etkilenmediğini ya da acısının ödüllendirildiğini gördüklerinde de kurbanı değersizleştirmişlerdi. Deneyin, erkeklere göre şefkat göstermeye daha eğilimli olduklarına dair bulgulara dayanarak, özellikle kadın gönüllülerle yürütüldüğünü de belirtelim.

Deneyin önemli bulgularından biri de dindarlık arttıkça Öteki’nin acısına duyarlığın azalma eğiliminde olmasıydı. Dinin günlük yaşamlarındaki önem derecesi itibarıyla “az dindar” kategorisinde yer alanlar, gözlemledikleri kişinin acısına daha duyarlı idiler. Dinsel bir dünya görüşüyle daha yakın bir bağ ifade eden “dindar” gözlemciler ise kurbanın akıbetine neredeyse tepkisiz görünüyordu. Genç kadının elektrik şoklarından acı çekip çekmediği, onlar için değerlendirmelerine yansıyacak denli önemli görünmüyordu.

Bulgular, dinsel bir perspektifin daha büyük “nihai adalet” çerçevesinde adaletsizlik gibi görünen bir olayı kapsayabileceği teziyle uyumludur: Bugün hak edilmeyen herhangi bir acı elbette ödüllendirilecek ve “daha sonra” telafi edilecektir. Aslında olayların nihai planında masum kurbanlar ya da adaletsizlikler yoktur; bize adaletsizlik gibi görünen olaylar ilahi adaletin bir parçasıdır.

Bu türden bulguların belki de en dramatik örneği, siyahi insan hakları savunucusu M. Luther King’in öldürülmesinin (4 Nisan 1968) hemen ardından yapılan “dini değerler ve sosyal sevgi” araştırmasıdır. Sosyal psikolog Milton Rokeach’ın yürüttüğü araştırmaya katılan 1400 yetişkin Amerikalıdan, belirli dinsel değerlere en yüksek puanı verenler (dindar), yoksullara ve siyahlara sevgi gösterme konusunda görece daha az istekli görünüyorlardı. “Bir kişi fakirse daha fazla suçlanacak şey nedir?” sorusunu, dindarlar “tembellik” şeklinde yanıtlarken dindar olmayanlar “koşullar” ya da “her ikisi” seçeneğini işaretlemişti. Dahası, dinsel ayin ve ibadetlere devam konusunda yüksek duyarlık gösteren katılımcılar M. Luther King’in öldürülmesinden bizzat kendisinin sorumlu olduğunu düşünmekteydi.

Araştırma bulguları, dindar bireylerin statükoyu koruma konusunda kaygılı, buna karşın dindar olmayanlara göre daha az şefkatli olduklarına işaret etmektedir. Dindarlar, siyahların ve yoksulların durumuna ve öğrenci gösterilerine karşı daha korkulu ve anlayışsız tepkiler vermişlerdi.

SONUÇ

Sosyal adaletsizlik üreten bir sisteme karşı kayıtsızlığın hatta zımni onayın eşlik ettiği, kendi ruhunu kurtarmaya odaklı bir “öte dünya” inancı, mağdura yönelik dindarca tutumları karakterize etmektedir. Keza, çok sayıda araştırma bulgusu, adil dünya inancının sosyal adaletsizliği meşrulaştırmaya yarayan algısal bir önyargı olduğu görüşünü desteklemektedir. Kuşkusuz “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” olabilir. Ancak bunun için, önce Biz’i Öteki ile “şiddetli” bir etkileşime sokan değerlerimizle yüzleşmeli; özellikle dini değerlerin kendimizi yargılamak için mi yoksa ötekini yargılamak için mi daha uygun olduğuna karar vermeliyiz. Adil bir dünya ilahi müdahale konusu değildir. Yoksa Allah niye adaleti emretsin ki?

—————————————

Kaynak:

https://www.karar.com/gorusler/adil-bir-dunya-1642455

 

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen